IV - V - VI - VII


IV


Nehlüdov kahvesini içtikten sonra saat kaçta mahkemede bulunması gerektiğini ihbarnameden kontrol etmek ve prensese cevap yazmak üzere çalışma odasına gitti. Çalışma odasına gitmek için atölyeden geçmek gerekiyordu. Atölyedeki resim sehpasında yarım bırakılmış bir tablo arkası çevrilmiş olarak duruyordu, duvarlarda resim taslakları asılıydı. İki yıldır üzerinde çalıştığı bu tablonun, taslakların ve atölyenin genel görünüşü, son zamanlarda şiddetle hissettiği, resim sanatında ilerleme gücü olmadığı duygusunu hatırlattı bir kez daha. Bunu aşırı ince estetik duygusuyla açıklıyordu ama bu, yine de hoş bir düşünce değildi.

Yedi yıl önce resme hevesi olduğuna karar verip ordudaki görevini bırakmıştı, sanatsal çalışmaların tepesinden diğer bütün işlere biraz küçümseyerek bakıyordu. Böyle davranma hakkı olmadığı artık anlaşılıyordu. Atölyedeki bütün bu şık araç gerece sıkıntıyla bakıp keyifsiz bir ruh haliyle çalışma odasına girdi. Çalışma odası çok büyük, yüksek tavanlı bir odaydı ve çeşit çeşit biblolarla, eşyalarla doluydu.

Büyük yazı masasının çekmecesini açıp, hemen acil işler bölümündeki mahkeme ihbarnamesini buldu. İhbarnamede saat on birde mahkemede bulunması gerektiği yazılıydı. Prensese, daveti için teşekkür ettiğini ve yemeğe gitmeye çalışacağını bildiren bir not yazmaya oturdu. Fakat notu yazdıktan sonra yırttı; çok samimi olmuştu; bir not daha yazdı. Bu da soğuk, neredeyse onur kırıcı olmuştu. Onu da yırttı ve duvardaki düğmeye bastı. Kapıdan içeri üzerinde kolalı gri önlüğüyle, favorileri uzun, yüzü tıraşlı, asık suratlı, yaşlı bir adam girdi.

"Lütfen bir araba çağırın."

"Baş üstüne efendim."

"Ha, bir de Korçaginler'in hizmetçisine, teşekkür ettiğimi, gelmeye çalışacağımı söyleyin."

"Baş üstüne."

Nehlüdov, "Saygısızlık olacak ama ne yapayım yazamıyorum işte. Nasıl olsa görüşeceğiz bugün," diye geçirdi içinden ve giyinmeye gitti.

Giyinip kapıya çıktığında daha önceden de bindiği, lastik tekerlekli bir araba bekliyordu onu.

Arabacı beyaz gömleğinin yakasından görünen güneş yanığı, sağlam boynunu arkaya çevirerek:

"Dün tam siz Prens Korçagin'in evinden çıkmışsınız, ben gitmişim. Kapıcı 'şimdi çıktılar,' dedi."

"Korçaginler'le ilişkimi arabacılar bile biliyorlar," diye düşündü Nehlüdov ve son zamanlarda sürekli olarak kafasını meşgul eden, bir türlü yanıtını veremediği, Prenses Korçagina'yla evlenmeli mi, evlenmemeli mi sorusu karşısında belirdi. Bugünlerde aklına takılan çoğu konuda olduğu gibi buna da, ne öyle ne böyle, hiçbir yanıt veremiyordu.

Genel olarak evlilikten yanaydı. Birincisi, evlilik, bir aile ocağının sağlayacağı hoş şeylerin dışında düzensiz cinsel yaşamı ortadan kaldırarak ahlaka uygun yaşama olanağı veriyordu. İkincisi ve asıl önemlisi, Nehlüdov, bir ailenin ve çocukların onun şu anki anlamsız hayatına anlam katacağını umuyordu. Evlilikten yana olmasının nedenleri bunlardı. Evliliğe karşıydı aynı zamanda. Birincisi, artık gençlik yıllarını geride bırakmış tüm bekârlarda var olan özgürlüğünü yitirme korkusu ve ikincisi, kadın denen gizemli varlığın karşısında duyduğu bilinçsiz korkuydu bunun da nedenleri.

