XV - XVI - XVII - XVIII
XV
Nehlüdov için bu ayin, daha sonra hayatının en parlak ve en güçlü anılarından biri olarak kalacaktı.
Yer yer sadece karın beyazlığıyla aydınlanan koyu karanlıkta, suları şapırdatarak yürüyen ve kilisenin çevresinde yanan kandilleri görünce kulaklarını oynatan aygırın sırtında kilisenin avlusuna girdi. Ayin başlamıştı.
Gelenin Marya İvanovna'nın yeğeni olduğunu gören köylüler, attan inebileceği kuru bir yere götürüp, atını alıp bir yere bağladıktan sonra onu kiliseye götürdüler. Kilise, bayramı kutlamaya gelenlerle doluydu.
Sağ tarafta erkekler, sırtlarında elde dikilmiş kaftan, ayaklarında çarık, bembeyaz, tertemiz dolaklarla yaşlılar ve belleri parlak kuşaklı yeni çuha kaftanlarıyla, ayaklarında çizmeleriyle gençler. Solda kırmızı ipek başörtüleriyle, pilili kısa paltolarıyla, parlak kırmızı yenleri ve mavi, yeşil, kırmızı, rengârenk etekleriyle, ökçesi demirli potinleriyle köylü kadınlar. Onların arkasında beyaz başörtüleri, gri kaftanları, el dokuması kumaştan eski etekleriyle, ayaklarında çarıklarıyla gösterişsiz yaşlı kadınlar duruyordu; bu iki grubun arasında ise yağlı saçları, bayramlık giysileriyle çocuklar vardı. Erkekler haç çıkarıyorlar ve saçlarını sallayarak öne eğiliyorlardı; kadınlar, özellikle de yaşlı kadınlar, rengi solmuş gözlerini mumlarla çevrili bir ikonaya dikmiş, bir araya getirdikleri parmaklarını bir şeyler mırıldanarak alınlarına, omuzlarına ve karınlarına sıkıca bastırıyorlar, öne eğiliyorlar ya da yere diz çöküyorlardı. Çocuklar, birileri bakınca büyüklere öykünerek çabuk çabuk dua ediyorlardı. Altın yaldızlı ikona duvarı, altın yaldızla kaplı büyük mumların çevresine sıralanmış küçük mumlarla pırıl pırıl aydınlatılmıştı. Avizeye mumlar yerleştirilmişti, mihrabın iki yanındaki koro yerinden gönüllü koro şarkıcılarının bas sesleriyle, çocuklarınsa tiz sesleriyle söyledikleri neşeli ilahiler duyuluyordu.
Nehlüdov öne doğru ilerledi. Orta yerde soylular duruyordu; karısı ve denizci ceketi giymiş oğluyla bir toprak sahibi, komiser, telgrafçı, çizmeli bir tüccar, göğsünde madalyasıyla başçavuş, vaiz kürsüsünün sağında, toprak sahibinin karısının arkasında yanar döner leylak rengi kumaştan elbisesi ve kenarları püsküllü beyaz şalıyla Matryona Pavlovna ve korsajı nervürlü beyaz elbisesi, mavi kemeri ve siyah saçlarına bağladığı kırmızı kurdelesiyle Katyuşa.
Her şey bayram havası içinde, görkemli, neşeli ve güzeldi: Altın haçlarla süslü gümüş rengi parlak cüppeleriyle papazlar, gümüş ve altın rengi bayramlık kıyafetleriyle papaz yardımcıları, en şık giysilerini giymiş, saçları yağlı gönüllü şarkıcılar, bayram şarkılarından yayılan neşeli sesler, papazların ellerinde üç kollu şamdanla, sürekli yinelenen "İsa dirildi! İsa dirildi!" sesleri arasında durmadan halkı kutsaması. Her şey çok güzeldi ama hepsinden daha güzeli beyaz elbisesi, mavi kemeri, siyah saçlarındaki kırmızı kurdelesi ve heyecandan parlayan gözleriyle Katyuşa'ydı.
Nehlüdov, çevresine bakmasa da Katyuşa'nın onu gördüğünü hissediyordu. Mihraba doğru ilerlerken Katyuşa'nın yanından geçtiği sırada fark etmişti bunu. Kıza diyeceği bir şey yoktu ama yanından geçerken bir şey bulmuş ve:
"Halam, orucunu ikinci sabah ayininden sonra bozacağını söyledi," demişti.
Katyuşa'nın Nehlüdov'a her bakışında olduğu gibi, damarlarında dolaşan gençlik kanı sevimli yüzüne akmış ve kara gözleri, gülerek, sevinerek, aşağıdan yukarı doğru safça bakarak Nehlüdov'un yüzünde durmuştu.
