III - IV - V
III
Nehlüdov, Kuzminsk'ten, Katyuşa'yı tanıdığı, kendisine halalarından miras kalan yurtluğa gitti. Bu yurtlukta da toprak meselesini aynen Kuzminsk'te yaptığı gibi halletmek, bundan başka Katyuşa ve bebeğiyle ilgili öğrenebileceği her şeyi, bebeğin öldüğü doğru mu, ölüm nedeni neydi gibi soruların yanıtlarını öğrenmek istiyordu. Panovo'ya sabah erken geldi. Avluya girdiğinde onu şaşırtan ilk şey, bütün binaların, özellikle de evin terk edilmiş ve harap görünüşü oldu. Bir zamanlar yeşil olan, nicedir boya yüzü görmemiş teneke çatı pastan kırmızı bir renk almış, fırtınadan birkaç parçası yukarı kalkmıştı; evin dış yüzünü kaplayan ince tahtalar, kolayca sökülebilecek yerlerde paslı çivileri gevşetilmek suretiyle insan eliyle çıkartılmıştı yer yer. Merdivenlerin her ikisi de, öndeki merdiven ve aklında özellikle kalmış olan arka merdiven çürümüş, kırılmış, yalnızca kalasları kalmıştı; bazı pencerelere cam yerine ince tahtalar çakılmıştı, kâhyanın oturduğu ek bina da, mutfak da, at ahırları da, velhasıl her şey harap ve griydi. Bir tek bahçe, bozulmak bir yana büyüdükçe büyümüş ve şu anda her yan çiçeğe kesmişti; çitin arkasından vişne, elma ve erik çiçekleri ak bulutlar gibi görünüyordu. Leylaklar da tıpkı bundan on dört yıl önce, Nehlüdov'un on sekiz yaşındaki Katyuşa'yla yakalamaca oynadığı ve düşüp, ısırganların elini daladığı zamanki gibi çiçek açmıştı. Sofya İvanovna tarafından evin yakınına dikilmiş olan ve o zamanlar kazıktan farksız görünen karaçam şimdi sarımsı yeşil tüylü yapraklara bürünmüş, kerestelik koskoca bir ağaç olmuştu. Irmak, kıyılara vuruyor, değirmene giden arklardan gürültüyle dökülüyordu. Irmağın ötesindeki çayırda köylülere ait alacalı bir sürü otluyordu. Din okuluna gitmiş ama bitirememiş kâhya, Nehlüdov'u avluda gülümseyerek karşıladı, gülümsemeye devam ederek onu idare binasına çağırdı ve adeta özel bir şey vaat eden gülümsemesini sürdürerek duvarın öbür tarafına gitti. Duvarın arkasında önce bir fısıldaşma oldu, sonra fısıltılar kesildi. Arabacı bahşişini alıp arabasının çıngıraklarını çala çala avludan çıktı, ortalık sessizliğe büründü. Daha sonra pencerenin önünden çıplak ayaklı, sırtında işlemeli bir gömlek, kulaklarında küpeler olan bir kız koşarak geçti, kızın arkasından da bir köylü, topukları çivili kalın çizmelerini basılmaktan sertleşmiş patikaya vura vura koşup gitti.
Nehlüdov pencerenin önüne oturmuş, bahçeye bakıyor, çevreye kulak kabartıyordu. İki kanatlı küçük pencereden, Nehlüdov'un terli alnına düşmüş saçlarını ve bıçakla oyulmuş pencere kenarında duran not kâğıtlarını hafif hafif kımıldatan taze ilkbahar havası ve sürülmüş toprak kokusu geliyordu. Nehir kıyısından köylü kadınların birbiri arkasına indirdikleri çamaşır tokmaklarının "pat pata pat" sesleri duyuluyordu. Bu sesler ırmağın güneşte pırıl pırıl parlayan akıntısı boyunca dağılıyor, değirmene akan suyun tekdüze sesi de işitiliyordu. Bir sinek Nehlüdov'un kulağının yanından ürkek bir vızıltıyla geçti.
