VIII - IX - X - XI
VIII
Ara menzil, Sibirya yolundaki bütün menziller ve ara menziller gibiydi; sivri uçlu kütüklerle çevrili avluda üç tane tek katlı bina vardı. Pencereleri demirli en büyük binada mahkûmlar, diğerinde konvoy görevlileri, üçüncüde konvoy subayı ve memurlar kalıyordu. Bu üç binanın hepsinde de her zaman olduğu gibi, aydınlık duvarlar arasında güzel ve rahat bir şey olduğunu akla getirerek insanları aldatan ışıklar yanıyordu. Binaların kapılarının önünde fenerler vardı. Beş kadar fener de duvarların yanında yanıyor ve avluyu aydınlatıyordu. Çavuş, Nehlüdov'u çamurun üzerine atılmış tahtalardan oluşan bir yoldan binaların en küçüğünün merdivenine götürdü. Üç basamak çıktıktan sonra kenara çekilip, Nehlüdov'un küçük bir lambayla aydınlatılmış, kömür kokan hole geçmesi için yol verdi. Sobanın önünde kaba bezden gömlek giymiş, kravatlı, siyah pantolonlu, bir ayağında sarı renkli çizme olan bir er, eğilmiş, çizmenin öbür tekinin konçuyla semaveri yelpazeliyordu. Er, Nehlüdov'u görünce semaverle uğraşmayı bırakıp Nehlüdov'un deri paltosunu aldı ve içerideki konuk odasına girdi.
"Geldi efendim."
"Ne duruyorsun alsana içeri," diyen öfkeli bir ses duyuldu.
"Bu kapıdan buyurun," dedi er ve tekrar semaverle uğraşmaya koyuldu.
Asma bir lambayla aydınlatılmış ikinci odada, üzerinde yemek artıkları ve iki şişe bulunan bir masanın ardında geniş göğsünü ve omuzlarını sımsıkı saran bir ceket giymiş, sarı pos bıyıklı, kıpkırmızı suratlı bir subay oturuyordu. Sıcak odada tütün kokusundan başka pek çok kötü koku daha vardı. Subay, Nehlüdov'u görünce hafifçe doğruldu, alay ediyormuş ve kuşkulanıyormuş gibi gözlerini dikti.
"Ne istemiştiniz?" deyip yanıtı beklemeden kapıya doğru bağırdı: "Bernov! Ne zaman hazır olacak şu semaver?"
"Hemen."
"Hemen'i sana bir göstereceğim, bir daha aklından çıkaramayacaksın!" diye bağırdı subay, gözlerinden ateşler saçarak.
"Getirdim!" diye seslendi er ve elinde semaverle içeri girdi.
Nehlüdov erin semaveri koymasını bekledi (subay, küçük, öfkeli gözleriyle, neresine vursam acaba diye eri izliyordu). Semaver yerleşince subay çayı demledi. Sonra çantasından dört köşe bir konyak şişesiyle Albert marka bisküviler çıkardı. Hepsini masa örtüsünün üstüne koyduktan sonra Nehlüdov'a:
"Size nasıl yardımcı olabilirim?" diye sordu.
"Bir kadın mahkûmla görüşmek istiyordum," dedi Nehlüdov oturmaksızın.
"Siyasi mi? Siyasiyse yasaya göre görüşmek yasaktır," dedi subay.
"Siyasi suçlu değil," dedi Nehlüdov.
"Buyurun oturun lütfen," dedi subay.
Nehlüdov oturdu.
"Siyasi mahkûm değil," diye yineledi, "ama benim ricam üzerine siyasilerle birlikte yola devam etmesi için en yüksek makamdan izin çıkmıştı..."
"Tamam, biliyorum," diye Nehlüdov'un sözünü kesti subay. "Ufak tefek, esmerce bir kadın değil mi? Elbette görüşebilirsiniz. Sigara alır mıydınız?"
Sigara kutusunu Nehlüdov'a uzattı, iki bardağa özene bezene çay doldurduktan sonra birini Nehlüdov'a doğru yaklaştırdı.
"Buyurun," dedi.
"Teşekkür ederim, hemen görüşsem iyi olur..."
"Gece uzun. Görüşürsünüz. Buraya çağırtırım."