Ayrıca Missi'yle (Prenses Korçagina'nın adı Mariya'ydı ama bütün tanınmış ailelerde olduğu gibi ona da bir takma ad vermişlerdi) evlenmekten yanaydı. Birincisi, Missi soylu bir aileden geliyordu ve giyiminden konuşmasına, yürüyüşüne, gülüşüne kadar her şeyiyle sıradan insanlardan farklıydı. Ancak bu farklılığın nedeni sıra dışı olması değil, "kibar" bir kız olmasıydı. Nehlüdov, başka bir sözcükle ifade edemediği bu özelliğe çok büyük değer veriyordu; ikincisi, Missi'nin ona başkalarından daha fazla değer vermesi, dolayısıyla Nehlüdov'a göre, kendisini iyi anlamasıydı. Onu anlaması, yani onun yüksek erdemlerini kabul etmesi, Missi'nin akıllı ve doğru düşünen biri olduğunun kanıtıydı Nehlüdov için. Missi'yle evlenmeye karşı olmasına gelince birincisi, Missi'den çok daha fazla erdemleri olan ve bu nedenle de kendisine daha uygun başka bir kız bulabilirdi. İkincisi, Missi yirmi yedi yaşındaydı, dolayısıyla daha önce mutlaka başka aşkları olmuştu. Bu düşünce de Nehlüdov'un canını sıkıyordu. Missi'nin geçmişte bile olsa, onu değil de başka birini sevmiş olması gururuna dokunuyordu. Nehlüdov'la karşılaşacağını elbette bilemezdi ama daha önce başka birini sevebilmiş olduğunu düşünmek Nehlüdov'u incitiyordu.

Evlilikten yana ne kadar gerekçe varsa, bir o kadar da evliliğe karşı gerekçe vardı; bu gerekçeler en azından güç bakımından birbirine eşitti ve Nehlüdov, haline gülerek, filozof Buridan'ın birbirinden aynı uzaklıktaki iki kuru ot demetinden hangisini seçeceğini bilemeyen eşeğine benzetiyordu kendini. İki demetten hangisine gideceğini bilemediği için olduğu yerde kalıyordu.

"Durum böyleyken Marya Vasilyevna'dan (soylular başkanının karısı) yanıt almadan, o meseleyi kökünden çözmeden hiçbir şey yapamam zaten," dedi kendi kendine.

Kararını geciktirebileceği ve geciktirmek zorunda olduğu düşüncesi hoşuna gitti.

Araba mahkeme binasının asfalt girişine doğru sessizce ilerlerken, "Bunları daha sonra enine boyuna düşünürüm," dedi kendi kendine.

"Şimdi her zaman yaptığım ve kendimi yapmak zorunda hissettiğim gibi, toplumsal görevimi dürüstçe yerine getirmeliyim. Hem bu görev genellikle eğlenceli de oluyor," dedi içinden ve kapıcının yanından geçerek mahkeme binasına girdi.


V


Nehlüdov içeri girdiğinde mahkeme koridorlarındaki hızlı koşuşturma başlamıştı bile.

Bekçiler ellerinde kâğıtlar, kâh hızlı adımlarla yürüyorlar, kâh ayaklarını yerden kaldırmadan fakat telaşla, soluk soluğa bir aşağı bir yukarı koşuyorlardı. Mahkeme görevlileri, avukatlar, yargıçlar oraya buraya gidip geliyorlar, davacılar ve tutuksuz sanıklar duvar diplerinde dertli dertli dolaşarak ya da oturarak bekleşiyorlardı.

Nehlüdov bekçilerden birine:

"Bölge mahkemesi ne tarafta?" diye sordu.

"Hangisini soruyorsunuz? Sulh hukuk mahkemesi var, sulh ceza mahkemesi var."

"Ben jüri üyesiyim."

"O zaman ağır ceza mahkemesi. Öyle söylesenize. Buradan sağa, sonra sola, sağdan ikinci kapı."

Nehlüdov verilen tarife göre gitti.

Kapının önünde iki adam bekliyordu: Biri, görünüşüne bakılırsa hafiften kafayı çekmiş, keyfi yerinde, uzun boylu, şişman, babacan bir tüccar, diğeri Yahudiye benzeyen bir satıcıydı. Nehlüdov yanlarına yaklaşıp, "Jüri üyelerinin odası burası mı?" diye sorduğunda yün fiyatlarından konuşuyorlardı.

