XXVI - XXVII - XXVIII
XXVI
Korçaginler'in konağının güler yüzlü, şişman kapıcısı, İngiliz malı menteşeleriyle sessizce hareket eden meşe kapıyı açarak:
"Buyurunuz ekselansları, sizi bekliyorlar. Yemek yiyorlar, bir tek sizi içeri buyur etmemi emrettiler," dedi.
Kapıcı, merdivene yaklaşıp yukarıdaki zilin ipini çekti.
"Kimler var?" diye sordu Nehlüdov, üstünü çıkarırken.
"Bay Kolosov'la Mihail Sergeyeviç var, geri kalan hepsi ev halkından," diye yanıtladı kapıcı.
Merdivenin başında fraklı ve beyaz eldivenli yakışıklı bir uşak göründü.
"Buyurunuz, ekselansları," dedi. "Sizi çağırmam emredildi."
Nehlüdov merdivenden çıktı, iyi bildiği büyük ve geniş salondan geçerek yemek odasına gitti. Odasından hiç çıkmayan anne Prenses Sofya Vasilyevna dışında bütün aile yemek odasında masa başındaydı. Masanın baş köşesinde ihtiyar Korçagin oturuyordu; onun sol yanında doktor, öbür yanında Korçagin'in liberal görüşlü arkadaşlarından, eskiden valilik yapmış, şimdi ise bir bankanın yönetim kurulu üyesi olan konuk İvan İvanoviç Kolosov; sonra sol tarafta Missi'nin küçük kız kardeşinin mürebbiyesi Miss Reder ve dört yaşındaki bu küçük kız; sağ tarafta, karşıda Missi'nin erkek kardeşi, Korçaginler'in tek oğlu, lise altıncı sınıf öğrencisi Petya oturuyordu. Bütün aile kentte Petya'nın sınavlarının bitmesini bekliyordu. Sağ tarafta Petya'ya özel ders veren bir üniversite öğrencisi; sonra onun solunda aşırı Slavlık yanlısı, kırk yaşında evde kalmış bir kız olan Katerina Alekseyevna; karşıda Missi'nin kuzeni Mihail Sergeyeviç ya da Mişa Telegin ve masanın alt ucunda Missi oturuyordu. Onun yanında da kullanılmamış yemek takımları duruyordu.
Yaşlı Korçagin, kapakları görünmeyen, kanlı gözlerini Nehlüdov'a doğru kaldırarak, ağzındakileri takma dişleriyle zorlukla ve dikkatlice çiğneyerek:
"Aman ne iyi ettiniz. Oturun, biz de balığa daha yeni başlamıştık," dedi.
Ağzı yemek dolu, gözleriyle boş yemek takımını göstererek şişman ve heybetli sofracıya, "Stepan!" diye seslendi.
Nehlüdov, ihtiyar Korçagin'i çok iyi tanıdığı, yemek sırasında da pek çok kez gördüğü halde yeleğinin yakasına sokuşturulmuş peçetenin üstünden şapırdayan şehvetli dudaklarıyla bu kırmızı yüzden ve yağlı boyundan, en önemlisi de bu besili general figüründen bugün hiç hoşlanmamıştı. Valilik yaptığı sırada, Tanrı bilir sırf zengin ve soylu olduğundan, ayrıca göze girmek için bir şey yapmasına hiç gerek olmadığı halde insanları kırbaçlatan, hatta astıran bu adamın zalimliğini anımsadı Nehlüdov elinde olmadan.
Sıra sıra gümüş vazoların dizili olduğu büfeden bir kepçe çıkaran Stepan, Missi'nin yanındaki, arması yukarı gelecek şekilde ustaca katlanmış kolalı bir peçeteyle kaplı kullanılmamış yemek takımlarını hemen düzeltmeye başlamış olan uzun favorili, yakışıklı uşağa başıyla işaret ederek:
"Yemeğiniz hemen verilecek, ekselansları," dedi.
Nehlüdov, masanın çevresini dolaşarak herkesin elini sıktı. Yanlarına gittiğinde yaşlı Korçagin ve hanımların dışında herkes ayağa kalktı. Masanın etrafını dolaşması da, çoğuyla hiç konuşmuşluğu olmadığı halde oradakilerin hepsiyle tek tek el sıkışması da bugün hiç hoşuna gitmemiş, hatta gülünç gelmişti. Geç kaldığı için özür dileyip tam masanın ucunda, Missi ile Katerina Alekseyevna'nın arasındaki boş yere oturmak istemişti ki yaşlı Korçagin, votka içmese bile üzerinde ıstakozların, havyarların, peynirlerin, ringa balıklarının bulunduğu masaya geçip mezelerin tadına bakmasını önerdi. Nehlüdov, o kadar acıkmadığını sanıyordu ama ağzına ekmekle peyniri attıktan sonra kendini tutamayıp tıkabasa yedi.
Kolosov, mahkemelerdeki jüri üyelerine karşı çıkan gerici bir gazetenin ifadesini ironik bir şekilde kullanarak:
"Ee, anlatın bakalım, toplumun temellerinin altını oydunuz mu? Suçluları aklayıp, suçsuzları mahkûm ettiniz mi?" dedi.
Liberal görüşlü arkadaşı ve dostu Kolosov'un aklına ve bilgisine sonsuz güven besleyen prens gülerek:
"Temellerin altını oydular.... Temellerin altını oydular..." diye yineliyordu.
Nehlüdov, saygısızlık etmeyi göze alarak Kolosov'un sorusuna hiçbir yanıt vermedi ve dumanı tüten çorbanın başına oturup, yemeğine devam etti.
