XXVII - XXVIII - XXIX
XXVII
Nehlüdov'u Petersburg'da alıkoyan son iş, tarikatçıların davasıydı. Onlar için yazdığı bir dilekçeyi alaydan eski arkadaşı yaver Bogatırev aracılığıyla çara vermek niyetindeydi. Sabahleyin Bogatırev'e gitti ve onu evde yakaladı. Henüz çıkmamış, kahvaltı ediyordu. Bogatırev, kısa boylu, tıknaz, ender görülen bir fiziksel güce sahip –at nalını bükerdi–, iyi, dürüst, doğru sözlü, üstelik serbest düşünceli bir adamdı. Bu özelliklerine rağmen saraya yakın biriydi, çarı da çarın ailesini de severdi ve bu yüksek ortamda yaşarken burada yalnızca iyi şeyleri görmeyi, dürüst olmayan, kötü hiçbir şeye karışmamayı şaşırtıcı bir şekilde becerirdi. Hiçbir zaman ne insanları, ne de yapılan işleri kınamaz, ya susar ya da cesaretle, bağırır gibi yüksek bir sesle söylemesi gerekeni söyler, bu arada da genellikle aynı yüksek sesle kahkahalar atardı. Politik davranmak için değil, karakteri böyle olduğu için yapardı bunu.
"Ne iyi ettin de geldin. Kahvaltı etmek ister misin? Etmeyeceksen buyur otur. Biftek harika. Her zaman sıkı bir şeyle başlar ve bitiririm. Ha, ha, ha! O zaman şarap iç," diye bağırdı, kırmızı şarap dolu sürahiyi göstererek. "Ben de seni düşünüyordum. Dilekçeyi ben vereceğim. Eline vereceğim, doğru söylüyorum; yalnız önce Toporov'a gitsen daha iyi olmaz mı diye geldi aklıma."
Toporov adı geçince Nehlüdov yüzünü buruşturdu.
"Bütün iş ona bağlı. Zaten yine ona soracaklar. Belki senin işini kendisi görüverir."
"Git diyorsan, giderim."
"Çok güzel. E, Piter[75] seni nasıl etkiliyor bakalım?" diye bağırdı Bogatırev. "Söylesene."
"Hipnotize olmaya başladığımı hissediyorum," dedi Nehlüdov.
"Hipnotize olmaya mı başlıyorsun?" diye yineledi Bogatırev ve yüksek sesle gülmeye başladı. Peçeteyle bıyıklarını sildi. "Gideceksin yani? Ha? Eğer Toporov bir şey yapmazsa bana ver dilekçeyi, yarın ben teslim ederim," diye bağırdı ve masadan kalkıp, ağzını silerkenki gibi bilinçsizce geniş bir haç işareti yaparak kılıcını takmaya koyuldu. "Şimdilik hoşça kal, gitmem gerekiyor."
Nehlüdov, Bogatırev'in güçlü, geniş elini memnuniyetle sıkarak:
"Birlikte çıkalım," dedi ve her zaman olduğu gibi, sağlıklı, ne olduğunu bilmediği, taze bir şeyin hoş etkisi altında Bogatırev'le kapıda vedalaştı. Nehlüdov, ziyaretinden iyi bir şey beklemese de Bogatırev'in öğüdünü dinleyerek tarikatçıların davasının bağlı olduğu kişiye, Toporov'a gitti.
Toporov'un yaptığı görev, ancak kafası çalışmayan ve ahlak duygusundan yoksun birinin göremeyeceği bir çelişki içeriyordu. Toporov bu iki olumsuz özelliğe de sahip biriydi. Yaptığı görevdeki çelişki, bu görevin amacının, bizzat Tanrı tarafından belirlenmiş olan ve ne cehennem kapılarıyla ne de insanların çabalarıyla sarsılması mümkün olmayan kiliseyi, zor kullanmak da dahil, gözle görülür birtakım yöntemlerle korumak olmasından kaynaklanıyordu. Toporov'un memurlarıyla birlikte başında bulunduğu beşeri kurum, hiçbir şekilde sarsılamayacak olan bu tanrısal kurumu korumak zorundaydı. Toporov bu çelişkiyi ya görmüyordu ya da görmek istemiyordu. Bu yüzden de Katolik ya da Protestan bir papazın ya da bir tarikatçının, cehennem kapılarının bile sarsamayacağı kiliseyi yıkmaması için çok ciddi çabalar gösteriyordu. Temel din duygusundan, insanların eşitliği ve kardeşliği düşüncesinden yoksun bütün insanlar gibi Toporov da halkın, kendisinden çok farklı yaratıklardan oluştuğuna ve yokluğu halinde kendisinin çok daha rahat edeceği birtakım şeylerin halk için gerekli olduğuna inanıyordu. Kendisi de ruhunun derinlerinde hiçbir inanca sahip olmasa ve bu durumu çok rahat ve hoş bir şey olarak görse de halkın bu duruma gelmesinden korkar ve onu bundan kurtarmayı en kutsal görev saydığını söylerdi.
Bir yemek kitabında yengeçlerin canlı canlı haşlanmayı sevdiklerinden söz edildiği gibi, o da bundan o kadar emindi, hem de yemek kitabında bu sözlerden çıkan mecazi anlamda değil, en açık anlamda emindi ki halkın boş inançlara sahip olmayı sevdiğini düşünür ve söylerdi bu yüzden.