"Biliyorum," demişti gülümseyerek.
Bu sırada papaz yardımcısı elinde bakır bir kapla kalabalığın arasından süzülerek Katyuşa'nın yanından geçmiş ve geçerken de cüppesinin eteği Katyuşa'ya değmişti. Anlaşılan papaz yardımcısı Nehlüdov'a saygısı yüzünden onun uzağından geçmiş ve eteği Katyuşa'ya değmişti. Bu papaz yardımcısının buradaki ve aynı zamanda dünyadaki her şeyin yalnız Katyuşa için var olduğunu, dünyadaki her şeye saygısızlık gösterilebileceğini, her şeyin merkezi olduğu için bir tek Katyuşa'ya saygısızlık edilemeyeceğini anlamamış olması Nehlüdov'u şaşırtmıştı. İkona duvarının altın yaldızları onun için parlıyor, avizedeki ve şamdanlardaki mumların hepsi onun için yanıyor, neşeli "Tanrı dirildi, sevinin insanlar" ilahileri onun için söyleniyordu. Ve dünyada iyi olan ne varsa hepsi onun içindi. Her şeyin kendisi için olduğunu Katyuşa da anlıyordu galiba. Nehlüdov, Katyuşa'nın nervürlü beyaz elbisesi içindeki düzgün bedenine, sevinçli yüzüne baktığında, onun ruhunun kendi ruhuyla harfi harfine aynı şarkıyı söylediğini fark ettiğinde de aynı düşünceye kapılmıştı.
Birinci ve ikinci sabah ayinleri arasında Nehlüdov kiliseden çıktı. İnsanlar geri çekilerek ona yol açıyor, eğilerek selam veriyorlardı. Kimisi onu tanıyor, kimisi de "Kimin nesi?" diye soruyordu. Kilisenin kapısında durdu. Dilenciler çevresini sardı, cüzdanındaki bozuklukları dağıttı ve merdivenden indi.
Ortalık görünecek kadar ağarmış fakat güneş henüz doğmamıştı. İnsanlar, kilisenin çevresindeki mezarların kenarlarına oturmuşlardı. Katyuşa kilisede kalmıştı. Nehlüdov durmuş, onu bekliyordu.
Halk kiliseden çıkmaya devam ediyor ve çizmelerinin tabanlarındaki çivileri döşeme taşlarına vura vura merdivenden inerek kilise avlusuna ve mezarlığa dağılıyordu.
Marya İvanovna'nın pastacısı olan ve yaşlılıktan kafası sallanan bir adam Nehlüdov'u durdurdu, üç kere öptü. Adamın karısı, ipek başörtüsünün altından buruşuk boynu görülen yaşlı kadın mendilini açıp sarı, safran rengi boyalı bir yumurta çıkarıp verdi. Bu sırada yeni bir palto giymiş, yeşil kuşak bağlamış, adaleli genç bir köylü gülümseyerek yaklaştı, gözlerinin içi gülerek:
"İsa dirildi," dedi ve Nehlüdov'a yaklaştı, onu köylü erkeklere özgü hoş bir koku içinde bırakıp, kıvırcık sakalını sürterek güçlü dudaklarıyla tam dudağının orta yerinden üç kez öptü.
Nehlüdov, köylüyle öpüşüp ondan da koyu kahverengi boyalı bir yumurta aldığı sırada Matryona Pavlovna'nın yanar döner elbisesi ve kırmızı kurdeleli o sevimli siyah baş göründü.
Katyuşa, önünden yürüyenlerin başları üzerinden onu hemen görmüştü. Nehlüdov da Katyuşa'nın yüzünün güldüğünü görüyordu.
Matryona Pavlovna'yla birlikte kilisenin kapısına çıktılar, durup dilencilere sadaka verdiler. Burnunun yerinde kapanmak üzere kıpkırmızı yara bulunan bir dilenci Katyuşa'ya yaklaştı. Katyuşa mendilini açarak içinden bir şey çıkarıp dilenciye verdi ve sonra en küçük bir tiksinme belirtisi göstermeden, tam tersine önceki gibi sevinçten gözleri parlayarak üç kere öptü adamı. Dilenciyle öpüştüğü sırada gözleri Nehlüdov'un bakışlarıyla karşılaşmıştı. Sanki, "İyi yapıyor muyum?" diye sorar gibiydi.
"İyi, iyi, canım, her şey çok güzel, seni seviyorum."
Kilisenin kapısından çıktılar. Nehlüdov, Katyuşa'nın yanına yaklaştı. Öpüşerek bayramını kutlamak istemiyordu, tek istediği ona daha yakın olmaktı.
