V - VI - VII


V


Nehlüdov, Nijniy'den Perm'e kadar Katyuşa'yla sadece iki kez görüşebilmişti: Biri Nijniy'de, mahkûmlar üzeri ağla örtülmüş bir mavnaya bindirilirken, diğeri Perm'de, hapishanenin kalem odasında. Her iki görüşmede de Katyuşa'yı içine kapalı ve kötücül bulmuştu. İyi olup olmadığını, bir şey gerekip gerekmediğini sorduğunda kaçamak, şaşkın ve Nehlüdov'a göre, daha önce de olduğu gibi düşmanca bir sitemle karşılık vermişti. Tam o sıralarda erkeklerin tacizleri yüzünden Maslova'da ortaya çıkmış olan bu karamsar hal Nehlüdov'u üzmüştü. Nakil sırasında içinde bulunduğu zor ve ahlak bozucu koşulların etkisi altında Katyuşa'nın Nehlüdov'a karşı öfkeli davrandığı, unutmak amacıyla içkiye ve sigaraya sarıldığı eski, kendi kendisiyle kavgalı ve hayattan umudunu kesmiş hale tekrar düşmesinden korkuyordu. Fakat yolculuğun ilk zamanlarında Katyuşa'yla görüşme olanağı olmadığı için ona hiçbir yardımda bulunamadı. Ancak Katyuşa'nın siyasi hükümlülerin yanına geçmesinden sonra kaygılarının asılsız olduğuna inanmakla kalmadı, tam tersine Katyuşa'yla her görüşmesinde, genç kadında o kadar çok görmek istediği iç değişimin giderek daha belirgin hale geldiğini de fark etmeye başladı. Tomsk'taki ilk görüşmede ise yine yola çıkmadan önceki haline dönmüştü Katyuşa. Nehlüdov'u görünce suratını asmıyor, utanmıyor, tersine onu sevinçle ve gösterişsiz bir şekilde karşılıyor, kendisi için, özellikle de şimdi birlikte olduğu insanların yanına geçmesi için yaptıklarına teşekkür ediyordu.

İçinde meydana gelen değişim, iki aylık yürüyüşten sonra dış görünüşünde de ortaya çıkmıştı. Zayışamış, güneşte yanmış, sanki biraz da yaşlanmıştı; şakaklarında ve ağzının çevresinde kırışıklar belirmişti, saçlarını alnına düşürmüyor, başına bir örtü bağlıyordu, ne giysisinde, ne saçında ne de davranışlarında artık o eski cilveli halden eser kalmamıştı. Halen devam eden bu değişim Nehlüdov'u çok sevindiriyordu.

Nehlüdov, Katyuşa'ya karşı daha önce hiç hissetmediği bir duygu hissediyordu şimdi. Bu duygunun ne ilk baştaki romantik aşkla, ne sonradan hissettiği kösnül aşkla, ne de mahkemeden sonra onunla evlenmeye karar vermesine neden olan bencillikle karışık görevini yerine getirme bilinciyle bir ilgisi vardı. Bu duygu, Nehlüdov'un Katyuşa'yla ilk kez hapishanede ve daha sonra, revirde görüştükten sonra duyduğu tiksintiyi yenip, Katyuşa'yla hastabakıcı arasında geçtiğini hayal ettiği hikâyeyle ilgili olarak (ki bu hikâyenin doğru olmadığı sonradan anlaşılmıştı) onu affettiğinde yepyenini bir güçle hissettiği en basitinden bir acıma ve şefkat duygusuydu; aynı duyguydu ama bir tek farkla, o zaman bu geçici bir duyguyken şimdi sürekli bir duygu olmuştu. Ne düşünürse düşünsün, ne yaparsa yapsın, sadece Katyuşa'ya değil, bütün insanlara karşı bir acıma ve şefkat duygusu genel ruhsal durumuna yansıyordu.

Bu duygu Nehlüdov'un ruhunda sanki daha önce çıkış yolu bulamayan, şimdi ise karşılaştığı bütün insanlara yönelen bir sevgi selini ortaya çıkarmıştı.

Nehlüdov, yolculuk boyunca arabacılarla konvoy askerlerinden tutun da hapishane müdürü ve valiye dek, işinin düştüğü herkese karşı ister istemez sevecen ve ilgili olmasına yol açan bir heyecan içindeydi.

