XXXIX - XL - XLI


XXXIX


Ayin başlamıştı.

Acayip, son derece kullanışsız simli bir giysi giymiş olan papaz, çeşit çeşit isimler söyleyerek, dualar okuyarak bir ekmeği küçük parçalara bölüyor, bunları önce bir tabağa, sonra da içi şarap dolu bir kâseye koyuyordu. Bu arada papaz yardımcısı da zaten az anlaşılan, hızlı okunduğu için daha da anlaşılmaz hale gelen birtakım eski Slav dualarını ilkönce tek başına, soluk almadan art arda okuyordu, sonra mahkûmlardan oluşan koroyla birlikte şarkı şeklinde sırayla okumaya başladı. Bu dualar daha ziyade haşmetli imparator ve ailesi için refah dileklerini içeriyordu. Bu konuda diğer dualarla birlikte ve onlardan ayrı olarak, yere diz çökerek daha pek çok kez dua okundu. Ayrıca papaz yardımcısı, Havarilerin İşleri'nden bazı şiirleri öyle tuhaf, öyle gergin bir sesle okudu ki hiçbir şey anlaşılmadı. Papaz, Markos İncili'nden bir bölümü çok açık ve anlaşılır bir şekilde okudu. Bu bölüm, dirilen İsa'nın göğe yükselip babasının sağ yanına oturmadan önce ilkin içinden yedi tane cini kovduğu Maria Magdalena'ya, sonra da on bir öğrencisine göründüğü, onlara İncil'i bütün insanlara öğretmelerini buyurduğu, her kim inanmazsa onun yok olacağını, inanan ve vaftiz olanınsa kurtulacağını, cinleri kovacağını, elini dokunduğu hastaları iyileştireceğini, yeni yeni dillerde konuşacağını, yılanları eliyle tutacağını ve zehir bile içse ölmeyeceğini, sağ kalacağını söylediği bölümdü.

Ayinin özü, papaz tarafından kesilen ve şaraba batırılan küçük ekmek parçalarının belli birtakım hareketlerin ve duaların eşliğinde Tanrı'nın bedenine ve kanına dönüştüğünün varsayılmasıydı. Bu sırada yapılan hareketlerse sırtındaki simli torbanın engellemesine karşın, papazın düzgün bir şekilde iki elini havaya kaldırmasından ve ellerini böyle tutmasından, sonra diz çökmesinden, masayı ve masanın üzerindekileri öpmesinden ibaretti. En önemli hareket, papazın bir peçeteyi iki eliyle tutup tabağın ve altın kâsenin üstünde düzgün bir şekilde yavaş yavaş sallamasıydı. Ekmeğin ve şarabın Tanrı'nın bedenine ve kanına işte tam bu sırada dönüştüğü varsayılıyordu ve bu yüzden ayinin bu bölümü özel bir tören havası içeriyordu.

Bundan sonra papaz, bölmenin arkasından, "Ey en kutsal, en saf ve en mübarek Tanrı Anası," diye bağırdı ve koro, bakireliği bozulmadan İsa'yı doğurmuş, bu yüzden meleklerden daha fazla şeref ve şan kazanmış olan bakire Meryem'i öven bir ilahi söylemeye başladı. Böylece dönüşümün tamamlanmış olduğu kabul ediliyordu ve papaz, tabağın üstünden peçeteyi kaldırıp ortadaki parçayı dörde böldükten sonra şaraba batırıp ağzına soktu. Tanrı'nın bedeninden bir parça yediği ve kanından bir yudum içtiği varsayılıyordu. Bundan sonra papaz perdeyi yana çekti, ortadaki kapıyı açtı, altın yaldızlı kâseyi eline alıp kapının ortasına çıktı ve kâsenin içinde bulunan Tanrı'nın bedeninden yiyip, kanından içmek isteyenleri yanına davet etti.

Sadece birkaç çocuk çıktı istekli olarak.