Matryona Pavlovna, başını eğerek ve gülümseyerek, şu anda herkes eşittir der gibi bir vurgulamayla:
"İsa dirildi!" dedi ve elbisesinin kıvrık koluyla ağzını silip Nehlüdov'un dudaklarına uzandı.
"Gerçekten de öyle," diye yanıtladı Nehlüdov öpüşürken.
Başını çevirip Katyuşa'ya baktı. Kız, kıpkırmızı oldu ve hemen Nehlüdov'a yaklaştı:
"İsa dirildi, Dmitriy İvanoviç,"
"Gerçekten dirildi," dedi Nehlüdov. İki kez öpüştüler ve bir kere daha gerekiyor mu diye bir an düşündükten sonra gerektiğine karar verip, üçüncü kez öpüşerek gülümsediler.
"Papazın yanına gitmiyor musunuz?" diye sordu Nehlüdov.
"Hayır, biz burada oturalım, Dmitriy İvanoviç," dedi Katyuşa. Ağır ağır, sanki sevindirici bir işten sonra bütün göğsüyle soluk alarak ve uysal, masum, seven ve biraz da şehla gözleriyle dosdoğru Nehlüdov'un gözlerinin içine bakarak söylemişti bunu.
Kadınla erkek arasındaki aşkta her zaman bu aşkın doruk noktasına ulaştığı bir an vardır ve o anda bilinç, mantık ve şehvet diye bir şey kalmaz. Bu Kutsal Pazar gecesi de Nehlüdov için işte böyle bir andı. Şimdi Katyuşa'yı anımsadığı zamanlar, onu gördüğü bütün hallerin içinde bir tek bu an, diğerlerinin hepsini silip süpürüyordu. Kapkara, düzgün, pırıl pırıl bir baş, düzgün bedenini ve küçük göğüslerini masum bir şekilde saran nervürlü beyaz elbise, pembe yanaklar, gece uyumadığı için hafifçe kayan bu tatlı, cilalı gibi parlayan kara gözler ve tüm ruhunu sarmış olan önemli bir özellik: Nehlüdov'a karşı duyduğu sevginin –ki bunu biliyordu Nehlüdov– yanı sıra herkese, her şeye, yalnızca bu dünyadaki iyi şeylere değil, aynı zamanda öptüğü dilenciye de duyduğu sevginin temizliği.
Nehlüdov, Katyuşa'da bu sevginin olduğunu biliyordu, çünkü bu gece ve bu sabah bu sevgiyi fark etmiş, Katyuşa'yla bu sevgide birleştiklerini anlamıştı.
Ah, keşke her şey, o geceki duyguda kalmış olsaydı! Şimdi jüri odasında, pencerenin önünde otururken "Evet, o korkunç iş bu Kutsal Pazar gecesinden sonra olmuştu!" diye düşünüyordu.
XVI
Nehlüdov kiliseden döndükten sonra halaları oruçlarını bozarken onlarla birlikte bir şeyler atıştırdı, biraz güç toplamak için orduda edindiği alışkanlıkla votka ve şarap içti. Odasına çıktı ve hemen üstü başıyla uyuyakaldı. Kapının vurulmasıyla uyandı. Vuruş şeklinden Katyuşa olduğunu anlayıp gözlerini ovuşturarak ve gerinerek doğruldu.
"Katyuşa sen misin? İçeri gir," dedi ayağa kalkarak.
Katyuşa kapıyı aralamıştı.
"Yemeğe çağırıyorlar," dedi.
Üstünde aynı beyaz elbise vardı ama saçına taktığı kurdeleyi çıkarmıştı. Delikanlının gözlerine bakıp gülümsedi. Sanki ona olağanüstü sevinçli bir şey söylüyordu.
Nehlüdov saçlarını taramak için tarağı alırken:
"Hemen geliyorum," dedi.
Katyuşa bir an daha durdu. Nehlüdov bunu fark etti ve tarağı elinden bırakıp kıza doğru gitti. Fakat Katyuşa aynı anda hızla dönüp, koridordaki yolluğun üzerinde her zamanki hafif ve çevik adımlarıyla yürüdü.
Nehlüdov kendi kendine, "Ne aptalım, niye durdurmadım sanki onu," dedi.
Ve koridorda ardından koşarak yetişti.
Kızdan ne istediğini kendisi de bilmiyordu. Fakat ona göre, Katyuşa odasına girdiği zaman bu durumda herkesin yaptığı şeyi yapması gerekiyorken o bunu yapmamıştı.
"Katyuşa dur," dedi.
Kız dönüp baktı.
"Bir şey mi istemiştiniz?" dedi duraklayarak.
"Hayır, yalnız..."