Nehlüdov, Maslova'nın siyasilerin yanına geçmesi nedeniyle bu süre içinde siyasi hükümlülerin çoğuyla tanışma fırsatı bulmuştu. İlk tanışma, siyasilerin hep birlikte büyük bir koğuşta ferah ferah kaldıkları Yekaterinburg'da olmuştu, daha sonra da Maslova'nın aralarına katıldığı beş erkek ve dört kadınla yolda tanışmıştı. Nehlüdov'un sürgüne giden siyasilerle yakınlaşması, onlarla ilgili düşüncelerini tümüyle değiştirmişti.

Rusya'daki devrim hareketinin en başından, özellikle de 1 Mart'tan sonra Nehlüdov, devrimcilere karşı kötücül bir duygu besliyor, onlardan nefret ediyordu. Nehlüdov'u devrimcilerden nefret ettiren şey, hükümete karşı mücadelelerinde kullandıkları yöntemlerin sert, içten pazarlıklı yöntemler oluşu, en önemlisi devrimcilerin işledikleri cinayetlerin vahşiliği, son olarak da hepsinde ortak bir özellik olan aşırı kendini beğenmişlikti. Ancak onları yakından tanıyınca ve hükümetin onlara haksız yere acı çektirdiğini öğrenince, başka türlü olamayacaklarını anladı.

Ağır suçluların uğradıkları işkenceler ne kadar anlamsız olursa olsun, onlara yine de hüküm giymeden önce de sonra da yasaya benzer bir şey uygulanıyordu; ancak siyasilerin davalarında yasaya benzer bir şey bile yoktu. Nehlüdov bunu Şustova örneğinde ve daha sonra yeni tanıdığı pek çok kişide görmüştü. Bu insanlara tıpkı ağla balık avlarken balıkçıların yaptığını yapıyorlar, ağa ne takılmışsa hepsini kıyıya çekip, işe yarar büyük balıkları ayırıyorlar, küçüklerin kıyıda kuruyup ölmesine ise hiç aldırış etmiyorlardı. Bırakın suç işlemeyi, hükümete zarar bile veremeyecek böyle yüzlerce insanı yakalayıp, bazen yıllarca hapiste tutuyorlar, insanlar burada vereme yakalanıyorlar, deliriyorlar ya da kendilerini öldürüyorlardı; üstelik onları serbest bırakmayı gerektirecek bir neden olmadığı için ya da soruşturma sırasında anlaşılmayan herhangi bir konunun aydınlatılmasında işe yarayabilirler düşüncesiyle el altında tutuyorlardı. Hükümetin gözünde bile suçsuz olan bütün bu insanların kaderi, jandarma subayının, polis komiserinin, muhbirin, savcının, sorgu yargıcının, valinin, bakanın keyfine, ruhsal durumuna bağlıydı. Bu memurlardan birinin canı mı sıkılıyor ya da kendini göstermek mi istiyor, kendisinin ya da şeşnin keyfine göre tutuklamalar yaptırıyor, insanları hapiste tutuyor ya da serbest bırakıyordu. En tepedeki yönetici ise aynı şekilde kendini gösterme gereği duymasına ya da bakanla arasındaki ilişkilere göre insanları ya dünyanın bir ucuna sürgüne gönderiyor, ya hücre hapsinde tutuyor, ya sürgüne, kürek cezasına, idama mahkûm ediyor ya da bir hanımefendi kendisinden rica ettiğinde serbest bırakıyordu.

Bu insanlara savaşta gibi davranıyorlardı. Onlar da doğal olarak kendilerine karşı uygulanan yöntemleri kullanıyorlardı. Askerlerin, yaptıklarının suç olduğunu sadece onlardan gizlemekle kalmayıp üstelik bu davranışlarını kahramanlık olarak gösteren bir ortamda yaşadıkları gibi, siyasi suçlular için de aynı ortam her zaman söz konusuydu. Onlar da özgürlüklerini, hayatlarını ve insan için değerli olan şeyleri yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalınca gerçekleştirdikleri acımasızca eylemlerin kötü eylemler olduğunu kabul etmek bir yana üstelik kahramanlık olarak görüyorlardı. Kişilik bakımından en uysal, bırakın canlı varlıklara acı çektirmeyi, bu acıları görmeye bile dayanamayacak kadar yufka yürekli insanların soğukkanlılıkla cinayet işlemeye kalkışmalarını ve bunların hemen hemen hepsinin adam öldürmeyi, belli durumlarda kendini koruma ve en yüce ortak amaca ulaşma aracı olarak yasal ve haklı görmelerini Nehlüdov artık anlayabiliyor ve hiç şaşırmıyordu. Bu insanların davalarına ve davalarından dolayı da kendilerine atfettikleri yücelik de elbette ki hükümetin onlara verdiği önemden ve uyguladığı cezaların sertliğinden kaynaklanıyordu. Çektiklerine katlanabilmeleri için de kendileri çok yüce insanlar olarak görmeleri gerekiyordu.

