I - II - III


I

Küçük bir yerde birkaç yüz bini bir araya gelmiş insanlar, üzerinde toplandıkları toprağı ne kadar bozmaya çalışmış, hiçbir şey yetişmesin diye taşlarla doldurmuş, taşların arasından uç veren otları yolmuş, ortalığı kömür ve petrol dumanına boğmuş, ağaçların orasını burasını kesmiş, tüm hayvanları ve kuşları kaçırmış olsalar da bahar, kentte bile yine bahardı. Güneş ısıtıyordu. Kökünden sökülmemiş otlar, yalnızca bulvarlardaki çimenliklerde değil, kaldırım taşlarının arasında da canlanarak büyüyor ve yeşeriyordu, akağaçlar, kavaklar, kuşkirazları yapışkan ve kokulu yapraklarını çıkarıyordu, ıhlamurların tomurcukları patlamak üzereydi; alacakargalar, serçeler ve güvercinler, bahar sevinciyle yuvalarını kurmuşlardı. Karasinekler güneşin ısıttığı duvarların önünde vızıldıyorlardı. Bitkiler de, kuşlar da, böcekler de, çocuklar da neşeliydi. Fakat insanlar, büyük, yetişkin insanlar, kendilerini ve birbirlerini aldatmaktan vazgeçmiyorlardı. İnsanlar, bu ilkbahar sabahını, tüm canlıların iyiliği için yaratılmış olan dünyanın bu güzelliğini, barış, dirlik düzenlik ve sevgi çağrıları yapan bu güzelliği değil, birbirlerine üstün gelmek için kendi uydurdukları şeyleri kutsal ve önemli sayıyorlardı.

İl hapishanesinin kalem odasında da aynı şekilde, baharın bütün hayvanlara ve insanlara verdiği duygusallık ve sevinç değil, hapishanede tutuklu bulunan ikisi kadın, biri erkek üç sanığın, bugün, yani 28 Nisan günü, sabah saat dokuzdan önce götürülmeleriyle ilgili bir gün önce alınmış olan numaralı, mühürlü, başlıklı bir kâğıt kutsal ve önemli sayılıyordu. Bu kadınlardan biri, çok önemli bir suçlu olarak tek başına götürülecekti. Başgardiyan, 28 Nisan günü, sabahın sekizinde hapishanenin kadınlar bölümünün leş gibi kokan, karanlık koridoruna işte bu emir uyarınca girmişti. Başgardiyanın ardından koridora, yorgun suratlı, kıvırcık, kır saçlı bir kadın girdi. Kadının sırtında, beli mavi kenarlı bir kemerle büzülmüş, kol uçları şeritli bir gömlek vardı. Kadınlar bölümünün gardiyanı olan bu kadın, nöbetçi gardiyanla birlikte koridora açılan koğuş kapılarından birine yaklaşırken başgardiyana:

"Maslova için mi geldiniz?" diye sordu.

Nöbetçi gardiyan, demiri gümbürdeterek kilidi açtıktan sonra koridordakinden de pis kokan bir havanın hızla dışarı taştığı koğuş kapısını açıp:

"Maslova, duruşmaya!" diye bağırdı ve kapıyı kapatarak bekledi.

Hapishane avlusunda bile rüzgârın tarlalardan kente getirdiği taptaze, cana can katan bir hava vardı. Fakat koridordaki hava, dışkı, katran ve çürük kokularına doymuş, buraya yeni gelen her insanı anında bezginliğe ve kedere sürükleyen ezici bir hastalık havasıydı. Dışardan gelmiş olan kadın gardiyan da, bu fena havaya alışkın olduğu halde, aynı şeyi hissetmişti. Koridora girer girmez üzerine bir yorgunluk çökmüş, uyuma isteği bastırmıştı.

Koğuştan kadın sesleri ve çıplak ayakların oraya buraya koşuşmaları duyuluyordu.

"Sana söylüyorum Maslova, kımılda biraz," diye bağırdı başgardiyan koğuş kapısına doğru.

İki dakika kadar sonra, beyaz etek ve beyaz bluz üzerine gri hapishane önlüğü giymiş kısa boylu, çok iri göğüslü genç bir kadın çevik adımlarla kapıdan çıktı, hızla dönüp gardiyanın yanında durdu. Kadının ayaklarında pamuklu çoraplar, çorapların üstünde hapishane ayakkabıları vardı, başına üç köşeli beyaz bir örtü bağlamıştı. Örtünün altından kıvırcık kara saçlarını salıvermişti. Galiba bunu mahsus yapmıştı. Kadının yüzü, uzun süre hapiste kalmış insanların yüzünde görülen ve ambarda kalmış patateslerin filizlerini andıran beyazlıktaydı. Küçük, ama geniş elleriyle önlüğün geniş yakasından görünen dolgun boynu da aynı beyazlıktaydı. Bu yüzde, özellikle bu yüzün donuk beyazlığında, pırıl pırıl parlayan, biri biraz şehla, biraz şiş fakat çok canlı kapkara gözler insanı hayran bırakıyordu. İri göğsünü ileri çıkararak dimdik duruyordu. Koridora çıkarken başını hafifçe geri atmış, dosdoğru gardiyanın gözlerinin içine bakmıştı, kendisinden istenecek her şeyi yapmaya hazır bir halde bekliyordu. Gardiyan kapıyı tam kapatmak üzereyken, içerden başı açık, kır saçlı, yaşlı bir kadının solgun, ciddi ve buruşuk suratı göründü. Yaşlı kadın Maslova'ya bir şeyler söylemeye başlamıştı ki gardiyan kapıyı yaşlı kadının yüzüne doğru itti ve yüz kayboldu. Koğuşta bir kadın kahkahalarla gülmeye başladı. Maslova da gülümsedi ve kapıdaki kafesli küçük pencereye doğru döndü. Yaşlı kadın öbür yandan pencereye yaklaşmış, hırıltılı sesiyle şöyle diyordu:

"Lüzumsuz konuşayım deme sakın, tek bir şey söyle ve sus."

"Artık tek bir şey söylesem ne olacak, bundan daha kötüsü olamaz ya," dedi Maslova, başını sallayarak.

"Biliyorsun ya, tek bir şey, iki şey değil," dedi başgardiyan, yaptığı espriyle gururlanarak. "Beni takip et, marş marş!"

Yaşlı kadının kapıdaki küçük pencereden görünen gözü kayboldu, Maslova ise koridorun ortasına kadar gidip, başgardiyanın peşinden küçük, hızlı adımlarla yürümeye başladı. Taş merdivenden aşağı indiler, kadın koğuşlarından daha da pis kokan, daha da gürültülü olan, her yanda, kapılardaki gözetleme pencerelerine dayanmış gözlerin arkalarından izlediği erkek koğuşlarının yanından geçtiler ve silahlı iki muhafız erin dikilmekte olduğu hapishane kalemine girdiler. Burada masa başında oturan yazıcı, muhafız erlerden birine buram buram sigara kokan bir kâğıt uzattı ve tutukluyu göstererek:

"Al," dedi.

Nijegorod'un köylerinden olan kırmızı, çiçek bozuğu suratlı er, kâğıdı kaputunun kol kapağının arasına soktu, gülümseyerek ve tutukluyu işaret ederek, Çuvaşyalı, iri elmacık kemikli arkadaşına göz kırptı. Erler, tutukluyla birlikte merdivenden inip ana çıkış kapısına doğru yürüdüler.

Ana çıkış kapısındaki küçük kapı açıldı, erler, tutukluyla birlikte eşikten avluya geçip, hapishane duvarının dışına çıkarak kentin parke taşlı sokaklarında yürümeye başladılar.

Arabacılar, dükkân sahipleri, aşçı kadınlar, işçiler, memurlar durup, merakla tutuklu kadına bakıyorlardı; bazıları kafa sallıyor ve "Bizim gibi davranmaz, kötü şeyler yaparsan işte sonun böyle olur," diye geçiriyorlardı içlerinden. Çocuklar, bu suçlu kadına korkuyla bakıyorlar, ancak kadının peşinden iki askerin geldiğini, bu yüzden artık hiçbir kötülük yapamayacağını görerek rahatlıyorlardı. Kömürünü sattıktan sonra handa çayını içmiş olan bir köylü, kadına yaklaşıp haç çıkardı ve eline bir kapiklik tutuşturdu. Tutuklu kadın kıpkırmızı oldu, başını eğip bir şeyler mırıldandı.

Bakışların üzerine çevrildiğini hisseden kadın, kendisine bakanlara, fark ettirmeden, başını döndürmeden, yan gözle bakıyordu. Üzerine çevrilen bakışlar onu neşelendirmiş, hapishanedekinden kat kat temiz ilkbahar havasını içine çekerek keyişenmişti. Fakat rahatsız hapishane ayakkabıları içindeki, yürümeyi unutmuş ayaklarla parke taşlarının üzerinde yürürken canı yanıyordu. Yere bakıyor, olabildiğince rahat yürümeye çalışıyordu. Hiç kimsenin kovalamadığı güvercinlerin iki yana salınarak dolaştığı uncu dükkânının önünden geçerken neredeyse birinin üstüne basıyordu; güvercin havalandı ve kanatlarını çırparak kadının kulağının dibinden uçup, yüzüne doğru bir esinti yarattı. Kadın gülümsedi, sonra içinde bulunduğu durumu anımsayıp derin bir iç çekti.


II


Tutuklu Maslova'nın hikâyesi, çok alışılmış bir hikâyeydi. Maslova, toprak sahibi iki kız kardeşin köyünde, hayvan bakıcılığı yapan anasıyla birlikte yaşayan bir hizmetçinin gayrimeşru kızıydı. Evli olmayan bu kadın her yıl bir çocuk doğuruyor ve köylerde alışılageldiği gibi bebek vaftiz ediliyor, ama daha sonra anne, istemeden dünyaya getirdiği, çalışmasına engel olan bu gereksiz bebeği beslemiyor, bebek de kısa süre sonra açlıktan ölüyordu.