Papaz ilkönce çocukların adlarını sorduktan sonra bir kaşıkla kâseden dikkatle aldığı şaraplı ekmeği çocuklardan her birinin ağzına sırayla verdi, bu sırada papaz yardımcısı da bir yandan çocukların ağzını silerken bir yandan da neşeli sesiyle çocukların Tanrı'nın bedenini yediklerini ve kanını içtiklerini anlatan bir ilahi söylüyordu. Bundan sonra papaz kâseyi bölmenin arkasına götürdü, orada kâsede kalan kanı tepesine dikip, Tanrı'nın bedeninden kalan bütün parçaları da yedikten sonra bıyıklarını iyice yalayıp, ağzını ve kâseyi sildi, son derece neşeli bir ruh hali içinde, canlı adımlarla, dana derisinden çizmelerinin ince tabanlarını gıcırdata gıcırdata bölmenin arkasından çıktı.

Hıristiyanların en önemli ayini böylece bitmiş oldu. Fakat papaz, zavallı mahkûmları teselli etmek isteğiyle her zamanki duaya özel bir şeyler daha ekledi. Bu özel dua, papazın biraz önce yediği Tanrı'nın on tane mumla aydınlatılmış olan altın kaplı tasvirinin (yüzü ve elleri siyahtı) önünde durup garip ve yapmacık sesiyle ne ilahi, ne konuşma denebilecek şekilde söylemeye başladığı şu sözlerden ibaretti:

"Tatlıların en tatlısı, havarilerin yüz akı İsa'm, çilekeşlerin övüncü, evrenin hâkimi İsa'm, kurtar beni, kurtarıcım İsa, güzellerin en güzeli İsa, sana doğru akıp geleni kurtar İsa'm, bağışla beni, sana dua eden herkesi bağışla, hepimizin peygamberi İsa, cennetin nimetlerini aç, insanları seven İsa!"

Tam burada durdu, soluklandı, haç çıkardı, yere eğildi. Herkes aynı şeyleri yaptı. Hapishane müdürü, gardiyanlar, mahkûmlar herkes eğildi. Yukarıdan sık sık pranga sesleri geliyordu.

"Meleklerin yaratıcısı ve güçlerin hâkimi," diye devam ediyordu papaz, "mucizeler mucizesi, melekleri şaşırtan İsa, güçlülerin güçlüsü, ataların kurtuluşu, tatlıların tatlısı İsa, patriklerin dilinden düşmeyen, şanlılar şanlısı, çarların gücüne güç katan, hayırlıların en hayırlısı, mükemmellerin en mükemmeli, çilekeşlerin kalesi, sakinlerin en sakini, rahiplerin sevinci İsa, merhametlilerin en merhametlisi, oruç tutanların orucu, tatlıların en tatlısı İsa, masumların en masumu, ölümsüzlerin en ölümsüzü, günahkârların kurtarıcısı, Tanrı'nın oğlu İsa bağışla beni." "İsa" sözcüğünü gitgide daha kuvvetli bir ıslık halinde yineleyerek sonunda durdu. İpek astarlı cüppesini bir eliyle tuttu ve bir dizinin üstüne çöküp yere eğildi, koro son sözcükleri ilahi olarak söylüyordu: "Tanrı'nın oğlu İsa bağışla beni." Mahkûmlarsa kafalarının yarısında kalan saçlarını sallayarak ve zayıf bileklerinin derilerini yüzen prangalarını şangırdatarak eğilip kalkıyorlardı.

Çok uzun süre böyle devam etti. İlk başta "bağışla beni" sözleriyle sona eren övgüler, daha sonra ise "alleluyya" sözcüğüyle biten yeni övgüler söylendi. Mahkûmlar haç çıkardılar, eğildiler, secdeye vardılar. İlk başta mahkûmlar her arada secdeye varıyorlardı, fakat daha sonra bir, bazen de iki ara sonra secdeye varmaya başladılar. Bütün övgüler söylenip bittiği, papaz rahat bir nefes aldıktan sonra elindeki kitapçığı kapattığı ve bölmenin arkasından çıktığı zaman herkes çok sevinçliydi. Papazın uçlarında mineli küçük madalyonlar bulunan altın yaldızlı haçı masanın üstünden alıp, kilisenin ortasına kadar yürümesinden ibaret olan son bir iş kalıyordu geriye. Papazın yanına ilkönce müdür, sonra müdür yardımcısı, daha sonra gardiyanlar yaklaştılar, onlardan da sonra birbiri üstüne yığılarak ve fısıltı halinde söylenerek mahkûmlar gelmeye başladılar. Papaz, bir yandan da müdürle konuştuğu için haçı ve elini yanına gelen mahkûmların ağzına, bazen de burnuna sokuyordu. Mahkûmlar ise haçı ve papazın elini öpmeye çalışıyorlardı. Yolunu şaşırmış kardeşlerin huzura kavuşturulması ve doğru yolu bulması için yapılan bir Hıristiyan ayini böylece sona ermiş oluyordu.