Nehlüdov daha yakından tanıyınca, bunların, bazılarının tasavvur ettikleri gibi, tümden cani ve diğer bazılarının kabul ettikleri gibi tümüyle kahraman da olmadıklarına, her yerde olduğu gibi, aralarında iyi, kötü ve ikisinin ortası insanların bulunduğu sıradan birer insan olduklarına inandı. Aralarında kendilerini samimi olarak kötülüklere karşı savaşmakla yükümlü saydıkları için devrimci olmuş insanlar vardı; ancak bu yolu bencillikleri ve ün düşkünlükleri yüzünden seçmiş olanlar da vardı; çoğunu devrime çeken ise Nehlüdov'un askerlikten çok iyi bildiği, tehlikeyle karşı karşıya kalma isteği, hayatıyla oyun oynama zevki gibi enerji dolu sıradan gençlere özgü duygulardı. Onların diğer sıradan insanlardan farkı, ki bu fark onların yararınaydı, bu insanlar arasındaki ahlak anlayışının sıradan insanlar arasında kabul gören anlayışa göre daha yüksek olmasıydı. Sadece kendini bazı şeylerden uzak tutmak, sade bir hayat sürmek, dürüstlük, çıkar gözetmemek değil, ortak dava için her şeyini, hatta hayatını bile feda etmeye hazır bulunmak, bu insanlar arasında zorunlu sayılıyordu. Bu yüzden de bu insanlardan orta düzeyin üstünde olanlar, bu düzeyi çok çok aşmış oluyorlar ve ender görülen bir ahlak yüksekliğine örnek oluşturuyorlardı; orta düzeyin altında olanlar ise bu düzeyin çok çok altındaydılar ve genellikle yalancı, numaracı oldukları halde özgüveni fazla, gururlu insanlar olarak gösteriyorlardı kendilerini. Nehlüdov, böylece yeni tanıdığı bu insanların bazılarına sadece saygı duymakla kalmıyor, aynı zamanda onları bütün kalbiyle seviyordu, diğerlerine karşı ise daha kayıtsız davranıyordu.


VI


Nehlüdov, Katyuşa'nın katıldığı grupla birlikte yürüyen, kürek cezasına çarptırılmış veremli delikanlı Krıltsov'u sevmişti en çok. Onunla daha Yekaterinburg'da tanışmış ve yolculuk sırasında birkaç kez görüşmüş, sohbet etmişti. Bir keresinde yazın bir menzildeki günlük dinlenme sırasında neredeyse bütün bir günü onunla birlikte geçirmiş, Krıltsov ona başından geçenleri, nasıl devrimci olduğunu anlatmıştı. Hapishaneden önceki hikâyesi çok kısaydı. Güney illerinden birinde varsıl bir toprak sahibi olan babası o daha bebekken ölmüş. Bir tanecik evlatmış ve annesi tarafından yetiştirilmiş. Lisede de üniversitede de çok rahat okumuş ve matematik fakültesini birincilikle bitirmiş. Üniversitede kalmasını ve yurtdışına göndermeyi önermişler. Ama o ağırdan alıyormuş. Sevdiği bir kız varmış, onunla evlenmeyi ve yerel yönetimde çalışmayı düşünüyormuş. Çok şey istiyormuş ve ne yapacağına karar veremiyormuş. Bu sırada üniversiteden arkadaşları ortak bir işleri için ondan para istemişler. Bu ortak işin o sıralar kendisinin hiç ilgilenmediği devrimle ilgili olduğunu biliyormuş ama arkadaşlık duygusu ve korktuğunu düşünmelerini onuruna yediremediği için parayı vermiş. Parayı alanlar yakalanmışlar; paranın Krıltsov tarafından verildiğini gösteren bir not bulunmuş; Krıltsov'u tutuklamışlar, önce karakolda tutulmuş, sonra da hapishaneye atılmış.