Bu şekilde beş çocuk ölmüştü. Hepsi de vaftiz edilmiş, sonra beslenmedikleri için ölmüşlerdi. Bir çingeneden peydahlanmış olan altıncı bebek kızdı. Onun kaderi de aynı olacaktı, fakat bir gün hanımlardan biri, kaymağa inek kokusu sinmiş diye hayvan bakıcılarına çıkışmak için ahıra uğramıştı. Ahırda sağlıklı, güzel bebeğiyle bir loğusa yatıyordu. Yaşlı kadın hem kaymak için hem de yeni doğum yapmış bir kadını ahırda yatırdıkları için bakıcıları azarladı. Tam çıkmak üzereyken bebeği görüp duygulandı, bebeğin vaftiz anası olmak istediğini söyledi. Vaftiz ettirdikten sonra da bebeğe acıyarak anasına süt ve para verdirdi, kız da böylece hayatta kalmış oldu. Yaşlı hanımlar "kurtarılmış" diye bir de ad taktılar ona.

Anası hastalanıp öldüğünde kız üç yaşındaydı. Hayvan bakıcısı büyükanne, torununu sırtında bir yük olarak görüyordu. O zaman yaşlı hanımlar kızı yanlarına aldılar. Kara gözlü küçük kız çok hareketli, çok sevimliydi, hanımları oyalıyordu.

Hanımların küçüğü olan Sofya İvanovna, ablasına göre daha iyi yürekliydi. Kızı vaftiz ettiren de oydu. Abla Marya İvanovna ise daha sertti. Sofya İvanovna küçük kızı giydirip süslüyor, okuma öğretiyor, onu evlatlık olarak yetiştirmek istiyordu. Marya İvanovna ise kızın işçi ya da iyi bir oda hizmetçisi olması gerektiğini söylüyor, bu yüzden titizleniyor, keyfi yerinde olmazsa küçük kızı cezalandırıyor, hatta dövüyordu. Bu iki etki arasında kalan kız, büyüdüğü zaman yarı oda hizmetçisi, yarı evlatlık bir şey olmuştu. Adı da buna uygun olarak ortada bir addı: Katka ya da Katenka değil, Katyuşa. Dikiş dikiyor, ortalığı topluyor, ikonaları temizliyor, yemek yapıyor, kahve kavuruyor, çekiyor, pişirip ikram ediyor, öteberi yıkıyor, bazen de hanımlarla oturup onlara kitap okuyordu.

Talipleri çıkıyordu ama o, dünür gelen bu emekçi insanlarla yaşamasının, bey hayatının tatlılığıyla şımarmış olan kendisine zor geleceğini hissederek hiçbirine varmak istemiyordu.

Böylece on altı yaşına geldi. On altı yaşını doldurduğu sırada hanımlarının yeğeni olan, üniversite öğrencisi zengin bir prens, evlerine ziyarete gelmişti. Katyuşa, ona âşık oldu. Bunu ne prense, ne de kendisine itiraf etmeye cesareti vardı. Bu yeğen, iki yıl sonra savaşa giderken yine halalarına uğramış, onların yanında dört gün kalmış, gitmeden bir gün önce Katyuşa'yı iğfal etmiş, son gün kızın eline yüz rublelik bir banknot tutuşturduktan sonra çekip gitmişti. Prensin gidişinden beş ay sonra Katyuşa hamile olduğunu fark etti.

O günden sonra her şeyden nefret etmeye başladı. Tek düşündüğü kendisini bekleyen utanç verici durumdan nasıl kurtulacağıydı. Hanımlarına isteksiz ve kötü hizmet etmekle kalmıyor, nasıl olduğunu kendisi de anlamadan birden parlayıveriyordu. Bir gün hanımlarına sonradan kendisinin de pişmanlık duyduğu kötü sözler söyleyip, hesabını kesmelerini istedi.

Ondan zaten hiç hoşnut olmayan hanımlar da işine son verdiler. Oradan ayrıldıktan sonra bir polis komiserinin yanına hizmetçi olarak girdi, ama ellilik polis komiserinin sırnaşmaya başlaması yüzünden burada da ancak üç ay kalabildi. Bir gün, adamın çok ileri gittiği bir anda Katyuşa'nın tepesi atmış, adama salak, yaşlı şeytan gibi sözler söylemiş, göğsünden iterek yere düşürmüştü. Yaptığı bu kabalık yüzünden işten kovuldu. Yakında doğum yapacağı için yeni bir iş aramak boşuna olacaktı. Köyde hem ebelik yapan, hem de meyhane işleten dul bir kadının yanına yerleşti. Doğumu kolay oldu. Ancak köyde hasta bir kadından mikrop kapan ebe, Katyuşa'ya loğusahumması bulaştırdı ve oğlan bebeği bir bakımevine yolladılar. Bebeği götüren kocakarının anlattığına göre, bebek daha bakımevine gider gitmez ölmüştü.

