XXXIII - XXXIV - XXXV


XXXIII


Biraz sakinleştikten sonra ablasına:

"E, çocuklar nasıl?" diye sordu.

Ablası, çocukların, babaannelerinin yanında kaldıklarını söyledi ve kardeşiyle kocası arasındaki tartışmanın sona ermiş olmasından çok memnun, çocuklarının da tıpkı Dmitriy'in o zamanlar ablasının iki bebeğiyle, Arap bebekle ve Fransız kız diye ad taktıkları diğer bebekle oynadığı gibi yolculuk oyunu oynadıklarını anlatmaya koyuldu.

"Unutmadın demek," dedi Nehlüdov gülümseyerek.

"Düşünsene onlar da aynı oyunu oynuyorlar."

Tatsız konuşma sona ermişti. Nataşa rahatlamıştı ama kocasının yanında yalnızca kardeşinin anlayabileceği şeylerden konuşmak istemiyordu. Ortak bir konuşma başlatmak için Petersburg'dan buraya kadar gelmiş olan Kamenskaya'nın biricik oğlunu düelloda kaybettiği haberinden söz etmeye başladı.

İgnatiy Nikiforoviç, düelloda adam öldürmeyi cinayet suçları arasında saymayan bir düzeni onaylamadığını söyledi.

Onun bu düşüncesi Nehlüdov'un itirazına neden oldu ve biraz önceki konuda yarım kalmış olan tartışma yeniden alevlendi. İkisi de kendi düşüncelerini tam olarak söylemiyorlar, birbirlerini karşılıklı kınayan düşüncelerinden de vazgeçmiyorlardı.

İgnatiy Nikiforoviç, Nehlüdov'un, görevini küçümseyerek onu kınadığını hissediyor, düşüncelerinin haksızlığını göstermek istiyordu. Nehlüdov ise toprakla ilgili işlerine eniştesinin burnunu sokması yüzünden hissettiği öfke bir yana (ruhunun derinlerinde ise eniştesinin, ablasının ve çocuklarının onun mirasçıları olarak bu hakka sahip olduklarını hissediyordu), Nehlüdov'a kesinlikle saçma ve suç olarak görünen bir meseleyi bu dar kafalı adamın tam bir güvenle ve rahatlıkla doğru ve normal saymaya devam etmesinden için için nefret ediyordu. Bu aşırı kendine güven sinirini bozuyordu.

"Mahkeme ne yapabilirdi ki?" diye sordu Nehlüdov.

"Bildiğimiz katillerden farkı olmayan iki düellocudan birini kürek cezasına çarptırabilirdi."

Nehlüdov'un elleri yine buz kesmişti ve sinirli sinirli konuşmaya başlamıştı.

"E, ne olurdu?"

"Hak yerini bulurdu."

"Sanki mahkemenin amacı adaletmiş gibi," dedi Nehlüdov.

"Başka nedir peki?"

"Sınıfsal çıkarların korunması. Bence mahkeme, bizim de içinde bulunduğumuz sınıf açısından kazançlı olan mevcut düzenin sürdürülmesi için bir yönetim aracıdır sadece."

İgnatiy Nikiforoviç sakin bir gülümsemeyle:

"Bu çok yeni bir görüş," dedi. "Genellikle mahkemelere biraz daha farklı bir görev atfedilir."

"Gördüğüm kadarıyla, kuramsal olarak öyledir, uygulamada değil. Mahkemenin amacı yalnızca toplumu şimdiki durumunda tutmaktır ve bu amaçla gerek ortalama düzeyin üstünde bulunan ve bu düzeyi daha da yukarı çıkarmak isteyen, adı siyasi suçlu olan insanları, gerekse ortalama toplum düzeyinin altında olan ve suçlu tipler diye adlandırılan insanları izler ve cezalandırır."

"Bir kere siyasi suçluların ortalama düzeyin üstünde oldukları için cezalandırıldıkları düşüncesini kabul edemem. Bunların büyük bir kısmı toplumun süprüntüleridir, biraz farklı da olsa sizin ortalama düzeyin altında saydığınız şu suçlu tipler kadar da yoldan çıkmış insanlardır."