Halkın benimsediği dine karşı, bir tavukçu, tavuklarına yedirdiği hayvan leşine karşı nasıl davranıyorsa öyle davranırdı: Leş çok kötüdür ama tavuklar leş yemeyi severler ve yerler, bu nedenle onları leşle beslemek gerekir.
Elbette bütün bu İversk'lilerin, Kazan'lıların, Smolensk'lilerin yaptığı çok kaba bir putperestliktir, ama halk bunu sever ve buna inanır, bu yüzden de bu boş inançları sürdürmek gerekir. Toporov böyle düşünürdü. Bunu düşünürken halkın boş inançları sevmesinin tek nedeninin, Toporov gibi, kendisi aydınlıktan nasibini aldıktan sonra elindeki ışığı asıl kullanması gereken yere, yani cahilliğin karanlığından kurtulmaya çalışan halka yardım etmeye değil, halkı bu karanlığın içine iyice gömmeye çeviren acımasız insanların geçmişte de şimdi de var olduğunu aklına bile getirmezdi.
Nehlüdov, bekleme odasına girdiği sırada Toporov çalışma odasında, Batı illerinde din değiştirmeye zorlanan Grek Katolikleri arasında Ortodoksluğu yayan, ateşli, aristokrat bir başrahibeyle sohbet ediyordu.
Bekleme odasında, özel işlerle görevli nöbetçi memur, Nehlüdov'a ne için geldiğini sordu ve Nehlüdov'un tarikatçıların dilekçesini hükümdara iletme görevini üstlendiğini öğrendikten sonra dilekçeyi görüp göremeyeceğini sordu. Nehlüdov dilekçeyi uzattı ve memur dilekçeyi alarak çalışma odasına gitti. Başrahibe, başında başlığı, dalgalanan tülü ve siyah giysisinin arkada uzayıp giden kuyruğuyla topaz bir tespih tuttuğu, tırnakları dibinden kesilmiş beyaz ellerini kavuşturmuş halde çalışma odasından çıkıp kapıya doğru yürüdü. Nehlüdov'u hâlâ içeri çağırmıyorlardı. Toporov dilekçeyi okuyor ve başını sallıyordu. Açık ve etkili bir dille yazılmış olan dilekçeyi okurken hayretten hayrete düşüyordu.
Dilekçeyi okuyup bitirince, "Bu dilekçe hükümdarın eline geçecek olursa hiç de hoş olmayan sorulara ve yanlış anlamalara neden olabilir," diye geçirdi aklından. Sonra dilekçeyi masanın üstüne koyup, Nehlüdov'u çağırmalarını emretti.
Tarikat üyelerinin davasını anımsıyordu, dilekçeleri daha önce de eline geçmişti. Ortodoksluktan ayrılan Hıristiyanlara önce nasihat etmişler, sonra da mahkemeye vermişler ama mahkeme onları haklı görmüştü. O zaman da piskoposla vali, evliliklerinin yasadışı olduğunu ileri sürerek kocaları, karıları ve çocukları ayrı ayrı yerlere sürgüne göndermeye karar vermişlerdi. İşte bu babalarla karılar, onları birbirlerinden ayırmamalarını istiyorlardı. Toporov, dava dosyasının ilk eline geçtiği anı anımsadı. O zaman da davayı kapatıp kapatmamakta kararsız kalmıştı. Ancak bu köylülerin aile üyelerinin ayrı yerlere gönderilmesi emrinin onaylanmasından hiç kimsenin zararı olamazdı; onların bulundukları yerde kalmaları ise geri kalan insanlar üzerinde Ortodoksluktan ayrılmak bakımından kötü sonuçlar doğurabilirdi, piskoposun çabası da bunu kanıtlıyordu, bu yüzden de davayı akışına bırakmıştı.
Şimdi de Nehlüdov gibi Petersburg'da bağlantıları olan bir koruyucuyla dava, hükümdara çok zalimce bir şey olarak sunulabilir ya da yabancı gazetelere geçebilirdi. Bu yüzden Toporov o anda hiç beklenmedik bir karar verdi.
Dilekçeyi eline alıp Nehlüdov'a göstererek:
"Bu davadan haberim var. İsimlere bakar bakmaz bu talihsiz davayı anımsadım," dedi. "Konuyu bana anımsattığınız için size çok teşekkür ederim. İl yöneticilerinin işgüzarlığı yüzünden..." Nehlüdov, hareketsiz bir maskeyi andıran bu soluk surata tiksintiyle bakarken susuyor, bir şey söylemiyordu. "Bu cezanın iptal edilmesi ve bu insanların yaşadıkları yere geri gönderilmesi için emir vereceğim."
"Bu durumda dilekçeyi işleme koymayabilirim yani?" dedi Nehlüdov.
"Aynen öyle. Size ben söz veriyorum," dedi. "Ben" sözcüğünü öyle bastırarak söylemişti ki anlaşılan onun şerefinin, onun sözünün en iyi kefalet olduğundan son derece emindi. "En iyisi hemen yazayım. Lütfen oturun biraz."