Ebenin evine yerleştiğinde Katyuşa'nın elindeki para hepsi hepsi yüz yirmi yedi rubleydi: yirmi yedisi kendi kazandığı para, bir de kendisini iğfal eden adamın verdiği yüz ruble. Ebenin evinden ayrıldığında ise elinde topu topu altı ruble kalmıştı. Tutumlu olmayı beceremiyordu, ya kendisine harcıyor ya da isteyene veriyordu. Ebe kadın iki ay için yemek ve çay parası olarak kırk rublesini almış, yirmi beş ruble bebeğin bakımevine gönderilmesine gitmiş, ebe, inek satın almak için kırk ruble borç istemiş, yirmi ruble kadar da giysiye, hastaneye falan harcanmıştı. Öyle ki Katyuşa iyileşip ayağa kalktığında hiç parası kalmamıştı ve iş aramak zorundaydı. Orman müdürünün evinde iş buldu. Orman müdürü evliydi, ama tıpkı polis komiseri gibi, daha ilk günden Katyuşa'ya musallat olmaya başladı. Katyuşa, adamdan iğreniyor, kaçmaya çalışıyordu. Fakat orman müdürü, ondan hem daha deneyimli, hem de daha kurnazdı, patron oydu, Katyuşa'yı istediği yere gönderiyor, fırsatını kollayıp sahip oluyordu. Karısı durumu öğrenip, adamı Katyuşa'yla aynı odada yalnız yakalayınca, Katyuşa'yı dövmek için üzerine atıldı. Katyuşa boyun eğmedi ve saç saça baş başa kavga ettiler. Sonuçta eline beş para vermeden kapı dışarı ettiler. O zaman Katyuşa kente gidip teyzesinin evinde kaldı. Teyzesinin kocası eskiden hali vakti yerinde bir mücellitti, şimdi ise tüm müşterilerini kaybetmiş, kendini içkiye vermişti, eline ne geçerse içkiye harcıyordu.

Teyzenin küçük bir çamaşırhanesi vardı, buradan kazandığı parayla çocuklarına bakıyor, işe yaramaz kocasına harçlık veriyordu. Teyze, Maslova'ya çamaşırcı olarak yanında çalışmasını önerdi. Ancak Maslova, teyzesinin yanında çalışan çamaşırcı kadınların zor yaşantısına bakarak ağırdan alıyor, iş bulma bürolarını dolaşarak hizmetçilik işi arıyordu. Sonunda lise öğrencisi iki oğluyla birlikte oturan bir hanımın yanında iş buldu. Altıncı sınıf öğrencisi, bıyıkları yeni terlemiş büyük oğlan, Maslova'nın işe girişinden bir hafta sonra okulu bırakmış ve peşinden ayrılmayarak rahat huzur vermemeye başlamıştı. Anne, Maslova'yı suçlayarak evden kovdu. Yeni bir iş çıkmıyordu fakat şöyle bir şey oldu: Maslova bir gün işçi bulma bürosuna gittiğinde, burada tombul parmakları yüzüklerle, bilekleri bileziklerle dolu bir hanımla karşılaştı. Bu hanım, Maslova'nın iş aradığını öğrenince adresini vererek evine çağırdı. Maslova, verilen adrese gitti. Hanımefendi onu çok hoş, çok nazik karşıladı, tatlı şarapla çeşit çeşit pastalar ikram etti. Bu arada hizmetçisini, eline bir not tutuşturup bir yere gönderdi. Akşam odaya uzun, kır saçlı, kır sakallı, uzun boylu bir adam girdi; yaşlı adam hemen Maslova'nın yanına ilişip, gözleri parlayarak, gülümseyerek onu tepeden tırnağa süzmeye, şakalaşmaya başladı. Ev sahibesi bir ara adamı öbür odaya çağırdı. Maslova, ev sahibesinin "Körpecik, köylü," dediğini duyuyordu. Sonra ev sahibi hanım Maslova'yı yanına çağırıp bu adamın, çok paralı bir yazar olduğunu, eğer Katyuşa'dan hoşlanırsa, hiçbir masraftan kaçınmayacağını söyledi. Katyuşa adamı hoşnut etmişti ve yazar, sık sık görüşeceklerini söyleyerek ona yirmi beş ruble verdi. Paralar çok kısa bir sürede teyzesinin yanındaki masraşarına, yeni alınan elbise, şapka, kurdele gibi şeylere harcanıp gitti. Birkaç gün sonra yazar, bir kez daha haber gönderdi. Katyuşa gitti. Adam yirmi beş ruble daha verdi ve ayrı bir eve taşınmasını önerdi.

Maslova, yazarın kiraladığı evde otururken, aynı avlu içindeki başka bir evde yaşayan şen şakrak bir tezgâhtara âşık oldu. Bunu yazara kendisi açıklayıp, küçük bir daireye taşındı. Tezgâhtar da önce evlenmeye söz verip, sonra da hiçbir şey söylemeden, anlaşılan genç kadını terk edip, Nijniy'e gidince Maslova yalnız kaldı. Dairede tek başına oturmak istiyordu ama izin vermediler. Polis komiseri, ancak sarı vesika aldıktan sonra, ayrıca düzenli olarak muayeneye gitmek koşuluyla yalnız oturabileceğini söyledi. O zaman tekrar teyzesinin yanına gitti. Teyzesi, Katyuşa'yı son moda bir elbise, pelerin ve şapkayla görünce büyük saygı gösterdi ve artık daha varlıklı bir hayat sürmeye başladığını sanarak çamaşırcılık yapmasını bir kez daha önermekten çekindi. Katyuşa, yaz kış açık duran pencerelerin önünde, otuz derecelik sabunlu buharın içinde çamaşır yıkayıp ütülerken bazıları çoktan vereme yakalanmış olan bu soluk benizli, çırpı kollu çamaşırcı kadınların yaşadıkları zor hayata şimdi acıyarak bakıyor ve bu zindan hayatına kendisinin de girmiş olabileceğini düşünerek dehşete kapılıyordu.