"Oysa ben kendilerini yargılayan yargıçlardan kıyaslanmayacak kadar üstün insanlar tanıyorum, örneğin tarikat üyeleri, iyi ahlaklı, sağlam insanlar..."

Ancak İgnatiy Nikiforoviç, konuşurken sözü kesilmeyen bir insan alışkanlığıyla Nehlüdov'u dinlemiyor, Nehlüdov'la aynı anda konuşmaya devam ederek onun daha da çok kızmasına neden oluyordu.

"Mahkemenin mevcut düzeni sürdürmek gibi bir amacı olduğunu da kabul edemem. Mahkemenin iki amacı vardır: Ahlaksızları ve toplumun varlığını tehdit eden canavarları ya yola getirmek...

"Hapishanelerde çok iyi yola getiriyorlar," diye araya girdi Nehlüdov.

"... ya da toplumdan uzaklaştırmak," diye ısrarla devam ediyordu İgnatiy Nikiforoviç.

"Mesele de bu ya zaten, mahkemeler ne onu ne de öbürünü yapıyor. Toplumun bunu yapacak olanağı yok."

"Ne diyorsunuz siz? Anlamıyorum," diye sordu İgnatiy Nikiforoviç zoraki gülümseyerek.

"Maksada uygun sadece iki tür ceza olduğunu söylemek istiyorum. Çok eskiden uygulanan bu cezalardan biri bedensel ceza, diğeri ölüm cezası. Fakat bunlar törelerin yumuşaması sonucunda giderek uygulamadan çıkmıştır," dedi Nehlüdov.

"Sizden bunu duymak hem yeni, hem de şaşırtıcı bir şey."

"Evet, aynı şeyi ileride bir daha yapmaması için bir adamın canını yakmak amaca uygun bir davranıştır. Toplum için zararlı ve tehlikeli birinin kafasını kesmek de son derece akıllıcadır. Her iki cezanın da mantıklı bir yanı vardır. Fakat bir işi olmadığı ve kötüleri örnek aldığı için yoldan çıkmış bir insanı hapse atıp, en ahlaksız insanlarla bir arada, hiçbir iş yapmadan boş boş oturtmanın ya da her biri beş yüz rubleden fazlaya mal olacak şekilde hazinenin parasıyla Tulsk ilinden İrkutsk'a ya da Kursk'tan başka bir yere nakletmenin anlamı nedir?"

"Ama insanlar hazinenin parasıyla yapılan bu yolculuklardan korkarlar ve eğer bu yolculuklar ve hapishaneler olmasaydı sizinle şimdi burada oturduğumuz gibi oturamazdık."

"Hapishaneler güvenliğimizi sağlayamaz, çünkü bu insanlar orada ilelebet kalmayacaklar, bir gün serbest bırakılacaklar. Tam tersine bu insanlar bu kurumlarda ahlaksızlığın en üst basamağına tırmanıyorlar, yani tehlikeleri artıyor."

"Cezaevi sisteminin iyileştirilmesi gerektiğini söylemeye çalışıyorsunuz."

"Bu sistemi iyileştirmek olanaksız. Hapishanelerin iyileştirilmesi, halkın eğitimine harcanan paradan daha pahalıya mal olur ve halkın sırtına yeni bir yük olarak biner."

İgnatiy Nikiforoviç, yine kayınbiraderini dinlemeyerek konuşmaya devam ediyordu:

"Fakat cezaevi sistemindeki aksaklıklar mahkemeyi hiçbir şekilde sakatlamaz."

Nehlüdov sesini yükselterek:

"Bu aksaklıkları düzeltmek olanaksız," dedi.

"Ne olacak o zaman? Öldürmek mi gerekiyor? Ya da bir devlet adamının önerdiği gibi, gözlerini oymak mı?" dedi İgnatiy Nikiforoviç, zafer kazanmış gibi gülümseyerek.

"Evet, acımasızca ama amaca uygun bir şey olurdu. Şimdi yapılan ise hem acımasızca hem de bırakın amaca uygun olmayı üstelik o kadar aptalca ki, ruhsal bakımdan sağlam insanların ceza mahkemesi gibi bu kadar saçma ve zalimce bir işe nasıl katılabildiklerini anlamak mümkün değil."