"Onu çağırtmayıp, kaldıklara yere benim gitmeme izin veremez misiniz?" dedi Nehlüdov.
"Siyasilerin yanına mı? Yasaya uygun değil."
"Birkaç kez izin vermişlerdi. Onlara bir şey vereceğimden korkuyorsanız, bu kadın aracılığıyla da verebilirdim."
"Yo veremezsiniz, üstünü ararlar," dedi subay ve pis pis sırıtmaya başladı.
"O zaman benim üstümü arayın."
"Aramasak da olur canım," dedi subay, ağzı açık şişeyi Nehlüdov'un bardağına doğru götürerek. "İster misiniz? Siz bilirsiniz. İnsan bu Sibirya'da yaşıyorsa okumuş yazmış birini görünce çok seviniyor. Siz de bilirsiniz bizim işimiz en üzücü iştir. Hele bir de insan başka şeylere alışkınsa daha da kötü olur. Zaten konvoy subayı deyince, kaba, cahil bir adam anlaşılıyor, onun bambaşka bir adam olabileceği hiç akla gelmiyor."
Subayın kırmızı yüzü, süründüğü koku, parmağındaki yüzük, özellikle de pis pis sırıtışı, Nehlüdov'a çok iğrenç gelmişti ama yolculuğu boyunca hep olduğu gibi şimdi de karşısındaki kim olursa olsun düşüncesizce ve küçümseyici bir davranışta bulunmasına izin vermeyen ve herkesle kendi tanımına göre "bütün içtenliğiyle" konuşmayı gerekli saydığı ciddi ve dikkatli bir ruh hali içinde bulunuyordu. Subayı dinleyip, onun, buyruğu altındaki insanlara acı çektirmekten üzüntü duyduğu bir ruhsal durumda bulunduğunu anladıktan sonra ciddi bir ifadeyle şöyle dedi:
"Sanıyorum, sizin görevinizde bile insan teselliyi başka insanların acılarını haşşetmekte bulabilir."
"Hangi acılarını? Ne anasının gözüdür bunlar."
"Ne farkları var ki?" dedi Nehlüdov. "Herkes gibi insan onlar da. Üstelik suçsuz olanlar da var aralarında."
"Elbette her türlüsü var. Elbette acıyorsun. Başkaları hiçbir şeye izin vermezler, oysa ben yapabildiğim kadar kolaylaştırmaya çalışıyorum durumlarını. Varsın onlar değil, ben acı çekeyim. Başkaları ufacık bir şey olsa hemen yasal yola başvururlar ya da kurşuna dizdirirler, oysa ben acırım. İster misiniz? Yesenize," dedi bir bardak daha çay doldururken. "Görmek istediğiniz bu kadın kim?" diye sordu.
"Geneleve düşmüş ve orada birini zehirlemekle haksız yere suçlanmış talihsiz bir kadın, aslında çok iyi biridir," dedi Nehlüdov.
Subay başını salladı.
"Evet öyledir. Kazan'da öyle bir kadın vardı, Emma'ydı adı. Macar asıllı ama gözleri, gerçek Acem gözleri," diye devam ediyordu, anımsadığında gülümsemesini tutamayarak. "Bir kontes kadar da şıktı..."
Nehlüdov, subayın sözünü kesip önceki konuya döndü.
"Ben, sizin, emrinizde oldukları sürece bu insanların durumunu kolaylaştırabileceğinizi düşünüyorum. Böyle davranırsanız büyük bir sevinç duyacağınızdan eminim," dedi Nehlüdov. Yabancı biriyle ya da bir çocukla konuşur gibi, sözcükleri olabildiğince anlaşılır şekilde telaffuz etmeye çalışıyordu.
Subay, ateş saçan gözleriyle Nehlüdov'a bakıyor, hayalinde canlanan ve dikkatini bütün diğer konulardan uzaklaştırmış olan Acem gözlü Macar kadınının öyküsüne devam etmek için Nehlüdov'un sözünü bitirmesini bekliyordu.
"Evet, diyelim ki bu doğrudur," dedi subay. "Onlara acıyorum aynı zamanda. Yalnız ben size şu Emma'yı anlatmak istiyordum. Öyle bir şey yapmıştı ki..."