"Burası efendim, burası. Kardeşimiz de jüri üyesi mi acaba?" diye sordu babacan tüccar neşeyle göz kırparak. Nehlüdov'un olumlu yanıtı üzerine devam etti: "Eh öyleyse birlikte çalışacağız. Ben ikinci dereceden tüccar Baklaşov," dedi büyük yumuşak elini uzatarak. "Evet, çalışmak gerek. Kiminle müşerref oluyorum?"

Nehlüdov adını söyleyip jüri odasına geçti.

Pek büyük olmayan jüri odasında farklı kesimlerden yaklaşık on kişi vardı. Hepsi de yeni gelmişlerdi. Bazıları oturuyor, bazıları dikkatle birbirini inceleyerek, birbiriyle tanışarak dolaşıyorlardı. Resmi üniformalı emekli bir memur vardı, diğerleri redingot, ceket giymişlerdi, birinin sırtında da Rus tarzı beli büzgülü, uzun bir giysi vardı.

Bu görev çoğunu işlerinden alıkoyduğu ve bundan duydukları rahatsızlığı dile getirdikleri halde, toplumsal önem taşıyan bir iş yapmanın verdiği hoşnutluk okunuyordu hepsinin yüzünde.

Birbiriyle tanışan ya da kimin kim olduğunu yalnızca tahmin etmekle yetinen jüri üyeleri aralarında konuşup, havalardan, erken gelen bahardan, işlerden söz ediyorlardı. Nehlüdov'u tanımayanlar, hemen yanına gelip tanışıyorlar, bunu özel bir onur sayıyorlardı. Nehlüdov ise tanımadığı insanlarla birlikteyken hep olduğu gibi, bunu kendisine ödenmesi gereken bir borç olarak görüyordu. Kendisini çoğu insandan yüksek görmesinin nedenini sorsalar, hayatı boyunca hiçbir üstün özelliği olmadığı için bu soruya bir yanıt veremezdi. İyi derecede İngilizce, Fransızca ve Almanca konuşması, en iyi marka çamaşır, elbise, kravat ve kol düğmesi kullanması da üstünlüğünün kabulü için bir neden olamazdı. Bunu kendisi de biliyordu. Bununla birlikte üstün biri olduğunu kesinlikle kabul ediyor ve kendisine gösterilen saygıyı ödenmesi gereken bir borç olarak görüyor, böyle davranılmadığı zamanlar kalbi kırılıyordu. Kendisine saygı gösterilmemesinin yarattığı bu kötü duyguyu jüri odasında da hissetti. Jüri üyeleri arasında Nehlüdov'un tanıdığı biri vardı. Kız kardeşinin çocuklarının eski öğretmeni Pyotr Gerasimoviç'ti bu adam (Nehlüdov adamın soyadını hiçbir zaman öğrenmedi, hatta bilmediği için övünürdü de birazcık). Bu Pyotr Gerasimoviç bir yüksekokul bitirmiş, şimdi lisede öğretmenlik yapıyordu. Senlibenliliği, kendini beğenmiş kahkahası, kız kardeşinin deyimiyle "teklifsizliği" yüzünden Nehlüdov için her zaman çekilmez biri olmuştu.

Pyotr Gerasimoviç, Nehlüdov'u gürültülü bir kahkahayla karşılayarak:

"A, siz de geldiniz demek. Bir yolunu bulup yakanızı kurtaramadınız mı?" dedi.

"Aklımdan bile geçirmedim," dedi Nehlüdov sert, canı sıkkın bir tavırla.

"E, bu da bir sivil kahramanlık. Durun hele karnınız acıkıp, uykunuz gelince de böyle şakıyabilecek misiniz bakalım!" dedi Pyotr Gerasimoviç ve daha da gürültülü bir kahkaha attı.