"Ben de bu işin içindeyim," dedi İgnatiy Nikiforoviç, birden benzi atarak.

"Sizin işiniz bu. Ama ben bu işi anlamıyorum."

İgnatiy Nikiforoviç, titreyen bir sesle:

"Sanırım pek çok şeyi anlamıyorsunuz," dedi.

"Mahkemede bir savcı yardımcısının aklı başında her insanda sadece ve sadece acıma duygusu uyandırabilecek zavallı bir delikanlıyı var gücüyle suçlamaya çalıştığını gördüm; bir başka savcının bir tarikat üyesini sorguladığını ve İncil okumayı ceza yasası kapsamında değerlendirdiğini biliyorum; evet mahkemelerin çalışmaları bu türden anlamsız ve acımasız davranışlardan oluşuyor."

"Ben böyle düşünseydim çalışmazdım," dedi İgnatiy Nikiforoviç ve ayağa kalktı.

Nehlüdov eniştesinin gözlüğünün altında bir parıltı gördü. "Gözyaşı mı yoksa?" diye düşündü bir an. Gerçekten de bunlar aşağılanmanın gözyaşlarıydı. İgnatiy Nikiforoviç pencereye yaklaşarak mendilini çıkardı, öksürerek önce gözlüğünü, sonra da gözlerini silmeye koyuldu. Divana geri gidip bir sigara yaktı ve bir daha hiç konuşmadı. Nehlüdov, eniştesini ve ablasını bu derece üzdüğü için, özellikle de ertesi gün gidecek ve onlarla bir daha görüşmeyecek olduğu için üzülmüş ve utanmıştı. Utanç içinde vedalaşıp evine gitti.

"Söylediklerimde pekâlâ gerçeklik payı olabilir, en azından itiraz etmedi bana. Ama böyle konuşmamam gerekirdi. Bu kadar ileri gittiğime, onu bu kadar aşağılayıp, zavallı Nataşa'yı da bu kadar üzdüğüme göre demek ki pek değişmemişim daha," diye düşünüyordu.


XXXIV


Maslova'nın içinde bulunduğu kafile istasyondan üçte hareket edecekti. Nehlüdov kafilenin hapishaneden çıkışını görmek ve tren istasyonuna kadar Katyuşa'yla birlikte gitmek için on ikiden önce hapishanede olmak niyetindeydi.

Nehlüdov, eşyalarını ve kâğıtlarını yerleştirirken günlüğüne gözü takıldı, günlüğün bazı yerleriyle en son yazdıklarını okudu. Petersburg'a gitmeden önce en son şöyle yazmıştı: "Katyuşa, benim kendimi feda etmemi istemiyor, o kendini feda etmek niyetinde. O kazandı, ben de kazandım. Ruhunda gerçekleştiğini sandığım, ki buna inanmaktan korkuyorum, değişiklik beni sevindiriyor. İnanmaya korkuyorum ama bana öyle geliyor ki Katyuşa diriliyor." Bunun hemen arkasından şunlar yazılmıştı: "Çok üzüldüm ama çok da sevindim. Onun revirde kötü şeyler yaptığını öğrendim. Bir anda korkunç bir üzüntüye kapıldım. Bu kadar üzüleceğimi beklemiyordum. Tiksinerek, nefret ederek konuştum onunla. Sonra birden ondan nefret etmeme neden olan konuda daha önce de, şimdi de, düşüncede bile olsa suçlu olduğumu anımsadım ve hemen o anda kendimden iğrendim, ona ise acıdım, sonra kendimi çok iyi hissettim. Ne kadar iyi olursak olalım gözümüzdeki merteği tam zamanında görebilmeliyiz." Bugün için şunları yazmıştı: "Nataşa'yı görmeye gittim, sırf bencilliğim yüzünden kötü davrandım ve tatsız bir duygu kaldı içimde. İyi de ne yapabilirim ki? Yarın yeni bir hayat başlıyor. Elveda eski hayatım, sana tümden veda ediyorum! Çok fazla anım var ama henüz hepsini bir araya getiremiyorum."

Ertesi sabah uyandığında Nehlüdov'un ilk hissettiği, eniştesiyle arasındaki tatsızlıktan duyduğu pişmanlıktı.