Masaya gitti ve yazmaya başladı. Nehlüdov ayakta durarak bu dar ve dazlak kafaya, kalemi kâğıdın üzerinde hızla dolaştıran bu kalın, mor damarlı ele bakıyor ve hiçbir şeyi umursamadığı besbelli olan bu adamın bu işi neden böyle telaşla yaptığına hayret ediyordu. Neden?..
"İşte bitti," dedi Toporov zarfı kapatırken, "müvekkillerinize söyleyin," diye de ekledi, dudaklarını gülümser gibi büzerek.
Nehlüdov zarfı alırken:
"Bu adamlar neden bunca acı çektiler?" dedi.
Toporov başını kaldırdı ve Nehlüdov'un sorusundan memnun olmuş gibi gülümsedi.
"Bunu size söyleyemem. Yalnızca şunu söyleyebilirim: Halkın tarafımızca korunan çıkarları o kadar önemlidir ki din konularında aşırı gayret gösterilmesi, şu anda bu konulara karşı yayılmakta olan aşırı umursamazlık kadar korkutucu ve zararlı değildir."
"Fakat iyiliğin en birinci gerekleri din adına çiğneniyor ve aileler birbirlerinden ayrı düşüyorlar..."
Toporov, Nehlüdov'un söylediği şeyden hoşlanmış olacak ki gülümsemeye devam ediyordu. Nehlüdov'un söylediklerinin hepsini, bulunduğu ve geniş olduğunu düşündüğü bu devlet makamının tepesinden baktığı için hoş ve tek yanlı bulurdu.
"Bireyin görüş açısından böyle görülebilir fakat devlet açısından bakınca biraz farklıdır," dedi Toporov, sonra başını eğip elini uzatarak ekledi: "Saygılarımla."
Nehlüdov bu eli sıktı ve sıktığına pişman olarak hiçbir şey söylemeden hızla dışarı çıktı.
"Halkın çıkarlarıymış," diye Toporov'un sözlerini tekrarladı. "Senin çıkarların, yalnızca senin," diye düşünüyordu Toporov'un dairesinden çıkarken.
Adaleti sağlayan, dini koruyan ve halkı eğiten kurumların çalışma izlerinin görüldüğü bütün yüzleri, izinsiz içki sattığı için cezalandırılan köylü kadından, hırsızlık yaptığı için cezalandırılan delikanlıdan, serserilikten ceza yiyen serseriden, yangın çıkarmaktan suçlu kundakçıdan, hırsızlıktan yatan bankerden, sırf gerekli bilgileri almak için onca acı çektirilen Lidiya'dan, Ortodoksluk kurallarını çiğnedikleri için cezalandırılan tarikatçılardan ve yeni bir anayasa istediği için cezalandırılan Gurkeviç'ten başlayarak tek tek gözünün önünden geçirdikten sonra Nehlüdov'un aklına beklenmedik bir açıklıkla bütün bu insanların adaleti çiğnedikleri ya da yasadışı işler yaptıkları için değil, sadece memurların ve zenginlerin halktan topladıkları zenginliğe sahip olmalarını engelledikleri için yakalandıkları, hapse atıldıkları ya da sürgüne gönderildikleri düşüncesi geldi.
İzinsiz içki satan kadın da, kentte sürten hırsız da, bildirileri saklayan Lidiya da, boş inançları yıkan tarikatçılar da, anayasa isteyen Gurkeviç de buna engel oluyordu. İşte bu yüzden Nehlüdov, teyzesinin kocasından, senatörlerden ve Toporov'dan bütün o bakanlıklardaki masaların arkasında oturan ufak tefek, tertemiz, nazik baylara kadar tüm memurların, suçsuz insanların çile çekmesine zerre kadar şaşırmadıklarını, tek düşündükleri şeyin bütün tehlikeli insanları ortadan kaldırmak olduğunu son derece açık bir şekilde anlamıştı.
Öyle ki tek bir suçsuzu mahkûm etmemek için on suçlunun bağışlanması kuralı hiç hesaba katılmadığı gibi, tam tersine tıpkı çürük parçadan kurtulmak için sağlam parçanın da kesilmesi gerektiği gibi, gerçekten tehlikeli birini ortadan kaldırmak için on tehlikesiz insan cezalandırılarak yok ediliyordu.
Olup bitenlerle ilgili bu açıklama Nehlüdov'a çok basit ve açık göründü. Ancak Nehlüdov'u bu düşünceyi itiraf konusunda duraksatan da işte özellikle bu basitlik ve açıklıktı. Bu kadar karmaşık bir olayın açıklamasının böylesine basit ve korkunç olması, adaletle, iyilikle, yasayla, dinle, Tanrı'yla ve benzeri şeylerle ilgili bütün o sözcüklerin sadece birer sözcük olarak kalması, en kaba çıkarları ve acımasızlıkları gizlemesi mümkün olamazdı.
XXVIII
Nehlüdov aynı günün akşamı gidebilirdi ama Mariette'e söz vermişti, tiyatroya gidip onu görecekti. Bunun gereksiz bir şey olduğunu bile bile kendisini kandırıp, verdiği sözü tutmak gerektiğini söyleyerek tiyatroya gitti.
"Bu ayartıcı şeylere karşı koyabilir miyim?" diye düşünürken hiç samimi değildi. "Son kez bir göz atayım."