"Ona izin verin de yemeğini yesin," dedi Missi. Bu "ona" sözcüğüyle Nehlüdov'la arasındaki yakınlığı anımsatmak istiyordu.
Bu arada Kolosov, jüri üyelerinin görevlendirildiği mahkemelere karşı, kendisini çileden çıkarmış olan bir makalenin içeriğini heyecanla, bağıra çağıra anlatıyordu. Yeğen Mihail Sergeyeviç de ona arka çıkıyor ve aynı gazetenin başka bir makalesinden söz ediyordu.
Missi her zamanki gibi çok distingée[12] ve gösterişsiz ama çok şık giyinmişti.
Ağzındakini çiğnemesini bekledikten sonra:
"Çok yorulmuş ve acıkmış olmalısınız," dedi Nehlüdov'a.
"Yo, çok yorulmadım. Peki ya siz, resim sergisine gittiniz mi?" diye sordu Nehlüdov.
"Hayır, sonra gideceğiz. Salamatovlar'da lawn tennis'teydik.[13] Mister Crooks gerçekten de çok güzel oynuyor."
Nehlüdov buraya oyalanmak, düşüncelerinden kurtulmak için gelmişti. Bu evde olmak her zaman hoşuna giderdi. Bunun nedeni yalnızca duyguları üzerinde hoş bir etki yapan süs ve gösteriş değil, aynı zamanda çevresini fark ettirmeden saran o pohpohlayıcı iltifat ortamıydı. Bugünse şaşırtıcı bir şekilde bu evdeki her şey, kapıcıdan, geniş merdivenden, çiçeklerden, uşaklardan, masanın süsünden bugün kendisine çekici ve doğal görünmeyen Missi'ye dek her şey itici geliyordu. Kolosov'un bu kendinden emin, bayağı, liberal tavırları, yaşlı Korçagin'in bir öküzünkini andıran, kendinden emin, şehvetli bedeni, Slavlık yanlısı Katerina Alekseyevna'nın Fransızca tümceleri, mürebbiyenin ve özel öğretmenin sıkıntılı suratları, özellikle de kendisi hakkında söylenmiş olan "ona" sözcüğü hoşuna gitmiyordu. Nehlüdov, Missi'ye karşı hep iki tür ilişki arasında gidip geliyordu: Bazen gözlerini hafifçe aralayarak ya da ay ışığı altında bakıyormuş gibi ondaki her şeyi çok güzel buluyor, Missi ona genç, güzel, akıllı ve doğal görünüyordu. Bazen de sanki parlak gün ışığı altındaymış gibi görmezlikten gelinemeyecek kusurlarını görüyordu. İşte bugün de onun için böyle parlak güneşli bir gündü. Bugün kızın yüzündeki bütün kırışıkları görüyor, saçlarının yapay kabarıklığını, dirseklerinin sivriliğini fark ediyor, en önemlisi de başparmağının tırnağının babasınınki gibi ne kadar geniş olduğunu görüyordu.
Kolosov, tenisle ilgili olarak:
"Çok sıkıcı bir oyun," dedi. "Çocukluğumuzda oynadığımız çelik çomak oyunu çok daha eğlenceliydi."
"Hayır hiç de değil, siz denemediniz ki. Müthiş eğlenceli bir oyun," diye karşı çıktı Missi. "Müthiş" sözcüğünü özellikle yapmacık söylüyormuş gibi geldi Nehlüdov'a.
Mihail Sergeyeviç ile Katerina Alekseyevna'nın da katıldıkları bir tartışma başladı. Yalnızca mürebbiye, özel öğretmen ve çocuklar susuyorlar ve görünüşlerinden sıkıldıkları anlaşılıyordu.
Yaşlı Korçagin, yeleğinin yakasından peçeteyi çekip çıkarırken bir yandan da gürültülü kahkahalar atarak:
"Sürekli tartışırlar!" dedi ve uşağın hemen koşup yakaladığı sandalyeyi büyük bir gürültüyle itip masadan kalktı. Peşinden diğerleri de ayağa kalkıp ılık, hoş kokulu sularla dolu küçük tasların bulunduğu masaya yaklaştılar ve hiçbirinin ilgisini çekmeyen bir konuşmayı ağızlarını çalkalarken de sürdürdüler.
Missi, insanların karakterinin hiçbir yerde oyun oynarkenki kadar iyi anlaşılmadığı konusundaki düşüncesini onaylatmak için Nehlüdov'a:
"Öyle değil mi?" diye sordu. Nehlüdov'un yüzünde dalgın ve daha önce de kendisini korkutmuş olan o kınayıcı ifadeyi gördü ve nedenini öğrenmek istedi.
"Doğrusu bilmiyorum, hiçbir zaman da düşünmedim," diye yanıtladı Nehlüdov.
"Annemin yanına uğrar mısınız?" diye sordu Missi.
Nehlüdov bir sigara çıkardı ve aslında gitmek istemediğini açık açık belirten bir ses tonuyla:
"Olur, uğrarım," dedi.
Missi hiçbir şey demeden, soru sorar gibi Nehlüdov'a baktı. Nehlüdov utandı. "Şimdi gidip insanların canını sıkacağım," diye geçirdi içinden ve nazik olmaya çalışarak, eğer prenses kabul ederse memnuniyetle gideceğini söyledi.
"Evet, evet, annem sevinir. Hem onun odasında sigara da içebilirsiniz. İvan İvanoviç de orada."