"Böyle çekip gidemem," diye düşündü, "gidip durumu düzeltmeliyim."

Ancak saate bakınca vakit kalmadığını, kafilenin hareketine yetişmek için acele etmesi gerektiğini gördü. Nehlüdov, acele eşyalarını toplayıp, kapıcıyı ve kendisiyle gelecek olan Fedosya'nın kocası Taras'ı eşyalarla birlikte doğruca istasyona yolladıktan sonra karşısına çıkan ilk arabaya atlayıp hapishaneye gitti. Mahkûmların treni Nehlüdov'un bineceği posta treninden iki saat önce kalkacaktı. Bu yüzden geri dönmeyeceğini düşünerek kaldığı yerle hesabını da kesti.

Bezdirici temmuz sıcakları bastırmıştı. Sokakların, evlerin boğucu bir gecenin ardından hiç soğumamış taşları ve çatıların tenekeleri ısılarını durgun ve sıcak havaya veriyorlardı. Rüzgâr yoktu, zaten olunca da toz ve yağlıboya kokusuyla dolu, pis kokan, sıcak bir hava getiriyordu. Sokaklarda pek az insan vardı, olanlar da evlerin gölgelerinden yürümeye çalışıyorlardı. Sadece güneşten kapkara yanmış, çarıklı yol işçisi köylüler yolun ortasına oturmuş, ellerindeki çekiçleri kızgın kuma yerleştirdikleri taşlara vuruyorlar, ağartılmamış bezden ceketleriyle ve tabancalarının turuncu kaytanlarıyla asık suratlı polis memurları bezgin bir halde bir bu ayaklarına bir öbürüne dayanarak sokak ortasında dikiliyorlardı. Beyaz örtülü, bu örtülerin deliklerinden kulakları dışarı fırlamış atların koşulu olduğu, güneşten korunmak için bir yanı bez asılarak kapatılmış tramvaylar sokaklarda tıngırdayarak bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı.

Nehlüdov hapishaneye yaklaştığı sırada kafile henüz yola çıkmamıştı ve hapishanede sabahın dördünde başlamış olan mahkûmların teslimi ve kabulüyle ilgili hummalı çalışma hâlâ devam ediyordu. Yola çıkacak kafilede altı yüz yirmi üç erkek ve altmış dört kadın vardı. Hepsinin adlarını listelerden kontrol etmek, hasta ve zayıf olanları ayırmak ve konvoy görevlisine teslim etmek gerekiyordu. Yeni hapishane müdürü, iki yardımcısı, doktor, sağlık memuru, konvoy subayı ve bir yazıcı, avluda bir duvarın gölgesine konmuş, üzeri kâğıtlarla ve kırtasiye malzemeleriyle dolu bir masanın başına oturmuşlar, tek tek çağırıyorlar, inceliyorlar, sorular soruyorlar ve birbiri arkasına yanlarına yaklaşan tutukluları kaydediyorlardı.

Güneş ışınları masanın yarısına kadar gelmişti. Ortalık çok sıcaktı ve özellikle de esinti olmamasından ve orada dikilip duran tutuklu kalabalığının soluklarından hava boğucu bir hale gelmişti.

Omuzları kalkık, kolları kısa, kendisi uzun boylu, şişman, kırmızı yüzlü, ağzını kapatan bıyıklarının arasından durmaksızın sigara içen konvoy komutanı sigarasını tüttürerek:

"Ne bu böyle, bir türlü sonu gelmiyor! Canımız çıktı. Nereden topladınız bu kadar adamı? Daha çok var mı?" dedi.

Yazıcı bu soruya yanıt verdi:

"Daha yirmi dört erkek, bir de kadınlar var."

Konvoy komutanı henüz yoklamaları yapılmamış ve birbirlerine iyice sıkışmış tutuklulara:

"E, ne duruyorsunuz, yaklaşın!.." diye bağırdı.

Tutuklular üç saatten fazla zamandır üstelik gölgede değil, güneşin altında sıra bekliyorlardı.

