XII - XIII - XIV


XII

Evet, Katyuşa'ydı.

Nehlüdov'un Katyuşa'yla ilişkisi şöyle gelişmişti:

Nehlüdov, üniversitenin üçüncü sınıfındayken toprak mülkiyetiyle ilgili tezini hazırlamak üzere yaz mevsimini halalarının yanında geçirdiği sırada görmüştü Katyuşa'yı ilk kez. Normalde yaz mevsimini annesi ve kız kardeşiyle birlikte annesinin Moskova yakınlarındaki büyük malikânesinde geçirirdi. Fakat o yıl kız kardeşi evlenmiş, annesiyse yurtdışına, kaplıcalara gitmişti. Nehlüdov'un ise tezini yazması gerekiyordu ve yaz mevsimini halalarının yanında geçirmeye karar verdi. Halaların yaşadığı ıssız, sessiz yerde öyle eğlence falan yoktu, halalarsa aynı zamanda vârisleri olan yeğenlerinin üzerine titriyorlardı. O da halalarını, onların modası geçmiş, basit yaşantısını seviyordu.

Nehlüdov, o yaz halalarının evinde büyük bir coşku duymuştu. Bu coşku, bir delikanlının yaşamın güzelliğini ve önemini, bu yaşamda insanın üzerine düşen görevin taşıdığı önemi ilk kez başkalarının yönlendirmesiyle değil, kendi başına anladığında, hem kendi dünyasını hem de çevresindeki dünyayı sonsuz biçimde yetkinleştirme olanağını gördüğünde, dünyayı yetkin bir hale getirmek için yalnız umutla değil, aynı zamanda kafasında canlandırdığı bu yetkinliğe duyduğu tam bir güvenle kendini adadığında duyduğu türden bir coşkuydu. O yıl üniversitede Spencer'ın "Sosyal Denge"sini okumuş, Spencer'ın toprak mülkiyetiyle ilgili düşünceleri, geniş topraklara sahip bir kadının oğlu olması nedeniyle Nehlüdov'un üzerinde büyük bir etki yapmıştı. Babası varsıl değildi ama annesine çeyiz olarak on bin desyatina kadar arazi verilmişti. Toprak mülkiyetinin acımasızlığını ve adaletsizliğini ilk kez o zaman anlamış, ahlaki gerekler için özveride bulunmaktan büyük manevi haz duyan insanlardan biri olarak toprak mülkiyeti hakkından yararlanmamaya karar vermiş ve babasından miras kalan toprağı daha o zaman köylülere bırakmıştı. Tezini de işte bu konu üzerine yazıyordu.

O yıl köyde, halalarının evinde günleri şöyle geçiyordu: Sabah çok erken, bazen saat üçte kalkıyor, güneş doğmadan, daha sabah sisi kalkmadan tepenin eteğindeki nehre yüzmeye gidiyor ve otların, çiçeklerin üstündeki çiy kurumadan geri dönüyordu. Sabahları kahvesini içtikten sonra bazen tezinin başına oturuyor ya da tezi için kaynak kitaplar okuyor, fakat genellikle okumak ve yazmak yerine tekrar evden çıkıp tarlalarda, ormanlarda dolaşıyordu. Öğleden önce bahçenin bir köşesinde kestiriyor, öğleden sonra neşesiyle halalarını da güldürüp eğlendiriyor, daha sonra ata biniyor ya da sandalla geziyor, akşam yine kitap okuyor veya halalarıyla oturup iskambil falına bakıyordu. Genellikle geceleri, özellikle de mehtaplı gecelerde müthiş bir yaşama sevinci duyduğu için uyuyamıyor, şafak sökene dek kafasında hayallerle, düşüncelerle bahçede dolaşıp duruyordu.

Halalarının yanındaki ilk ayını, yarı hizmetçi, yarı evlatlık, kara gözlü, ayağına çabuk Katyuşa'ya hiç dikkat etmeden bu şekilde mutlu ve huzurlu geçirmişti.