Kendisini koruyacak bir erkek bulamadığı için sıkıntılı bir durumda bulunan Maslova'yı, tam da bu sıralarda genelevlere yeni kızlar arayan muhabbet tellalı bir kadın gelip buldu.

Maslova uzun zamandır sigara içiyordu, ama tezgâhtarla olan ilişkisinin son zamanlarında ve adamın onu bırakıp gitmesinden sonra içkiye de alışmıştı. İçkinin çekici olmasının tek nedeni tadı değildi, daha çok başından geçen bütün felaketleri unutma olanağı vermesi, içki içmeden sahip olamadığı rahatlık ve kendine güven duygularını kazandırmasıydı. İçki içmezse umutsuzluğa ve utanç duygusuna kapılıyordu.

Muhabbet tellalı kadın, teyzeyi armağanlara boğdu, Maslova'yı sarhoş edip, kentteki en iyi geneleve girmesini önererek bu durumun sağlayacağı yararları ve üstünlükleri bir bir sıraladı. Maslova bir seçimle karşı karşıyaydı: Ya erkeklerin tacizlerinden büyük olasılıkla kurtulamayacağı ve geçici, gizli zinaların hep olacağı aşağılayıcı hizmetçilik konumu ya da güvence altında, rahat, yasal bir konum ve yasayla izin verilen, karşılığında iyi de para ödenen sürekli erkeklerle yatma işi. İkinciyi seçti. Böylece onu iğfal eden adamdan, tezgâhtardan, kendisine kötülük etmiş olan bütün insanlardan öç almayı da kuruyordu kafasında. Muhabbet tellalının ister kadife, fay, ipek olsun, ister omuzları ve kolları açık tuvaletler olsun istediği her elbiseyi ısmarlayabileceğini söylemesi de aklını çelmiş ve kesin karar verme nedenlerinden biri olmuştu. Maslova kendisini siyah kadife aksesuvarlı, açık sarı dekolte bir elbise içinde hayal edince daha fazla dayanamadı ve kimlik belgesini kadına verdi. Aynı akşam muhabbet tellalı kadın bir faytonla gelip Maslova'yı, Kitayeva'nın ünlü evine götürdü.

Tanrı'nın ve insanların koydukları kurallara karşı sürekli olarak suç işlenen bir yaşantı, erkek yurttaşlarının hayrını düşünen ülke yönetiminin yalnızca izniyle değil, aynı zamanda koruyuculuğuyla da yüz binlerce kadın tarafından sürdürülmekte ve on kadından dokuzu için korkunç hastalıklarla, vaktinden önce yaşlanmakla ve ölümle sonuçlanmakta olan bir yaşantı, Maslova için işte o günden itibaren başlamış oldu.

Geceki âlemden sonra sabah ve gün boyu ağır bir uyku. Saat üçte, dörtte kirli bir yataktan kalkış, içkinin kötü etkisinden kurtulmak için madensuyu, kahve gibi şeyler içme, sırtında bornoz, bluz ya da sabahlıkla odalarda tembel tembel dolaşma, perdelerin arkasına saklanıp pencerelerden dışarı bakma, uyuşuk uyuşuk küfürleşmeler; sonra elini yüzünü yıkama, kremlenme, vücuduna, saçlarına parfüm sıkma, elbise provası, elbise yüzünden patronla tartışma, kendini aynada seyretme, yüzün, kaşların boyanması, tatlı, yağlı yiyecekler; sonra bedenin büyük bölümünü açık bırakan parlak ipek bir elbise giyme; sonra parlak ışıklarla aydınlatılmış, çok süslü salona çıkış, konukların gelişi, müzik, danslar, şekerler, votka, sigara ve genç, orta yaşlı, çocuk denecek yaşta ve beli bükülmüş ihtiyar, bekâr, evli, tüccar, tezgâhtar, Ermeni, Yahudi, Tatar, varsıl, yoksul, sağlam, hasta, sarhoş, ayık, kaba, kibar, asker, sivil, üniversite öğrencisi, lise öğrencisi, her sınıftan, her yaştan ve her karakterden erkeklerle yatma faslı. Akşamdan gün ağarana dek bağırış çağırış ve şakalar, kavga dövüş ve müzik, tütün ve votka, votka ve tütün ve müzik. Ancak sabahleyin bütün bunlardan kurtulma ve ağır bir uyku. Her gün, bütün hafta boyunca aynı şeyler. Hafta sonunda ise bir faytona binip, devlet hizmetindeki memurların, doktorların, yani yine erkeklerin bazen ciddi ve sert, bazen de şen şakrak, sadece insanlara değil, hayvanlara da suçtan korunmak için doğa tarafından verilmiş olan utanç duygusunu ortadan kaldırarak bu kadınları muayene ettikleri ve hafta boyunca suç ortaklarıyla birlikte işledikleri suçları işlemeye devam etmeleri için belge verdikleri devlet dairesine gidiş. Ve her gün, yaz ve kış, iş günlerinde de, tatil günlerinde de hep aynı şey.