XL


Ve papazın türlü türlü sözcüklerle överken adını sayısız kez yinelediği İsa'nın burada yapılanların hepsini yasaklamış olduğu, papazdan, hapishane müdüründen tutun Maslova'ya kadar oradaki hiç kimsenin aklına gelmiyordu; İsa, öğretici din adamlarının bu anlamsız laf kalabalıklarını, ekmek ve şarap üzerinden yaptıkları, dini küçük düşüren bu büyücülüğü yasaklamakla kalmamış, üstelik insanlara başkalarını öğretici olarak adlandırmayı en açık bir şekilde yasaklamış, kiliselerde dua etmeyi yasaklamış, herkesin tek başına, gizli bir yerde tapınmasını buyurmuş, tapınakları yıkmaya geldiğini ve tapınaklarda değil, içten ve gerçekten tapınmak gerektiğini söyleyerek tapınakların kendilerini yasaklamıştı; asıl önemlisi, sadece insanları yargılamayı ve onları manastırlara kapatmayı, çile çektirmeyi, aşağılamayı, cezalandırmayı yasaklamakla kalmamış, tutsakları özgürlüğe kavuşturmak için geldiğini söyleyerek insanlara yapılan her türlü zorbalığı da yasaklamıştı.

Buradaki hiç kimsenin aklına, burada yapılanların tümünün, İsa'nın kendisine karşı en büyük hakaret ve alay olduğu da gelmiyordu. Hiç kimsenin aklına, papazın getirdiği ve insanlara öpmeleri için uzattığı, uçlarında mineli küçük madalyonlar sallanan altın yaldızlı haçın İsa'nın sırf biraz önce onun adıyla yapılan şeyleri yasakladığı için cezalandırıldığı çarmıhın tasvirinden başka bir şey olmadığı da gelmiyordu. İsa'nın bedenini ekmek görünümünde yediklerini, şarap görünümünde ise kanını içtiklerini sanan papazların, sahiden de onun bedenini yemekte ve kanını içmekte oldukları, üstelik şaraba batırılmış küçük lokmalar halinde değil, İsa'nın kendisini özdeşleştirdiği "küçük insanların" sadece aklını çelmekle kalmayıp üstelik onları en büyük iyilikten yoksun bırakarak ve İsa'nın onlara getirdiği iyiliğin müjdesini onlardan saklayıp en acımasız işkenceleri yaparak yemekte ve içmekte oldukları, buradaki hiç kimsenin aklına gelmiyordu.