Ve Nehlüdov, bir zamanlar, henüz masum bir delikanlı olduğu zamanlarda da burada, bu nehirde, ıslak çamaşıra vurulan bu tokmak seslerini değirmenin tekdüze gürültüsü arasından aynı bu şekilde işittiğini, ilkbahar rüzgârının ıslak alnındaki saçları ve bıçakla oyulmuş pencere önündeki kâğıtları aynı bu şekilde kımıldattığını, kulağının yanından aynen böyle bir sineğin ürkekçe uçtuğunu anımsadı birden. O zamanlarki on sekizlik delikanlı değildi ama kendisini aynı o zamanki gibi, o tazelikte, o saşıkta ve geleceğe yönelik çok büyük olanaklara sahip biri gibi hissediyordu. Öte yandan tıpkı insanın düşündeki gibi, böyle bir şeyin artık olmadığını da biliyordu. İçini korkunç bir üzüntü kapladı.
"Yemeği ne zaman emredersiniz?" diye sordu kâhya, gülümseyerek.
"Ne zaman isterseniz, aç değilim. Köyü dolaşacağım biraz."
"Evi görmek istemez miydiniz? Her şey yerli yerinde, gerçi dışarıdan bakınca..."
"Şu anda istemiyorum, daha sonra bakarım. Şimdi söyler misiniz lütfen, burada Matryona Harina adında bir kadın var mı?"
Bu, Katyuşa'nın teyzesiydi.
Kâhya yine aynı, hem ev sahibine hoş görünme isteğini, hem de Nehlüdov'un da tıpkı kendisi gibi her işten anladığından emin olduğunu ifade eden gülümsemesiyle:
"Olmaz olur mu, köyde oturuyor. Ne yaptıysam baş edemiyorum o kadınla. Meyhane işletiyor gizli gizli. Biliyorum, yakalıyorum, azarlıyorum ama iş tutanak tutmaya gelince acıyorum, kadın yaşlı, torunları var," dedi.
"Nerede oturuyor? Uğramak istiyorum."
"Köyün öbür ucunda, sondan üçüncü ev. Sol kolda kerpiç bir ev var, o kerpiç evin arkasındaki kulübe onun. En iyisi sizi ben götüreyim," dedi kâhya sevinçle gülümseyerek.
"Hayır, teşekkür ederim, ben bulurum, siz lütfen köylülere toplanmalarını söyleyin, toprak konusunda onlarla konuşmam gerekiyor," dedi Nehlüdov. Kuzminsk'teki gibi burada da köylülerle işini eğer olabilirse hemen bu akşam bitirmek niyetindeydi.
IV
Nehlüdov kapıdan çıkınca sinirotu ve bitotu bitmiş otlaktan geçen, iyice basılmış patikada, önünde alacalı bir önlük bulunan, tombul çıplak ayaklarıyla hızlı hızlı gelen küpeli köylü kızıyla karşılaştı. Gittiği yerden geri dönen kız, sol elini önünde hızlı hızlı sallıyor, sağ eliyle de kırmızı bir horozu sıkı sıkı karnına bastırıyordu. Sallanan kırmızı ibiğiyle horoz son derece sakin görünüyor ve yalnızca gözlerini çeviriyor, tırnaklarını kızın önlüğüne takarak siyah bacaklarından birini kâh uzatıyor, kâh geri çekiyordu. Kız, beye yaklaştığında yavaşlayarak koşmayı bırakıp yürümeye başladı ve aynı hizaya gelince durdu, başını geriye atıp eğilerek selam verdi, ancak bey yanından geçip gittikten sonra horozuyla birlikte yürümeye devam etti. Nehlüdov kuyuya doğru inerken, kambur sırtına dayadığı sopanın ucunda ağzına kadar dolu, ağır kovalar taşıyan yaşlı bir kadınla karşılaştı. Üstünde kaba bezden kirli bir gömlek olan kadın kovaları dikkatle yere bıraktıktan sonra aynı şekilde başını geriye atıp eğilerek selam verdi.