Hapishanenin içinde bu çalışma sürerken dışarıda, kapının önünde her zamanki gibi silahlı bir nöbetçi duruyordu. Mahkûmların eşyalarını ve zayıf, yürüyemeyecek durumdakileri taşımak üzere yirmi kadar yük arabası ve köşede de gönderilecek tutukluları görmek, mümkün olursa bir iki kelime konuşmak, bir şeyler verebilmek için kafilenin çıkışını bekleyen küçük bir akraba ve yakın grubu vardı. Nehlüdov da bu küçük gruba katıldı.

Burada bir saat kadar ayakta bekledi. Bir saatin sonunda kapının ardından zincir şakırtıları, ayak sesleri, yöneticilerin konuşmaları, öksürük sesleri ve büyük bir kalabalığın alçak sesli konuşmaları duyuldu. Gardiyanların küçük kapıdan girip çıktıkları yaklaşık beş dakika boyunca da böyle devam etti. Sonunda bir komut duyuldu.

Büyük kapı gürültüyle açıldı, zincir şakırtısı arttı ve beyaz ceketli, silahlı konvoy muhafızları dışarı çıktılar, iyi bildikleri ve alışkın oldukları belli bir manevrayla kapının önünde düzgün, geniş bir halka oluşturdular. Askerler yerlerini aldıklarında yeni bir komut duyuldu ve tutuklular tıraşlı kafalarında takkeleriyle, omuzlarında torbalarıyla, ayaklarındaki prangaları sürükleyerek ve boş olan ellerini sallayıp, öbür elleriyle torbalarını sırtlarında tutarak çifter çifter dışarı çıkmaya başladılar. En önde kürek mahkûmu erkekler yürüyordu. Hepsinin sırtında aynı tip gri pantolon ve sırt kısmında eşkenar dörtgen şeklinde bir işaret bulunan ceket vardı. Genç, yaşlı, zayıf, şişman, solgun, kırmızı, kara, bıyıklı, sakallı, sakalsız, Rus, Tatar, Yahudi hepsi zincirlerini şangırdatarak, uzak bir yere gidiyormuş gibi kollarını hızlı hızlı sallayarak dışarı çıktılar ama on adım yürüdükten sonra durdular ve dörderli sıralar halinde sessizce arka arkaya dizildiler. Bunların ardından hiç ara vermeden yine aynı şekilde saçları tıraş edilmiş, ayaklarında pranga olmayan, ancak el bileklerinden birbirlerine kelepçeli, aynı kılıktaki insanlar kapıdan çıktılar. Bunlar sürgünlerdi. Onlar da aynı şekilde hızlı hızlı dışarı çıktılar, durdular ve dörderli sıralar halinde dizildiler. Sonra adi suçlu erkekler, daha sonra da yine aynı sırayla, yani önce sırtlarında gri kaftanları ve başlarında örtüleriyle kürek mahkûmu kadınlar, sonra sürgün cezasına mahkûm kadınlar ve gönüllü olarak konvoyu izleyen kentli ya da köylü kıyafetli kadınlar çıktılar. Bazı kadınların kucaklarında gri kaftanlarının eteklerine sardıkları bebekleri vardı.

Kadınların yanında kız-erkek çocuklar yürüyordu. Bu çocuklar, sürüdeki taylar gibi tutuklu kadınlara sokuluyorlardı. Erkekler, arada sırada öksürerek veya kesik kesik uyarılar yaparak sessizce duruyorlardı. Kadınlar arasında ise hiç bitmeyecek bir konuşma kulaklara geliyordu. Maslova dışarı çıktığında onu görür gibi olmuştu Nehlüdov; fakat daha sonra kalabalığın arasında kaybolmuştu. Nehlüdov, torbaları ve çocuklarıyla birlikte erkeklerin arkasında sıraya girmiş, insanlık, özellikle de kadınlık özelliklerinden yoksun yaratıklardan oluşan gri bir kalabalık görüyordu yalnızca.