Papaz, yaptığı her şeyi gönül rahatlığıyla yapıyordu, çünkü çocukluğundan beri bunun, eskiden yaşamış olan kutsal insanların inandıkları, şimdi de din adamlarının ve sivil yöneticilerin inanmakta oldukları biricik gerçek din olduğu öğretilmişti kendisine. Onun inandığı şey, ekmekten bir beden oluşması, bir yığın söz söylemenin insan ruhu için yararlı olması ya da gerçekten Tanrı'nın bir parçasını yemiş olması değildi. Bunlara inanmak olanaksızdı. O, bu dine inanmak gerektiğine inanıyordu. Bu dine inanmasının en önemli nedeni, on sekiz yıldır ailesini geçindirmesini, oğlunu lisede, kızını din okulunda okutmasını sağlayan parayı bu dinin törenlerini yaparak kazanıyor olmasıydı. Papaz yardımcısı da aynı şekilde inanıyordu, hem de papazdan daha çok inanıyordu, çünkü bu dinin dogmalarının özünü tümüyle unutmuştu, tek bildiği, ölü duasının, sabah duasının, basit duanın, ilahili duanın, bütün bunların gerçek Hıristiyanlar tarafından seve seve ödenen belli bir fiyatı olduğuydu ve bu nedenle insanların odun, un, patates satarken yaptıkları bu işin gerekli olduğuna benzer bir inançla "bağışla, bağışla" sözlerini haykırıyor, ilahiler söylüyor, dualar okuyordu. Hapishane müdürü ve gardiyanlar da bu dinin dogmalarının neler olduğunu ve kilisede yapılan şeylerin ne anlama geldiğini hiç bilmedikleri ve anlamaya çalışmadıkları halde, en yüksek yöneticiler ve çar da inandığına göre bu dine inanmanın mutlaka gerekli olduğuna inanıyorlardı. Ayrıca belli belirsiz de olsa bu inancın onların acımasız görevini haklı gösterdiğini (bunun nasıl olduğunu hiçbir şekilde açıklayamıyorlardı) duyumsuyorlardı. Eğer bu inanç olmasaydı bütün güçlerini şu anda son derece büyük bir gönül rahatlığıyla yaptıkları gibi insanlara eziyet etmek için kullanmaları zor olmakla kalmaz, olanaksız olurdu. Hapishane müdürü öyle iyi yürekli bir adamdı ki bu dinde bir yardım, bir destek bulmasaydı asla bu hayatı sürdüremezdi. Bu yüzden de kımıldamadan, dimdik durmuş, hevesle eğilmiş ve haç çıkarmış, "Kerrûbîler" duası okunurken duygulu görünmeye çalışmış, çocuklara şaraplı ekmek yedirmeye başladıklarında bir adım öne çıkıp, ekmek ve şarap verilen çocuğu kendi elleriyle kucaklayıp kaldırmıştı.

Bu dinden insanlar üzerinde yaratılan bütün bu kandırmacayı apaçık gören ve içinden alay eden az sayıdaki mahkûmun dışında mahkûmların çoğunluğu, bu altın yaldızlı ikonalarda, mumlarda, kâselerde, papaz cüppelerinde, haçlarda, anlaşılmaz "tatlıların en tatlısı İsa" ve "bağışla" sözlerinin yinelenmesinde, bu yaşamda ve gelecekteki yaşamda büyük kolaylıklar sağlayabilecek gizli bir güç olduğuna inanıyordu. Çoğunluk, dualar, mumlar yardımıyla bu dünyada birtakım kolaylıklar, rahatlıklar elde etmek için birkaç denemede bulunup başarılı olamadığı halde (duaları gerçekleşmemişti) içlerinden her biri bu başarısızlığın rastlantısal bir başarısızlık olduğundan, bilgili insanlar ve metropolitler tarafından onaylanan bu kurumun yine de çok önemli ve bu dünya için olmasa da öbür dünya için gerekli bir kurum olduğundan kesinlikle emindi.

Maslova da aynı şekilde inanıyordu. O da diğerleri gibi, ayin sırasında saygıyla sıkıntı arasında gidip gelen karışık bir duygu içindeydi. İlkin bölmenin arkasında, kalabalığın ortasında duruyor ve kadın arkadaşlarından başka hiç kimseyi göremiyordu; kadınlar öne doğru ilerleyince Fedosya'yla birlikte o da ilerlemişti. Hapishane müdürünü, müdürün ve gardiyanların arasından da sakalı beyaz denecek kadar açık sarı, saçları kumral ufak tefek bir köylü gördü. Bu, Fedosya'nın kocasıydı, gözlerini dikmiş karısına bakıyordu. İlahi okunurken Maslova bu adama bakmakla ve Fedosya'yla fısıldaşmakla meşguldü, ancak herkes haç çıkardığında ve secdeye vardığında o da aynı şeyleri yapıyordu.


XLI


Nehlüdov evden erken çıktı. Sokaktan bir köylü geçiyor ve garip bir sesle:

"Süt, süt, süt!" diye bağırıyordu.