Kuyudan sonra köy başlıyordu. Pırıl pırıl sıcak bir gündü, daha sabahın onunda boğucu bir sıcak vardı, küme küme bulutlar arada bir güneşin önünü kapatıyordu. Bütün sokak boyunca tepeye doğru sıra sıra uzanan at arabalarından ve en çok da Nehlüdov'un önünden geçtiği açık kapıların ardındaki avlularda bulunan eşelenmiş gübre yığınlarından gelen keskin, yakıcı ama yine de kötü olmayan bir gübre kokusu vardı. Arabaların arkasından tepeye doğru giden, yalınayak, pantolonları ve gömlekleri gübreden ıslanmış köylüler, ipek kurdelesi güneşte pırıl pırıl parlayan gri şapkasıyla, her adımda sapı ışıldayan boğumlu bastonunu yere değdirerek köyün yukarısına doğru yürüyen bu uzun boylu, topluca beyefendiye bakıyorlardı. Boş arabaların arabacı yerlerinde sarsıla sarsıla tarladan dönen köylüler, sokaklarında yürüyen bu tuhaf adamı şapkalarını başlarından çıkararak hayretle izliyorlardı; kadınlar kapıların önüne, eşiklere çıkmışlar, bu adamı gözleriyle takip ederek birbirlerine gösteriyorlardı.
Nehlüdov'un yanından geçtiği dördüncü kapının önünde, buradan dışarı çıkan, tepeleme gübre yüklenmiş, gübrenin üzerine de oturmak için çadır bezi örtülmüş bir araba gıcırtıyla yolunu kesti. Arabanın arkasından kendisine de gezme çıktığı için sevinen altı yaşlarında bir erkek çocuk yürüyordu. Ayakları çarıklı genç bir köylü geniş adımlar atarak atı kapıdan çıkarıyordu. Uzun bacaklı, kır bir tay zıplayarak kapıdan fırladı, fakat Nehlüdov'dan ürkerek arabaya sokuldu, ayağını tekerleğe çarparak, ağır arabayı kapıdan çıkaran, huzursuz ve hafifçe kişneyen kısrağın önüne atladı. Arkadan gelen atı, zayıf, hareketli bir yaşlı adam sürüyordu. O da yalınayaktı, üstünde çizgili bir pantolon ve kirli, uzun bir gömlek vardı, zayıf kürek kemikleri dışarı fırlamıştı. Atlar, gübrelerin gri, yanık yün yumakları gibi sağa sola saçıldığı yola çıktıklarında yaşlı adam kapıya geri döndü ve eğilerek Nehlüdov'u selamladı.
"Bizim hanımların yeğeni mi oluyorsun?"
"Evet, onların yeğeniyim."
"Hoş geldin. Bizi görmeye mi geldin?" dedi konuşkan ihtiyar.
"Evet. Nasılsınız bakalım?" dedi Nehlüdov ne diyeceğini bilemeyerek.
"Nasıl olsun ki! En kötü hayat bizimkisi," dedi konuşkan ihtiyar sanki halinden hoşnutmuş gibi uzata uzata.
"Neden kötü hayatınız?" diye sordu Nehlüdov kapının altına girerken.
"Nasıl olsun ki? Çok kötü," dedi yaşlı adam, Nehlüdov'un peşinden, sundurmanın altında toprak çıkana dek temizlenmiş yere giderken.
Nehlüdov ihtiyarın ardından sundurmanın altına girdi.
"On iki nüfus var evde," diye devam ediyordu ihtiyar, örtüleri başlarından kaymış, eteklerini toplamış, çıplak baldırları yarısına kadar gübre suyuna bulanmış, kan ter içinde, ellerinde yabalarla henüz temizlenmemiş gübre yığınının üstünde duran iki kadını işaret ederek. "Ayda altı pud buğday alacaksın, e, nereden alacaksın?"