Ve kendini zorlayıp, onun durumundaki insanların genellikle nasıl davrandıklarını anımsayarak Katyuşa'nın beline sarıldı.
Kız durdu ve Nehlüdov'un gözlerinin içine baktı.
"Yapmayın Dmitriy İvanoviç, yapmayın," dedi. Gözleri yaşlarla dolmuş, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Beline sarılmış olan kolu sert ve güçlü eliyle çekti.
Nehlüdov onu bıraktı, bir an kendini çok beceriksiz ve utanç içinde hissetmekle kalmadı, kendinden iğrendi. Kendisine güvenmeliydi ama bu beceriksizliğin ve utancın, ruhunun dışarı çıkmak isteyen en iyi duyguları olduğunu anlamamıştı, tam tersine bu durum onun aptallığını ortaya koyuyor, herkesin yaptığını yapması gerekiyor gibi gelmişti.
Bir kez daha Katyuşa'nın peşinden koşup sarıldı ve boynundan öptü. Bu öpücük, biri leylakların ardındaki bilinçsiz öpücük ve diğeri o sabah kilisedeki öpücük olmak üzere daha önceki iki öpücükten çok farklıydı. Bu öpüşte korkunç bir şey vardı. Bunu Katyuşa da hissediyordu.
"Ne yapıyorsunuz?" diye haykırdı sanki Nehlüdov çok değerli bir şeyi onarılmayacak şekilde kırmış gibi bir sesle ve koşarak uzaklaştı.
Nehlüdov yemek salonuna gitti. Şık giysileri içinde halalar, doktor ve bir komşu hanım mezelerin bulunduğu masanın yanında ayakta duruyorlardı. Herkes her zamanki gibiydi ama Nehlüdov'un ruhunda fırtınalar kopuyordu. Kendisine söylenenlerden bir şey anlamıyor, saçma sapan yanıtlar veriyor, koridorda yakalayıp son kez öptüğünde hissettiklerini anımsayarak yalnızca Katyuşa'yı düşünüyordu. Başka bir şey düşünemez haldeydi. Katyuşa odaya girdiğinde ona bakmasa da bütün varlığıyla kızın orada olduğunu hissediyor, bakmamak için kendini zor tutuyordu.
Nehlüdov, yemekten sonra hemen odasına gitti. Evdeki seslere kulak kabartarak, Katyuşa'nın ayak seslerini bekleyerek uzun süre büyük bir heyecan içinde odada dolaşıp durdu. İçinde yaşayan tensel insan artık yalnızca baş kaldırmakla kalmamıştı, buraya ilk gelişindeki, hatta bugün sabah kilisedeki ruhsal insanı ayaklarının altına alarak ezmişti ve bu korkunç tensel insan şimdi ruhunda tek başına egemenliği ele geçirmişti. Bugün sürekli yolunu gözlemesine karşın Katyuşa'yla baş başa kalmayı bir kez bile başaramamıştı. Galiba kız kendisinden kaçıyordu. Ancak akşamüstü Katyuşa'nın, Nehlüdov'un kaldığı odanın yanındaki odaya gitmesi gerekmişti. Doktor yatıya kalacaktı ve Katyuşa'nın konuğa yatak hazırlaması gerekiyordu. Nehlüdov, kızın ayak seslerini işitince, suç işlemeye gidiyormuş gibi sessiz adımlarla, soluğunu tutarak onun arkasından odaya girdi.
Katyuşa, iki elini temiz yastık kılıfının içine sokup, yastığın köşelerinden tutarken Nehlüdov'a bakıp gülümsedi. Ancak bu gülümseme önceki neşeli, sevinçli gülümseme değil, ürkek, acıklı bir gülümsemeydi. Bu gülümseme Nehlüdov'a yapacağı şeyin kötü bir şey olduğunu söylüyordu sanki. Nehlüdov bir an durdu. O anda hâlâ bir mücadele olanağı vardı. Katyuşa'ya karşı gerçek sevginin sesi zayıf da olsa hâlâ duyuluyor ve bu ses ona Katyuşa'dan, Katyuşa'nın duygularından, yaşamından söz ediyordu. Öteki ses ise bana bak, kendi zevkini, mutluluğunu kaçırıyorsun diyordu. Ve bu ikinci ses, birinciyi bastırdı. Kararlı bir şekilde kıza yaklaştı. O korkunç, önüne geçilmez tensel duygu sarmıştı benliğini.
Nehlüdov, Katyuşa'yı kollarının arasında tutarak yatağa oturttu ve bir şey daha yapması gerektiğini hissederek kendisi de yanına oturdu.
Katyuşa:
"Dmitriy İvanoviç, canım, lütfen bırakın," dedi dokunaklı bir sesle. "Matryona Pavlovna geliyor!" diye küçük bir çığlık attı, Nehlüdov'un kollarından sıyrılırken. Gerçekten de kapıya biri yaklaşıyordu.