"Bu herif şimdi benimle 'senlibenli' konuşmaya başlar," diye geçirdi aklından Nehlüdov ve bütün yakınlarının öldüğünü biraz önce öğrenmiş birinin kederli yüz ifadesiyle Pyotr Gerasimoviç'in yanından ayrılarak, heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatan, uzun boylu, iriyarı, yüzü tıraşlı bir beyefendinin çevresinde toplanmış gruba yaklaştı. Bu beyefendi şu anda sulh hukuk mahkemesinde sürmekte olan bir davadan, yargıçları ve ünlü avukatları adları ve baba adlarıyla tek tek sayarak, çok yakından bildiği bir dava gibi söz ediyordu. Ünlü bir avukat sayesinde bu davanın gidişinde şaşırtıcı bir değişiklik olduğunu, taraşardan yaşlı bir hanımın tümüyle haklı olduğu halde, karşı tarafa yüklü miktarda para ödemek zorunda kalacağını anlatıyordu.

"Dâhi bir avukat!" dedi.

Çevresindekiler onu saygıyla dinliyor, bazıları kendi düşüncelerini söylemeye çalışıyorlar ama her şeyi en iyi o bilirmiş gibi hepsinin sözünü ağzına tıkıyordu.

Nehlüdov geç geldiği halde uzun süre beklemek zorunda kaldı. Mahkeme üyelerinden biri hâlâ gelmediği için duruşma bir türlü başlayamıyordu.


VI


Başkan mahkemeye erken gelmişti. Uzun boylu, topluca, geniş favorilerine aklar düşmüş biriydi. Evliydi ama tıpkı karısı gibi son derece ahlaksızca bir yaşam sürüyordu. Karı koca birbirlerine karışmıyorlardı. Yazın evlerinde kalmış, şimdi güneyde bir yerden Petersburg'a gelen İsviçreli mürebbiyeden o sabah bir not almıştı. Mürebbiye, saat üçle altı arasında kentte olacağını, İtalya Oteli'nde onu bekleyeceğini yazıyordu. Geçen yaz kır evinde aşk yaşadığı bu sarışın kadını, yani Klara Vasilyevna'yı saat altıya kadar ziyaret edebilmek için bugünkü duruşmalara erken başlayıp erken bitirmek istiyordu.

Çalışma odasına girip kapıyı arkadan sürgüledi, kâğıt dolabının alt rafından iki küçük halter alıp yirmi kez yukarı, öne, yana ve aşağı doğru hareket yaptı, sonra halterleri başının üstünde tutarak üç kez hafifçe çömeldi.

Yüzük parmağında altın bir halka olan sol eliyle gergin sağ pazısını yoklayarak, "Soğuk duş ve jimnastik kadar yararlı bir şey yok," diye geçirdi içinden. Geriye sadece çark hareketi (uzun sürecek duruşmalardan önce bu iki hareketi hep yapardı) kalmıştı ki kapı zorlandı. Birisi kapıyı açmak istiyordu. Başkan halterleri aceleyle yerine koydu ve kapıyı açtı.

"Özür dilerim," dedi.

Odaya, mahkeme üyelerinden gözlüğü altın çerçeveli, kısa boylu, omuzları kalkık, çatık kaşlı biri girdi.

"Yine Matvey Nikitiç ortalarda yok," dedi üye hoşnutsuzlukla.

Başkan resmi kıyafetini sırtına geçirirken:

"Hâlâ gelmedi demek," diye karşılık verdi. "Hep geç kalır."

"Hayret, hiç utanma yok bu adamda," dedi üye ve öfkeyle oturup bir sigara aldı.

Çok dakik olan bu üye, bir ay boyunca harcasın diye verdiği parayı vaktinden önce bitirdiği için sabah sabah karısıyla kavga etmişti. Karısı bir sonraki ayın parasından vermesini istemiş ama o kararından dönmeyeceğini söylemişti. Bu yüzden kavga çıkmıştı. Karısı madem öyle yemek de yok demiş, evde yemek beklememesini söylemişti. Bunun üzerine kapıyı çekip çıkmıştı. Karısının savurduğu tehdidi yerine getireceğinden korkuyordu, ondan her şey beklenirdi. Dirseklerini iki yana açmış, güzel beyaz elleriyle kırlaşmış, uzun ve gür favorilerini ceketinin sırmalı yakasının iki yanına yayan pırıl pırıl, sağlıklı, neşeli, babacan başkana bakarken içinden de, "Sen istediğin kadar iyi, namuslu yaşa. Bir de ona bak her zaman keyişi, neşeli, bense üzüntü içindeyim," diye geçiriyordu.

Kâtip elinde bir dosyayla içeri girdi.

"Çok teşekkür ederim," dedi başkan ve bir sigara yaktı. "Önce hangi davaya bakıyoruz?"