"Beni attıkları hapishanede," diye anlatıyordu Krıltsov, Nehlüdov'a (dirseklerini dizlerine dayamış, göğsü içine çökmüş bir halde yüksek bir ranzanın üstünde oturuyor ve pırıl pırıl parlayan, güzel, zeki, iyilik dolu gözleriyle arada bir Nehlüdov'a bakıyordu), "çok sıkı önlemler yoktu: Duvarı tıklatarak haberleşiyorduk, koridorda dolaşıyorduk, konuşuyorduk, yiyeceğimizi, tütünümüzü paylaşıyorduk, hatta akşamları hep birlikte şarkı söylüyorduk. Benim sesim güzeldi. Evet. Annem olmasaydı –kadıncağız kahrından ölüyordu–, hapishanede iyiydim, hatta hoşuma bile gidiyor, çok ilginç geliyordu. Bu arada ünlü Petrov'la (daha sonra kalede camla bileklerini kesmişti) ve daha başkalarıyla orada tanıştım. Ama ben devrimci değildim. İki hücre komşumla da tanışmıştım. İkisi de Polonya devrimci bildirileriyle yakalanmışlardı ve istasyona götürüldükleri sırada bulundukları konvoydan kaçmaya çalıştıkları için yargılanıyorlardı. Biri Lozinskiy adında bir Polonyalı, öbürü, soyadı Rozovskiy olan bir Yahudiydi. Evet. Rozovskiy daha çocuktu. On yedi yaşında olduğunu söylüyordu ama görünüşüne bakılırsa on beşinde falandı. Zayıf, ufak tefek, kara gözleri pırıl pırıl parlayan, hareketli ve bütün Yahudiler gibi müziğe düşkün biriydi. Sesi henüz tam olgunlaşmamıştı ama çok güzel şarkı söylerdi. Evet. İkisini de yanımdan alıp mahkemeye götürdüler. Götürdüklerinde sabahtı. Akşam döndüler ve ölüm cezasına çarptırıldıklarını söylediler. Hiç kimse beklemiyordu bunu. O kadar önemsiz bir suçtan yargılanıyorlardı ki sadece konvoydan kaçmaya çalışmışlar, hiç kimseyi yaralamamışlardı bile. Hem sonra Rozovskiy gibi çocuk yaşta birini idam etmek hiç de normal bir şey değildi. Hepimiz bunun sadece gözlerini korkutmak için yapıldığını, hükmün onaylanmayacağını düşünüyorduk. Başta kaygılanmıştık ama sonra rahatladık ve hayat eskisi gibi devam etti. Evet. Ancak bir akşam bir nöbetçi kapıma yaklaşıp marangozların geldiğini, idam sehpası kurduklarını söyledi gizlice. Önce anlamadım: Ne diyorsun? Ne sehpası? Ama yaşlı nöbetçi o kadar heyecanlıydı ki yüzüne bakınca bunun bizim ikili için olduğunu anladım. Duvarı tıklatıp diğer arkadaşlarla konuşmak istedim ama onların da duymasından korktum. Arkadaşlardan da ses çıkmıyordu. Galiba herkes durumu biliyordu. Koridorda ve hücrelerde akşam boyunca ölüm sessizliği vardı. Duvarı tıklatmıyor, şarkı da söylemiyorduk. Saat on gibi nöbetçi yine yanıma gelip Moskova'dan cellatlar getirildiğini söyledi. Söyledi ve gitti. Arkasından seslendim. Birden Rozovskiy hücresinden koridora doğru bağırdı: 'Ne var? Neden ona sesleniyorsunuz?' Bana tütün getirdi falan gibi bir şeyler geveledim ama o, işin doğrusunu tahmin ederek bana neden şarkı söylemiyoruz, neden duvarı tıklatıp haberleşmiyoruz gibi sorular sormaya başladı. Ona ne dediğimi anımsamıyorum, daha fazla konuşmamak için hemen uzaklaştım. Evet. Korkunç bir geceydi. Gece boyunca bütün seslere kulak kabarttım. Sabaha karşı ansızın koridor kapısının açıldığını ve kalabalık birilerinin geldiğini duydum. Kapıdaki küçük pencerenin önünde durdum. Koridorun lambası yanıyordu. Önce müdür geçti. Şişmandı, görünüşü kendinden emin, kararlı bir adam gibiydi. Yüzü yoktu sanki, benzi atmış, cesareti kırılmış, korkmuştu. Arkasında kaşları çatık, kararlı bir görünüşle