"Kendininki yetmiyor mu?"
"Kendiminki mi?!" dedi yaşlı adam alaycı bir gülüşle. "Elimdeki toprak üç nüfusa yeter ancak, geçen yıl topu topu sekiz yığın ekin topladık, Noel'e kadar yetmedi."
"Peki ne yapıyorsunuz bu durumda?"
"Ne mi yapıyoruz; çocuklardan birini ameleliğe verdim, sizden de biraz para aldım. Daha büyük oruçtan önce hepsini toparladım, ama vergiler ödenmedi daha."
"Vergilerin ne kadar tutuyor?"
"Benim evden üç ayda bir on yedi ruble gider. Maazallah bu çarkı nasıl çevirdiğini kendin bile bilmezsin!"
Nehlüdov, dar avluda öne doğru bir adım atıp, temizlenmiş yerden henüz dokunulmamış ve yabalarla bir taraftan öbür tarafa aktarılan safran sarısı, çok kuvvetli kokular salan gübre yığınına doğru yürüyerek:
"Evinize girebilir miyim?" dedi.
"Niye girmeyecekmişsin, buyur gir," dedi ihtiyar ve vıcık vıcık gübreyi parmakları arasında ezen çıplak ayaklarının hızlı adımlarıyla Nehlüdov'un arkasından yürüyüp evin kapısını açtı.
Kadınlar, başlarındaki örtüleri düzeltip, el dokuması kalın önlüklerini indirerek evlerine giren bu kolları altın düğmeli tertemiz beyefendiye meraklı bir korkuyla baktılar.
İki küçük kız sırtlarında gömlekleriyle evden dışarı fırladılar. Nehlüdov eğilip şapkasını çıkararak önce evin giriş kısmına, sonra da ekşi ekşi yemek kokan, iki dokuma tezgâhının bulunduğu, daracık, pis görünüşlü evin içine girdi. İçeride sobanın başında güneş yanığı, damarlı zayıf kollarını sıvamış yaşlı bir kadın duruyordu.
"Bey evimize konuk geldi," dedi ihtiyar.
Yaşlı kadın giysisinin, kıvırıp yukarı topladığı kollarını indirirken:
"Buyursun gelsin," dedi.
"Nasıl yaşadığınızı görmek istedim," dedi Nehlüdov.
"İşte böyle, gördüğün gibi yaşıyoruz. Ev ha yıkıldım ha yıkılacağım diyor, bakalım kimin canına kıyacak. İhtiyarsa, iyidir, iyidir deyip duruyor. İşte böyle saltanat içinde yaşayıp gidiyoruz," dedi sözünü esirgemeyen yaşlı kadın, sinirli bir hareketle başını örterek. "Ben de yemek yapmaya durmuştum. Çalışanların karnını doyuracağım."
"Yemekte ne var?"
"Yemeği mi soruyorsun? Yemeğimiz güzeldir. İlk yemek kvasla ekmek, öbürü de ekmekle kvas,"[47] dedi yaşlı kadın yarısına kadar erimiş dişlerini göstererek.
"Hayır, şaka yapmıyorum, bugün yiyeceğiniz yemekleri gösterin bana."
"Yemek mi?" dedi ihtiyar adam gülerek. "Yemeğimiz öyle karmaşık bir yemek değil. Göster ona kocakarı."
Yaşlı kadın başını salladı.
"Bizim köy yemeğimizi mi görmek istediniz? Bakıyorum da çok meraklısın bey. Her şeyi bilmek istiyorsun. Dedim ya kvasla ekmek, sonra lahana çorbası, kadınlar dün keçiayağı otu getirmişlerdi; işte lahana çorbası, ondan sonra da patates."
"Başka bir şey yok mu?"
Yaşlı kadın gülerek ve kapıya bakarak:
"Daha ne olsun ki, çorbaya biraz da süt katarız," dedi.