"Bu konuyla ilgilenmiyorum," dedi Nehlüdov, "ve size açıkça diyebilirim ki daha önceden farklı davranmış olsam da artık kadınların bu gözle görülmesinden nefret ediyorum."
Subay, Nehlüdov'a çekinerek baktı.
"Bir bardak daha çay istemez misiniz?" dedi.
"Hayır, teşekkür ederim."
"Bernov!" diye bağırdı subay. "Beyefendiyi Vakulov'a götür, siyasilerin koğuşuna bırakmasını söyle; yoklamaya kadar orada kalabilir."
IX
Emirerinin peşinden yürüyen Nehlüdov, tekrar kızıl ışıklar saçan fenerlerin aydınlattığı karanlık avluya çıktı.
Karşılarına çıkan konvoy görevlisi, Nehlüdov'u götüren emirerine:
"Nereye?" diye sordu.
"Siyasilerin yanına, beş numaraya."
"Buradan geçemezsin, kilitli, şu kapıdan geçmeniz gerekiyor."
"Niye kilitli?"
"Çavuş kilitleyip köye gitti."
"Buyurun buradan gidelim."
Emireri Nehlüdov'u başka bir kapıya götürdü ve tahtaların üstünden yürüyerek bir kapıya yaklaştı. Uğultular daha avludan duyuluyor, oğul vermeye hazırlanan arı kovanındaki gibi bir hareketlilik hissediliyordu, ancak Nehlüdov daha yakına gidip de kapı açılınca uğultu iyice arttı ve karşılıklı bağırıp çağıran, küfreden, gülen seslere dönüştü. Zincir şıkırtıları işitiliyordu, dışkı ve katranın bildik, ağır kokusu çarpıyordu insanın burnuna.
Bu iki izlenim, yani zincir şıkırtısıyla insan seslerinin uğultusu ve bu korkunç koku, Nehlüdov'un içinde her zaman fiziksel mide bulantısına dönüşen bir tür manevi bulantı şeklindeki tek bir üzücü duygu olarak birleşiyordu. Bu iki izlenim birleşerek biri öbürünü artırıyordu.
Şimdi menzil binasının, "paraha" denen çok büyük bir fıçının durduğu sofasına giren Nehlüdov'un ilk gördüğü, fıçının kıyısına oturmuş bir kadındı. Kadının karşısında tıraşlı kafasında yana yatmış takkesiyle bir adam vardı. Sohbet ediyorlardı. Adam Nehlüdov'u görünce göz kırptı ve:
"Çar bile suyun önüne geçemez," dedi.
Kadınsa eteklerinin ucunu bıraktı ve utanarak gözlerini yere dikti.
Sofadan koğuş kapılarının açıldığı koridora geçiliyordu. Birincisi ailelerin kaldığı koğuştu, sonraki büyük koğuş bekârların koğuşu ve koridorun sonundaki iki küçük koğuş da siyasilere ayrılmış koğuşlardı. Yüz elli kişi için öngörüldüğü halde dört yüz elli kişinin kaldığı menzil binası öyle tıka basa doluydu ki koğuşlarda yer bulamayan mahkûmlar koridoru doldurmuşlardı. Bazıları yerde oturuyor ya da yatıyor, diğerleri ellerinde dolu ve boş çaydanlıklarla ileri geri gidip geliyorlardı. Taras da onların arasındaydı. Nehlüdov'un arkasından yetişip gülümseyerek selam verdi. Taras'ın güzel yüzü, burnunun üstü ve gözünün altında olmak üzere mor-kırmızı lekelerle çirkinleşmişti.
"Ne oldu sana böyle?" diye sordu Nehlüdov.
Taras gülümseyerek:
"Oldu bir şey işte," dedi.
"Dövüşüp duruyorlar," dedi konvoy askeri küçümseyerek.
Arkalarından gelen bir mahkûm:
"Kadın meselesi, kör Fedka'yla dalaştılar," diye ekledi.
"Fedosya nasıl?" diye sordu Nehlüdov.
"Zararı yok, iyi, ona çay için sıcak su götürüyorum," dedi Taras ve aile koğuşuna girdi.