Bir gün önce ilk ılık ilkbahar yağmuru yağmıştı. Yolun taşla kaplı olmayan yerlerinde ansızın otlar yeşermişti; bahçelerdeki akağaçlar yeşil bir tüyle kaplanmış gibiydi, kuşkirazı da, kavak da kokulu uzun yapraklarını çıkarıyordu. Evlerde ve dükkânlarda ise pencerelerin dış çerçeveleri çıkarılıp siliniyordu. Nehlüdov'un yanından geçtiği bitpazarında sıra sıra kurulmuş çadırların çevresinde büyük bir kalabalık kaynaşıyor, eski püskü giysili insanlar koltuklarının altında çizmeler ve omuzlarına attıkları ütülü pantolonlar ve ceketlerle dolaşıyorlardı.

Tertemiz kısa pardösülü, pırıl pırıl çizmeli erkekler ve başlarında gözalıcı ipek eşarpları, sırtlarında boncuk işlemeli ceketleriyle kadınlar, çalıştıkları fabrikalardan çıkmış, lokantaların önünü doldurmuşlardı. Tabancaları sarı kaytanlı polisler de dikiliyor, boğucu can sıkıntısından kendilerini kurtarabilecek bir kavga falan çıkar mı diye çevrelerine bakınıyorlardı. Çocuklar ve köpekler, bulvarların arasındaki yürüyüş yollarında ve yeni yeni yeşillenmeye başlamış çimenlerde koşup oynuyorlar, neşeli dadılar, kanepelere oturmuş, sohbet ediyorlardı.

Orta kısmı kurumuş olsa da sol yandaki gölgelik yerleri henüz serin ve nemli olan sokaklarda ağır yük arabaları taşların üzerinde sürekli gümbürdüyor, küçük arabalar zangırdıyor ve atlı tramvay ortalığı çınlatıyordu. İnsanları şu anda hapishanede yapılanın aynısı bir ayine çağıran çanların çeşit çeşit çınlamaları ve uğultuları havayı her yandan titretiyordu. Ve giyinmiş kuşanmış insanlar, her biri kendi yolundan kiliseye geliyorlardı.

Arabacı, Nehlüdov'u, tam hapishaneye kadar değil, hapishane yolundaki dönemece kadar getirdi.

Çoğu ellerinde bohçalarla birkaç adam ve kadın, hapishaneden yüz adım kadar ötedeki bu dönemeçte dikiliyorlardı. Sağ tarafta alçak ahşap yapılar, sol tarafta iki katlı, üzerinde levha olan bir ev vardı. Taştan yapılmış çok büyük hapishane binası ilerdeydi ve buraya ziyaretçileri yaklaştırmıyorlardı. Nöbetçi asker elinde silah, bir ileri bir geri yürüyor, sağından solundan geçmek isteyenlere sert sert çıkışıyordu.

Ahşap yapıların kapısının önünde, sağ tarafta, nöbetçinin karşısındaki bir kanepede elinde bir not defteri, sırtında şeritli üniformasıyla bir gardiyan oturuyordu. Ziyaretçiler bu gardiyanın yanına gidip, görmek istedikleri kişinin adını söylüyorlar, o da yazıyordu. Nehlüdov da gardiyanın yanına gidip Katerina Maslova'nın adını söyledi. Şeritli gardiyan not etti.

"Neden hâlâ içeri bırakmıyorlar?" diye sordu Nehlüdov.

"Sabah ayini devam ediyor. Ayin biter bitmez bırakırlar."

Nehlüdov bekleşen kalabalığa doğru yürüdü. Giysileri eskimiş, şapkası buruş buruş, çıplak ayaklarına yırtık ayakkabılar giymiş, yüzünün her yanı kırmızı çizgilerle kaplı bir adam kalabalığın içinden çıkıp hapishaneye yöneldi.

"Sen nereye gidiyorsun?" diye bağırdı eli silahlı asker.

Hırpani kılıklı adam, nöbetçinin çıkışmasından zerre kadar utanmaksızın:

"Sen niye bağırıyorsun?" dedi ve geri döndü. "İzin vermezsen verme, bekleriz. Bir de bağırıyor, general mübarek."