Tüm tutukluların hapishane duvarları içinde sayılmış olmasına karşın konvoy görevlileri, önceki sayıyla karşılaştırmak amacıyla yeniden sayım yapmaya başlamışlardı. Bazı tutukluların yer değiştirmeleri ve konvoy görevlilerinin de bu yüzden sayıyı şaşırmaları yüzünden bu yeni sayım çok uzun sürdü. Görevliler, ses çıkarmadan, fakat kötü kötü bakarak boyun eğen tutukluları azarlıyorlar, itip kakıyorlar ve tekrar saymaya başlıyorlardı. Herkes yeniden sayılıp bittiğinde konvoy subayının verdiği komutla kalabalığın içinde bir hareket oldu. Çelimsiz adamlar, kadınlar ve çocuklar birbirlerinin önüne geçerek arabalara yöneldiler ve torbalarını arabalara yerleştirmeye, ardından da kendileri binmeye başladılar. Kucaklarında ağlayıp duran bebekleriyle kadınlar, yer kavgası eden neşeli çocuklar ve bezgin, asık suratlı erkekler arabalara binip yerlerine yerleştiler.

Birkaç mahkûm takkelerini çıkararak konvoy subayının yanına yaklaşıp bir şey söylediler. Nehlüdov'un sonradan öğrendiğine göre onlar da arabaya binmek istiyorlardı. Nehlüdov, konvoy subayının hiçbir şey demeden ve kendisinden ricada bulunan tutukluya bakmadan sigarasını içtiğini ve sonra birden kısa kolunu tutukluya doğru kaldırdığını, berikinin de tıraşlı kafasını omuzlarının arasına çekip, tokattan kaçmak için geri sıçradığını gördü.

"Seni soylular sınıfına öyle bir terfi ettiririm ki, bir daha unutamazsın! Yürü bakalım!" diye bağırdı subay.

Subay, sadece iki yana yalpalayarak yürüyen, ayakları prangalı, uzun boylu yaşlı bir adamın arabaya binmesine izin verdi ve Nehlüdov, yaşlı adamın takkesini eline alıp haç çıkardığını, arabalara doğru gittiğini, sonra zayıf, güçsüz bacaklarını yukarı çekmesine engel olan prangalar yüzünden uzun süre arabaya binemediğini ve arabaya binmiş oturmakta olan bir köylü kadının elinden tutup çekerek ona yardım ettiğini gördü.

Bütün arabalar torbalarla dolup, arabaya binmesine izin verilenler de torbaların üzerine oturduklarında konvoy subayı şapkasını eline aldı, alnını, dazlak kafasını ve kırmızı, kalın boynunu mendiliyle sildikten sonra haç çıkardı.

"Kafile, marş marş!" diye komut verdi.

Askerler silahlarını şakırdattılar, mahkûmlar takkelerini çıkarıp bazıları sol eliyle olmak üzere haç çıkarmaya koyuldular. Uğurlamaya gelenler bağırarak bir şeyler söylüyorlar, mahkûmlar da aynı şekilde bağırarak yanıt veriyorlardı. Kadınlar arasından bir ağıt yükseldi ve beyaz ceketli askerlerle çevrili kafile, zincirli ayaklarıyla tozları kaldırarak harekete geçti. Önde askerler, onların arkasında dörderli sıralar halinde zincirlerini şangırdatarak prangalı mahkûmlar, onların arkasında sürgünler, sonra elleri ikişer ikişer birbirine kelepçeli adi suçlular, sonra da kadınlar yürüyordu. Ardından da torbalarla ve güçsüzlerle dolu arabalar hareket etti. Bunlardan birinde sarınıp sarmalanmış bir kadın torbaların tepesine oturmuş, durmadan çığlık atıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.