Kapı açıldı, evin girişine insanlar doluştular; oğlanlar, kızlar, kucaklarında bebeleriyle kadınlar kapıya sıkışmışlar, köylülerin yemeğini inceleyen bu tuhaf beye bakıyorlardı. Yaşlı kadın bir beyefendiye nasıl davranılacağını bildiği için gururlanıyor gibiydi.
"Evet hayatımız çok kötü beyim, ne diyelim," dedi yaşlı adam. "Hey nereye giriyorsunuz!" diye bağırdı kapıda dikilenlere.
Nehlüdov, nedenini anlayamadığı bir rahatsızlık ve utanç duyarak:
"Hoşça kalın," dedi.
"Ziyaretimize geldiğin için çok teşekkür ederiz," dedi yaşlı adam.
Evin girişinde üst üste bekleşen insanların kendisine açtıkları yoldan geçen Nehlüdov sokağa çıkıp, yukarı doğru yürümeye başladı. Arkasından çıplak ayaklı iki küçük oğlan da dışarı çıktılar: Biri birazcık daha büyüktü ve sırtında bir zamanlar beyaz olan kirli bir gömlek, diğerinin üstünde ise rengi atmış pembe bir gömlek vardı. Nehlüdov dönüp çocuklara baktı.
"Şimdi nereye gidiyorsun?" diye sordu beyaz gömleklisi.
"Matryona Harina'ya," dedi Nehlüdov. "Tanıyor musunuz?"
Pembe gömlekli küçük çocuk bir şeye gülüyordu, daha büyük olan ise ciddi ciddi soruyordu:
"Hangi Matryona? Yaşlı mı bu Matryona?"
"Evet, yaşlı."
"Oo," dedi uzatarak. "Semyon'unki, köyün öbür ucunda. Biz götürelim seni. Hadi Fedka götürelim onu."
"Atlar n'olacak?"
"Boş ver!"
Fedka razı oldu ve üçü köyün üst tarafına doğru yürüdüler.
V
Nehlüdov büyüklerdense çocukların yanında kendini daha rahat hissederdi. Bu yüzden yol boyunca onlarla çene çaldı. Pembe gömlekli küçük oğlan gülmeyi kesmiş, tıpkı büyüğü gibi, akıllı akıllı konuşuyordu.
"Pekâlâ, köyün en yoksulu kim?" diye sordu Nehlüdov.
"Kim yoksul? Mihayla yoksul, Semyon Makarov yoksul, Marfa da yoksul."
"Anisya da yoksul. Anisya'nın ineği de yok, dileniyor," dedi küçük Fedka.
"Onun ineği yok ama üç kişiler topu topu, Marfa'lar beş nüfuslar," diye karşı çıktı büyük oğlan.
"Ama öbürü dul," diye Anisya'yı savunuyordu pembe gömlekli çocuk.
"Anisya'nın dul olduğunu söylüyorsun ama Marfa da dul sayılır," diye devam ediyordu büyük oğlan. "Onun da kocası yok."
"Kocası nerede?" diye sordu Nehlüdov.
"Hapishanede bitleri besliyor," dedi büyük çocuk, alışılmış bir deyim kullanarak.
"Geçen yaz beyin korusunda iki kayın ağacı kesmişti, hapse attılar onu," dedi pembeli çocuk acele acele. "Altı aydır hapis yatıyor, kadıncağız da dileniyor, üç çocuk, bir de düşkün kocakarı," dedi ciddi bir ifadeyle.
"Nerede oturuyor?" dedi Nehlüdov.
Çocuk, Nehlüdov'un geldiği patikada, dışa doğru eğri bacaklarının üstünde sallanarak zor ayakta duran sapsarı, ufacık bir çocuğun durduğu yerin karşısındaki evi göstererek:
"İşte şu ev," dedi.