Nehlüdov kapıdan içeri bir göz attı. Koğuşun her tarafı, ranzaların üstü, altı, her yer kadınlarla, erkeklerle doluydu. İçerisi ıslak elbiselerden çıkan buharla kaplanmıştı, ciyak ciyak kadın sesleri geliyordu. Bir sonraki kapı bekârlar koğuşunun kapısıydı. Burası daha da kalabalıktı, hatta ıslak giysileri sırtlarında, aralarında bir şeyi paylaşmaya ya da bir sorunu çözmeye çalışan gürültücü bir kalabalık kapıdan dışarı, koridora kadar taşmıştı. Konvoy görevlisi, Nehlüdov'a, postabaşının, iskambil kâğıtlarından yapılan biletlerle önceden çekilen kurada kazananların yiyecek paralarını meydancıya teslim ettiğini açıkladı. Yakında duranlar astsubayı ve gelen beyefendiyi görünce kötü kötü bakarak sustular. Nehlüdov, para paylaşanlar arasında önceden tanıdığı kürek mahkûmu Fedorov'u gördü. Fedorov, kaşları kalkık, şişmiş gibi görünen bembeyaz suratlı zavallı bir delikanlıyı ve bir de taygaya kaçtığı sırada bir arkadaşını öldürdüğü ve onun etini yediği söylenen, suratı çiçek bozuğu, burunsuz, iğrenç bir serseriyi yanından hiç ayırmazdı. Serseri ıslak kaputunu bir omzuna atmış, koridorda duruyor, kenara çekilmeksizin alaycı ve küstah bir edayla Nehlüdov'a bakıyordu. Nehlüdov, onun ötesinden geçip yürüdü.
Bu manzara Nehlüdov'a ne kadar tanıdık gelirse gelsin, bu dört yüz adi suçluyu geçen üç ay boyunca çok farklı durumlarda, kızgın sıcakta, ayaklarındaki zincirlerle yükselttikleri toz bulutu içinde, yoldaki molalarda, en korkunç ahlaksızlık sahnelerinin geçtiği menzil avlularında sık sık görmüş olursa olsun, yine de aralarına her girişinde şimdiki gibi bakışlarının üzerine çevrildiğini hissediyor, onlara karşı içini acıtan bir utanç ve suçluluk duyuyordu. Onun için en ağır şey, bu utanç ve suçluluk duygusuna bir de önüne geçilmez bir tiksinti ve korkunun eklenmesiydi. İçine sokuldukları bu durumda daha farklı olunamayacağını biliyordu ama yine de onlara karşı hissettiği tiksintiyi bastıramıyordu.
Nehlüdov, siyasi hükümlülerin kapısına yaklaştığı sırada birinin:
"Asalak herişerin keyfi yerinde," dediğini duydu. Hırıltılı bir ses, ağza alınmadık bir küfür ekleyerek:
"O iblislere ne olur ki, karınları bile ağrımaz," dedi.
Düşmanca ve alaycı bir kahkaha duyuldu.
X
Bekâr koğuşunu geçtikten sonra Nehlüdov'u getiren astsubay, yoklamadan önce geleceğini söyleyip, gitti. Astsubay uzaklaşır uzaklaşmaz bir mahkûm, zincirlerini tutarak, Nehlüdov'u ağır ve ekşi bir ter kokusuna boğarak çıplak ayaklarının hızlı adımlarıyla burnunun dibine kadar geldi ve huzursuzca çevresine bakınarak gizemli bir fısıltıyla:
"Ona sahip çıkın beyim. Çocuğu oyuna getirdiler. İçki içirip körkütük sarhoş ettiler. Bugün de teslimatta kendini Karmanov diye tanıttı. Sahip çıkın, yoksa biz tek başımıza bir şey yapamayız, gebertirler bizi," dedi ve hemen Nehlüdov'un yanından uzaklaştı.
Mesele şuydu: Kürek mahkûmu Karmanov, yüzü kendisine çok benzeyen sürgün mahkûmu bir delikanlıyı, birbirlerinin yerine geçmek için kandırmıştı. Böylelikle kürek mahkûmu sürgüne, delikanlı ise onun yerine kürek cezasını çekmeye gidecekti.
Nehlüdov konuyu biliyordu, çünkü aynı mahkûm bir hafta önce bu yer değişme işini gelip haber vermişti. Nehlüdov, anladığını ve elinden geleni yapacağını belirtmek için başını öne eğdi ve çevresine hiç bakmadan yürümeye devam etti.