Frakını giyip, yabancı bir aktrisin veremli kadınların ölüm sahnesini yeni bir tarzda oynadığı "Dame aux camé-
lias"nın[76] ikinci perdesine gitti.
Tiyatro doluydu. Mariette'in locasını sorduğunda, böyle saygıdeğer birini sorduğu için büyük bir saygıyla hemen gösterdiler Nehlüdov'a.
Koridorda üniformalı bir uşak duruyordu. Uşak, tanıdık birini selamlar gibi eğildi ve Nehlüdov'a kapıyı açtı.
Karşı taraftaki localarda oturanlar, oturanların arkasında ayakta duranlar ve parterde arkaları dönük oturan ak saçlı, dazlak, kel, briyantinli, ondüleli kafaların hepsi ipekler ve danteller içinde, nazlı, doğal olmayan bir sesle konuşan, zayıf, kemikleri çıkmış aktrisin monoloğuna kaptırmıştı kendini. Kapı açıldığında birisi "Şşşt" dedi ve Nehlüdov'un yüzünde soğuk ve sıcak iki hava akımı dolaştı.
Locada Mariette'le birlikte tanımadığı, büyük, ağır bir saç tuvaleti olan kırmızı pelerinli bir kadın ve iki erkek vardı: Mariette'in kocası, omuzları apoletli, ceketinin göğüs kısmı telalarla takviye edilerek şişkinleştirilmiş, burnu kemerli, yüzü sert ve ne düşündüğü belli olmayan, uzun boylu, yakışıklı general ve saçları dökülmeye başlamış, gösterişli, uzun iki favorisinin arasında çenesinde çukuru olan sarışın bir adam. Mariette zarif, nazik ve şıktı; güçlü, adaleli omuzlarını boynundan aşağı doğru açıkta bırakan bir elbise giymişti, boynuyla omuzlarının birleştiği noktada bir ben vardı. Hemen dönüp baktı ve Nehlüdov'a yelpazesiyle arkasındaki sandalyeyi göstererek gülümsedi. Bu teşekkür gülümsemesi Nehlüdov'a çok anlamlı bir gülümseme gibi geldi. Mariette'in kocası Nehlüdov'a her zamanki gibi sakin sakin baktı ve başını eğerek selam verdi. Duruşunda, karısıyla bakışmasında bu güzel kadının sahibi benim der gibi bir hal görülüyordu.
Monolog sona erdiğinde tiyatro alkıştan yıkılıyordu. Mariette ayağa kalkıp ipek giysisinin hışırdayan eteğini tutarak locanın arka tarafına geçti ve kocasını Nehlüdov'la tanıştırdı. General gözleriyle gülümsemeye devam ediyordu. Çok memnun olduğunu söyledikten sonra sakin ve aklından geçenleri belli etmeyen tavrıyla sustu.
Nehlüdov, Mariette'e:
"Bugün gitmem gerekiyordu ama size söz vermiştim," dedi.
Mariette, onun sözlerinden çıkan anlama karşılık olarak:
"Beni görmek istemeseniz bile mükemmel bir aktrisi görmüş olacaksınız," dedi. "Sahiden de son sahnede çok iyi değil miydi?" dedi kocasına.
Kocası başını eğdi.
"Beni duygulandırmıyor bunlar," dedi Nehlüdov. "Bugün o kadar çok gerçek felaket gördüm ki..."
"Oturun da anlatın."
Mariette'in kocası kulak kabartıyor ve gözlerinin içindeki gülümseme giderek daha da artıyordu.
"O kadar uzun süre hapiste tutulduktan sonra bugün serbest bırakılan kadının evine gittim; son derece bitkin durumda zavallı."
"Sana sözünü ettiğim kadın," dedi Mariette kocasına.
General başını sallayarak ve Nehlüdov'a son derece alaycı görünen, bıyıklarının altından bir gülümsemeyle:
"Ha evet, onu kurtarabildiğime çok sevindim," dedi sakin bir şekilde. "Ben gidip bir sigara içeceğim."
Nehlüdov oturup Mariette'in kendisine söyleyeceği şeyi bekledi ama Mariette hiçbir şey söylemedi, hatta söyleme fırsatı bile aramadı. Şakalar yapıyor, Nehlüdov'u çok duygulandıracağını düşündüğü oyundan söz ediyordu.
Nehlüdov, Mariette'in kendisine bir şey söyleme gereği değil, sadece sırtındaki tuvaletin, omuzlarının ve beninin bütün güzelliğiyle ona kendisini gösterme gereği duyduğunu görüyordu. Nehlüdov bundan hem hoşlandı hem de iğrendi.
Eskiden bütün bunların üzerini örten bu güzellik örtüsü Nehlüdov için şimdi de kalkmış değildi ama örtünün altındaki şeyi görebiliyordu. Mariette'e bakarken ona hayran oluyordu ama onun yüzlerce yüzlerce insanın gözyaşlarıyla ve hayatıyla mesleğinde yükselmiş bir adamla aynı evde yaşayan bir kadın olduğunu, bu durumun onu hiç ilgilendirmediğini, dün söylediği her şeyin yalan olduğunu, tek isteğinin Nehlüdov'u kendisine âşık etmek olduğunu biliyordu. Mariette'in bunu niçin istediğini Nehlüdov bilmiyordu, aslında Mariette de bilmiyordu. Bu durum ona hem çekici hem de itici geldi. Birkaç kez gitmeye davrandı, şapkasını eline aldı ama gidemedi. Fakat sonunda Mariette'in kocası gür bıyıklarından yayılan tütün kokusuyla locaya geri dönüp Nehlüdov'a sanki hiç tanımıyormuş gibi küçümsercesine baktığında Nehlüdov, kapının kapanmasına fırsat vermeyerek koridora çıktı ve paltosunu alarak tiyatrodan ayrıldı.