Kir içinde, küle bulanmış gibi gri bir elbiseyle evden koşarak dışarı fırlayan bir kadın:
"Vaska, seni gidi haylaz, yine nereye kaçtın?" diye bağırdı ve korkmuş bir yüz ifadesiyle Nehlüdov'un önüne doğru atılarak çocuğu kapıp, sanki Nehlüdov'un bebeğine bir şey yapacağından korkuyormuş gibi eve soktu.
Kocası Nehlüdov'un korusundan kayın ağaçlarını kestiği için hapis yatan kadının ta kendisiydi bu kadın.
Matryona'nın evine yaklaştıklarında Nehlüdov:
"Ya Matryona, o da yoksul mu?" diye sordu.
"Ne yoksulu, içki satıyor o," diye çok kesin bir yanıt verdi pembeli, zayıf çocuk.
Matryona'nın evine varınca Nehlüdov çocukları gönderip içeri girdi. Yaşlı Matryona'nın evi, altı arşınlık daracık bir evdi, sobanın ardındaki karyolaya uzun boylu birinin sığması mümkün değildi. "Katyuşa'nın doğum yaptığı ve hasta yattığı yatak bu olmalı," diye geçirdi içinden Nehlüdov. Odanın nerdeyse tamamını bir dokuma tezgâhı kaplamıştı. Nehlüdov başını alçak kapıya çarparak içeri girdiği sırada yaşlı kadın en büyük kız torunuyla birlikte dokuma tezgâhını çalıştırmak için uğraşıyordu. Torunlarının ikisi daha beyin peşinden rüzgâr gibi içeri daldılar ve elleriyle kapının sövesine tutunarak Nehlüdov'un arkasında durdular.
Tezgâhın düzgün çalışmaması yüzünden canı sıkkın olan yaşlı kadın öfkeyle:
"Kimi aramıştınız?" diye sordu. Ayrıca da gizli gizli içki sattığı için tanımadığı insanlardan çekiniyordu.
"Ben toprak sahibiyim. Sizinle konuşmak istiyordum."
Yaşlı kadın bir an dikkatle bakarak hiçbir şey söylemedi, sonra birdenbire yüz ifadesi değişti, bambaşka biri oluverdi.
"Ah sen misin evladım, ne aptalım, tanıyamadım, yoldan geçen biridir diyorum ben de," dedi yapmacık bir sevecenlikle. "Ah sen misin şahinim..."
Nehlüdov, önde çocukların, çocukların arkasında da kucağında çöp gibi ama sürekli gülümseyen, hastalıktan sapsarı olmuş, başına paçavralardan bir başlık giydirilmiş bebeğiyle zayıf bir kadının dikildikleri kapıya bakarak:
"Yalnız konuşabilir miyiz?" dedi.
"Hiç adam görmediniz mi, şimdi gününüzü göstereceğim, verin şuradan bastonumu!" diye bağırdı yaşlı kadın kapıda dikilenlere. "Kapatın kapıyı!"
Çocuklar uzaklaştılar, bebekli kadın kapıyı kapattı.
"Ben de kim geldi diyordum. Meğer beyin ta kendisiymiş, yakışıklım, bir tanem!" dedi yaşlı kadın. "Hor görmedin, geldin. Ah sen pırlantasın, pırlanta! Şuraya oturun efendimiz, şuraya, şu sandığın üstüne," dedi, bir yandan da önlüğüyle sandığın üstünü silerken. "Ben hangi şeytan geliyor diye düşünürken bir de ne göreyim, gelen efendimiz, iyi yürekli beyimiz, velinimetimiz değil miymiş? Kusuruma bakma, yaşlı bir bunağım ben, gözlerim de görmüyor."
Nehlüdov oturdu, yaşlı kadın, önünde ayakta duruyordu, sol eliyle sağ dirseğini tutmuş, sağ elini yanağına dayamıştı. Şarkı söyler gibi bir sesle konuşmaya başladı:
"Sen de yaşlanmışsın efendimiz. Ne kadar yakışıklıydın, şimdiyse! İşlerden herhalde."