Ev sahibesi Prenses Sofya Vasilyevna yatalaktı. Sekiz yıldır konuklarını danteller, kurdeleler, kadifeler, yaldızlar, fildişi, bronz, lake eşyalar ve çiçekler içinde kabul ediyor, hiç dışarı çıkmıyor ve kendi ifadesiyle yalnızca "dostlarını" yani ona göre, bir yönleriyle kalabalıktan farklı olan kimseleri kabul ediyordu. Nehlüdov da hem zeki bir delikanlı sayıldığı için, hem annesi bu ailenin yakın dostu olduğu için, hem de Missi'nin onunla evlenecek olması iyi karşılandığı için bu dostlar arasında sayılıyordu.
Prenses Sofya Vasilyevna'nın odasına büyük ve küçük konuk odalarından geçilerek gidiliyordu. Missi, büyük odada Nehlüdov'un önüne geçerek kararlı bir tavırla durdu ve yaldızlı bir sandalyenin arkalığına tutunarak Nehlüdov'un yüzüne baktı.
Missi evlenmeyi çok istiyordu, Nehlüdov da iyi bir kısmetti. Ayrıca Nehlüdov'dan hoşlanıyordu ve Nehlüdov'un onun olacağı (O Nehlüdov'un değil, Nehlüdov onun olacaktı) düşüncesine alıştırmıştı kendisini. Bilinçsizce, ancak ruh hastalarında görülen ısrarlı bir kurnazlıkla amacına ulaşmaya çalışıyordu. Şimdi bir açıklama yapması için Nehlüdov'la konuşmaya başlamıştı.
"Görüyorum ki, başınıza bir şey gelmiş," dedi. "Neyiniz var?"
Nehlüdov mahkemedeki karşılaşmayı anımsadı, suratını astı ve kıpkırmızı oldu.
"Evet oldu," dedi, yalan söylemek istemediği için. "Hem de garip, alışılmamış ve önemli bir olay oldu."
"Peki ne oldu? Söyleyemeyeceğiniz bir şey mi?"
"Şimdi söyleyemem. İzninizle konuşmayayım. Henüz etraşıca düşünecek zaman bulamadığım bir şey oldu," diyen Nehlüdov daha da kızardı.
"Ve siz bana söylemeyeceksiniz, öyle mi?" Missi'nin yüzündeki kaslar titredi, tutunduğu sandalyeyi itti.
Nehlüdov, ona bu yanıtı verirken başına gerçekten çok önemli bir şey geldiğini kendisine de itiraf ettiğini hissederek:
"Hayır, söyleyemem," dedi.
"Gidelim öyleyse."
Missi, gereksiz düşünceleri kovarcasına başını salladı ve her zamankinden hızlı adımlarla yürüyerek öne geçti.
Genç kız, gözyaşlarını tutmak için dudaklarını doğal olmayan bir şekilde sıkıyormuş gibi geldi Nehlüdov'a. Utandı, onu üzdüğü için yüreği sızladı ama en ufak bir zayışığın kendisini mahvedeceğini, yani elini kolunu bağlayacağını biliyordu. Oysa şu sırada en korktuğu şey buydu ve Missi'yle birlikte prensesin odasına dek hiç konuşmadan yürüdü.
XXVII
Prenses Sofya Vasilyevna, yemek yemek gibi hiç de şairane olmayan bir işi yaparken hiç kimsenin kendisini görmemesi için her zaman tek başına yediği çok hafif ve çok besleyici yemeğini bitirmişti. Uzandığı sedirin önünde küçük bir masa, masanın üzerinde de kahvesi duruyordu. Prenses mısır yaprağına sarılmış sigara içiyordu. Prenses Sofya Vasilyevna, zayıf, uzun boylu, dişlek, iri kara gözlü, hâlâ genç görünmeye çalışan esmer bir kadındı.
Doktorla ilişkisi için kötü şeyler söylüyorlardı. Nehlüdov, eskiden bunu aklına getirmezdi ama bugün bunu sadece anımsamakla kalmadı, üstelik doktoru yağdan parlayan, ikiye ayrılmış sakalıyla prensesin sedirinin önünde görünce korkunç şekilde midesi bulandı.
Sofya Vasilyevna'nın yanındaki alçak, yumuşak koltukta Kolosov oturmuş, küçük masanın üstündeki kahvesini karıştırıyordu. Masanın üstünde bir de likör kadehi duruyordu.
Missi, Nehlüdov'la birlikte annesinin yanına kadar geldiyse de odada kalmadı.
"Annem yorulup da sizi kovaladığı zaman yanıma gelin," dedi Kolosov ve Nehlüdov'a. Sanki Nehlüdov'la aralarında hiçbir şey olmamış gibi bir ses tonuyla söyledi bunu, sonra neşeyle gülümseyip, kalın halının üzerinde sessizce yürüyerek odadan çıktı.
Prenses Sofya Vasilyevna, kendi gerçek dişi gibi görünen son derece ustaca yapılmış uzun, güzel dişlerini ortaya çıkaran, doğalmış gibi görünen yapmacık gülümsemesiyle:
"Merhaba dostum, oturun ve anlatın bakalım," dedi. "Mahkemeden çok karamsar bir ruh haliyle geldiğinizi söylediler bana. Sanırım, iyi yürekli insanlar için çok zor bir iş bu," diye Fransızca olarak devam etti.
"Evet, doğru," dedi Nehlüdov, "genellikle... şey... yargılamaya hakkın yokmuş gibi hissediyorsun kendini..."
"Comme c'est vrai,"[14] diye haykırdı prenses, Nehlüdov'un bu düşüncesinin gerçekliğinden etkilenmiş gibi. Karşısındakini her zaman böyle pohpohlardı.