müdür yardımcısı, daha arkada da nöbetçi. Kapımın yanından geçip yandaki hücrenin önünde durdular. Kulak verdim: Müdür yardımcısı garip bir sesle 'Lozinskiy, kalkın ve üstünüze temiz bir şeyler giyin,' diye bağırıyordu. Evet. Sonra kapının gıcırdayarak açıldığını, içeri girdiklerini, daha sonra Lozinskiy'in ayak seslerini duydum: Lozinskiy koridorun ters tarafına gidiyordu. Yalnızca müdürü görebiliyordum. Solgun bir yüzle dikiliyor, düğmesini bir çözüyor, bir ilikliyor ve omuzlarını silkiyordu. Evet. Birden bir şeyden korkmuş gibi kenara çekildi. Lozinskiy müdürün yanından geçip benim kapıma yaklaştı. Yakışıklı bir delikanlıydı, tam Polonyalı tipi; geniş, düz bir alın, bu alnın üstünde sarı saçlar, çok güzel mavi gözler. Dinç, kütür kütür, sağlıklı bir delikanlıydı. Penceremin önünde yüzünün tamamı görünecek şekilde durdu. Korkmuş, avurtları çökmüş, gri bir yüz. 'Krıltsov sigaran var mı?' Tam ona sigara verecektim ki müdür yardımcısı, sanki geç kalmaktan korkuyormuş gibi kendi tabakasını çıkarıp uzattı. Lozinskiy bir sigara aldı, müdür yardımcısının çaktığı kibritle sigarasını yaktı. Sigarayı içmeye başladı, bir şey düşünür gibiydi. Sanki aklına bir şey gelmişti, konuşmaya başladı: 'Hem çok sert, hem de haksız bir karar. Ben hiçbir suç işlemedim. Ben...' Gözlerimi ayıramadığım gencecik beyaz boynunda bir şey titremeye başladı ve Lozinskiy durdu. Evet. Bu sırada Rozovskiy'in koridordan incecik Yahudi sesiyle bağırdığını duyuyordum. Lozinskiy izmariti yere atıp kapıdan uzaklaştı. Pencerede Rozovskiy belirmişti. Islak, kara gözlü çocuk yüzü kızarmış, terlemişti. Onun da üzerinde temiz giysiler vardı, pantolonu çok genişti, iki elini sürekli öne uzatıyor, tir tir titriyordu. Zavallı yüzünü pencereme yaklaştırdı: 'Anatoliy Petroviç, doktor bana öksürük şurubu yazmıştı, öyle değil mi? Hastayım, daha öksürük şurubu içeceğim.' Hiç kimse bir karşılık vermiyordu, Rozovskiy ise soru sorar gibi bir bana, bir müdüre bakıyordu. Ne demek istediğini anlamamıştım. Evet. Birden müdür yardımcısı yüz ifadesini sertleştirdi ve o cırlak sesiyle tekrar bağırdı: 'Şakanın sırası mı? Gidelim.' Rozovskiy görünüşüne bakılırsa, kendisini bekleyen şeyi anlayacak durumda değildi, acelesi varmış gibi yürüyor, koridorda herkesten önde neredeyse koşuyordu. Ama sonra direndi, tiz sesiyle bağırdığını, ağladığını duyuyordum. Gürültüler ve ayak sesleri başlamıştı. Rozovskiy tiz sesiyle bağırıyor ve ağlıyordu. Sonra koridorun kapısı giderek uzaklaşan seslerle şangırdamaya başladı ve ortalık sessizleşti... Evet. Böylece astılar onları. İple boğdular ikisini de. İdamı gören başka bir nöbetçi bana Lozinskiy'in direnmediğini, ama Rozovskiy'in uzun süre debelendiğini, darağacına sürükleyerek götürdüklerini, ipi boynuna zorla geçirdiklerini anlattı. Evet. Bu nöbetçi biraz aptal bir delikanlıydı. 'Beyim, bana korkunç olduğunu söylemişlerdi. Hiç de korkunç değil. Asılır asılmaz, sadece iki kere şöyle omuzlarını oynattılar –omuzların nasıl kasılarak yukarı kalkıp indiğini göstermişti–, sonra cellat, ilmekler daha iyi sıkışsın diye ipi çekti, o kadar: Sonra titremediler bile.' Hiç de korkunç değil," diye nöbetçinin sözlerini yineleyen Krılstov, gülümsemek istiyordu ama gülümsemek yerine hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.