"O zaman gece gelirim yanına," dedi Nehlüdov. "Yalnız değil misin?"
"Aklınızı mı kaçırdınız? Olmaz! Yapmayın," dedi Katyuşa. Bu sözleri söyleyen yalnızca dudaklarıydı, heyecana kapılmış bedeniyse bambaşka şeyler söylüyordu.
Kapıya gelen sahiden de Matryona Pavlovna'ydı. Elinde bir battaniyeyle odaya girdi ve Nehlüdov'a sitemli bir bakış attıktan sonra yanlış battaniye aldığı için Katyuşa'yı azarladı.
Nehlüdov hiçbir şey demeden dışarı çıktı. Utanmamıştı bile. Matryona Pavlovna'nın yüzündeki ifadeden kendisini kınadığını anlamıştı. Kınamakta haklı olduğunu, yaptığı şeyin kötü olduğunu biliyordu ama Katyuşa'ya beslediği önceki güzel aşk duygusunun içinden kurtulup dışarı çıkmış olan tensel duygu benliğini ele geçirmiş, başka hiçbir şeyi tanımayarak tek başına hüküm sürüyordu. Bu duyguyu tatmin etmek için ne yapmak gerektiğini artık biliyordu ve bunu gerçekleştirecek fırsatı arıyordu.
Bütün akşam ne yapacağını bilemedi, kâh halalarının yanına, kâh kendi odasına, evin ana kapısına gidiyor ve tek bir şeyi, Katyuşa'yı yalnızken nerede görebileceğini düşünüyordu. Fakat Katyuşa ondan kaçıyordu, Matryona Pavlovna da Katyuşa'yı gözden kaçırmamaya çalışıyordu.
XVII
Akşam böyle geçti, gece oldu. Doktor yatmaya gitti. Halalar da yattılar. Nehlüdov, Matryona Pavlovna'nın şimdi halalarının yatak odasında, Katyuşa'nın ise hizmetçi odasında tek başına olduğunu biliyordu. Tekrar kapının önüne çıktı. Avlu karanlık, nemli ve ılıktı. İlkbaharın son karını eriten ya da erimekte olan son karlardan yayılan beyaz bir sis tüm havayı doldurmuştu. Evin önündeki yarın altında, yüz adım uzaklıktaki nehirden garip sesler geliyordu: Bunlar kırılan buzların çıkardığı seslerdi.
Nehlüdov merdivenden indi, donmuş karın üstündeki su birikintilerinden atlayarak hizmetçi odasının penceresine yaklaştı. Yüreği öyle çarpıyordu ki gümbürtüsü kulağına kadar geliyordu; soluğu kâh duruyor, kâh ağır bir soluk halinde çıkıyordu. Hizmetçi odasında küçük bir lamba yanıyordu. Katyuşa tek başına bir masanın başına oturmuş, derin düşüncelere dalmış, önüne bakıyordu. Nehlüdov, kimsenin kendisini görmediğini sandığı bir anda ne yapacağını anlamak merakıyla Katyuşa'yı uzun süre hiç kımıldamadan izledi. Kız, iki dakika kadar hareketsiz oturdu, sonra gözlerini kaldırdı, gülümsedi, sanki kendisine sitem eder gibi başını salladı ve duruşunu değiştirip, iki elini birden sertçe masanın üstüne koyarak gözlerini önüne dikti.
Nehlüdov, dikilmeye devam ediyor, kızı izliyor ve elinde olmadan hem yüreğinin atışını hem de nehirden gelen garip sesleri dinliyordu. Orada, nehirde, sisin içinde aralıksız, yavaş bir çalışma sürüyor, kâh bir fosurtu, kâh bir çatırtı duyuluyor, kâh bir şeyler dökülüyor, dağılıyor, ince buzlar cam gibi şıngırdıyordu.
Katyuşa'nın dalgın, içinde sürmekte olan faaliyet yüzünden acı çeken yüzüne bakarak dikiliyor, ona acıyordu ama ne gariptir ki bu acıma sadece onun kıza karşı tutkulu arzusunu artırıyordu.
Bu tutkulu arzu her yanını sarıyordu.