Maslova yedi yıl bu şekilde yaşadı. Bu zaman içinde iki kez ev değiştirdi, bir kez de hastanede yattı. Yirmi altı yaşındayken, genelevdeki hayatının yedinci, ilk kötü yola düşüşünün ise sekizinci yılında hapse atılmasına, katil ve hırsız kadınlarla birlikte altı ay hapis yattıktan sonra, şimdi mahkemeye götürülmesine neden olay başına geldi.


III


Uzun yürüyüşten yorgun düşen Maslova, muhafızlarıyla birlikte bölge mahkemesinin binasına yaklaştığı sırada, Prens Dmitriy İvanoviç Nehlüdov, yani onu büyüten hanımların yeğeni, onu iğfal eden adam, yüksek, yaylı karyolasında, kuştüyü yatağından çıkmamıştı henüz. Göğüs kısmındaki pilileri ütülü, Hollanda işi tertemiz geceliğinin yakasını açmış, sigara içiyordu. Gözlerini dikmiş önüne bakıyor, bugün yapacağı işleri ve dün ne yaptığını düşünüyordu.

Herkesin, kızlarıyla evleneceğini tahmin ettiği varsıl ve tanınmış Korçaginler'de geçirdiği bir önceki akşamı anımsayınca derin bir iç çekti ve dibine kadar içtiği sigarasını atıp gümüş sigara tabakasından yeni bir tane almak istedi ama fikrini değiştirdi. Tüysüz, beyaz bacaklarını karyoladan sarkıtıp, ayaklarıyla terliklerini arayıp buldu. Geniş omuzlarına ipek ropdöşambrını aldı, çevik ve sağlam adımlarla yatak odasının yanındaki, iksir, kolonya, briyantin, parfüm kokularıyla dolu tuvalet odasına gitti. Burada çoğu dolgulu olan dişlerini özel bir tozla temizledi, hoş kokulu bir sıvıyla ağzını çalkaladı, sonra iyice yıkandı ve çeşit çeşit havlularla kurulandı. Kokulu bir sabunla ellerini yıkadıktan sonra uzun tırnaklarını özenle fırçaladı, geniş mermer lavaboda yüzünü ve kalın boynunu yıkadıktan sonra yatak odasının yanında, duşun hazır durumda bulunduğu üçüncü odaya gitti. Duşun altına girip yağlanmış, adaleli bembeyaz vücudunu soğuk suyla yıkayıp uzun tüylü bir havluyla kuruladıktan sonra, tertemiz yıkanıp ütülenmiş çamaşırlarını, ayna gibi parlatılmış potinlerini giyip tuvalet masasının başına oturdu, kısa, kıvırcık, kara sakalını, başının ön kısmında seyrekleşmiş kıvrık saçlarını iki fırçayla birden taramaya başladı.

Kullandığı her şey, çamaşır, giysi, ayakkabı, kravat, toplu iğne, kol düğmesi pahalı türden, dikkat çekmeyen, basit, sağlam, değerli, birinci sınıf şeylerdi.

Nehlüdov, onlarca kravat ve kravat iğnesi arasından ilk eline gelenleri çekip aldı. Bir zamanlar bunları seçmek yeni ve eğlenceli bir işti onun için, şimdiyse hiç aldırış etmiyordu. Temizlenip sandalyenin üzerine bırakılmış takım elbisesini giydi, tamamen dirilmiş olmasa da yıkanmış ve kokular sürünmüş olarak, meşeden yapılmış çok büyük bir büfenin ve aslan pençesi görünümündeki oymalı ayaklarıyla görkemli bir havası olan, yine meşeden yapılmış açılır kapanır büyük bir masanın bulunduğu, parkeleri bir gün önce üç uşak tarafından iyice parlatılmış yemek odasına girdi. Aile arması işlemeleriyle süslü, kolalı, ince bir örtüsü olan bu masanın üzerinde içi kokulu kahveyle dolu gümüş bir kahvelik, gümüş bir şekerlik, içinde kaynatılmış süt bulunan bir sütlük ve taze ekmek, peksimet ve bisküvi sepeti vardı. Bunların hemen yanında gelen mektuplar, gazeteler ve yeni "Revue de deux Mondes" kitabı duruyordu. Nehlüdov tam mektupları almaya davranıyordu ki koridora açılan kapıdan içeri sırtında yas giysileri, başında tam ayrım çizgisinde dökülen saçlarını örten dantelli bir başlıkla, şişman, yaşlı bir kadın girdi. Nehlüdov'un yakınlarda bu evde ölen annesinin oda hizmetçiliğini yapan, şu anda ise oğlunun yanında kâhya olarak bulunan Agrafena Petrovna'ydı bu yaşlı kadın.