Nevskiy Caddesi'nden eve dönerken önünden yürüyen uzun boylu, çok hoş endamlı, çevresine meydan okurcasına şık giyinmiş bir kadına istemeyerek gözü takıldı. Kadın geniş kaldırımda ağır ağır yürüyordu. Yüzünden, tüm bedeninden tiksindirici gücünün bilincinde olduğu anlaşılıyordu. Karşısından gelen, yanından geçen herkes dönüp kadına bakıyordu. Nehlüdov, kadından daha hızlı yürüdüğü için yanından geçerken elinde olmadan yüzüne bir göz attı. Galiba yüzü boyalıydı, güzeldi de. Nehlüdov'a gülümserken gözleri parladı. Garip ama Nehlüdov o anda Mariette'i anımsadı, çünkü tiyatroda duyduğu ilginin ve nefretin aynısını hissetmişti. Hızlı adımlarla kadını geride bırakan Nehlüdov, kendisine için için kızarak Morskiy'e döndü ve rıhtıma çıkarak, orada bir polisin şaşkın bakışları altında bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı.
"Öbürü de tiyatroda, içeri girdiğim zaman bana aynen böyle gülümsemişti," diye düşündü, "bu gülümsemede de öbüründe de aynı anlam vardı. Fark sadece bunun açık ve basit bir biçimde 'İstiyorsan beni al. İstemiyorsan çek git,' demesi. Öbürü ise bunu aklından geçirmiyormuş gibi yapsa da aynı temele dayanan yüksek ve zarif duygularla yaşıyor. Bu kadın en azından doğru söylüyor, öbürü ise yalanlar kıvırıyor. Üstelik bu, para için bu duruma düşmüş, öbürü ise bu güzel, iğrenç ve korkunç duyguyla oyun oynuyor, eğleniyor. Bu bir sokak kadını, ancak susuzluğu tiksintisinden daha baskın olanlara önerilebilecek pis kokan, kirli bir su; tiyatrodaki ise, içine döküldüğü her şeyi hiç fark ettirmeden zehirleyen bir zehir. Nehlüdov, yöneticinin karısıyla olan ilişkisini anımsayınca utanç verici anıların hücumuna uğradı. "İnsanın içindeki vahşi hayvanın hayvani yönü iğrenç," diye düşünüyordu Nehlüdov. "Fakat bu hayvani yön saf bir şekilde ortaya çıktığı zaman ruhsal yaşamının en tepesinden bakıyorsun ve ondan nefret ediyorsun, düşsen de kalksan da olduğun gibi kalıyorsun; ancak içindeki bu hayvan, sahte bir estetiğin, şiirsel bir kabuğun altına gizlendiği ve önünde eğilmeni beklediği zaman onu tanrılaştırarak, iyi mi kötü mü düşünmeden kendini ona tamamen kaptırıyorsun. O zaman da çok kötü oluyor."
Nehlüdov, şimdi bunu, sarayları, nöbetçileri, kaleyi, nehri, kayıkları, borsa binasını gördüğü kadar açık görüyordu.
Ve nasıl bu gece yeryüzünde insanı sakinleştiren, dinlendiren bir karanlık değil, kaynağı olmayan, donuk, soluk, yapay bir ışık varsa, Nehlüdov'un ruhunda da bilgisizliğin insanı rahatlatan karanlığı yoktu artık. Her şey apaçıktı. Önemli ve iyi sayılan her şeyin önemsiz ve kötü olduğu, bütün bu parıltının, bütün bu şatafatın herkesin alıştığı, sadece cezalandırılmamakla kalmayıp aynı zamanda üste çıkan ve insanların uydurabildikleri bütün güzelliklerle allanıp pullanan eski suçları örtbas ettiği apaçık ortadaydı.
Nehlüdov, bunları unutmak, görmemek istiyordu ama artık görmemesine olanak yoktu. Petersburg'un üzerindeki ışığın kaynağını görmediği gibi, bütün bunları gözlerinin önüne seren ışığın kaynağını görmese de, üstelik bu ışık ona donuk, soluk ve yapay gelse de bu ışıkta gözlerinin önüne serilmiş olanları görmemesi olanaksızdı ve aynı anda hem seviniyor, hem üzülüyordu.
XXIX
Moskova'ya geldikten sonra Nehlüdov ilk iş olarak, Maslova'ya üzücü haberi vermek, Senato'nun bölge mahkemesinin kararını onayladığını ve Sibirya'ya gitmek için hazırlanmak gerektiğini söylemek üzere hapishane revirine gitti.