"Sanırım zehirleme davasına," dedi kâtip önemsemiyormuş gibi bir tavırla.

"Pekâlâ, zehirleme davası olsun bakalım," dedi başkan. Bir yandan da bu davanın saat dörde kadar bitebilecek bir dava olduğunu ve sonra gidebileceğini düşünüyordu. "Matvey Nikitiç hâlâ gelmedi mi?"

"Gelmedi."

"Peki Breve burada mı?"

"Burada," diye yanıtladı kâtip.

"Kendisini görürseniz zehirleme davasından başlayacağımızı söyleyin o zaman."

Breve, bugünkü duruşmada görevli savcı yardımcısıydı.

Kâtip koridora çıkarken Breve'yle karşılaştı. Resmi ceketinin düğmeleri açık, kolunun altında çantası, omuzlarını yukarı kaldırmış, koridorda koşarcasına, topuklarını yere vura vura, boş kalan kolunu ise yürüdüğü yöne doğru dikey biçimde sallaya sallaya, hızlı adımlarla yürüyordu.

"Mihail Petroviç hazır olup olmadığınızı öğrenmemi istedi," dedi kâtip.

"Elbette, ben her zaman hazırım," dedi savcı yardımcısı. "İlk dava hangisi?"

"Zehirleme davası."

"Güzel," dedi savcı yardımcısı ama bütün gece uyumadığı için bunu hiç de güzel bulmamıştı. Bir arkadaşlarını uğurlamışlar, saat ikiye kadar içki içip dans etmişler, daha sonra da bundan altı ay öncesine kadar Maslova'nın çalıştığı eve, kadınlara gitmişler, bu yüzden zehirleme dosyasını okuyacak zamanı olmamıştı. Şimdi bir an önce bu dosyayı gözden geçirmek istiyordu. Kâtipse onun zehirleme dosyasını okumadığını bildiği için, mahsus ilkönce bu davaya bakmayı önermişti başkana. Kâtip liberal, hatta radikal düşünceli biriydi. Breve ise muhafazakâr, hatta Rusya'da memuriyet yapan bütün Almanlar gibi, Ortodoksluğa sıkı sıkıya bağlı biriydi. Kâtip onu sevmiyordu ve yerine göz dikmişti.

"E, hadımlar davası ne âlemde?" diye sordu kâtip.

"Tanık olmadığı için bir şey yapamayacağımı söylemiştim, mahkemede de söyleyeceğim bunu," dedi savcı yardımcısı.

"İyi de ne fark eder ki..."

"Elimden bir şey gelmez," dedi savcı yardımcısı ve kolunu aynı şekilde sallayarak odasına koştu.

Bu hadımlar davasını, dava açısından son derece önemsiz ve gereksiz olan tanık yokluğu gerekçesiyle geriye atmasının tek nedeni, davanın jüri üyelerinin aydınlardan oluştuğu bir duruşmada görülmesi halinde aklanmayla sonuçlanabilecek bir dava olmasıydı. Başkanla uzlaşmaya vararak davanın jürideki köylü sayısının, dolayısıyla da suçlama şansının daha fazla olacağı bir taşra mahkemesine aktarılması zorunluydu.

Koridordaki hareket gittikçe artıyordu. Mahkeme işlerine meraklı, gösterişli beyefendinin jüri üyelerine sözünü ettiği davanın görüldüğü mahkeme salonunun çevresi giderek kalabalıklaşıyordu. Mahkemeye ara verildiği sırada dâhi avukatın, malını mülkünü elinden alarak, bu mal mülkü üzerinde hiçbir hakkı olmayan müvekkiline kazandırmayı başardığı yaşlı kadın salondan dışarı çıktı. Bunu yargıçlar da, davacı ve avukatı da biliyorlardı; fakat davayı öyle kurnazca bir yola sokmuşlardı ki yaşlı kadının malını elinden almamak da, bunu davacıya vermemek de olanaksızdı. Kadıncağız şişmandı, şık bir elbise, iri çiçekli bir şapka giymişti. Kapıdan çıkarak koridorda durdu, kısa, tombul kollarını iki yana açıp, avukatına dönerek durmadan, "Ne olacak şimdi? Lütfen bir şeyler yapın! Nedir bu böyle?" diyordu. Avukat, kadının şapkasındaki çiçeklere bakıyor, düşünüyor, onu dinlemiyordu.