"E, anlatın bakalım, tablonuz nasıl gidiyor, çok merak ediyorum," diye ekledi prenses. "Şu hastalığım olmasa çoktan gelirdim size."
"Onu tümden bıraktım," diye kuru kuru yanıtladı Nehlüdov. Bugün prensesin pohpohlamalarının yapaylığını, gizlemeye çalıştığı yaşlılığı kadar açık görüyordu. Kendini nazik olmaya hiç zorlayamıyordu.
Kolosov'a:
"Çok yazık! Biliyor musunuz, onun yetenekli olduğunu bana bizzat Repin söylemişti," dedi prenses.
"Hiç utanmadan yalan söylüyor," diye geçirdi içinden Nehlüdov kaşlarını çatarak.
Nehlüdov'un keyifsiz olduğunu, onu hoş ve aklı başında bir sohbete dahil edemeyeceğini anlayan Sofya Vasilyevna, Kolosov'a yeni bir oyunla ilgili düşüncesini sordu. Öyle bir ses tonuyla sormuştu ki soruyu, sanki Kolosov'un bu konudaki düşüncesi her türlü kuşkuyu ortadan kaldıracak ve bu düşünceyi belirten her bir sözcük sonsuza dek belleklere kazınacaktı. Kolosov oyunu beğenmediğini söyledi ve konu açılmışken sanatla ilgili düşüncelerini de belirtti. Prenses Sofya Vasilyevna, Kolosov'un düşüncelerinin ne kadar doğru olduğunu söyledi, oyunun yazarını savunmaya kalkıştı ama bundan hemen vazgeçip bir orta yol buldu. Nehlüdov bakıyor ve dinliyordu ama gördüğü ve duyduğu şeyler, önünde olup bitenler değil, bambaşka şeylerdi.
Nehlüdov, kâh Sofya Vasilyevna'yı, kâh Kolosov'u dinlerken, birincisi, Sofya Vasilyevna'nın da Kolosov'un da oyunla ve birbirleriyle hiçbir işleri olmadığını, konuşuyorlarsa bunun tek nedeninin yemekten sonra dil ve gırtlak kaslarını hareket ettirme gereksinimini gidermek olduğunu; ikincisi, votka, şarap ve likör içmiş olan Kolosov'un öyle arada sırada içki içen mujikler gibi körkütük değil, içki içmeyi alışkanlık haline getirmiş insanlar gibi çakırkeyif olduğunu görüyordu. Sallanmıyor, saçmalamıyordu ama pek normal olmayan, heyecanlı, durumundan hoşnut bir ruh hali içindeydi. Nehlüdov, üçüncü olarak, Prenses Sofya Vasilyevna'nın sohbet sırasında eğik güneş ışınlarının kendisine kadar ulaşıp, yaşlılığını apaçık ortaya çıkarabileceği kaygısıyla pencereye arada bir göz attığını görüyordu.
Kolosov'un bir düşüncesi için:
"Ne kadar doğru," dedi ve uzandığı sedirin yanındaki duvarda bulunan zilin düğmesine bastı.
Bu sırada doktor yerinden kalkıp evden biriymiş gibi hiçbir şey söylemeden odadan çıktı. Sofya Vasilyevna, bir yandan konuşmasını sürdürürken gözleriyle uğurladı onu.
Prenses, yakışıklı uşağın zil sesini duyup içeri girmesinden sonra gözleriyle pencerenin perdesini işaret ederek:
"Filipp, lütfen şu perdeyi indirir misiniz," dedi.
Perdeyi indiren uşağın hareketlerini kara gözlerinden biriyle öfkeli bir şekilde izlerken:
"Yo, siz ne derseniz deyin, mistik bir şey var onda, mistisizm olmadan şiir de olmaz," dedi.
Sonra kederli kederli gülümseyerek ve perdeyi düzelten uşaktan bakışlarını ayırmaksızın:
"Şiirsiz mistisizm boş inançtır, mistisizmsiz şiir ise nesirdir," diye devam etti.
"Hayır, o perdeyi değil Filipp, büyük penceredekini," dedi prenses. Acı çekiyormuş, sanki bu sözleri söylerken harcadığı çabaya acıyormuş gibiydi. Sakinleşmek için yüzüklerle kaplı eliyle kokulu sigarasını ağzına yaklaştırdı.
Geniş göğüslü, adaleli, yakışıklı Filipp, özür diler gibi hafifçe eğildi, çıkık baldırlı, güçlü bacaklarıyla halının üstünde hafif adımlar atarak, hiçbir şey söylemeden öbür pencereye geçti ve tek bir ışının bile yüzüne düşmemesi için bir yandan da prensese bakarak perdeyi düzeltti. Fakat yine becerememişti. Sabrı taşan Sofya Vasilyevna, mistisizm üzerine konuşmasını bir kez daha kesmek ve kendisini insafsızca kızdıran kalın kafalı Filipp'i uyarmak zorunda kaldı. Filipp'in gözlerinde bir an bir şimşek çaktı.
Nehlüdov, bu sahneyi izlerken "Canın cehenneme diye geçirmiştir herhalde içinden," diye düşündü. Fakat yakışıklı ve pehlivan yapılı Filipp, bu sabırsız hareketini anında gizlemeyi başardı ve bitkin, güçsüz, her şeyi yapmacık olan Prenses Sofya Vasilyevna'nın kendisine söylediklerini uysal uysal yapmaya koyuldu.
Alçak bir koltuğa yayılarak oturan Kolosov, uykulu gözlerle Prenses Sofya Vasilyevna'ya bakarak:
"Darwin'in öğretisinde elbette büyük bir gerçek payı var ama sınırı aşıyor, evet aşıyor," dedi.