Avukatın çara hitaben yazdığı ve Maslova'nın imzalaması için şimdi yanında getirdiği dilekçeden de fazla umudu yoktu. Tuhaf ama artık bir başarı da istemiyordu. Sibirya'ya gitme, sürgünler ve kürek mahkûmları arasında yaşama düşüncesine kendini hazırlamıştı. Maslova'nın aklanması halindeyse kendisi ve Maslova için nasıl bir yaşam kuracağını düşünmek zor geliyordu. Amerikalı yazar Thoreau'nun sözlerini anımsıyordu. Thoreau, Amerika'da köleliğin hüküm sürdüğü yıllarda köleliğin onaylandığı ve korunduğu bir devlette namuslu bir yurttaşa uygun tek yerin hapishane olduğunu söylüyordu. Özellikle Petersburg'a gidip geldikten ve orada öğrendiklerinden sonra Nehlüdov da Thoreau'yla aynı görüşteydi.
"Evet, şu anda Rusya'da namuslu bir insan için tek uygun yer hapishanedir!" diye düşünüyordu. Bindiği araba hapishaneye yaklaşıp, hapishane duvarları içine girerken de bunu açıkça hissediyordu.
Revir kapıcısı, Nehlüdov'u tanıyınca Maslova'nın artık revirde olmadığını haber verdi hemen.
"Nerede peki?"
"Hapishanede yine."
"Neden geri gönderdiler?" diye sordu Nehlüdov.
"Bunlar böyledir işte prens hazretleri," dedi kapıcı küçümser gibi gülümseyerek. "Hastabakıcıyla işi pişirmiş, başhekim de geri gönderdi."
Nehlüdov, Maslova'yı ve onun içinde bulunduğu ruhsal durumu kendisine hiçbir zaman bu kadar yakın hissetmediğini düşündü. Bu haber onu çok şaşırtmıştı. Hiç beklenmeyen büyük bir felaket haberi alan insanların hissettiklerine benzer bir şey hissetti. Çok üzüldü. Bu haberi duyunca ilk hissettiği utanç duygusuydu. Maslova'nın ruhsal durumunda değişiklik olduğu düşüncesine kapılarak sevindiği için kendisini gülünç duruma düşmüş hissediyordu. Genç kadının Nehlüdov'un kendisini feda etmesini istemediği yolundaki sözlerinin, bütün o serzenişlerinin, bütün o gözyaşlarının kendisinden olabildiğince fazla yararlanmak isteyen, yoldan çıkmış bir kadının kurnazlıklarından başka bir şey olmadığını düşünüyordu. Maslova'nın düzelmeyeceğini gösteren, şimdi açıkça ortaya çıkmış işaretleri onu son ziyaretinde görmüştü sanki. Şapkasını giyip revirden çıkarken bütün bunlar şöyle bir kafasından geçti.
"İyi ama şimdi ne yapmak gerek? Ona bağlı mıyım hâlâ? Bu davranışından sonra artık serbest değil miyim?" diye sordu kendisine.
Bu soruyu sorar sormaz da onu bırakıp, kendisini serbest sayarak onu değil, ki bunu istiyordu, kendisini cezalandırmış olacağını anladı ve korkuya kapıldı.
"Hayır! Olanlar kararımı değiştiremez, sadece pekiştirir. Varsın o, ruhsal durumundan kaynaklanan şeyleri yapsın, hastabakıcıyla oynaşsın, onun bileceği şey... Benim işim, vicdanımın benden beklediğini yapmak," dedi kendi kendine. "Vicdanımsa işlediğim günahın bedelini ödemek için özgürlüğümden fedakârlık yapmamı gerektiriyor ve kâğıt üzerinde bir nikâhla da olsa onunla evlenme ve nereye gönderilirse gönderilsin peşinden gitme kararım değişmeden kalıyor," dedi öfke dolu bir inatla. Sonra revirden çıkarak kararlı adımlarla hapishanenin büyük kapısına doğru yürüdü.
Kapıya gidince nöbetçiden, Maslova'yı görmek istediğini hapishane müdürüne bildirmesini rica etti. Nöbetçi gardiyan Nehlüdov'u tanıyordu ve tanıdık biri olarak ona hapishaneyle ilgili önemli bir haber verdi: Yüzbaşı işten ayrılmış, onun yerine de sert bir müdür gelmişti.
"Sıkı önlemler yürürlükte artık, felaket," dedi gardiyan. "Kendisi şu anda burada, hemen haber vereyim."
Müdür gerçekten de hapishanedeydi ve kısa bir süre sonra Nehlüdov'un karşısına çıktı. Yeni müdür zayıf, uzun boylu bir adamdı. Elmacık kemikleri dışarı fırlamıştı, hareketleri çok ağır, suratı asıktı.
Nehlüdov'un yüzüne bakmadan:
"Görüşmelere belirli günlerde, ziyaretçi salonunda izin veriliyor," dedi.
"Yalnız benim çara yazılmış bir dilekçeyi imzalatmam gerekiyor."
"Bana verebilirsiniz."
"Tutukluyu bizzat görmem gerekiyor. Önceden izin veriliyordu."
"O öncedendi," dedi hapishane müdürü, Nehlüdov'un yüzüne hızlı bir bakış attıktan sonra.
"Validen alınmış iznim var," diye ısrar etti Nehlüdov, kâğıdı çıkararak.
Müdür yine aynı şekilde gözlerinin içine hiç bakmaksızın:
"Verin lütfen," dedi ve Nehlüdov'un uzattığı kâğıdı işaret parmağında altın bir yüzük bulunan uzun, ince, beyaz parmaklarıyla alıp yavaş yavaş okudu. "Kalem odasına buyurun," dedi.