Şapkası çiçekli yaşlı kadını beş parasız bırakıp, kendisine on bin ruble ücret ödemiş olan müvekkiline ise yüz bin rubleden fazla para kazandırmış olan bu çok ünlü avukat, mahkeme salonunun kapısından, yaşlı kadının peşi sıra, kendinden emin bir yüzle ve açık yakalı yeleğinin içinden görünen gömleğinin göğüs kısmını parıldatarak çıkmıştı. Bütün gözler avukata çevrilmişti. O da bunu hissediyor ve her haliyle sanki, "Hiçbir bağlılık gösterisine gerek yok," diyordu. Hızla yanlarından geçip gitti.


VII


Sonunda Matvey Nikitiç de geldi ve uzun boyunlu, zayıf, yan yan yürüyen, alt dudağını da aynı şekilde yana çarpıtmış olan mübaşir, jüri üyelerinin odasına girdi.

Bu mübaşir, üniversite öğrenimi görmüş, namuslu bir adamdı ama ayyaşlık derecesinde içki içtiği için hiçbir yerde dikiş tutturamıyordu. Karısının koruyucusu olan bir kontes, üç ay önce onu bu işe yerleştirmişti. Hâlâ burada olduğu için seviniyordu.

Pince-nez'sini[7] takıp, üzerinden bakarak:

"Evet beyler, herkes burada mı?" diye sordu.

"Galiba herkes geldi," dedi neşeli tüccar.

"Bir yoklama yapalım," dedi mübaşir ve cebinden bir kâğıt çıkarıp kâh gözlüğün üstünden, kâh arkasından bakarak isimleri okumaya başladı.

"Beşinci kademeden devlet memuru İ. M. Nikiforov."

"Benim," dedi bütün davalardan haberi olan gösterişli beyefendi.

"Emekli albay İvan Semyonoviç İvanov."

"Burada," dedi emekli subay üniforması giymiş zayıf bir adam.

"İkinci dereceden tüccar Pyotr Baklaşov."

"Burada," dedi babacan tüccar, ağız dolusu gülerek. "Hazırım!"

"Muhafız teğmeni Prens Dmitriy Nehlüdov."

"Benim," diye yanıtladı Nehlüdov.

Mübaşir onu diğerlerinden ayırırcasına pince-nez'sinin üstünden bakarak, saygılı ve kibar bir şekilde hafifçe eğildi.

"Yüzbaşı Yuriy Dmitriyeviç Dançenko, tüccar Grigoriy Yeşmoviç Kuleşov..."

İki kişi dışında herkes gelmişti.

"Salona buyurun beyler," dedi mübaşir zarif bir hareketle kapıyı göstererek.

Herkes hareketlendi ve kapıda birbirlerine yol vererek koridora çıktılar, koridordan da duruşma salonuna geçtiler.

Mahkeme salonu büyük, uzun bir odaydı. Bir ucunda üç basamakla çıkılan bir yükseklik vardı. Bu yüksekliğin ortasında saçakları daha koyu, yeşil çuha örtülü bir masa duruyordu. Masanın gerisinde meşeden yapılmış, oymalı arkalıkları çok yüksek olan üç koltuk sıralanmıştı. Koltukların arkasındaysa altın yaldız çerçeveli, bir ayağını öne doğru uzatmış, eli kılıcının kabzasında, sırmalı üniformalı, parlak bir general resmi asılıydı. Sağ köşede dikenli tacıyla bir İsa tasviri asılıydı ve bir rahle duruyordu. Savcının kürsüsü de sağ taraftaydı. Sol tarafta, bu kürsünün karşısında, dipte bir yerde kâtibin küçük masası, izleyicilere yakın yerde ise meşeden yapılmış oymalı bir parmaklık, parmaklığın arkasında da henüz boş olan sanık sırası vardı. Sağ yandaki yüksek yerin üzerinde, jüri üyelerinin oturacağı, yine arkalıkları yüksek iki sıra sandalye, altta da avukat masaları vardı. Bütün bunlar salonun parmaklıkla ikiye bölünmüş olan ön kısmında yer alıyordu. Arka kısımda ise basamak basamak yükselerek arka duvara kadar uzanan sıralar dizilmişti. İzleyici kısmının ön sıralarında, görünüşlerine bakılırsa salonun görkemi altında ezilen ve bu yüzden kendi aralarında ürkekçe fısıldaşan fabrika işçisi ya da hizmetçi kılıklı dört kadınla, yine fabrika işçisine benzeyen iki erkek oturuyorlardı.