Prenses Sofya Vasilyevna, Nehlüdov'un sessizliğinden rahatsız olarak:
"Peki siz kalıtıma inanıyor musunuz?" diye sordu.
"Kalıtıma mı?" diye soruyu yineledi Nehlüdov. "Hayır, inanmıyorum," dedi. O anda nedense hayalinde canlanmış birtakım tuhaf suretlerle meşguldü kafası. Bir model olarak tasavvur ettiği yakışıklı, pehlivan yapılı Filipp'in yanı sıra karpuzu andıran göbeği, dazlak kafası ve çırpı gibi, kassız kollarıyla Kolosov'u da hayalinde çıplak olarak canlandırmıştı. Sofya Vasilyevna'nın şu anda ipek ve kadifeyle örtülü omuzlarını da belli belirsiz hayal ediyor, bu omuzların gerçekte nasıl olduğunu düşünüyordu. Fakat gözünün önünde canlandırdığı şey çok korkunçtu, kafasından kovmaya çalıştı.
Sofya Vasilyevna, tepeden tırnağa süzdü Nehlüdov'u.
"Ama Missi sizi bekliyor," dedi prenses. "Yanına gidin, Schumann'dan yeni bir şey çalmak istiyordu size. Çok ilginç bir şey..."
Nehlüdov ayağa kalkıp, Sofya Vasilyevna'nın damarları görünen, kemikleri çıkmış, yüzüklerle kaplı kupkuru elini sıkarken:
"Onun bir şey istediği yok. Niye yalan söylüyor sanki," diye geçirdi içinden.
Konuk odasında Katerina Alekseyevna karşıladı Nehlüdov'u ve hemen konuşmaya başladı.
"Görüyorum ki, jüri üyeliği canınızı sıkıyor, üzüyor sizi," dedi her zamanki gibi Fransızca olarak.
"Evet, kusura bakmayın bugün pek keyifsizim, başkalarının da canını sıkmak istemiyorum," dedi Nehlüdov.
"Neden keyifsizsiniz?"
"İzin verirseniz, nedenini söylemeyeyim," dedi bir yandan şapkasını ararken.
"Her zaman doğruyu söylemek gerekir dediğinizi ve en acımasız gerçekleri yüzümüze vurduğunuzu unutmayın. Şimdi siz neden söylemek istemiyorsunuz? Hatırlıyor musun Missi?" diye sordu Katerina Alekseyevna yanlarına gelen Missi'ye.
"O bir oyundu da ondan," diye yanıtladı Nehlüdov ciddi bir ifadeyle. "Oyunda olabilir. Gerçek hayatta ise o kadar kötüyüz ki, yani ben en azından doğruyu söyleyemeyecek kadar kötü biriyim."
Katerina Alekseyevna, sözcük oyunları yaparak ve Nehlüdov'un sözlerinin ciddi olduğunu anlamamış gibi davranarak:
"Lafı çevirmeyin öyle, söyleyin bakalım neden o kadar kötüymüşüz?" dedi.
"İnsanın keyifsiz olduğunu kendi kendisine itiraf etmesi kadar kötü bir şey yoktur," dedi Missi. "Ben bu itirafı asla yapamam, bu yüzden de her zaman keyfim yerindedir. Hadi gelin odama gidelim, sizin şu mauvaise humeur'unuzu[15] gidermeye çalışalım."
Nehlüdov, koşumlarını geçirmek ve arabaya koşulmak amacıyla sırtı okşanan bir atın hissedeceğine benzer bir şey hissetti. Bugün herhangi bir zamankinden daha tahammülsüzdü. Eve gitmek zorunda olduğunu söyleyerek özür diledi ve vedalaşmaya koyuldu. Missi, her zamankinden daha uzun süre tuttu elini.
"Unutmayın, sizin için önemli olan, dostlarınız için de önemlidir," dedi Missi. "Yarın gelir misiniz?"
"Sanmıyorum," dedi Nehlüdov ve kendisi için mi, yoksa Missi için mi olduğunu kendisi de bilmeksizin utanarak kızardı ve hemen çıktı.
Katerina Alekseyevna, Nehlüdov çıktığı sırada:
"Nesi var? Comme cela m'intrigue,"[16] dedi. "Mutlaka öğrenirim ben. Belki affaire d'amour-propre: il est très susceptible, notre cher Mitya."[17]
"Plutôt une affaire d'amour sale,"[18] demek istiyordu Missi ama Nehlüdov'a baktığından çok farklı, sönük bir yüz ifadesiyle önüne bakarak bir şey demedi. Ancak bu berbat söz oyununu Katerina Alekseyevna'ya bile söylemeyip yalnızca:
"Hepimizin keyişi günü de, keyifsiz günü de oluyor," dedi.
"Yoksa ihanet mi ediyor?" diye düşündü Missi. "Bütün olan bitenden sonra, onun adına çok kötü bir şey olurdu bu."
Eğer Missi, "bütün olan bitenden sonra" sözcükleriyle ne kastettiğini açıklamak zorunda kalsaydı, belirgin, açık bir şey söyleyemezdi ama bununla birlikte Nehlüdov'un kendisini umutlandırmakla kalmayıp, neredeyse söz vermiş olduğunu kesin olarak biliyordu. Hepsi açık seçik olmayan sözlerdi fakat ya bakışlara, gülümsemelere, imalı sözlere, suskunluklara ne demeliydi? Ancak yine de Nehlüdov'u kendisine ait sayıyordu ve onsuz kalmak çok zor gelecekti.