Annesinin kanatları altında yetişmiş olan Nehlüdov, o sırada on dokuz yaşında, eline henüz kadın eli değmemiş bir delikanlıydı. Bir kadını ancak karısı olarak hayal edebilirdi. Karısı olamayacak kadınların hepsi kadın değil, insandı onun için. Ancak o yaz Uruç yortusunda komşulardan bir hanım, iki kızı, lisede okuyan oğlu ve evinde konuk ettiği köy çocuğu genç bir ressamla birlikte Nehlüdov'un halalarını ziyarete gelmişti.

Çaydan sonra evin önündeki yeni biçilmiş çimenlikte eşli yakalamaca oynuyorlardı. Katyuşa'yı da oyuna almışlardı. Nehlüdov birkaç kere eş değiştirdikten sonra Katyuşa'yla eş oldu. Katyuşa'yı görmek Nehlüdov'un her zaman hoşuna gidiyordu ama aralarında özel bir ilişki olabileceği aklına hiç gelmiyordu.

Kısa, çarpık ama güçlü köylü bacaklarıyla çok hızlı koşan neşeli ressam "ebe"ydi.

"Hadi bakalım, bunlar hiç yakalanmazlar şimdi, ancak takılıp düşecekler de..." dedi ressam.

"Bizi yakalayamazsınız, yakalayamazsınız!"

"Bir, iki, üç!"

Üç kere el çırptılar. Katyuşa, kahkahasını zor tutarak Nehlüdov'la hemen yer değiştirdi ve iş yapmaktan pütür pütür olmuş, küçük, güçlü eliyle Nehlüdov'un iri elini sıkıp, kolalı eteğini hışırdatarak sol yana doğru koşmaya başladı.

Nehlüdov ressama yakalanmamak için var gücüyle koşmaya başladı. Çevresine baktığında ressamın Katyuşa'nın peşinden koştuğunu gördü. Fakat Katyuşa, genç, esnek adımlarını hızlı hızlı atarak koşuyor, ressamdan kaçarak sola doğru uzaklaşıyordu. İleride bir leylak kümesi vardı. Kimse o tarafa koşmuyordu. Ama Katyuşa, Nehlüdov'u görünce, leylakların arkasında buluşmak için başıyla işaret etti. Nehlüdov, işareti anlayıp leylakların arkasına doğru koştu. Ama burada, leylakların ardında, daha önce fark etmediği, içinde ısırganlar bitmiş bir ark vardı; ayağı takılınca bu arkın içine düştü, ellerini ısırganlar daladı, akşam çiyi de üstünü başını ıslattı. Düşer düşmez gülerek hemen yerinden doğrulup ısırgansız bir yere doğru koşmaya başladı.

Katyuşa, pırıl pırıl gülümsemesi, ıslak frenküzümü gibi kapkara gözleriyle uçarcasına ona doğru koşuyordu. Buluşup el ele tutuştular.

Katyuşa, yana kaymış olan saç örgüsünü öbür eliyle düzeltirken, güçlükle soluk alarak ve aşağıdan yukarı doğru Nehlüdov'a bakarak:

"Isırganlar batmıştır herhalde," dedi.

Nehlüdov gülerek ve kızın elini bırakmaksızın:

"Orada ark olduğunu bilmiyordum," dedi.

Katyuşa, Nehlüdov'a yaklaştı ve Nehlüdov, kendisi de nasıl olduğunu anlamadan kızın yüzüne doğru uzandı; Katyuşa geri çekilmedi. Nehlüdov, Katyuşa'nın elini kuvvetlice sıktı ve dudaklarından öptü.

Katyuşa:

"Dur, ne yapıyorsun!" dedi ve elini hızlı bir hareketle kurtarıp Nehlüdov'un yanından koşarak uzaklaştı.

Leylaklara doğru koşarak, çiçekleri dökülmeye yüz tutmuş beyaz leylaktan iki küçük dal koparıp, alev alev yanan yüzüne bu dalları hafif hafif vurarak, kollarını hızlı hızlı sallayarak, gözlerini Nehlüdov'dan ayırmaksızın geri geri oyun arkadaşlarının yanına gitti.

O günden sonra Nehlüdov'la Katyuşa arasındaki ilişkiler değişmişti ve aralarında gönülleri birbirine akan tertemiz bir delikanlıyla tertemiz bir genç kızın arasında olabilecek özel ilişkiler kurulmuştu.