Kalabalığın içinden onaylayan gülüşmeler duyuldu. Ziyaretçilerin büyük bölümü giyim kuşamı kötü, hatta üstü başı eski insanlardı ama dış görünüşü düzgün adamlar ve kadınlar da vardı. Nehlüdov'un yanında iyi giyimli, sinekkaydı tıraş olmuş, şişman, kırmızı yanaklı bir adam, elinde herhalde içinde çamaşır olan bir bohçayla dikiliyordu. Nehlüdov, buraya ilk kez mi geldiğini sordu ona. Bohçalı adam, her pazar geldiğini söyledi ve sohbete başladılar. Adam bir bankada kapıcıydı, sahtekârlık suçundan hüküm giymiş olan kardeşini ziyarete gelmişti buraya. Bu iyi yürekli adam Nehlüdov'a tüm hayat hikâyesini anlattı. Tam o da Nehlüdov'a soru sormak istiyordu ki yaklaşmakta olan iri, simsiyah cins bir atın çektiği lastik tekerlekli arabada oturan üniversite öğrencisiyle, yanındaki, yüzü tülle örtülü hanım her ikisinin de dikkatini çekti. Öğrencinin elinde büyük bir bohça vardı. Nehlüdov'un yanına yaklaşıp, getirdiği ekmekleri sadaka olarak verip veremeyeceğini ve bunun için ne yapması gerektiğini sordu.

"Nişanlımın isteğini yerine getiriyorum. Bu hanım benim nişanlımdır. Mahkûmlara ekmek getirmemizi onun annesi ve babası söylediler."

"Ben de ilk kez geliyorum ve bilmiyorum ama sanıyorum şu adama sormak gerekiyor," dedi Nehlüdov, elinde not defteriyle sağ tarafta oturan şeritli gardiyanı göstererek.

Nehlüdov tam öğrenciyle konuştuğu sırada ortasında küçük bir pencere bulunan büyük demir hapishane kapısı açılmış ve başka bir gardiyanla üniformalı bir subay çıkmıştı kapıdan. Not defterli gardiyan, ziyaretçi girişlerinin başladığını söyledi. Nöbetçi kenara çekildi ve bütün ziyaretçiler geç kalmaktan korkuyormuş gibi hızlı adımlarla, hatta bazıları koşar adımlarla hapishane kapısına doğru atıldılar. Kapının önünde bir gardiyan durmuş, ziyaretçiler yanından geçtikçe yüksek sesle "On altı, on yedi..." diye sayıyordu. Binanın içindeki başka bir gardiyan da önünden her geçene eliyle dokunarak bir sonraki kapıdan geçenleri sayıyordu. Bunun amacı, ziyaretçiler dışarı çıkarılırken sayıyı kontrol ederek, tek bir ziyaretçinin bile hapishane içinde kalmasını, aynı zamanda tek bir mahkûmun bile dışarı çıkmasını önlemekti. Sayımı yapan bu adam kimin geçtiğine bakmaksızın elini Nehlüdov'un sırtına da vurdu. Gardiyanın elinin bu dokunuşu ilk anda Nehlüdov'un ağırına gitmişti ama buraya neden geldiğini anımsayınca bu hoşnutsuzluk ve aşağılanma duygusundan utandı.

Kapının arkasındaki ilk yer, demir parmaklıklı küçük pencereleri olan kemerli, büyük bir odaydı. Toplantı odası diye adlandırılan bu odada Nehlüdov, hiç beklemediği bir şey gördü; duvardaki bir oyuğun içinde, büyük boy bir çarmıha gerilmiş İsa tasviri vardı.

İsa tasvirini elinde olmaksızın mahkûmlarla değil de özgür insanlarla bağdaştırarak, "Bunun ne işi var burada?!" diye düşündü.

Nehlüdov aceleci ziyaretçilerin öne geçmelerine izin vererek, buraya kapatılmış caniler karşısında korku, dün mahkemedeki delikanlıyla Katyuşa gibi burada olmak zorunda bırakılan masumlara karşı acıma, biraz sonra yapacağı görüşme öncesindeki ürkeklik ve çekingenlik duyguları içinde yavaş adımlarla yürüyordu. Birinci odadan çıktığı sırada odanın öbür ucundaki gardiyan bir şeyler söylüyordu. Fakat düşüncelere dalmış olan Nehlüdov buna dikkat etmeyi, ziyaretçilerin çoğunun gittikleri tarafa, yani onun gitmesi gereken kadınlar bölümüne değil de erkekler bölümüne doğru yürümeye devam etti.