Mübaşir, jüri üyelerinden hemen sonra yan yan yürüyüşüyle ortaya çıktı ve oradakileri korkutmak ister gibi yüksek bir sesle:

"Mahkeme başlıyor!" diye bağırdı.

Herkes ayağa kalktı. Yargıçlar sırayla salondaki kürsüye çıktılar: Adaleli ve güzel favorili mahkeme başkanı, sonra tam duruşma öncesinde kayınbiraderiyle karşılaşıp, mahkemede staj yapan kayınbiraderinin, ablasının yanından geldiğini, ablasının akşam yemeği yapmayacağım dediğini haber vermesi üzerine yüzü daha da asılmış olan asık suratlı, gözlüğü altın çerçeveli mahkeme üyesi.

"Demek ki meyhaneye gideceğiz," demişti kayınbirader gülerek.

Asık yüzlü mahkeme üyesi:

"Hiç komik değil," demiş ve suratını daha da çok asmıştı.

Ve sonuncu, yani üçüncü mahkeme üyesi, her zaman geç kalan Matvey Nikitiç, sakallı, iyilik dolu iri gözlerinin kenarları aşağı doğru sarkmış biriydi. Bu üyenin gastriti vardı. Doktorun tavsiyesiyle bu sabah yeni bir rejime başlamıştı. Bu yeni rejim, evden her zamankinden daha geç çıkmasına neden olmuştu. Kürsüye çıktığı sırada dalgın görünüyordu, çünkü kendi kendisine sorduğu sorulara, şu olursa şöyle olacak gibi, niyet tutarak yanıt bulma alışkanlığına sahipti. Şimdi de çalışma odasının kapısından koltuğa kadar attığı adım sayısı tam olarak üçe bölünebilirse yeni rejim gastritine iyi gelecek, bölünmezse gelmeyecek diye niyet tutmuştu. Yirmi altı adım gelmişti ama minicik bir adım daha atınca koltuğa kadar tam yirmi yedi adım atmış oldu.

Yakası sırmalı üniformalarıyla kürsüye çıkan başkan ve üyelerin görünüşü çok heybetliydi. Bunu kendileri de hissediyorlardı ve kendi heybetlerinden utanmış gibi üçü de hemen bakışlarını yere indirip, yeşil çuha örtülü masanın ardındaki oymalı koltuklarına oturdular. Masanın üzerinde kartal figürlü üçgen bir araç, içine şeker konulan cinsten cam kavanozlar, mürekkep hokkası, uçlu kalemler, güzel, boş bir kâğıt, çeşitli boylarda, ucu yeni açılmış kurşunkalemler duruyordu. Yargıçlarla birlikte savcı yardımcısı da içeri girmişti. Kolunun altında çantası, aynı aceleci yürüyüşle ve aynı şekilde kolunu sallayarak pencerenin önündeki yerine geçti, davaya hazırlanmak için her dakikadan yararlanarak hemen kâğıtları okumaya ve gözden geçirmeye koyuldu. Savcının dördüncü davasıydı bu. Aşırı derecede şöhret düşkünü biriydi ve mesleğinde ilerlemeye kesin kararlıydı. Bu yüzden de savcı olarak görev yaptığı her davanın mutlaka mahkûmiyetle sonuçlanmasını gerekli sayıyordu. Zehirleme davasının içeriğini ana hatlarıyla biliyordu, konuşmasının planını yapmıştı ama birkaç bilgi daha gerekiyordu, bunları da dosyadan acele acele not alıyordu.

Kâtip, kürsünün öbür ucunda oturuyordu. Okunması gereken bütün kâğıtları hazırlamıştı, bu arada bir gün önce okuduğu, yasaklanmış bir makaleyi tekrar gözden geçiriyordu. Aynı görüşleri paylaştığı sakallı mahkeme üyesiyle bu makale hakkında konuşmak niyetindeydi ve makalenin içeriğini önceden iyice öğrenmek istiyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top