Agrafena Petrovna, değişik zamanlarda on yıl kadar Nehlüdov'un annesiyle birlikte yurtdışında kalmıştı. Bu yüzden bir hanımefendi görünüşüne ve tarzına sahipti. Çocukluğundan beri Nehlüdovlar'ın evindeydi ve Dmitriy İvanoviç'i daha Mitenka olduğu zamanlardan tanıyordu.

"Günaydın Dmitriy İvanoviç."

"Günaydın Agrafena Petrovna. Ne var ne yok?" diye sordu Nehlüdov şakayla karışık.

Agrafena Petrovna, bir mektup uzatarak:

"Prensesten mi, prensesin kızından mı geldi, bilmiyorum, bir mektup var. Hizmetçi kız mektubu getireli epey oldu, odamda bekliyor," dedi ve anlamlı anlamlı gülümsedi.

"Tamam, şimdi okurum," dedi Nehlüdov. Mektubu aldı, Agrafena Petrovna'nın gülümsediğini fark edince kaşlarını çattı.

Agrafena Petrovna'nın gülümsemesi, mektubun Agrafena Petrovna'ya göre Nehlüdov'un evlenmeye niyetlendiği küçük Prenses Korçagina'dan geldiği anlamını taşıyordu. Nehlüdov'un hoşuna gitmeyen de Agrafena Petrovna'nın gülümsemesiyle ifade edilen bu tahmindi.

"O zaman gidip beklemesini söyleyeyim kıza," dedi Agrafena Petrovna ve masadaki kırıntıları süpürmeye yarayan küçük fırçanın yanlış yerde durduğunu görerek durması gereken yere koyduktan sonra süzülerek yemek odasından çıktı.

Nehlüdov, Agrafena Petrovna'nın verdiği hoş kokulu mektubu açıp okumaya başladı.

"Üzerime almış bulunduğum, sizin belleğiniz olma görevini yerine getirerek –kalın, gri bir kâğıda inişli çıkışlı harşerle ama seyrek bir yazıyla yazılmıştı–, bugün, yani 28 Nisan günü jüri üyesi olarak mahkemede bulunmanız gerektiğini, bu yüzden de her zamanki dalgınlığınızla dün söz verdiğiniz gibi, bizimle ve Kolosovlar'la birlikte resim sergisine gelemeyeceğinizi anımsatırım; zamanında gitmediğiniz için â moins que vous ne soyez disposé à payer â la cour d'assises les 300 roubles d'amende que vous refusez pour votre cheval.[2] Dün tam siz çıktığınızda anımsadım bunu. Unutmayın sakın.

Prenses M. Korçagina"

Kâğıdın arka yüzüne şu not eklenmişti:

"Maman vous fait dire que votre couvert vous attendra jusqu'à la nuit. Venez absolument á quelle heure que cela

soit."[3]

M. K.

Nehlüdov yüzünü buruşturdu. Not, genç Prenses Korçagina'nın iki aydır üzerinde ustalıkla yürüttüğü, onu görünmez iplerle gün geçtikçe daha çok kendisine bağladığı çalışmanın devamıydı. Oysa Nehlüdov'un ilk gençlik çağını geçmiş ve tutkuyla âşık olmayan insanların evlilik karşısında bilinen kararsızlığından başka daha da önemli bir nedeni vardı. Bu neden yüzünden evlenmeye karar vermiş olsa bile şimdi teklif edemezdi. On yıl önce Katyuşa'yı iğfal ettikten sonra çekip gitmesi değildi bu neden. Bu konuyu tümüyle unutmuştu, zaten evlenmek için engel olarak da görmezdi. Bu neden, tam da bu sıralarda evli bir kadınla ilişkisinin olmasıydı. Bu ilişki Nehlüdov tarafından sona erdirilmiş olsa da sevgilisi tarafından henüz bittiği kabul edilmemişti.

Nehlüdov kadınlara karşı çok utangaç biriydi ama bu evli kadında onu baştan çıkarma isteği uyandıran da işte bu utangaçlığı olmuştu. Kadın, Nehlüdov'un seçim için gittiği bölgenin yöneticisi olan bir adamın karısıydı ve Nehlüdov'u, her geçen gün daha da etkileyici hale gelen, öte yandan da gitgide iğrendiren bir ilişkiye sürüklemişti. Nehlüdov ilkönceleri baştan çıkarılmanın çekiciliğine karşı koyamamış, sonra da kendisini kadına karşı suçlu hissederek onun rızasını almadan bu ilişkiyi sona erdirememişti. İşte Nehlüdov'un Korçagina'ya evlenme teklif etmek istese de bunu yapma hakkını kendinde görmemesinin nedeni buydu.

Masanın üzerindeki mektup kadının kocasından geliyordu. Nehlüdov yazıyı ve mührü görünce kızardı, tehlikenin yaklaştığını hissettiği zamanlardaki gibi içinde bir enerji yükselişi oldu. Fakat heyecanı boşunaydı: Nehlüdov'un en geniş topraklarının bulunduğu bölgedeki soylular birliğinin başkanı olan koca, Nehlüdov'a mayısın sonunda olağanüstü yerel meclis toplantısı yapılacağını bildiriyor, toplantıya mutlaka gelmesini ve gerici partinin güçlü muhalefetinin beklendiği okul ve yol gibi önemli sorunların tartışılacağı bu toplantıda donner un coup d'épaule[4] rica ediyordu.