"Sana bir şey sormaya geldim. Katyuşa Maslova'yı hatırlar mısın?"
"Katerina'yı mı? Hatırlamaz olur muyum? Yeğenim o benim... Nasıl hatırlamam; onun için ne gözyaşları döktüm. Her şeyi biliyorum. Tanrı'ya karşı günahı, çara karşı suçu olmayan biri var mı? Gençlikte olur böyle şeyler, çay-kahve içer gibi bir iş, şeytan da aklını çeler insanın, o da kuvvetlidir. Ne yapacaksın! Onu bırakmışsın ama ödüllendirmişsin de, tam yüz ruble vermişsin. Bir de onun yaptığına bak. Aklını başına toplayamadı. Beni dinleseydi gül gibi yaşayıp giderdi. Benim yeğenimdir ama açık söyleyeyim, serseri ruhlu bir kızdır. Sonradan onu ne kadar iyi bir yere yerleştirdim; söz dinlemedi, beye demediğini bırakmadı. Biz beylere sövüp sayabilir miyiz? Yol vermişler elbet. Daha sonra orman müdürünün yanında da gül gibi yaşayabilirdi ama istemedi."
"Bebeği sormak istiyordum. Burada, sizin evde mi doğdu? Bebek nerede?"
"O zaman bebek için çok düşünüp taşındım, iki gözüm. Katyuşa'nın durumu kötüydü, ayağa kalkma umudu yoktu. Ben de oğlanı usulünce vaftiz ettirip bir bakımevine gönderdim. Anası can çekişirken o melek ruhluya acı çektirmenin ne âlemi vardı. Başkaları öyle yapıyorlar, bebeği beslemiyorlar, o da ölüyor; ama ben bakımevine gönderirsem daha iyi olacağını düşündüm. Para da vardı, verdim, götürdüler böylece."
"Numara vermişler miydi?"
"Numarası vardı ama daha o zaman ölmüş bebek. Götüren kadın söyledi, daha gider gitmez ölmüş."
"Kim o kadın?"
"Skorodnıy'da oturan bir kadın. Bu işlerle uğraşır. Adı Malanya'ydı, öldü, yok artık. Akıllı bir kadındı. Nasıl da becerirdi bu işleri! Ona bir bebek getirirlerdi, bebeği alır, evinde bakar, beslerdi. Beslerdi ama iki gözüm, götürene kadar. Elinde üç ya da dört çocuk toplanınca hemen bunları alır götürürdü. Her şeyi çok akıllıca ayarlamıştı: İki kişilik yatak gibi koca bir beşiği vardı. Bir de sap yaptırmıştı beşiğe. İşte bu beşiğe dört bebeği, kafaları birbirine çarpmasın diye başlı kıçlı yatırır, böylece hepsini birden götürebilirdi. Ağızlarına da birer emzik verirdi, bebeklerin gıkı çıkmazdı."
"E, sonra ne oldu?"
"Katerina'nın bebeğini de böyle götürdü. İki hafta kadar kendi evinde baktı. Bebek, daha onun evindeyken sararıp solmaya başlamıştı."
"Güzel bir bebek miydi?" diye sordu Nehlüdov.
"Öyle bir bebekti ki, daha güzeli olamazdı. Sana benziyordu," diye ekledi yaşlı kadın kırışıklarla çevrili gözünü kırparak.
"Neden zayıf düştü acaba? İyi beslenemedi herhalde?"
"Ne beslenmesi! O kadın için bir işti sadece. Malum ya, kendi çocuğu değil. Götürünceye kadar sağ kalması yetiyordu ona. Moskova'ya kadar götürdüğünü, o sırada bebeğin öldüğünü söylüyordu. Belge de getirmişti, her şey olması gerektiği gibiydi. Akıllı kadındı vesselam."
Nehlüdov çocuğuyla ilgili olarak işte ancak bunları öğrenebildi.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top