Bu kez kalem odasında kimse yoktu. Müdür, görüşme sırasında orada bulunmak niyetiyle olacak masanın arkasına geçip oturdu ve masanın üzerindeki kâğıtları gözden geçirmeye başladı. Nehlüdov siyasi tutuklu Bogoduhovskaya'yı görüp göremeyeceğini sorduğunda ise kısaca bunun olanaksız olduğunu söyledi.
"Siyasilerle görüşmek yasaktır," dedi ve tekrar kâğıtları okumaya daldı.
Nehlüdov, cebinde Bogoduhovskaya'ya yazılmış mektupla kendini niyeti anlaşılmış ve bozulmuş suçlu biri gibi hissetti.
Maslova odaya girdiğinde müdür başını kaldırdı ama Maslova'ya da Nehlüdov'a da bakmaksızın:
"Görüşebilirsiniz!" deyip kâğıtlarıyla ilgilenmeye devam etti.
Maslova yine eskisi gibi, beyaz bluz, beyaz etek giymiş ve başına üç köşeli beyaz örtü bağlamıştı. Nehlüdov'un yanına gelip onun soğuk, öfkeli yüzünü görünce kıpkırmızı oldu, bluzunun ucunu eliyle çekiştirerek bakışlarını yere indirdi. Mahcubiyeti, Nehlüdov için revir kapıcısının anlattıklarının doğrulanması oldu.
Nehlüdov ona önceki gelişinde olduğu gibi davranmak istiyordu ama istediği halde elini uzatamadı: Katyuşa şimdi ona ne kadar iğrenç geliyordu.
Maslova'nın yüzüne bakmadan ve elini uzatmadan, inişsiz çıkışsız dümdüz bir sesle:
"Size kötü bir haber getirdim," dedi. "Dava Senato'da reddedildi."
"Ben biliyordum zaten," dedi Maslova garip bir sesle, boğulur gibiydi sanki. Eskiden olsa neden böyle dediğini sorardı Nehlüdov, şimdi ise yalnızca yüzüne şöyle bir baktı. Maslova'nın gözleri yaşlarla doluydu.
Ancak bu yaşlar Nehlüdov'u Maslova'ya karşı yumuşatmadığı gibi aksine daha da öfkelendirmişti.
Müdür ayağa kalkıp odada bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı.
Nehlüdov, şu anda Maslova'ya karşı hissettiği tüm tiksintiye rağmen Senato'nun ret kararına üzüldüğünü söylemeyi yine de gerekli gördü.
"Umutsuzluğa kapılmayın," dedi Nehlüdov, çara hitaben yazdığımız dilekçe işe yarayabilir, hem ben umut ediyorum ki..."
"Benim demek istediğim o değil..." dedi Maslova, acı gözyaşlarıyla ıslanmış şehla gözleriyle Nehlüdov'a bakarak.
"Ne peki?"
"Revire gittiniz, mutlaka benden söz ettiler size..."
Nehlüdov kaşlarını çatarak soğuk bir şekilde:
"Sizin bileceğiniz iş," dedi.
Kırılan gururunun yarattığı ve biraz yatışır gibi olan o acı duygu, Maslova revirden söz eder etmez yeni bir güçle canlanmıştı içinde. Maslova'ya nefretle bakarken, "Yüksek çevreden her kızın evlenmeyi mutluluk sayacağı, sosyeteden bir adam bu kadına kocası olmayı önerdi ama o bekleyemedi, bir hastabakıcıyla işi pişirdi," diye düşünüyordu.
"Şu dilekçeyi imzalayın," dedi ve cebinden büyük bir zarf çıkarıp masanın üstüne koydu. Maslova, başörtüsünün ucuyla gözyaşlarını sildi, nereyi imzalaması gerektiğini sorarak masanın arkasına geçti.
Nehlüdov, imzalayacağı yeri gösterdi ve Maslova sol eliyle bluzunun sağ kolunu yukarı çekerek masanın arkasına oturdu; Nehlüdov'sa başında dikilmiş, genç kadının tutmaya çalıştığı hıçkırıklar yüzünden arada sırada sarsılan, masaya doğru eğilmiş sırtına bakıyordu. Nehlüdov'un ruhunda çatışan iki duygu vardı: Kötülük ve iyilik, kırılan gururu ve üzüntü içindeki Maslova'ya karşı acıma duygusu. Bu sonuncu duygu galip geldi.
Önce hangisinin olduğunu, yani önce bütün kalbiyle ona acıdığını mı, yoksa önce kendini, kendi günahlarını, tam da Katyuşa'yı suçladığı alçaklığı bir zamanlar kendisinin yaptığını mı anımsadı, bilmiyordu. Fakat birden aynı anda hem kendini suçlu hissetti hem de ona acıdı.
Katyuşa, dilekçeyi imzalayıp, mürekkeplenen parmağını eteğine sildikten sonra ayağa kalktı ve Nehlüdov'a baktı.
"Ne sonuç çıkarsa çıksın, ne olursa olsun, benim kararımı hiçbir şey değiştirmeyecektir," dedi Nehlüdov.
Maslova'yı bağışladığı düşüncesi, içinde Maslova'ya karşı hissettiği acımayı ve şefkati artırıyor, onu teselli etmek istiyordu.
