Onuncu Kitap
1. [595a] "Kurduğumuz devletin ne kadar doğru olduğunu," dedim söze devamla, "öteki bütün düşüncelerin yanı sıra bir o kadar da edebiyat (şiir-tragedya) sanatı üzerine söylediklerimiz gösteriyor."
"Nasıl yani?" diye sordu Glaukon.
"Taklit yaptığı sürece ona müsaade etmediğimiz için. Bu sanatın hiçbir koşulda (devlete) kabul edilmemesi gerektiği,[b] ruhun bölümlerini kesin olarak birbirinden ayırdığımız için, şimdi daha da iyi belli oluyor diye düşünüyorum."
"Ne demek istiyorsun?"
"Aramızda kalsın –beni tragedya yazarlarına ve öteki yazarlara (ozanlara) şikâyet etmeyeceksiniz herhalde– bu yazarlar, bilgilerinin arasında edebiyatın hakiki karakteri hakkında bir iyileştirici araca (ilaca) sahip değillerse, bütün bu edebiyat bana dinleyicilerin ruhunun (zihninin) bir zehriymiş gibi geliyor."
"Bu konudaki düşünme tarzını merak ediyorum!"
"Aslında hemen şimdi söylemem gerek bunu! Gelgelelim çocukluğumdan bu yana Homeros'a duyduğum sevgi ve saygı, konuşmamı engelliyor."[c] Çünkü Homeros, aralarında o güzelim tragedya yazarlarının da bulunduğu herkesin ilk öğretmeni oldu. Ne var ki bir insan, karşımızda hakikatten (doğrudan) daha yüksek (bir yerde) durmamalı. Dolayısıyla da konuşacağım!"
"Kesin öyle!"
"Öyleyse dinle şimdi, ama daha çok cevap ver bana!"
"Sor!"
"Çok genel olarak taklidin ne olduğunu bana söyleyebilir misin? Bu konuda benim bile kafam karışık."
"Yani senin kafan karışıkken ben mi açık seçik düşünebiliyorum bu konuda?"
"Bu pek tuhaf sayılmaz, çünkü çoğu zaman zayıf gözler, keskin gözlerden biraz daha önce görebilirler."
[596a] "Evet öyle, ama sen varken, hani aklıma bir şeyler gelse de, onu rahatça söyleyecek cesareti kendimde bulamam, onun için, bunu kendin yapmaya çalış."
"İncelememize gene alışıldık yöntemimize göre şu noktadan başlamamız gerekmiyor mu: Tek bir ad altına topladığımız tek tek (çok sayıdaki) her şeyi, tek bir İdea altında toplama alışkanlığı edinmiştik. Anlıyorsun değil mi?"
"Evet!"
"Gene gelişigüzel birkaç şey seçelim: Çok sayıda masa ve divan var."
[b] "Öyle!"
"Ancak bu iki (sınıf) şey için sadece iki İdea var, bir masa İdea'sı bir de divan (sandalye) İdea'sı."
"Evet!"
"Şöyle konuşmayı âdet edinelim şimdi: Zanaatkâr, bu her bir gerecin İdea'sına bakıp burada kullandığımız o masaları, şurada o divanı ve öteki benzer her şeyin imalatını yapar, çünkü bizzat İdea'nın kendisini hiçbir zanaatkâr imal edemez, öyle değil mi?"
[c] "İmkânsız!"
"Şimdi bak: Şu zanaatkârı nasıl tanımlarsın?"
"Hangisini?"
"Her bir zanaatkârın tek tek yaptığını tek başına yapanı?"
"Güçlü, kudretli, hayranlık duyulacak bir adam olarak!"
"Acele etme, az sonra ona daha çok hayran olacaksın, çünkü bu zanaatkâr sadece her türlü aletin, gerecin imalatını yapmakla kalmıyor, topraktan yetişen her şeyi, kendisini ve öteki varlıkları (canlıları) yaratıyor, üstüne üstlük yeryüzü ile gökyüzünü ve tanrıları, ayrıca gökteki ve yerde, Hades'teki her şeyi, hepsini o yaratıyor."
[d] "Kudretli bir büyücüden söz ediyorsun herhalde!"