XXVIII
Bu arada Nehlüdov, bildik caddelerden yürüyerek eve dönerken, "Utanç verici ve iğrenç, iğrenç ve utanç verici," diye düşünüyordu. Missi'yle aralarında geçen konuşma yüzünden hissettiği ağır duygudan bir türlü kurtulamıyordu. Missi'ye karşı, deyim yerindeyse, şeklen haklı olduğunu hissediyordu: Kendisini bağlayacak hiçbir şey söylememiş, herhangi bir teklif yapmamıştı ona. Ama kendini hep Missi'yle bağlanmış, ona vaatlerde bulunmuş gibi hissederdi. Oysa onunla evlenemeyeceğini bugün bütün varlığıyla hissetmişti. "Utanç verici ve iğrenç, iğrenç ve utanç verici," diye yineliyordu kendi kendine. Fakat burada söz konusu olan yalnızca Missi'yle ilişkileri değil, çevresindeki herkesle ilişkileriydi. "Her şey iğrenç ve utanç verici," diye yineledi evinin kapısından içeri girerken.
Yemek ve çay takımlarının masada hazır olduğu yemek odasına peşi sıra giren Korney'e:
"Yemek yemeyeceğim, gidebilirsiniz," dedi.
Korney:
"Baş üstüne," dedi ama gitmedi, masayı toplamaya başladı. Nehlüdov, Korney'e bakıp ona karşı pek iyi olmayan bir şeyler hissetti. Herkesin onu rahat bırakmasını istiyordu, oysa herkes, inadına yapar gibi yapıştıkça yapışıyordu kendisine. Korney, yemek takımlarını toplayıp çıktığında, Nehlüdov, çay doldurmak için semaverin yanına geldi fakat Agrafena Petrovna'nın ayak seslerini duyunca, onunla karşılaşmamak için konuk odasına girip kapıyı arkasından kapattı. Bu oda, yani konuk odası, bundan üç ay önce annesinin öldüğü odaydı. Şimdi biri babasının portresinin, öteki annesinin portresinin yanında yanan iki lambayla aydınlanan bu odaya girerken, son zamanlarında annesiyle aralarındaki ilişkileri anımsadı ve bu ilişkiler ona yapmacık, itici ilişkiler olarak göründü. Bu da utanç verici ve iğrençti. Annesinin hastalığının son zamanlarında düpedüz onun ölümünü istediğini anımsadı. Bunu, annesinin, çektiği acılardan kurtulması için istediğini söylüyordu kendisine ama asıl istediği annesini acılar içinde görmekten kurtulmaktı.
Kafasında onunla ilgili güzel anılar uyandırmak için annesinin beş bin ruble karşılığında ünlü bir ressam tarafından yapılmış portresine baktı. Göğsünü açıkta bırakan siyah kadife bir elbise içinde resmedilmişti annesi. Görünüşe göre ressam, annesinin göğüs kısmını, iki göğsünün arasını, göz kamaştırıcı güzellikteki omuzlarını ve boynunu resmederken bir hayli uğraşmıştı. Bu daha da utanç verici ve iğrençti. Annesinin yarı çıplak bir dilber görünümündeki bu resminde iğrenç, aşağılayıcı bir şey vardı. Mumya gibi kupkuru kalmış, ama yine de yalnız bu odayı değil, evin her yanını, hiçbir şekilde giderilemeyen çok ağır bir kokuyla doldurmuş olan bu kadının bundan üç ay önce bu odada yatmış olması daha da iğrenç bir şeydi. Şimdi de aynı kokuyu duyuyormuş gibi geldi. Sonra ölümünden bir gün önce annesinin kararmış, kemikli eliyle onun güçlü, beyaz elini tuttuğunu, gözlerinin içine bakıp, "Sana gerektiği gibi annelik yapamadıysam beni kınama Mitya," dediğini ve acıdan rengi solmuş gözlerinde yaşların belirdiğini anımsadı. Yarı çıplak kadına, onun mermer aklığındaki çok güzel omuzlarıyla kollarına ve yüzündeki muzaffer gülümsemeye bakıp bir kez daha, "Ne iğrenç!" dedi. Tablodaki göğüs açıklığı ona, geçen günlerde aynı böyle çıplak gördüğü bir başka genç kadını anımsatıyordu. Missi'ydi bu genç kadın. Baloya giderken giydiği elbiseyi göstermek için bir bahane uydurup odasına çağırmıştı onu. Nehlüdov, Missi'nin güzel omuzlarını ve kollarını iğrenerek anımsadı. Ya o acımasız geçmişiyle kaba saba, hayvan gibi babaya, kuşkulu bir bel esprit[19] ününe sahip anaya ne demeli? Bunların hepsi iğrenç, aynı zamanda da utanç vericiydi. Utanç verici ve iğrenç, iğrenç ve utanç verici.
"Hayır, hayır," diye düşünüyordu, "Korçaginler'le, Marya Vasilyevna'yla aramdaki bütün bu yapmacık ilişkilerden de, mirastan da, geri kalan her şeyden de kurtulmam gerek... Rahat bir soluk almalıyım. Yurtdışına, Roma'ya gidip resim çalışmalıyım..." Resim yeteneğiyle ilgili kuşkuları aklına geldi. "Olsun fark etmez, hiç olmazsa rahat bir nefes alırım. Önce İstanbul'a, oradan da Roma'ya. Yalnız bir an önce jüri üyeliğinden kurtulmalı, avukatla birlikte şu davayı yoluna koymalıyım."