"Dediğimi yapacağım. Sizi nereye gönderirlerse göndersinler sizinle birlikte olacağım."
"Boşuna uğraşıyorsunuz," diyerek onun sözünü kesti Maslova ve sonra gözleri parladı.
"Yol için neler gerekeceğini bir düşünün."
"Galiba hiçbir şey gerekmiyor. Teşekkür ederim."
Müdür yanlarına yaklaştı ve Nehlüdov müdürün uyarısını beklemeden Katyuşa'yla vedalaşıp, içinde daha önce hiç duymadığı dingin bir sevinç, huzur ve bütün insanlara karşı sevgi duygusuyla dışarı çıktı. Nehlüdov'u sevindiren ve onu daha önce hiç bilmediği bir doruğa çıkaran şey, Maslova'nın hiçbir davranışının ona duyduğu sevgiyi değiştiremeyeceğini anlamış olmasıydı. Varsın hastabakıcıyla işi pişirsin. Bu onun bileceği işti. O, Katyuşa'yı kendisi için değil, Katyuşa için ve Tanrı için seviyordu.
Bu arada Maslova'nın revirden kovulmasına neden olan ve Nehlüdov'un gerçek olduğuna inandığı hastabakıcıyla işi pişirme meselesi şöyle gelişmişti: Hastabakıcı kadının emriyle koridorun sonundaki ilaç odasına öksürük şurubu almaya giden ve uzun zamandır tacizleriyle bıktırmış olan uzun boylu, suratı sivilceli hastabakıcı Ustinov'a orada yakalanan Maslova kendini kurtarmak için adamı itmiş, adam yere düşerken bir rafa çarparak iki ilaç şişesinin kırılmasına neden olmuştu.
Bu sırada koridordan geçen başhekim kırılan şişelerin sesini duyup, kıpkırmızı bir suratla koşan Maslova'yı görünce ona:
"Bana bak, burada onunla bununla oynaşacak olursan seni geri gönderirim," diye öfkeyle bağırmış, sonra gözlüklerinin üstünden hastabakıcıya bakarak, "Ne oluyor böyle?" diye sormuştu.
Hastabakıcı, bir yandan gülümsüyor bir yandan da kendini haklı çıkarmaya çalışıyordu. Doktor onu sonuna kadar dinlemeden, başını gözlüklerin içinden bakacak kadar yukarı kaldırıp koğuşlara geçmiş ve aynı gün hapishane müdürüne Maslova'nın yerine daha aklı başında başka bir yardımcı göndermelerini söylemişti. Maslova'nın hastabakıcıyla işi pişirmesi meselesi bundan ibaretti. Erkeklerle oynaştığı bahanesiyle revirden kovulması, Maslova'yı çok üzmüştü, çünkü uzun zamandır nefret ettiği bu tür ilişkiler, Nehlüdov'la karşılaştıktan sonra ona çok daha iğrenç gelmeye başlamıştı. Erkeklerin, bu arada sivilceli hastabakıcının, geçmişine ve şimdiki durumuna bakarak, onu aşağılama hakkını kendilerinde görmelerine, direndiğini görünce de şaşırmalarına çok üzülmüş, kendisine acıyarak ağlamaya başlamıştı. Şimdi, Nehlüdov'un karşısına çıkarken, onun da duyduğunu sandığı bu haksız suçlamayla ilgili olarak kendini aklamak istiyordu. Ama tam kendini temize çıkarmak için konuşmaya başlar başlamaz, Nehlüdov'un inanmayacağını, kendini temize çıkarma çabalarının sadece ve sadece Nehlüdov'un kuşkularını doğrulayacağını hissetmiş, boğazında hıçkırıklar düğümlenmiş ve susmuştu.
Maslova hâlâ düşünüyordu ve ikinci görüşmelerinde Nehlüdov'a söylediği gibi, hâlâ onu bağışlamadığına ve ondan nefret ettiğine kendini inandırmaya çalışıyordu, ama uzun zamandır onu tekrar sevmeye başlamıştı, hem öyle seviyordu ki Nehlüdov'un kendisinden istediği her şeyi hiç düşünmeden yapıyordu: İçkiyi ve sigarayı bırakmış, onunla bununla cilveleşmekten vazgeçmiş ve hizmetçi olarak revire girmişti. Bütün bunları yapıyordu, çünkü bunları Nehlüdov'un istediğini biliyordu. Nehlüdov'un kendisiyle evlenme fedakârlığını her anımsatışında kesinlikle reddetmesinin bir nedeni de Nehlüdov'a söylediği o gururlu sözleri bir kez daha söylemek istemesi, asıl nedeni ise kendisiyle evlenirse Nehlüdov'un mutsuz olacağını bilmesiydi. Onun yapacağı fedakârlığı kabul etmemekte kesin kararlıydı, bu arada Nehlüdov'un kendisinden nefret ettiğini, yine eskisi gibi olmaya devam ettiği görüşünde olduğunu, ruhunda meydana gelen değişikliği görmediğini düşünmek onu çok üzüyordu. Şu anda Nehlüdov'un, revirde kötü bir şey yaptığını düşünebiliyor olması onu kürek cezasının kesinleştiği haberinden çok daha fazla üzüyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top