Camı tıklattı. Katyuşa elektrik çarpmış gibi bütün gövdesiyle titredi ve korkusu yüzüne yansıdı. Sonra yerinden fırlayıp pencereye doğru geldi, yüzünü cama yaklaştırdı. İki elini gözlerinin iki yanına koyup Nehlüdov'u görünce de yüzündeki korku ifadesi silinmedi. Yüzü son derece ciddiydi. Nehlüdov onu hiçbir zaman böyle görmemişti. Ancak Nehlüdov gülümseyince o da gülümsedi. Bu gülümseme, boyun eğercesine bir gülümsemeydi ama Katyuşa'nın içinde gülümseme değil korku vardı. Nehlüdov, eliyle işaret ederek onu dışarıya, yanına çağırdı. Fakat Katyuşa hayır, olmaz anlamında başını sallayıp pencerenin önünde dikilmeye devam etti. Nehlüdov, yüzünü cama biraz daha yaklaştırarak dışarı çıkması için seslenmek istedi ama bu sırada kız yüzünü kapıya doğru çevirdi. Herhalde birisi seslenmişti. Nehlüdov pencereden uzaklaştı. Sis o kadar yoğundu ki, evden beş adım geri gidince pencereler bile seçilmiyor, sadece içinde insana çok büyük gibi gelen kırmızı bir lamba ışığının yandığı kapkara bir kütle görünüyordu. Nehirdeki o garip fosurtu, hışırtı, çıtırtı ve buz şıkırtıları devam ediyordu. Avluda sisin içinde, yakın bir yerde bir horoz öttü, yakındaki başka horozlar bu sese karşılık verdiler ve uzaktaki köyden önce birbirini bölen, sonra koro halinde horoz sesleri duyuldu. Nehrin dışında çevredeki her şey son derece sessizdi. Bu ötüşler de horozların ikinci ötüşüydü.
Evin köşesinde bir iki kez aşağı yukarı yürüyen, ayağı birkaç kez suya batan Nehlüdov, hizmetçi odasının penceresine tekrar yaklaştı. Lamba hâlâ yanıyor, Katyuşa masanın başında yine yalnız oturuyordu, kararsızlık içinde gibiydi. Nehlüdov pencereye yaklaştığı anda kız ona baktı. Nehlüdov camı tıklattı. Ve Katyuşa, camı kimin tıklattığına bakmaksızın o anda koşarak dışarı çıktı. Nehlüdov, dış kapının gıcırdayarak açıldığını duydu. Nehlüdov kızı girişteki sundurmanın altında bekliyordu, hiçbir şey demeden hemen sarıldı. Katyuşa delikanlıya sokuldu, başını kaldırıp dudaklarını uzatarak öpüşüne karşılık verdi. Sundurmanın köşesinde karların eridiği kuru bir yerde duruyorlardı ve Nehlüdov bütün bedenine acı veren, doyurulmamış bir istekle doluydu. Dış kapı birden açıldı ve aynı şekilde gıcırdadı. Matryona Pavlovna'nın öfkeli sesi duyuldu:
"Katyuşa!"
Katyuşa, delikanlının kollarından kurtulup hizmetçi odasına geri döndü. Nehlüdov, kapı çengelinin takıldığını duydu. Sonra her şey sessizliğe gömüldü, penceredeki kırmızı göz kayboldu, bir tek sis ve nehirdeki kıpırtılar kaldı.
Nehlüdov pencereye yaklaştı. Hiç kimse görünmüyordu. Pencereyi tıklattı, cevap veren olmadı. Nehlüdov ana girişten geçip eve geri döndü ama gözüne uyku girmiyordu. Çizmelerini çıkarıp koridorda yalınayak yürüyerek Katyuşa'nın Matryona Pavlovna'nınkiyle bitişik olan kapısına gitti. Önce Matryona Pavlovna'nın huzurlu horultularına kulak kabarttı. Tam içeri girmek üzereyken yaşlı kadın öksürmeye başladı ve gıcırdayan yatağında bir yandan öbür yana döndü. Nehlüdov olduğu yerde donup kaldı ve beş dakika kadar öylece dikildi. Her şey yeniden sessizliğe bürünüp huzurlu horultular tekrar duyulduğunda, döşeme tahtalarını gıcırdatmamaya çalışarak Katyuşa'nın kapısına geldi. Hiç ses yoktu. Anlaşılan Katyuşa uyumuyordu, çünkü soluğu duyulmuyordu. Ama daha o, "Katyuşa!" diye fısıldar fısıldamaz Katyuşa yerinden fırlayıp kapıya yaklaştı ve gitmesi için öfkeyle –Nehlüdov'a öyle gelmişti– onu ikna etmeye çalıştı. Dudakları:
"Ne yapıyorsunuz? Delirdiniz mi siz? Halalarınız duyacaklar," dese de bütün varlığı "Her şeyimle seninim," diyordu.
Nehlüdov'un anladığı da yalnızca buydu.
"Hadi bir dakikacık olsun aç kapıyı. Yalvarırım sana," gibi anlamsız sözler söylüyordu Nehlüdov.