Nehlüdov bu mahkûmu Yekaterinburg'dan tanıyordu. Karısının da peşinden gelebilmesi için izin verilmesi konusunda yardım istemişti ondan. Onun bu davranışına şaşırmıştı. Hırsızlığa ve adam öldürmeye yeltenmek suçuyla kürek cezasına çarptırılan otuz yaşlarında, köylü görünüşlü, çok sıradan bir adamdı bu. Adı Makar Devkin'di. İşlediği suç da çok garip bir suçtu. Kendisinin Nehlüdov'a anlattığına göre, bu suç onun, yani Makar'ın değil, onun yani şeytanın işiydi. Anlattığına göre, Makar'ın babasının yanına gelen bir yolcu, kırk verst ötedeki bir köye gitmek için ondan iki ruble karşılığında kızak kiralamış. Babası, Makar'a yolcuyu götürmesini söylemiş. Makar kızağa atı koşmuş, üstünü giyinmiş ve yolcuyla birlikte çay içmeye oturmuş. Yolcu çay içerken evlenmeye gittiğini, yanında, Moskova'da çalışıp biriktirdiği beş yüz ruble para olduğunu söylemiş. Makar bunu duyunca avluya çıkmış ve kızağa, samanların altına bir balta saklamış.
"Baltayı neden aldığımı ben de bilmiyorum," diye anlatıyordu. "'Al,' diyor, 'al.' Ben de aldım. Bindik kızağa, çıktık yola. Gidiyoruz, bir şey yok. Baltayı unutmuştum bile. Fakat artık köye yaklaşmaya başlamıştık, altı verst kadar kalmıştı. Toprak yoldan ana yola, tepeye saran bir yol vardı. İndim, kızağın arkasından gidiyorum, o, kulağıma fısıldıyor: 'Daha ne düşünüyorsun? Kızağı tepeye doğru sür, anayol kalabalıktır, hem de köye varmış olacaksınız. Üstünde para taşıyor; yapacaksan şimdi yap, bekleyecek bir şey yok.' Kızağın içine, samanları düzeltiyormuş gibi eğildim, balta da sanki kendiliğinden elime geliverdi. Yolcu etrafa bakınıyordu. 'Hayrola?' diyor. Baltayı salladım, kuvvetlice indirmek istedim ama çevik adammış, kızaktan fırladı, ellerimi yakaladı. 'Ne yapıyorsun sen cani herif?..' diyor. Beni karın içine yıktı, mücadele bile edemedim, kendim teslim oldum. Ellerimi bir kuşakla bağlayıp kızağın içine fırlatıp attı beni. Doğruca karakola götürdü. Hapse attılar. Yargıladılar. Mahalleli, iyi adamdır, kötü bir şey yaptığını görmedik diye, tanıklık etti. Yanında çalıştığım karı koca da olumlu şeyler söylediler. Abukat tutacak para da yoktu, bu yüzden dört yıla mahkûm ettiler."
İşte şimdi bu adam, gelip anlattıkları yüzünden hayatını tehlikeye attığını bildiği halde bir hemşerisini kurtarmak için mahkûmların sırrını Nehlüdov'a vermişti. Bunu yaptığını bilselerdi oracıkta boğuverirlerdi.
XI
Siyasi mahkûmların kaldıkları yer, kapıları koridorun bir bölmeyle ayrılmış kısmına açılan iki küçük koğuştan oluşuyordu. Koridorun bölmeli kısmına girince Nehlüdov'un ilk gördüğü kişi, yanan sobanın sıcaktan içeri doğru çekilerek titreyen kapağının önünde, sırtında gocuğu, elinde bir odunla çömelmiş olan Simonson'du.
Nehlüdov'u görünce çömeldiği yerden kalkmadan, sarkık kaşlarının altından aşağıdan yukarıya doğru Nehlüdov'a bakarak elini uzattı.
Gözlerini Nehlüdov'un gözlerinin içine dikerek ciddi bir yüz ifadesiyle:
"Geldiğinize sevindim, sizi görmem gerekiyordu," dedi.
"Ne vardı?" diye sordu Nehlüdov.
"Sonra söylerim. Şimdi işim var."