Katyuşa içeri girdiğinde ya da Nehlüdov, Katyuşa'nın beyaz önlüğünü daha uzaktan gördüğünde her şey gün ışığı düşmüş gibi aydınlanıyor, daha ilginç, daha neşeli, daha önemli oluyordu; yaşam bir sevinç haline dönüşüyordu. Katyuşa da aynı şeyleri duyuyordu. Ancak Nehlüdov'un üzerinde bu etkiyi yapan yalnızca Katyuşa'nın varlığı, onun yakınlarda bir yerde olması değildi; Nehlüdov için Katyuşa'nın, Katyuşa için de Nehlüdov'un var olduğunu bilmek bu etkiyi yaratıyordu. Nehlüdov annesinden tatsız bir mektup mu aldı, tezle ilgili çalışmaları yolunda mı gitmiyor, nedensiz bir gençlik üzüntüsüne mi kapıldı, Katyuşa'nın varlığını anımsamak yetiyor, onu gördüğünde bütün sıkıntısı dağılıveriyordu.

Katyuşa'nın evde yapacak çok işi olsa da bütün işlerin üstesinden geliyor, boş kalan zamanlarda da kitap okuyordu. Nehlüdov yeni okuduğu Dostoyevski ve Turgenyev kitaplarını veriyordu ona. Katyuşa'nın en çok hoşuna giden, Turgenyev'in "Sessizlik" adlı kitabıydı. Koridorda, balkonda, bahçede, bazen de halalarının hizmetçisi Matryona Pavlovna'nın Katyuşa'yla birlikte kaldığı, Nehlüdov'un da arada sırada kıtlama çay içmek için uğradığı odasında konuşuyorlardı. En hoş konuşmalar da bu odada, Matryona Pavlovna'nın yanında yaptıkları konuşmalardı. Yalnız kaldıklarında konuşmak daha zor oluyordu. İkisinin de gözleri, hemen ağızlarının söylediğinden çok daha önemli, bambaşka şeyler söylemeye başlıyor, dudakları büzülüyor, korkunç bir şey oluyor ve çarçabuk ayrılıyorlardı birbirlerinden.

Nehlüdov'la Katyuşa arasındaki bu ilişki, Nehlüdov'un halalarını ilk ziyareti boyunca devam etti. Halalar bunu fark edince korktular, hatta durumu Nehlüdov'un yurtdışında bulunan annesi Prenses Yelena İvanovna'ya bir mektupla bildirdiler. Halalardan Marya İvanovna, Dmitriy'in Katyuşa'yla arasındaki ilişkiyi ilerletmesinden korkuyordu. Ancak korkusu boşunaydı: Nehlüdov, Katyuşa'ya, kendisi de ayrımında olmadan, tertemiz bir sevgi besliyordu ve onun bu sevgisi, onu da Katyuşa'yı da kötü şeyler yapmaktan koruyordu. Nehlüdov, Katyuşa'yı fiziksel olarak elde etme isteğine sahip olmadığı gibi, Katyuşa'yla arasında böyle bir ilişki olasılığını aklına getirdiğinde bile korkuya kapılıyordu. Duygusal biri olan Sofya İvanovna'nın, sağlam ve kararlı bir kişiliğe sahip Dmitriy'in Katyuşa'ya âşık olup, kızın sosyal durumuna, soyuna sopuna bakmaksızın onunla evlenmeye kalkışması konusundaki kaygıları ise çok daha ciddi kaygılardı.

Nehlüdov, Katyuşa'yı sevdiğini o zaman anlamış olsaydı ve kaderini bu kızla asla birleştiremeyeceğini ve birleştirmemesi gerektiğini birileri o zaman ona söylemiş olsalardı, her konuda gösterdiği doğruluğu gösterir, kim olursa olsun, soyu sopu ne olursa olsun sevdiği kızla evlenmemesi için hiçbir neden olamayacağını açıkça belirtirdi. Ama halalar ona bu kaygılarından söz etmemişler, o da Katyuşa'ya duyduğu sevgiyi anlayamadan ayrılmıştı oradan.