Katyuşa yatışmıştı, sonra Nehlüdov kapının sürgüsünü arayan bir elin hışırtısını duydu. Sürgü şakırtıyla açıldı ve Nehlüdov aralanan kapıdan içeri süzüldü.
Sırtında omuzlarını açıkta bırakan sert bezden bir gecelik olan Katyuşa'yı kucaklayıp havaya kaldırdı.
"Ah! Durun, ne yapıyorsunuz?" diye fısıldadı Katyuşa.
Ancak Nehlüdov, kucağında kendi odasına götürürken kızın söylediği hiçbir şeyi dinlemiyordu.
"Ah bırakın, yapmayın," diyordu Katyuşa fakat bir yandan da delikanlıya sokuluyordu.
.....................................................................
Katyuşa titreyerek ve hiçbir şey söylemeden, sözlerine hiç karşılık vermeden yanından ayrıldığında Nehlüdov dış kapının önüne çıkıp orada dururken bütün bu olup bitenlerin anlamını kavramaya çalışıyordu.
Dışarısı şimdi daha aydınlıktı; aşağıda, nehirde buzların çatırtısı, çınıltısı ve fosurtusu daha da artmış ve önceki seslere bir de çağıltı eklenmişti. Sis de daha aşağılara inmişti, sis duvarının arkasından kara ve korkunç bir şeyi kopkoyu ışığıyla aydınlatan hilal biçimindeki ay çıkıyordu.
Nehlüdov, "Nedir bu, büyük bir mutluluk mu, yoksa büyük bir mutsuzluk mu?" diye soruyordu kendine. "Her zaman aynı şey oluyor," dedi ve sonra yatmaya gitti.
XVIII
Ertesi gün, neşeli ve kusursuz bir adam olan Şenbok, Nehlüdov'un ardından halaları ziyarete geldi ve zarişiğiyle, kibarlığıyla, neşesiyle, eli açıklığıyla ve Dmitriy'e olan sevgisiyle onları büyüledi. Şenbok'un eli açıklığı halaların çok hoşuna gitmişti ama abartılı haliyle de biraz şaşırtmıştı. Kapıya gelen kör dilencilere bir ruble sadaka vermiş, insanlara bahşiş dağıtmış ve Sofya İvanovna'nın küçük köpeği Süzetka'nın ayağı yaralanıp kanayınca, köpeğin ayağını sarmasını kendisinden rica ettiklerinde kenarı şeritli patiska mendilini (Sofya İvanovna bu mendillerin düzinesinin en az on beş ruble olduğunu biliyordu) bir an bile duraksamadan yırtıp Süzetka'nın ayağını sarmıştı. Halalar daha önce böyle birini görmemişlerdi ve Şenbok'un hiçbir zaman ödemeyeceği –ödemeyeceğini kendisi çok iyi biliyordu– iki yüz bin ruble borcu olduğunu ve bu yüzden yirmi beş ruble az ya da çok olmuş onun için bir önem taşımadığını bilmiyorlardı.
Şenbok sadece bir gün kalıp ertesi gece Nehlüdov'la birlikte yola çıktı. Daha fazla kalamıyorlardı, çünkü birliklerine katılmak için verilen süre bitmek üzereydi.
Bir gece önceki anıların henüz tazeliğini yitirmediği, halaların evindeki bu son gün, Nehlüdov'un ruhunda iki ayrı duygu yükselerek birbiriyle çarpışıyordu: Biri, vaat ettiklerinden uzak olsa da tensel aşkın yakıcı ve şehvetli anılarıyla amacına erişmenin verdiği gurur; diğeri, yaptığının çok kötü bir şey olduğunu ve bu kötü şeyi onarması gerektiğini hem de Katyuşa için değil, kendisi için onarması gerektiğini bilmesi.
Yaşadığı bencillik çılgınlığı içinde Nehlüdov, sadece kendini, Katyuşa'ya ne yaptığını öğrenirlerse kendisini kınayıp kınamayacaklarını, kınarlarsa ne ölçüde kınayacaklarını düşünüyor, Katyuşa'nın ne hissettiğini, kızın başına neler geleceğini aklına bile getirmiyordu.
Şenbok'un Katyuşa'yla aralarındaki ilişkiyi tahmin ettiğini düşünüyor ve bu durum gururunu okşuyordu.
Şenbok, Katyuşa'yı görünce:
"Vay vay, birdenbire halalarını bir hafta kalacak kadar sevmeye başladın demek. Senin yerinde olsam ben de gitmezdim. Bir içim su!" demişti.