XXXV


Yürüyüş kolu o kadar uzundu ki, öndekiler gözden kaybolduğunda torbaları ve güçsüzleri taşıyan arabalar daha yeni hareket etmişti. Arabalar hareket ettiğinde Nehlüdov kendisini beklemekte olan arabaya bindi ve kafilenin içinde erkekler arasında tanıdık biri var mı diye bakmak ve sonra kadınlar arasında Maslova'yı bularak ona gönderdiği eşyaları alıp almadığını sormak amacıyla arabacıya kafilenin önüne doğru ilerlemesini söyledi. Hava çok sıcaktı. Rüzgâr yoktu ve binlerce ayağın kaldırdığı toz sokağın ortasından ilerleyen tutukluların tepesinde asılı duruyordu. Erkek mahkûmlar hızlı adımlarla yürüyorlardı ve Nehlüdov'un bindiği arabanın atı yanlarından ağır ağır geçiyordu. Aynı tip kunduralı ayaklarını ve aynı renk pantolonlu bacaklarını ileri atan, serbest kalan kollarını ise adımlarına uygun olarak kendilerine cesaret verircesine sallayan tuhaf ve korkunç görünüşlü meçhul yaratıklar sıra sıra yürüyorlardı. O kadar çoktular, o kadar birbirlerinin aynısıydılar ve öyle garip bir duruma sokulmuşlardı ki, Nehlüdov'a insan değil de sanki tuhaf, korkunç yaratıklarmış gibi görünüyorlardı. Bu izlenim, ancak kürek mahkûmları kalabalığı içinde katil Fedorov'u, sürgünler arasında komik Ohotin'i ve kendisine başvurmuş olan bir başka serseriyi tanıdığında yok oldu. Tutukluların hemen hemen hepsi kendilerini izleyen arabaya ve arabanın içinden onlara bakan beyefendiye bakıyorlardı yan gözle. Fedorov, Nehlüdov'u tanıdığını belli etmek için başını yukarı doğru salladı, Ohotin göz kırptı. Ama ikisi de yasak olduğunu düşünerek selam vermediler. Nehlüdov kadınların yanından geçerken Maslova'yı hemen gördü. Kadınların ikinci sırasında yürüyordu. Kenarda kıpkırmızı kesilmiş, kısa bacaklı, kara gözlü çirkin bir kadın yürüyordu. Kaftanının eteklerini kemerine sokuşturmuş olan bu kadın "Havalı"ydı. Sonra ayaklarını zor sürüyen hamile bir kadın vardı sırada, üçüncü Maslova'ydı. Omzunda bir torba taşıyor ve önüne bakıyordu. Yüzü sakin ve kararlıydı. Aynı sırada Maslova'nın yanında hızlı hızlı yürüyen, kısa kaftanlı, başını köylü kadınlar gibi bağlamış genç, güzel kadın Fedosya'ydı. Nehlüdov arabadan indi ve Maslova'ya eşyaları alıp almadığını, nasıl olduğunu sormak isteğiyle kadınların yanına doğru gitti. Ancak kafilenin bu yanında yürüyen konvoy çavuşu, onun yaklaştığını fark eder etmez hemen yanına koştu.

"Kafileye yaklaşamazsınız beyefendi, yasak," diye bağırdı gelirken.

Çavuş, iyice yaklaşıp da Nehlüdov'u tanıyınca (hapishanede artık herkes Nehlüdov'u tanıyordu) elini şapkasına götürdü ve Nehlüdov'un yanında durup:

"Şimdi olmaz. İstasyonda konuşabilirsiniz, burada yasak," dedi. "Sallanmayın, marş!" diye tutuklulara bağırdı ve sıcağa karşın ayağındaki gıcır gıcır yeni çizmeleriyle hızlı hızlı önceki yerine koştu. Nehlüdov kaldırıma geri döndü ve arabacıya arkasından gelmesini söyleyip kafileyi görebilecek şekilde yürümeye başladı. Kafile, geçtiği her yerde acımayla ve korkuyla karışık bir dikkat çekiyordu. Arabalarla gelip geçenler başlarını uzatıyorlar, görebildikleri sürece tutukluları gözleriyle izliyorlar, uğurluyorlardı. Yayalar duruyorlar, bu korkunç manzaraya hem şaşkınlıkla hem de korkuyla bakıyorlardı. Bazıları yaklaşıp sadaka veriyorlardı. Sadakaları konvoy görevlileri alıyordu. Bazıları hipnotize olmuş gibi konvoyun peşinden yürüyorlar, fakat sonra duruyorlar ve başlarını sallayarak sadece gözleriyle kafileyi geçiriyorlardı. İnsanlar birbirlerine seslenerek geçitlerden ve kapılardan dışarı fırlıyorlar, pencerelerden sarkıyorlar, hiç kımıldamadan ve hiçbir şey söylemeden bu korkunç geçit alayına bakıyorlardı. Kafile kavşaklardan birinde zengin bir faytonun yolunu kesmişti. Arabacı yerinde parlak suratlı, koca kıçlı, sırtında sıra sıra düğmeli bir üniforma olan arabacı, arkada ise bir karı koca, zayıf solgun yüzlü, açık renk şapkalı, parlak şemsiyeli bir kadın ve silindir şapkalı, açık renk, şık pardösülü bir adam oturuyordu. Karşılarında iki çocuk vardı; süslü püslü, bir çiçek kadar taze, sarı saçları omuzlarına dökülmüş, parlak şemsiyeli bir kız ve uzun kurdelerle süslü tayfa şapkası giymiş ince, uzun boyunlu, köprücük kemikleri dışarı fırlamış sekiz yaşlarında bir erkek çocuk. Baba, yollarını kesen kafileyi zamanında geçmediği için arabacıya öfkeyle söyleniyor, anne ise yüzüne iyice yaklaştırdığı ipek kumaştan şemsiyesiyle güneşten ve tozdan korunarak bir şeyden iğrenmiş gibi gözlerini kısıyor ve yüzünü buruşturuyordu. Koca kıçlı arabacı, bu sokaktan gitmesini kendisi emrettiği halde söylenip duran patronunun haksız sözlerini dinlerken öfkeyle kaşlarını çatıyor ve yürümek için sabırsızlanan, güneşte pırıl pırıl parlayan, ter içindeki karayağız aygırları zor tutuyordu.

Bir polis memuru, zengin faytonun sahibine bütün ruhuyla hizmet etmek ve mahkûmları durdurup onu geçirmek istiyordu ama bu geçit alayında böyle zengin bir beyefendi için bile bozulması olanaksız karamsar bir ağırbaşlılık olduğunu hissediyordu. Sadece zenginlik karşısında duyduğu saygının işareti olarak elini şapkasına götürdü ve sanki ne olursa olsun faytonun yolcularını mahkûmlardan korumaya söz verir gibi onlara sert sert baktı. Böylece fayton bütün kafilenin geçmesini beklemek zorunda kaldı ve ancak torbalarla torbaların üzerine oturmuş tutukluların, bu arada artık sesini kestiği halde zengin ailenin faytonunu görünce yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya, bağırmaya başlayan isterik kadının da bulunduğu son araba da geçtikten sonra hareket edebildi. Arabacı ancak o zaman dizginleri hafifçe oynattı ve karayağız atlar, lastik tekerlekleri üstünde hafif hafif sallanan faytonu, taşlarda nal sesleri bıraka bıraka, karı, koca, kız ve ince boyunlu, çıkık köprücük kemikli oğlanın keyif çatmaya gittikleri kır evine doğru götürdü.

Ne baba ne de anne çocuklarına gördükleri şeyi açıkladılar. Dolayısıyla çocuklar bu manzaranın ne anlama geldiği sorusunun yanıtını kendileri bulmak zorunda kaldılar.

Kız, babasının ve annesinin yüzlerindeki ifadeden bir anlam çıkarıp, bu insanların anasından babasından ve tanıdıklarından çok farklı, kötü insanlar olduklarına, bu yüzden de onlara şimdi davranıldığı gibi davranmak gerektiğine karar verdi. Bu nedenle tek hissettiği korkuydu, insanlar gözden kayboldukları zaman da sevindi.

Ancak tutukluların yürüyüşüne gözünü kırpmadan ve ayırmadan bakan ince, uzun boyunlu çocuk, soruya farklı bir yanıt bulmuştu. Bu insanların da tıpkı onun gibi, bütün insanlar gibi birer insan olduklarını, bu yüzden de bu insanlara karşı birileri tarafından yapılanın, yapılmaması gereken kötü bir şey olduğunu daha kesin ve daha emin olarak biliyordu; onlara acıdı, ayaklarına pranga geçirilmiş, başları tıraş edilmiş bu insanlardan da, onların ayaklarına pranga geçiren ve başlarını tıraş eden insanlardan da korktu. Bu yüzden çocuğun dudakları giderek şişiyordu. Bu durumlarda ağlamanın ayıp olduğunu düşünerek ağlamamak için büyük çaba harcıyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top