Ve birden kara, şehla gözlü tutuklu kadın olağanüstü bir canlılıkla hayalinde belirdi. Sanıkların son sözleri sorulduğunda nasıl da ağlamaya başlamıştı! Sonuna kadar içtiği sigarayı, sanki bu hayali söndürür gibi aceleyle küllüğe bastırıp yeni bir tane yaktı ve odada bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Onunla geçirdiği anlar hayalinde art arda canlanıyordu. Onunla son buluşmasını, o sırada kendisini ele geçirmiş olan o tensel tutkuyu, bu tutku tatmin edildiğinde hissettiği hayal kırıklığını anımsadı. Mavi kemerli beyaz elbiseyi, sabah ayinini anımsadı. "Onu seviyordum, o gece onu güzel, tertemiz bir aşkla gerçekten seviyordum, onu daha önceleri de, halamlara ilk gidişimde, tezimi yazdığım günlerde sevdiğim gibi seviyordum!" O zamanki halini hatırladı. O tazeliğin, gençliğin, hayat doluluğun esintisi geldi üzerine ve canı yanacak kadar üzüldü.
O zamanki haliyle şimdiki hali arasında çok büyük fark vardı: Kilisedeki Katyuşa'yla bu sabah yargıladıkları, tüccarla birlikte kafayı çekip sarhoş olmuş o basit kadın arasındaki farktan daha büyük olmasa da benzer bir farktı. O zamanlar önünde sonsuz olanaklar bulunan, canlı, özgür biriydi. Şimdi ise aptal, boş, amaçsız ve hiçbir anlamı olmayan bir hayatın ağlarına kıskıvrak yakalanmış hissediyordu kendini. Bu ağdan hiçbir çıkış yolu görmüyordu, zaten çıkmak isteği de yoktu. Bir zamanlar dürüstlüğüyle nasıl gururlandığını, doğru söylemeyi her zaman kendine kural edindiğini, gerçekten de hep doğru sözlü biri olduğunu, şimdiyse boğazına kadar yalana, çevresindeki herkesin doğru olarak kabul ettiği en korkunç yalana battığını anımsadı. Ve bu yalandan kurtuluş yoktu, en azından kendisi bir kurtuluş yolu görmüyordu. Bu yalana batmış, alışmış, içine yan gelip yatmıştı.
Marya Vasilyevna'nın kocasının ve çocuklarının yüzüne utanmadan bakabilmek için onunla ve kocasıyla ilişkisini nasıl kesmeliydi? Missi'yle ilişkisini yalan söylemeden nasıl koparabilirdi? Toprak mülkiyetinin yasal olmadığına ilişkin sözleriyle, annesinden kalan mirası kabul etmesi arasındaki çelişkinin içinden nasıl sıyrılabilirdi? Katyuşa'ya karşı işlediği günahı nasıl düzeltebilirdi? Bu konuyu öylece bırakamazdı. "Sevdiğim kadını bırakamam ve avukatın parasını ödeyip onu hak etmediği kürek cezasından kurtarmakla yetinemem, o zaman para vererek cezamı ödediğimi sandığım gibi yine suçumu parayla bağışlatamam."
Koridorda peşinden koşup parayı koynuna sokuşturduktan sonra yine koşarak yanından uzaklaştığı anı bütün canlılığıyla anımsadı. O anı tıpkı o günkü gibi korku ve tiksintiyle anımsayıp, "Ah o para! Ah, ah! Ne iğrenç!" dedi tıpkı o zamanki gibi yüksek sesle. "Bunu ancak bir alçak, bir namussuz yapabilirdi! İşte o alçak da o namussuz da benim!" diye yüksek sesle konuşmaya başladı tekrar. "Evet, gerçekten de," diye birden durdu, "gerçekten de alçağın biri miyim ben? Ben alçak değilsem kim peki?" diye kendi sorusunu yanıtladı. "Yalnız bu kadar mı?" diyerek suçlarını saymaya devam etti. "Marya Vasilyevna ve kocasına karşı davranışın alçaklık değil de nedir? Ya mülkiyet konusundaki tavrın? Paranın annenden kaldığını bahane ederek, yasadışı saydığın zenginlikten faydalanıyorsun. Ya sürdürdüğün bütün bu boş ve iğrenç hayata ne demeli? Ve bütün bunların üstüne tüy diken, Katyuşa'ya karşı davranışın. Alçak, namussuz! İnsanlar hakkımda ne isterlerse düşünsünler, onları aldatabilirim ama kendimi aldatmayacağım."
Son zamanlarda insanlara karşı, özellikle de bugün prense, Sofya Vasilyevna'ya, Missi'ye ve Korney'e karşı hissettiği tiksinmenin kendi kendisinden tiksinme olduğunu birden anladı. Şaşırtıcı olan, aşağılık biri olduğunu itiraf etme duygusunda hastalıklı ama aynı zamanda da sevindirici ve yatıştırıcı bir şey olmasıydı.
Kendisinin "ruhu arındırma" diye adlandırdığı şey yaşamı boyunca birkaç kez başına gelmişti Nehlüdov'un. Bazen uzun bir zaman aralığından sonra, iç yaşamındaki yavaşlamayı, bazen de duraklamayı fark edip, ruhunu tıka basa doldurarak bu duraklamaya neden olan çerçöpü tümüyle temizlemeye giriştiği ruhsal durumu, ruhun arındırılması olarak adlandırırdı.