Ayrıca Katyuşa'yla sevişmenin tadını tam olarak çıkaramadan gidecek olmasına üzülse de sürdürülmesi zor olabilecek bir ilişkiyi bir anda koparmak açısından bunun iyi bir fırsat olduğunu da düşünüyordu. Düşündüğü bir şey daha vardı: Katyuşa'ya para vermek gerekirdi. Katyuşa için, bu para Katyuşa'ya gerekli olabileceği için değil, her zaman yapıldığı gibi, ondan yararlandıktan sonra bedelini ödemediği takdirde kendisini namussuzun biri sayacakları için. Ve bu parayı verdi. Kendisinin ve Katyuşa'nın konumuna göre dolgun sayılacak bir miktardı.
Gideceği gün öğleden sonra kızı sundurmanın altında bekledi. Katyuşa Nehlüdov'u görünce kıpkırmızı oldu ve gözleriyle hizmetçi bölümünün açık kapısını işaret ederek geçip gitmek istedi ama Nehlüdov onu durdurdu.
İçinde yüz ruble olan zarfı avucunun içinde buruşturarak:
"Vedalaşmak istedim," dedi. "Şey ben..."
Katyuşa tahmin etmişti, yüzünü buruşturup başını salladı ve elini itti.
"Hayır, al," diye mırıldanıp zarfı kızın koynuna soktu ve sanki canı yanıyormuş gibi yüzünü buruşturup, inleyerek odasına koştu.
Sonra uzun süre odasında bir aşağı bir yukarı dolaştı, kıvrılıp oturdu, hatta zıpladı, o sahneyi anımsayınca canı yanıyormuş gibi bağıra bağıra ahlayıp oşadı.
"Başka ne yapabilirdim ki? Hep böyle olur. Şenbok'la anlattığı şu mürebbiye arasında da böyle olmuştu. Grişa Amca'nın da, köyde oturduğu sırada bir köylü kadından, hâlâ hayatta olan gayrimeşru oğlu Mitenka dünyaya geldiğinde babamın başına da aynı şey gelmişti. Herkes yaptığına göre, demek ki böyle yapmak gerekiyor." Kendini bu şekilde avutmaya çalışıyor fakat asla avutamıyordu. Bu anı vicdanını yakıyordu.
İğrenç, alçakça, acımasızca davrandığını, bu davranışının bilincinde olarak başka birini kınamasının mümkün olamayacağı gibi, bırakın artık kendini kusursuz, soylu, yüce gönüllü bir delikanlı saymayı, insanların gözlerinin içine bile bakamayacağını ruhunun ta derinlerinden, hem de en derinlerinden biliyordu. Oysa canlı, neşeli bir hayat sürdürebilmesi için kendisini bu şekilde biri sayması gerekiyordu. Bunun içinse bir tek çare vardı: Bu konuyu düşünmemek. O da öyle yaptı.
Adım attığı yeni yaşam, yani yeni yerler, yeni arkadaşlar ve savaş da buna yardım etti. Ne kadar çok şey yaşarsa o kadar çok unutuyordu ve sonunda gerçekten de her şeyi tümüyle unuttu.
Katyuşa'yı görmek umuduyla savaştan sonra yalnız bir kez halalarına uğramış ve Katyuşa'nın artık orada olmadığını, onun gidişinden bir süre sonra doğum yapmak için halalarının yanından ayrıldığını, bir yerlerde doğum yaptığını ve halalarının ifadesiyle ahlakının iyice bozulduğunu öğrenmiş, yüreği sıkışmıştı. Katyuşa'nın doğurduğu bebek, zamana bakılırsa kendisinden olabilirdi ama olmayabilirdi de. Halalar, kızın ahlakının bozulduğunu ve tıpkı annesi gibi ahlaksız bir yapısı olduğunu söylüyorlardı. Ve kendisini bir yerde haklı çıkardığı için halaların bu yargısı hoşuna gidiyordu. İlk başlarda Katyuşa'yı ve bebeği her şeye rağmen aramak istemiş fakat daha sonra sırf bu konu ruhunun derinlerinde son derece büyük bir acı ve utanç duymasına neden olduğu için gereken çabayı göstermemiş ve işlediği günahı iyice unutarak düşünmekten vazgeçmişti.
Ama işte şimdi bu şaşırtıcı rastlantı, ona unuttuğu her şeyi anımsatıyor ve vicdanındaki bu günahla ona bu on yılı huzur içinde geçirme olanağı vermiş olan kalpsizliğini, acımasızlığını, alçaklığını itiraf etmesini gerektiriyordu. Ancak böyle bir itiraftan uzaktı henüz ve şimdi tek düşündüğü, olup bitenlerin öğrenilmesine ve Katyuşa'nın ya da avukatının her şeyi anlatıp onu herkesin önünde kepaze etmesine engel olmaktı.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top