Acele edenlerin öne geçmesine izin vererek görüşme odasına en son o girdi. Kapıyı açıp da içeri girer girmez onu şaşırtan ilk şey, yüzlerce sesin oluşturduğu kulakları sağır eden bir uğultuydu. Nehlüdov uğultunun nedenini, odayı ikiye bölen tele, şekere konmuş sinekler gibi, yapışmış olan insanlara biraz daha yaklaşınca anlayabildi ancak. Pencereleri arka duvarda olan oda tavandan yere kadar uzanan bir değil, iki ayrı tel örgüyle ikiye bölünmüştü. Bu ağlar arasında gardiyanlar dolaşıyorlardı. Tellerin bir tarafında mahkûmlar, öbür tarafında ziyaretçiler duruyordu. Mahkûmlarla ziyaretçilerin arasında iki tel ve üç arşın kadar uzaklık vardı. Bırakın bir şey uzatmayı, hele hele miyop birinin karşısındakinin yüzünü görmesine olanak yoktu. Konuşmak da zordu, duyurabilmek için var kuvvetiyle bağırmak gerekiyordu. Her iki yanda tele yapışmış yüzler vardı; birbirlerini görmeye, diyeceklerini demeye çalışan karılar, kocalar, babalar, analar, çocuklar. Fakat her biri karşısındakine duyuracak şekilde konuşmaya çalıştığı, komşuları da aynı şeyi yapmak istedikleri ve sesleri birbirini bastırdığı için herkes karşısındakine daha fazla bağırmaya çalışıyordu. İçeri girer girmez Nehlüdov'u şaşırtan, zaman zaman çığlıklarla bölünen bu uğultunun nedeni buydu işte. Ne söylendiğini anlamanın hiç olanağı yoktu. Ancak insanların yüzlerine bakarak ne konuşulduğuna, konuşanların arasında nasıl bir ilişki olduğuna karar verilebilirdi. Nehlüdov'un yakınında, başörtülü yaşlı bir kadın tele yapışmış, kafasının yarısı tıraşlı, soluk yüzlü genç bir adama çenesini titreterek bağırıyordu. Tutuklu, kaşlarını kaldırarak, alnını kırıştırarak dikkatle dinliyordu. Yaşlı kadının yanında kısa paltolu genç bir adam vardı ve iki elini kulaklarının arkasına siper etmiş, kafasını sallayarak, kendisine benzeyen, yorgun yüzlü, kır sakallı tutukluyu dinliyordu. Biraz daha ileride hırpani kılıklı biri, bir yandan elini sallayarak bağırıyor, bir yandan da gülüyordu. Onun yanında ise yünlü kumaştan güzel bir elbise giymiş bir kadın kucağında bebeğiyle yere oturmuş, hüngür hüngür ağlıyordu. Galiba telin öbür yanındaki mahkûm ceketi giymiş, kafası tıraşlı, ayakları prangalı kır saçlı tutukluyu bu halde ilk kez görüyordu. Nehlüdov'un konuştuğu kapıcı, bu kadının tepesinden öbür taraftaki gözleri pırıl pırıl parlayan, kel kafalı bir tutukluya avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Bu koşullarda konuşmak zorunda olduğunu anladığı zaman Nehlüdov'un içinde, bu işin bu şekilde yapılmasına karar verebilen, üstelik böyle yapılmasını sıkı bir gözetim altında tutan insanlara karşı bir öfke yükseldi. Bu korkunç durumun, insanların duygularıyla bu şekilde alay edilmesinin hiç kimseyi incitmediğine şaşıp kaldı. Askerler de, hapishane müdürü de, ziyaretçiler de, tutuklular da bütün bunları, sanki böyle olmak zorunda olduğunu kabul ederek yapıyorlardı.

Nehlüdov, tuhaf bir sıkıntı, bitkinlik ve dış dünyayla kopukluk duygusu içinde beş dakika kadar kaldı bu odada; gemi tutmasını andıran bir bulantı kaplamıştı içini.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top