Katyuşa'ya karşı hissettiği duyguların o sıralarda bütün varlığını dolduran, bu sevimli, neşeli genç kızla paylaştığı yaşama sevincinin belirtilerinden biri olduğundan emindi. Oradan ayrılırken Katyuşa'nın halalarla birlikte kapıda dikilip yaşlarla dolu, kara, şehla gözleriyle onu uğurladığı sırada bir daha asla bulamayacağı, çok güzel, çok değerli bir şeyi bırakıp gittiğini hissediyordu. O da çok üzüntülüydü. Arabaya binerken, halasının başlığının üzerinden bakarak:

"Hoşça kal Katyuşa, her şey için teşekkür ederim," dedi.

Katyuşa, güzel, tatlı sesiyle ve gözlerine dolan yaşlara engel olmaya çalışarak:

"Hoşça kalın Dmitriy İvanoviç," deyip rahatça ağlayabileceği hole koştu.


XIII


Nehlüdov, o günden sonra üç yıl Katyuşa'yla görüşmedi. Genç kızla ancak subaylığa terfi edip, birliğine katılmak üzere giderken, üç yıl öncekinden çok çok farklı biri olarak halalarına uğradığında görüştü.

O zamanlar her türlü iyi işe kendini vermeye hazır, dürüst, özverili bir delikanlıyken, şimdi şımarık, aşırı derecede bencil, yalnız kendi zevkini düşünen biriydi. O zamanlar dünya ona sevinçle ve heyecanla çözmeye çalıştığı bir bilmece olarak görünürken, şimdi yaşamdaki her şey, içinde bulunduğu koşullarla belirlenen, basit ve açık şeyler olarak görünüyordu. O zamanlar onun için gerekli ve önemli olan, doğayla, öncelikle de yaşayan, düşünen ve duyumsayan insanlarla ilişki kurmakken (felsefe, şiir), şimdi birtakım gruplarla ve arkadaşlarıyla ilişkileri gerekli ve önemli olmuştu. O zamanlar kadınlar gözüne gizemli ve güzel, daha doğrusu bu gizemlilikleri nedeniyle güzel varlıklar olarak görünürken, şimdi kendi ailesindeki kadınların ve arkadaşlarının karılarının dışındaki bütün kadınların bir tek anlamı vardı onun için: Kadın, artık tadını bildiği bir zevkin en iyi araçlarından biriydi. O zamanlar paraya gereksinim duymuyordu, annesinin verdiği paranın üçte birini bile almayabilir, babasının topraklarından vazgeçebilir ve bu toprakları köylülere verebilirken, şimdi annesinin her ay verdiği üç bin beş yüz ruble az geliyor, annesiyle aralarında para yüzünden tatsız konuşmalar oluyordu. O zamanlar kendini ruhsal bir varlık olarak görürken, artık sağlıklı, kanlı canlı, hayvansal bir varlık olarak görüyordu.

Bu korkunç değişikliğin tek nedeni, kendine inanmayı bırakıp başkalarına inanmaya başlamasıydı. Kendine inanmaktan vazgeçmiş, başkalarına inanmaya başlamıştı, çünkü kendine inanarak yaşamak çok zordu: Kendine inandığında sorunlarını kolay sevinçler arayan hayvansal "ben"in yararına değil, neredeyse her zaman bu hayvansal "ben"e karşı koyarak çözümlemesi gerekiyordu; oysa başkalarına inandığında ortada çözümlenecek bir sorun olmuyordu. Her şey zaten çoktan çözümlenmişti, hem de ruhsal "ben"e karşı, hayvansal "ben"in yararına çözümlenmişti. Ayrıca kendine inandığı sürece hep insanlar tarafından ayıplanmışken, başkalarına inandığında çevresindeki insanların övgüsünü kazanıyordu.

Öyle ki, Nehlüdov, Tanrı, gerçek, varsıllık, yoksulluk gibi konuları düşündüğü zamanlarda çevresindeki herkes bunu yersiz, kısmen de gülünç bir şey olarak görür, annesi ve halası ona takılarak "Notre cher philosophe"[8] derlerdi; roman okuduğunda, yakası açılmadık fıkralar ya da Fransız tiyatrosuna vodvil seyretmeye gidip sonra bunları keyişe anlattığında ise herkes onu övüyor, bunları yapmaya özendiriyordu. Gereksinimlerini kısıtlama gereği duyduğu, eski paltosunu giymeye devam ettiği ve içki içmediği zamanlar herkes bu yaptıklarını tuhaşık olarak görüyor, av için ya da çok süslü bir çalışma odası için büyük paralar harcadığında ise herkes onun zevkini övüyor, pahalı eşyalar armağan ediyordu. Henüz bakir olduğu ve evlenene kadar da öyle kalmak istediği zamanlarda yakınları sağlığından kaygı duyuyorlardı, hatta annesi, oğlunun gerçek bir erkek olduğunu ve bir arkadaşının Fransız sevgilisini elinden aldığını öğrendiğinde üzüleceği yerde sevinmişti bile. Katyuşa olayına gelince, oğlunun Katyuşa'yla evlenme olasılığını aklına getirdiğinde prensesin dehşete kapılmaması mümkün değildi.