Simonson, en az ısı enerjisi kaybıyla ilgili kendi yarattığı özel teoriye göre yaktığı sobayla uğraşmaya koyuldu yeniden.
Nehlüdov birinci kapıdan girmek üzereyken öbür kapıdan elinde süpürge, iki büklüm eğilmiş, koca bir çöp ve toz yığınını sobaya doğru süpüren Maslova çıktı. Beyaz bir bluz giymiş, eteğini yukarı çekmişti, ayaklarında çorap vardı. Tozdan korunmak için kaşlarına kadar inen beyaz bir örtü bağlamıştı başına. Nehlüdov'u görünce doğruldu ve yüzü kıpkırmızı, neşe içinde süpürgeyi yere bıraktı, ellerini eteğine silip, Nehlüdov'un tam karşısında durdu.
Nehlüdov elini uzatarak:
"Ortalığı mı topluyorsunuz?" dedi.
"Evet, eski işim," dedi Maslova ve gülümsedi. "Ama öyle pis ki insanın aklı almıyor. Temizledik temizledik, bitiremedik. Ne oldu, battaniye kurudu mu?" diye sordu Simonson'a dönerek.
Simonson, Nehlüdov'u şaşırtan bir bakışla Maslova'ya baktı ve:
"Kurumak üzere," dedi.
"Tamam, birazdan gelip alırım, kürkleri de getiririm, kurusunlar." Nehlüdov'a ilk kapıyı işaret edip uzaklaşırken "Bizimkilerin hepsi buradalar," dedi.
Nehlüdov kapıyı açtı ve yataklardan birinin üstünde, alçak bir yerde duran teneke lambanın zayıf ışığıyla aydınlanan küçük koğuşa girdi. Koğuşun içi soğuktu. Havaya kalkmış tozların kokusuna, rutubet ve tütün kokusu karışmıştı. Teneke lamba, çevresindekileri pırıl pırıl aydınlatsa da yataklar gölgede kalmıştı, duvarlarda titrek gölgeler dolaşıyordu.
Yiyecek işiyle ilgilenen, yiyecek ve kaynar su almaya giden iki erkek dışında herkes bu küçük koğuştaydı. Nehlüdov'un eskiden tanıdığı, Vera Yefremovna buradaydı. Daha da zayışamış, biraz daha sararıp solmuştu. İri gözleri ürkekçe bakıyordu, alnındaki damar şişmişti. Gri bir bluz vardı sırtında ve saçları kısa kesilmişti. Üzerinde dağınık halde tütün bulunan bir gazete kâğıdının başına oturmuş, kesik kesik hareketlerle sigara sarıyordu.
Nehlüdov'un en çok hoşlandığı siyasi mahkûm kadınlardan biri olan Emiliya Rantseva da buradaydı. Rantseva koğuşun dış görünüşünü düzeltmekle uğraşırdı ve en zor koşullarda bile koğuşa kadınca bir çekicilik ve sıcaklık katardı. Lambanın yanında oturuyordu ve dirseklerine kadar sıvadığı güneş yanığı güzel ve becerikli elleriyle maşrapaları ve bardakları silip, yatağın üzerine serilmiş bir havlunun üstüne diziyordu. Çirkince, genç bir kadındı Rantseva. Zeki ve uysal yüz ifadesi, gülümsediği zaman birdenbire değişip, neşeli, canlı, büyüleyici bir hale dönüşüyordu. Nehlüdov'u şimdi de böyle bir gülümsemeyle karşılamıştı.
"Biz de Rusya'ya temelli döndüğünüzü sanmıştık," dedi Rantseva.
Marya Pavlovna da burada, uzak bir köşede, karanlıkta kalan bir yerdeydi. Sevimli çocuk sesiyle durmadan mırıl mırıl bir şeyler söyleyen sarı kafalı, küçük bir kızla uğraşıyordu.
"Ne iyi ettiniz de geldiniz. Katya'yı gördünüz mü?" diye sordu Nehlüdov'a. "Bakın bizim de bir konuğumuz var," diyerek küçük kızı gösterdi.