Başkan liberal biriydi. Kendisiyle aynı görüştekilerle birlikte III. Aleksandr döneminde başlayan gericiliğe karşı mücadele ediyordu, bu mücadeleyle öyle meşguldü ki aile yaşamının içine düştüğü talihsiz durumdan haberi bile yoktu.

Nehlüdov bu adamla ilgili olarak yaşadığı üzüntülü anları anımsadı: Bir gün adamın her şeyi öğrenip kendisini düelloya çağırmaya hazırlandığını düşünmüştü. Nehlüdov böyle bir düello olursa havaya ateş etmek niyetindeydi. Kadının umutsuzluk içinde, kendini atmak niyetiyle bahçedeki gölete koştuğu, kendisinin de onu aramak için ardından gittiği o korkunç sahneyi anımsadı. "Ondan bir yanıt almadığım sürece gidip hiçbir girişimde bulunamam," diye düşündü Nehlüdov. Bir hafta önce kadına kararlı bir mektup yazmış, mektubunda bütün suçun kendisinde olduğunu, suçunun bedelini her bakımdan ödemeye hazır bulunduğunu fakat kadının iyiliği için ilişkilerini tümüyle bitmiş saydığını belirtmişti. İşte bu mektuba yanıt bekliyordu. Yanıt gelmemesi de bir dereceye kadar iyiye işaretti. Kadın ayrılmayı kabul etmeseydi çoktan mektup yazmış ya da daha önce yaptığı gibi kalkıp kendisi gelmiş olurdu. Nehlüdov kadına kur yapan bir subaydan söz edildiğini duyuyor ve bu durum onu bir yandan kıskandırarak üzüyor, öte yandan da boğazına kadar battığı bir yalandan kurtulma umudu vererek sevindiriyordu.

Diğer mektup başkâhyasından geliyordu. Kâhya, Nehlüdov'a, miras haklarını sağlama bağlamak ve ayrıca işlerin ne şekilde yürütüleceğine, yani merhum annesinin zamanındaki gibi mi, yoksa kendisinin vaktiyle merhum prensese, şimdi de genç prense önerdiği şekilde, demirbaşların sayısını artırarak ve köylülere dağıtılmış olan toprakların tamamını bizzat işleyerek mi yürütüleceğine karar vermek için gelmesi gerektiğini yazıyordu. Kâhya toprakların bu şekilde işletilmesinin çok daha kazançlı olacağını da yazıyor, ayrıca ayın birine kadar gönderilmesi gereken üç bin rubleyi göndermekte biraz geciktiği için özür diliyordu. Para bir sonraki postayla gönderilecekti. Parayı geciktirmesinin bir nedeni de köylülerden toplayamamasıydı. Vicdansızlar işi o hale getirmişlerdi ki, parayı toplamak için yönetici makamlara başvurmak gerekiyordu. Bu mektup Nehlüdov'un hem hoşuna gitti hem de gitmedi. Büyük bir mülk üzerinde egemenliğini hissetmek hoştu ama ilk gençlik yıllarında Herbert Spencer'ın ateşli bir taraftarı olması ve özellikle kendisi de büyük bir toprak sahibi olduğu halde Spencer'ın "Social statics"[5] adlı yapıtında ileri sürdüğü "adalet, özel toprak mülkiyetine izin vermez" savının etkisi altında kalmış olması hoşuna gitmedi. Gençliğin verdiği doğruluk ve kararlılıkla toprak özel mülkiyet konusu olamaz demekle ve üniversitedeyken bu konuda bir tez yazmakla kalmamış, düşüncelerine aykırı düşecek biçimde toprak sahibi olmak istemediğinden, o zamanlar küçük bir toprak parçasını (bu toprak annesinin değildi, babasından miras kalmıştı) köylülere vermişti. Şimdi miras yoluyla büyük toprak sahibi olmuş biri olarak iki yoldan birini seçmek zorundaydı: Ya on yıl önce babasından kalan iki yüz desyatinalık[6] arazi konusunda yaptığı gibi mülkünden vazgeçecek ya da önceki düşüncelerinin hepsinin yanlış ve yalan olduğunu sessizce kabul edecekti.

Birincisini yapamazdı, çünkü yaşamını sürdürmek için elinde topraktan başka bir şey yoktu. Memur olarak çalışmak istemiyordu, öte yandan vazgeçemeyeceğini düşündüğü pahalı alışkanlıklar da edinmişti. Üstelik o eski inanç gücü, kararlılık, şöhret hırsı ve artık gençlik günlerinde kalmış arzuları da olmadığına göre bunun da bir anlamı yoktu. İkincisini hiç yapamaz, bir zamanlar Spencer'ın "Sosyal Denge"sinden aldığı ve parlak bir kanıtını çok daha sonra Henry George'un yapıtlarında bulduğu toprak mülkiyetinin yasadışı olduğunu ileri süren açık ve çürütülemez düşüncelerden dönemezdi.

Kâhyanın mektubu bu yüzden hoşuna gitmemişti.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top