Nehlüdov'un, rüştünü ispatladıktan sonra, toprak mülkiyetini adaletli bulmadığı için babasından miras kalan küçük araziyi köylülere verdiği zaman da onun bu hareketi, annesini ve yakınlarını dehşete düşürmüş, bütün akrabalarının kendisiyle sürekli alay ettikleri ve başına kaktıkları bir konu olmuştu. Ona köylülerin toprağı aldıktan sonra bırakın varsıllaşmayı, köyde üç meyhane açıp, çalışmayı tümden bırakarak üstüne üstlük yoksullaştıklarını anlatıyorlardı durmadan. Nehlüdov muhafız birliğine girdikten sonra yüksek aristokrasiden arkadaşlarıyla birlikte, annesini sermayeden bile para çekmek zorunda bırakacak kadar çok harcama yapmaya başladığında bile Yelena İvanovna bunun doğal bir şey, hatta genç yaşlarda, iyi bir toplumda çiçek aşısı gibi iyi bir şey olduğunu düşünerek neredeyse hiç üzülmemişti.

Nehlüdov, ilk başta bununla mücadele ediyordu ama mücadele çok zordu, çünkü kendisine inanarak iyi saydığı her şey, başkalarınca kötü sayılıyordu ve tam tersine kendisine inanarak kötü saydığı her şey de çevresindeki herkes tarafından iyi sayılıyordu. Sonunda Nehlüdov teslim oldu, kendisine inanmaktan vazgeçip başkalarına inandı. Kendini yadsımak ilk zamanlar hoşuna gitmiyordu, ama hoşuna gitmeyen bu duygu çok kısa sürdü. Nehlüdov bu arada sigaraya ve içkiye de başlayarak çok kısa sürede bu tatsız duygudan kurtuldu, hatta büyük bir hafişik hissetmeye başladı.

Nehlüdov, çevresindeki herkes tarafından onaylanan bu yeni yaşama tutkulu yapısı yüzünden kendini iyice kaptırdı ve bambaşka şeyler isteyen içindeki sese kulaklarını tamamen tıkadı. Bu durum Petersburg'a gittikten sonra başlamış ve askeri göreve girmesiyle de tamamlanmıştı.

Askerlik, genellikle insanların ahlakını bozar, onları tam anlamıyla işsiz güçsüz bir duruma, yani aklı başında ve yararlı işlerin yapılmadığı bir duruma sokar, insanlığın ortak görevlerini yerine getirmekten ayrı tutar, bu görevlerin yerine alayın, üniformanın ve sancağın resmi onurunu ve bir yandan başka insanlar üstünde sınırsız bir egemenliği, öte yandan da üstlerine karşı köle gibi boyun eğmeyi getirip koyar.

Fakat askerliğin üniforma ve sancak onuruyla, zorbalığa ve adam öldürmeye izin vermesiyle yarattığı ahlak bozukluğuna bir de sadece zengin ve soylu subayların görev yaptığı seçilmiş muhafız alaylarında olduğu gibi, zenginliğin ve çar ailesiyle yakınlığın yarattığı ahlak bozukluğu da eklenince ahlaksızlığın boyutları tam bir bencillik cinnetine kadar varır. İşte ordu hizmetine girdikten ve arkadaşları gibi yaşamaya başladıktan sonra Nehlüdov da böyle bir bencillik cinneti içinde bulunuyordu.