Bundan sonra ağır ağır soluk alarak ve boğazında düğümlenen hıçkırıkları yutarak uzun zaman hiçbir şey söylemedi.

Sakinleşince:

"O günden sonra devrimci oldum. Evet," dedi ve hikâyesini kısaca anlatıp bitirdi.

"Halkın İradesi" partisindendi, aynı zamanda hükümetin çekilmesi ve halkın iktidara geçmesi için hükümeti yıldırma amacı taşıyan bir sabotaj grubunun da başkanıydı. Bu amaçla bazen Petersburg'a, bazen yurtdışına, bazen Kiev'e, Odessa'ya gidiyordu ve gittiği her yerde de başarılı oluyordu. Çok güvendiği bir adam onu ele vermişti. Tutuklamışlar, yargılamışlar, iki yıl hapis yatırmışlar, ölüm cezasına çarptırmışlar, sonra bu cezayı ömür boyu kürek cezasına çevirmişlerdi.

Hapishanede vereme yakalanmıştı, içinde bulunduğu koşullarda topu topu birkaç aylık ömrü kalmıştı. Bunu biliyordu ve yaptıklarından pişmanlık duymadığı gibi, başka bir ömrü daha olsa onu da aynı şey için, gördüklerinin tekrarlanabileceği bu düzenin yıkılması için harcayacağını söylüyordu.

Bu adamın hikâyesi ve onunla yakınlaşması Nehlüdov'a, daha önce anlamadığı pek çok şeyi açıklamıştı.


VII


Menzilden çıkarken konvoy subayının küçük kız yüzünden mahkûmlarla tartıştığı gün, bir önceki geceyi bir handa geçirmiş olan Nehlüdov geç kalkmış ve bir sonraki ile gittiğinde hazır olması için bir süre oturup mektup yazmış, böylece her zamankinden daha geç bir saatte handan çıkmış, önceki gibi kafileyi yolda yakalayamamış, hava kararırken ara menzil yakınlarındaki bir köye gelmişti. Nehlüdov, hanı işleten, beyaz, aşırı derecede kalın boyunlu dul kadınla konuştuktan sonra çok sayıda ikona ve tabloyla dolu konuk odasında çay içmiş, konvoy subayından görüşme izni almak üzere menzile gitmek için hemen yola çıkmıştı.

Önceki altı menzilde konvoy subayları değiştiği halde, hiçbiri Nehlüdov'un menzil binasına girmesine izin vermemişti. Bu yüzden bir haftadan fazla süredir Katyuşa'yı görmemişti. Bu sıkılığın nedeni, önemli bir müdürün beklenmesiydi. Bu müdür, menzilleri teftiş etmeden geçip gitmişti ve Nehlüdov, sabah kafileyi teslim alan subayın, daha önceki subaylar gibi, mahkûmlarla görüşmesine izin vereceğini umuyordu.

Hanın sahibi kadın, Nehlüdov'a, köyün öbür ucundaki ara menzile arabayla gitmesini söyledi ama Nehlüdov, yürüyerek gitmeyi yeğledi. Handa çalışan ve yeni boyanmış koca çizmeleri katran kokan, geniş omuzlu, babayiğit bir delikanlı onu menzile kadar götürme görevini üstlenmişti. Gökyüzünden karanlık bir toz dökülüyordu sanki. O kadar karanlıktı ki delikanlı pencerelerden ışık düşmeyen yerlerde üç adım öne geçse Nehlüdov onu göremiyor, vıcık vıcık çamurda çizmelerinin çıkardığı şapırtıyı duyuyordu sadece.