Nehlüdov, bu tür uyanışlardan sonra hep bundan böyle hayatı boyunca izlemeye niyetlendiği kurallar koyardı kendisine: Günlük tutardı ve bir daha asla değiştirmemeyi umduğu, kendi kendisine turning a new leaf[20] diye ifade ettiği yeni bir yaşama başlardı. Fakat dünya nimetleri onu her seferinde tuzağa düşürür ve kendisi hiç farkına varmadan yine uçarı, genellikle de eskisinden daha alçak bir hayatın içine düşerdi.
Birkaç kez böyle arınmış ve yükselmişti; bunu ilk kez halalarına gittiği o yaz yaşamıştı. En canlı, en coşkulu uyanıştı yaşadığı. Ve bu uyanışın sonuçları oldukça uzun sürmüştü. Daha sonra, devlet memurluğundan ayrıldığında da aynı uyanışı yaşamış ve hayatını feda etme isteğiyle savaş zamanında askerlik görevine girmişti. Fakat buradaki kirlenme çok hızlı olmuştu. Daha sonra istifa ettiğinde de bir uyanış olmuş ve yurtdışına gidip resim yapmaya başlamıştı.
O günden bugüne ruhunu arındırmadığı uzun bir zaman geçmişti ve bu yüzden ruhundaki kirlenme ve vicdanının gerektirdikleriyle sürdürdüğü yaşam arasındaki çelişki her zamankinden daha büyük boyutlara ulaşmış, aradaki farkı görünce ürkmüştü.
Bu fark o kadar büyük, kirlenme o kadar kuvvetliydi ki, arınabileceği konusunda ilk anda hayal kırıklığına uğradı. "Daha önce de kendini mükemmelleştirmeye, daha iyi bir insan olmaya çalıştın ama bir şey çıkmadı," dedi ruhundaki ayartıcının sesi. "Bir daha denesen ne olacak sanki? Hem bir tek sen değilsin ki, herkes böyle, hayat böyle," dedi aynı ses. Ancak Nehlüdov'un içinde, tek gerçek, tek güçlü ve tek sonsuz şey olan özgür, ruhsal varlık uyanmıştı artık. Ve bu varlığa inanmaması olanaksızdı. Olduğu ile olmak istediği arasındaki fark ne kadar büyük olursa olsun, uyanmış bir ruhsal varlık için olanaksız diye bir şey söz konusu olamazdı.
Yüksek sesle ve kararlı bir ifadeyle:
"Elimi kolumu bağlayan bu yalanı neye mal olursa olsun parçalayacağım, her şeyi itiraf edeceğim, herkese gerçeği söyleyeceğim ve doğru olanı yapacağım," dedi. "Missi'ye gerçeği söyleyeceğim, çapkın herifin biri olduğumu ve onunla evlenemeyeceğimi, onu boşu boşuna umutlandırdığımı söyleyeceğim; bunu Marya Vasilyevna'ya (yöneticinin karısı) da söyleyeceğim. Bununla birlikte ona bir şey demeye gerek yok, kocasına benim bir alçak olduğumu, onu karısıyla aldattığımı söyleyeceğim. Miras işini de gerçeği kabul ederek çözümleyeceğim. Katyuşa'ya bir alçak olduğumu, ona karşı suçlu olduğumu, bundan sonraki hayatını kolaylaştırmak için elimden gelen her şeyi yapacağımı söyleyeceğim. Evet, onu görmeye gideceğim ve beni bağışlamasını rica edeceğim. Evet, çocuklar gibi af dileyeceğim." Durdu. "Gerekirse onunla evleneceğim."
Durdu, küçükken yaptığı gibi, kollarını göğsünün üstünde kavuşturdu, gözlerini yukarı kaldırdı ve birine seslenir gibi konuşmaya başladı:
"Tanrım bana yardım et, akıl ver, gel, içime gir ve beni her türlü pislikten arındır!"
Dua ediyor, Tanrı'dan kendisine yardım etmesini, içine girmesini ve onu arındırmasını istiyordu, oysa istediği şey çoktan olmuştu. İçinde yaşamakta olan Tanrı, bilincinde uyanmıştı. Kendisini Tanrı gibi hissetti, bu yüzden de sadece yaşamın özgürlüğünü, canlılığını ve sevincini duymakla kalmadı, iyiliğin gücünü de hissetti. Bir insanın yapabileceği en iyi şeyleri kendisinin de yapabileceğini hissediyordu artık.
Bunu kendi kendisine söylediği sırada gözlerinde yaşlar vardı, hem iyi hem de kötü gözyaşları; iyi gözyaşlarıydı, çünkü geçen yıllar boyunca içinde uyumuş olan ruhsal varlığın uyanışından duyduğu sevinç gözyaşlarıydı, kötü gözyaşlarıydı, çünkü kendisine ve erdemliliğine acımanın gözyaşlarıydı.
İçerisi sıcak olmuştu. Gidip pencereyi açtı. Pencere bahçeye bakıyordu. Mehtaplı, dingin bir geceydi. Caddeden geçen bir arabanın tekerleklerinin sesi duyuldu, sonra her şey sessizliğe gömüldü. Pencerenin tam altında çıplak, yüksek kavak ağacının, temizlenmiş kumluk alan üzerine çatal dallarıyla uzanan gölgesi görünüyordu. Sol yanda ayın parlak ışığı altında bembeyaz görünen ahırın çatısı vardı. İleride ağaçların dalları birbirine karışmıştı, dalların arkasından duvarın kara gölgesi görünüyordu. Nehlüdov, ayın aydınlattığı bahçeye, ahırın çatısına ve kavağın gölgesine bakıyor, cana can katan taze havayı içine çekiyordu.
"Ne güzel! Ne güzel, Tanrım, ne güzel!" dedi ruhunda olup bitenler için.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top