Başkaları tarafından dikilen ve temizlenen çok güzel bir üniformayı ve miğferi giyerek, yine başkaları tarafından yapılan, temizlenen ve eline verilen bir silahı kuşanarak, başkaları tarafından beslenen, eğitilen çok güzel bir ata binerek kendisi gibi insanlarla birlikte eğitime ya da denetime gitmek, dörtnala at koşturmak, kılıç sallamak, ateş etmek ve bunları başkalarına öğretmek dışında bir iş yoktu. Genç yaşlı en yüksek yerlerdeki insanlar, çar ve çarın yakınları bu işi sadece onaylamakla kalmıyorlar, övüyorlar, bunun için teşekkür ediyorlardı. Bu işlerden sonra ise nereden geldiği belirsiz paraları har vurup harman savurarak subay kulüplerinde ya da en pahalı meyhanelerde yemek yemek, özellikle de içki içmek güzel ve önemli bir şey sayılıyordu; sonra tiyatrolar, balolar, kadınlar, sonra yine ata binme, kılıç sallama, dörtnala at koşturma ve paraları savurma, votka, iskambil, kadınlar.

Böylesi bir yaşantı askerlerin ahlakı üzerinde son derece bozucu bir etki yapmaktadır, çünkü asker olmayan birinin buna benzer bir yaşam sürmesi halinde ruhunun derinlerinde bu yaşantısından utanç duymaması mümkün değildir. Askerlerse bunun bu şekilde olması gerektiğini söylerler, Türkiye'ye savaş ilan edildikten sonra orduya katılmış olan Nehlüdov'un da başına geldiği gibi, özellikle savaş zamanında böylesi bir yaşamdan gurur duyarlar, bununla övünürler. "Savaşta canımızı vermeye hazır olduğumuza göre, yaşadığımız bu kaygısız ve eğlenceli hayat hoş görülmeli, aynı zamanda bu şekilde yaşamamız gerektiği kabul edilmeli," derler.

Nehlüdov, hayatının bu döneminde böyle karışık düşünceler içindeydi; bu dönemde daha önce önüne koyduğu bütün ahlaki engellerden kurtulma heyecanını duyuyor ve sürekli bir bencillik cinneti içinde bulunuyordu.

Üç yıl sonra halalarına uğradığında da aynı durumdaydı.


XIV


Nehlüdov'un halalarına uğramasının nedeni, halaların yurtluğunun, birliğine katılmak üzere geçtiği yol üzerinde bulunması ve halaların geçerken uğraması için çok ısrar etmeleriydi ama asıl Katyuşa'yı görmek için uğramıştı. Belki de ruhunun derinlerinde Katyuşa'ya karşı kötü bir niyet vardı. Bu kötü niyeti kulağına fısıldayan, içindeki artık iyice azmış, hayvansal yönleri ağır basan insandı. Ama bu niyetin bilincinde değildi, sadece vaktiyle çok hoşuna gitmiş olan bu yere tekrar gitmek ve kendisini her zaman sezdirmeden bir sevgi ve hayranlıkla kuşatan, biraz komik, sevimli, güler yüzlü halalarını ve aklında hoş anılarla kalmış olan sevimli Katyuşa'yı görmek istiyordu.

Martın sonunda, Paskalya'dan önceki son cuma günü, çamurlu bir yoldan, sağanak yağmur altında, iliklerine kadar ıslanmış ve soğuktan donmuş fakat canlı ve yılın bu döneminde her zaman hissettiği şekilde coşkulu bir halde gelmişti. Halalarının etrafı tuğla duvarla çevrili, çatıdan dökülmüş karlarla dolu, eski, tanıdık avlusuna girerken "Hâlâ yanlarında mı acaba?" diye düşünüyordu. Çıngırak sesini duyunca Katyuşa'nın koşup kapıya çıkmasını bekliyordu ama hizmetçi bölümünün kapısına, görünüşlerinden ve ellerindeki kovalardan yer sildikleri anlaşılan, eteklerini toplamış, çıplak ayaklı iki köylü kadın çıktı. Gösterişli ana kapıda da görünmedi Katyuşa; yalnızca uşak Tihon çıkmıştı kapıya, üzerindeki önlüğe bakılırsa o da temizlik yapıyordu. Sırtında ipek elbisesi, başında başlığıyla Sofya İvanovna evin girişinde göründü.

"Ne iyi ettin de geldin!" dedi Sofya İvanovna yeğenini öperken. "Maşenka biraz rahatsız, kilisede yoruldu. Ayine katılmıştık da."