"İnanmıyor musun? Söyle bana, böyle bir ustanın varlığını imkânsız mı görüyorsun, yoksa onun belli bir anlamda her şeyin yaratıcısı olduğunu, gene belli bir anlamda da olmadığını mı söylüyorsun? Ya da bizzat sen belli bir anlamda bütün bunları yaratma yeteneğine sahip olduğunun farkında değil misin?"
"Hangi anlamda?"
"Çok kolay bu ve sıkça da yapılan bir şeydir. En çabuk da bir ayna alıp ortalıkta dolaştırmaya başlarsan yaparsın bunu. [e]Hızla güneşi yaratabilirsin ve gökyüzü âlemini, hızla yeryüzünü, kendini ve bütün hayvanları ve araç gereci ve bütün bitkileri ve az önce sayıp döktüğümüz her şeyi?"
"Evet, kopyalar (imgeler) olarak, yoksa gerçekten, hakikaten var olan şeyler olarak değil!"
"Çok güzel. Sorunun sana tam da ihtiyaç duyduğu yere geliyorsun şimdi. Çünkü bu ustalar (zanaatkârlar) arasında ressam da yer alır, öyle değil mi?"
"Kuşkusuz!"
"Ama, diye itiraz edeceksin, onun yapıtı gerçekten var olmaz; ne var ki ressam da herhangi bir anlamda bir sandalye yaratmaktadır, öyle değil mi?"
"Evet, hani görünürde (var olan) bir sandalye de olsa!"
2. [597a] "Peki ya marangoz? Az önce onun sandalyenin İdea'sını, yani gerçekten var olan sandalye anlamındaki İdea'yı değil de, herhangi bir sandalyeyi yaptığını (imal ettiğini) söylemedin mi?"
"Söyledim!"
"Marangoz varoluş-hali'ndeki bir şey yaratmıyorsa, yapıtının da hakiki bir varoluşu yoktur, dolayısıyla hakikaten (gerçekten) var olana (olma-hali'ne) ancak benzeyebilir o şey. Ancak biri kalkıp da bir marangozun ya da başka bir zanaatkârın yapıtının tamamlanmış (eksiksiz) gerçeklik olduğunu ileri sürecek olursa, besbelli ki doğruyu söylememektedir."
"Öyle. En azından bu türden incelemelerle uğraşan insanların anlayışına göre!"
"İşte bu nedenle, böyle bir çalışma, hakikat karşısında sadece bir parçayı temsil eden bir yapıtsa buna şaşmamamız gerekir."
[b] "Kesinlikle!"
"Bu örnek üzerinden bu taklitçinin özünü açıklamaya çalışalım mı?"
"Lütfen!"
"Diyelim ki üç sandalye var. Biri hakiki varolan; onu, sanırım tanrı yaratmıştır, başka kim olabilir ki?"
"Başka kimse olamaz!"
"İkincisi marangozun yapıtıdır."
"Evet!"
"Ve sonuncusu da ressamın, öyle değil mi?"
"Peki!"
"Ressam, marangoz, tanrı, bunlar üç tür sandalyenin ustalarıdır!"
"Öyle!"
[c] "Tanrı ister (bunu yapmak) istemiş olsun ya da olmasın ya da (yapmaya) zorlayıcı bir kaçınılmazlığın baskısı altında kalarak özsel bir sandalye yapmak zorunda kalmış olsun, sonuçta sadece tek bir sandalyeyi, o ilk-örnek, asıl sandalyeyi yaratmıştır (İdea olan sandalyeyi.) Dolayısıyla iki ya da öteki çok sayıdaki sandalye tanrı tarafından ne yaratılmışlardır ne de gelecekte yaratılacaklardır."
"Nasıl yani?"
"Çünkü iki tane yapmaya kalkmış olsa bile bunlar yine yalnızca bir tane olacaktı; ötekiler bu bir tek olandan kendi biçimlerini örnek alacaklardı; dolayısıyla da gene bütün bu sandalyelerin içinde sadece bir tanesi gerçekten (hakikaten) varolan (olma-hali'ni temsil eden) sandalye olur; iki tanesi değil."