Nehlüdov, kılavuzunun peşinden kilise meydanını ve evlerin pencerelerinden dökülen ışıkla aydınlanmış uzun bir sokağı geçerek zifiri karanlıkta köyün ucuna ulaşmıştı. Ancak kısa süre sonra, bu zifiri karanlıkta, menzilin çevresinde yanan fenerlerin sis içinde dağılan ışıkları görünmeye başlamıştı. Fenerlerin kırmızımsı lekeleri giderek daha parlak hale geliyordu; çitin direkleri, bir aşağı bir yukarı dolaşan nöbetçinin karaltısı, çizgili direk ve kulübe görünmüştü. Nöbetçi yaklaşanlara, "Kim var orada?" diye bağırdı. Gelenlerin yabancı olduğunu öğrenince öyle sertleşti ki çitin yanında durmalarına bile izin vermek istemedi. Ama Nehlüdov'un kılavuzu, nöbetçinin sertliğine şaşırmamıştı.

"Amma da sinirlisin be delikanlı!" dedi nöbetçiye. "Git çavuşuna seslen, bekliyoruz biz."

Nöbetçi cevap vermeden küçük kapıdan içeri doğru bağırdı ve durup, fenerin ışığında elindeki çöple Nehlüdov'un çizmelerine bulaşmış olan çamuru temizleyen delikanlıyı dikkatle izledi. Çit direklerinin ardından erkek ve kadın seslerinin uğultusu geliyordu. Üç dakika kadar sonra demir gıcırdadı, kapı açıldı ve kaputunu omzuna atmış bir çavuş, karanlığın içinden fenerin ışığına çıkıp, ne istediklerini sordu. Nehlüdov, özel bir iş için içeri kabul edilmesi ricasıyla önceden hazırladığı kartvizitini verdi ve bunu subaya götürmesini rica etti. Çavuş, nöbetçi kadar sert değildi, üstelik çok meraklı biriydi. Hemen Nehlüdov'un subayı neden görmek istediğini ve kokusunu aldığı bahşişi kaçırmamak için kim olduğunu öğrenmek istedi. Nehlüdov, özel bir işi olduğunu ve yardımlarının altında kalmayacağını söyleyip, kartviziti götürüp vermesini rica etti. Çavuş kartviziti aldı, başıyla tamam diyerek gitti. Çavuşun gidişinden kısa bir süre sonra kapı tekrar gıcırdadı ve ellerinde sepetleri, tahta kutuları, toprak çömlekleri ve torbalarıyla kadınlar çıkmaya başladılar. Kendilerine özgü Sibirya lehçesiyle gevezelik ederek eşikten geçip yürüdüler. Hepsinin üstünde köylü giysileri değil, kentli giysileri, palto ve kürk vardı, eteklerini yukarı sıvamışlar, başlarına örtü bağlamışlardı. Fenerin ışığında Nehlüdov'a ve kılavuzuna merakla bakıyorlardı. İçlerinden, geniş omuzlu delikanlıyı görmekten herhalde çok memnun olan biri hemen sevgi dolu bir Sibirya küfürü savurdu.

"Ayı, burada ne işin var, ne yapıyorsun?" dedi delikanlıya.

"Bu yolcuyu getirdim," dedi delikanlı. "Ya sen ne getirdin?"

"Süt getirdim, sabaha tekrar gelmemi söylediler."

"Gece kal demediler mi?" diye sordu delikanlı.

Kadın kahkahalarla gülerek:

"Boyun devrilmesin emi, palavracı!" diye bağırdı. "Haydi köye birlikte dönelim, bizi de götür."

Kılavuz delikanlı ona öyle bir şey söylemiş olacak ki yalnız kadınlar değil, nöbetçi de gülmeye başlamıştı. Delikanlı, Nehlüdov'a dönüp:

"Yalnız başınıza yolu bulabilecek misiniz? Kaybolmazsınız ya?" dedi.

"Bulurum, bulurum."

"Kiliseyi geçer geçmez, iki katlı evin sağındaki ikinci ev. Alın size bir sopa," diyerek Nehlüdov'a kendisinin yürürken kullandığı, boyundan uzun bir sopa verdi ve koca çizmelerini şapırdatarak kadınlarla birlikte karanlığın içinde kayboldu.

Kapı tekrar gıcırdayıp, çavuş, Nehlüdov'a peşinden gelmesini söylemek için dışarı çıktığında sisin içinden delikanlının kadın sesleriyle kesilen sesi hâlâ duyuluyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top