Nehlüdov, Sofya İvanovna'nın elini öperek:

"Bayramınızı kutlarım Sofya Hala, kusura bakmayın sizi de ıslattım," dedi.

"Odana git. Sırılsıklam olmuşsun. Bıyık da bıraktın demek... Katyuşa! Katyuşa! Hemen kahve getir ona."

"Geliyorum!" diyen tanıdık, hoş bir ses duyuldu koridordan.

Ve sevinçten Nehlüdov'un yüreği hop etti. "Burada!" Sanki güneş bulutların arkasından çıkıp yüzünü göstermişti. Nehlüdov, Tihon'la birlikte neşe içinde, daha önce de kaldığı odaya, üstünü değiştirmeye gitti.

Katyuşa'nın nasıl olduğunu, evlenip evlenmediğini Tihon'a sormak istiyordu. Ama Tihon öyle saygılı, aynı zamanda öyle ciddi, ellerini yıkaması için su dökmekte o kadar ısrarcıydı ki, Nehlüdov, Katyuşa'yı sorup sormamak konusunda kararsız kaldı ve sadece torunlarını, erkek kardeşinin yaşlı aygırını, bekçi köpeği Polkan'ı sormakla yetindi. Geçen yıl kuduran Polkan dışında herkes sağ ve sağlıklıydı.

Nehlüdov, üstündeki ıslak giysileri çıkarıp tam yenilerini giyiyordu ki hızlı hızlı yürüyen birinin ayak sesleri duyuldu ve kapı vuruldu. Nehlüdov, ayak seslerini de, kapının vuruluşunu da tanıdı. Bir tek o böyle yürür, kapıyı böyle çalardı.

Sırtına ıslak kaputunu alıp kapıya yaklaştı.

"Girin!"

Oydu, Katyuşa'ydı. Aynıydı, eskisinden daha da sevimliydi. Gülümseyen, saf, kara şehla gözleri yine öyle aşağıdan yukarıya bakıyordu. Üzerinde eskisi gibi beyaz, temiz bir önlük vardı. Halalarının gönderdiği, paketinden yeni çıkarılmış kokulu bir sabunla iki de havlu getirmişti; büyük bir Rus havlusuyla yumuşak bir yüz havlusu. Hiç dokunulmamış baskılı harşeriyle sabun da, havlu da, Katyuşa da aynı saşıkta, aynı tazelikteydi. Hepsi de el değmemiş, hepsi de hoştu. Eskiden de Nehlüdov'u görünce gizleyemediği sevinci yüzünden kızın sevimli, sert, kırmızı dudakları yine aynı şekilde büzülmüştü.

"Hoş geldiniz Dmitriy İvanoviç!" dedi güçlükle ve yanakları kızardı.

"Sağ ol... sağ olun." Katyuşa'ya nasıl hitap edeceğini, "sen" mi, yoksa "siz" mi diyeceğini bilemiyordu. Katyuşa gibi onun da yüzü kızardı. "Nasılsınız, iyi misiniz?"

"Çok şükür... Halanız sevdiğiniz güllü sabundan yolladı," dedi sabunu masanın üstüne, havluları da koltuğun koluna koyarken.

Tihon, konuklarının artık bağımsız biri olduğunu kanıtlamak istercesine Nehlüdov'un içinde bol miktarda şişe, fırça, briyantin, parfüm ve çeşit çeşit tuvalet malzemesi bulunan gümüş kapaklı, ağzı açık büyük tuvalet çantasını gururla göstererek:

"Kendilerinin de var," dedi.

Nehlüdov, ruhunda eskisi gibi aydınlık ve tatlı bir şeyler olduğunu hissederek:

"Halama teşekkürlerimi iletin. Buraya geldiğime çok memnunum," dedi.

Katyuşa, bu sözlere yanıt olarak sadece gülümsedi ve dışarı çıktı.

Nehlüdov'u her zaman sevmiş olan halalar, bu kez onu her zamankinden daha sevinçli karşılamışlardı. Dmitriy bir savaşa gidiyordu, yaralanabilir, ölebilirdi. Halalarını duygulandırmıştı bu durum.