Anatoliy Krıltsov da buradaydı. İyice zayışamış ve benzi solmuştu. Keçe çizmeli ayaklarını altına toplamış, kamburunu çıkarmış, uzak bir köşedeki yatağın üzerinde zangır zangır titreyerek oturuyordu. Ellerini kısa kürkünün kollarının içine sokmuş, çakmak çakmak gözleriyle Nehlüdov'a bakıyordu. Nehlüdov, tam Krıltsov'un yanına gitmek üzereyken kapının sağ tarafında oturmuş, torbasının içinde bir şey arayan, bir yandan da Grabets adlı, güzel gülüşlü kızla konuşan, gözlüklü, muşamba ceketli, kıvırcık sarı saçlı adamı gördü. Bu adam, ünlü devrimci Novodvorov'du. Nehlüdov onunla alelacele selamlaştı. Özellikle acele ediyordu, çünkü bu gruptaki siyasi hükümlülerin arasından bir tek bu adamdan hoşlanmıyordu. Novodvorov, gözlüğünün üstünden parlak mavi gözleriyle Nehlüdov'a baktı ve kaşlarını çatıp, küçük elini uzattı.
"Yolculuğunuz iyi geçiyor mu bari?" dedi alaycı bir ifadeyle.
Nehlüdov, bu alaycı ifadeyi fark etmemiş, bunu bir iltifat olarak kabul etmiş gibi:
"Evet, çok ilginç şeyler görüyorum," diyerek Krıltsov'un yanına gitti.
Nehlüdov, Novodvorov'a görünürde aldırış etmiyor gibiydi ama aslında ruhen kayıtsız olmaktan uzaktı. Novodvorov'un bu sözleri, açıkça fark edilen tatsız bir şey söyleme ve yapma isteği, Nehlüdov'un içinde bulunduğu sakin ruh halini bozmuştu. Canı sıkılmış, üzülmüştü.
Krıltsov'un titreyen buz gibi elini sıkarken:
"E, nasılsınız bakalım?" dedi.
Krıltsov, elini hemen kürkünün koluna sokarak:
"Zararım yok, ısınamıyorum bir türlü, sırılsıklam ıslandım. İçerisi de çok soğuk. Baksanıza camlar kırık," dedi ve demir parmaklığın arkasında iki yerinden kırılmış camı gösterdi. "Siz nasılsınız, neden gelmediniz?"
"İzin vermiyorlar, çok sıkı tutuyorlar. Ancak bugün nazik bir subay çıktı karşıma."
"Evet, hem de çok nazik!" dedi Krıltsov. "O adamın sabah yaptıklarını Maşa'ya sorun."
Mariya Pavlovna, sabah menzilden çıkışta küçük kızın başına gelenleri, oturduğu yerden anlattı.
"Bence topluca protesto etmek gerekir," dedi Vera Yefremovna kararlı bir ses tonuyla. Öte yandan kararsız ve ürkek bakışlarla bir ona, bir öbürüne bakıyordu. "Vladimir protesto etti ama yetmez."
"Protesto edince ne olacak?" dedi Krıltsov, sıkıntıyla yüzünü buruşturarak. Anlaşılan Vera Yefremovna'nın hareketlerindeki yapmacıklık ve sinirlilik epeydir kızdırıyordu onu. Nehlüdov'a dönerek, "Katya'yı mı arıyorsunuz?" dedi. "Hiç durmadan çalışıyor, temizlik yapıyor. Bizim erkekler koğuşunu o temizledi; şimdi de kadınlarınkini temizliyor. Bir tek pirelere çare bulamadı, canımıza okuyacaklar. Maşa ne yapıyor orada?" diye sordu başıyla Marya Pavlovna'nın olduğu köşeyi göstererek.
"Evlatlığının saçını tarıyor," dedi Rantseva.
"Bitleri üzerimize salmasın sakın," dedi Krıltsov.
"Hayır, hayır, dikkat ediyorum. Tertemiz oldu artık," dedi Marya Pavlovna. Sonra Rantseva'ya, "Onu alır mısınız, ben gidip Katya'ya yardım edeyim. Ona da battaniye getireyim," dedi.
Rantseva kızı kucağına aldı ve bir anne şefkatiyle çıplak, tombul ayakları kendi vücuduna bastırarak dizlerinin üstüne oturtup, ağzına bir parça şeker verdi.
Marya Pavlovna dışarı çıktıktan hemen sonra kaynar su ve yiyecekle iki adam girdi koğuşa.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top