Nehlüdov, yolculuğunu burada ancak bir gün kalacak şekilde ayarlamıştı ama Katyuşa'yı görünce iki gün sonraki Paskalya'yı halalarının yanında geçirmeye razı oldu ve Odessa'da buluşacağı arkadaşı Şenbok'a telgraf çekerek onun da buraya, halaların evine gelmesini yazdı.

Nehlüdov, Katyuşa'yı görür görmez ona karşı önceki duygularını hissetmişti. Aynen önceden olduğu gibi, Katyuşa'nın beyaz önlüğünü gördüğünde heyecanlanmamak, onun ayak seslerini, sesini, gülüşünü işittiğinde sevinmemek, özellikle gülümserken ıslak frenküzümü gibi kapkara gözlerine baktığında tatlı duygulara kapılmamak, en önemlisi karşılaştıkları zaman yüzünün kızardığını görünce şaşırmamak elinde değildi. Âşık olduğunu hissediyordu ama bu önceki gibi bir duygu değildi. Önceden bu aşk onun için bir gizdi ve âşık olduğunu kendisine bile itiraf edip etmemekte kararsızdı, o zamanlar insanın ancak bir kez âşık olabileceğinden emindi. Şimdi âşıktı. Âşık olduğunu biliyor ve buna seviniyordu. Aşkın ne olduğunu ve aşktan nasıl sonuçlar çıkabileceğini kendisinden gizlese de, biraz bulanık da olsa biliyordu.

Bütün insanlarda olduğu gibi, Nehlüdov'un içinde de iki insan vardı. Biri, başkalarına da yarar getirecek iyilikler peşindeki ruhsal insan, diğeri yalnız kendisi için iyilik arayan ve bu iyilik için dünyanın bütün iyiliklerini gözden çıkarmaya hazır tensel insan. Petersburg'daki ve ordudaki yaşamıyla birlikte ortaya çıkmış olan bencillik cinneti döneminde onda bu tensel insan egemenliği ele geçirmiş ve ruhsal insanı tümüyle bastırmıştı. Ancak Katyuşa'yı görüp de ona karşı bir zamanlar hissettiklerini yeniden hissedince ruhsal insan baş kaldırmış ve haklarını istemeye başlamıştı. Paskalya'dan önceki bu iki gün boyunca Nehlüdov'un içinde kendisinin bilincinde olmadığı bir iç savaş hiç ara vermeden devam etmişti.

Gitmesi gerektiğini, halalarında kalmasının bir anlamı olmadığını, bunun iyi sonuçlar doğurmayabileceğini ruhunun ta derinlerinde biliyordu ama öyle sevinçli, öyle keyişiydi ki bunları kendisine söyleyemedi ve gitmeyip orada kaldı.

Kutsal İsa'nın dirildiği pazar gününün arifesinde, cumartesi akşamüstü papaz ve iki yardımcısı, anlattıklarına göre, kiliseyle halaların evinin arasındaki üç verstlik[9] yolda su birikintilerini ve toprakları kızakla güç bela aşıp, sabah ayinini yapmak üzere gelmişlerdi.

Nehlüdov halalarının ve hizmetçilerin yanında ayakta durmuş, kapının önünde dikilen ve elinde buhurdanlık tutan Katyuşa'dan gözünü bir an ayırmaksızın ayini izlemiş, papazla ve halalarıyla öpüşerek bayramlaşmıştı. Artık gidip uyumak istiyordu ki koridorda Marya İvanovna'nın yaşlı oda hizmetçisi Matryona Pavlovna'nın, çörekleri kutsanmak üzere Katyuşa'yla birlikte kiliseye götürme hazırlıkları yaptığını duydu. "Ben de gideyim," diye düşündü.

Kilisenin yolu ne arabayla, ne de kızakla gidilebilecek gibiydi, halalarının evinde kendi evindeymiş gibi emirler verebilen Nehlüdov, "Kardeşlik" diye ad takılmış bir aygırın eyerlenmesini söyledi ve gidip uyumak yerine dar binici pantolonunu, parlak sırmalı üniformasını, üstüne de kaputunu giyip, karanlıkta, ayakları sağa sola kayan, durmadan kişneyen, hantal, yaşlı aygırın sırtında su birikintilerinin ve karların içinden kiliseye doğru yola koyuldu.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top