"Doğru!"
[d] "Tanrı bunu bildiğinden ve herhangi bir sandalyenin yaratıcısı ve bir marangoz olmak istemeyip biricik, hakiki tek sandalyenin yaratıcısı olmayı amaçladığından, onu bir kez, sandalyenin öz, ilk-örneği biçiminde yarattı!"
"Öyle görünüyor!"
"Öyleyse onu özün yaratıcısı olarak ya da buna benzer bir şey olarak tanımlayalım mı?"
"Doğru olabilir bu, çünkü o hem bu şeyi hem de öteki her şeyin özünü yarattı."
"Peki marangoza ne diyeceğiz? Sandalyenin zanaat ustası filan mı?"
"Evet!"
"Peki, ressamı da bir zanaat ustası, bu şeylerin yaratıcısı olarak mı adlandıracağız?"
"Kesinlikle olmaz!"
"Peki ressamın sandalye ile ilişkisini nasıl tanımlayabiliriz öyleyse?"
[e] "Onu, zanaatkârların ürünlerinin taklitçisi olarak en iyi biçimde tanımlayabiliriz."
"Pekâlâ, üçüncü tür yapıtların yaratıcısını da –yapıtları öze ilişkin biçimi göz önüne alarak değerlendirdiğimizde– taklitçi diye tanımlıyorsun öyleyse?"
"Evet!"
"Bu durumda taklitçi olduğu ölçüde ve hakikati göz önüne alıp oradan baktığımızda, tragedya yazarı da, üçüncü kraldır ve bütün öteki taklitçiler de (yazarlar da) böyledir."
"Öyle görünüyor!"
[598a] "Taklitçiler konusunda görüş birliği içindeyiz! Peki ressamlar hakkında bana hemfikir olduğumuzu söyleyebilir misin? Sence özsel olanı taklit etmeye mi çalışır, yoksa zanaatkârların ürettiklerini mi?"
"İkincisini!"
"Peki onları oldukları gibi mi yoksa kendisine göründükleri gibi mi taklit eder?"
"Nasıl yani?"
"Şu anlamda: Bir sandalyeye yandan, karşıdan ya da herhangi başka bir yönden baktığında, sandalye değişip durur, öyle değil mi? Aslında kendisiyle hep aynı kalır ama farklı farklı görünür, değil mi? Başka her şey için geçerlidir bu!"
"Öyle. Kendisi değişmeden farklı görünümler sunar."
[b] "Peki şunu düşün şimdi! Öteki nesneler karşısında resim bize ne türden bir ilişki sunar? Resim taklidini gerçek nesneye (nesnenin İdea'sına, olma-hali'ne) göre mi yaratır yoksa onun görünüşüne göre mi? Dolayısıyla gerçekliğin taklidi midir yoksa görünüşün resmi midir?"
"Görünüşün."
"Demek ki taklit sanatı hakikatten alabildiğine uzaktır, tam da bu nedenle, her bir şeyin çok az yanını kavradığı ve bu da o şeyin sadece görünüşü olduğu için, (önüne çıkan) her şeyi taklit eder. [c] Sözgelimi bir ressam bir kunduracıyı, marangozu ve bütün öteki zanaatkârları, bu zanaatların tekinden olsun bir şey anlamadan resmeder. Ama iyi bir ressamsa, bir marangozun resmini yapıp bunu belli bir mesafeden gösterdiğinde, sadece çocukları ve saf kimseleri aldatabilecek, karşılarında gerçek bir marangozun durduğuna inandırabilecektir."
"Kesinlikle!"
"Ama dostum! Şunu hiç unutmamak gerekir: Birisi kalkıp da bütün zanaatlardan anlayan ve de herkesin tek tek zanaatlar hakkında bildiklerinden çok daha fazlasını onlardan daha iyi kavramış [d] birine rastladığını ileri sürecek olursa, onun sözünü kesip, hilebaz ve taklitçi olduğu besbelli birine çatmış saf biri olduğunu, bu yüzden de, kendisi bilmeyi bilgisizlikten ve taklitten ayırt edemediği için, berikini her şeyi bilen biri yerine koyduğunu ona söylememiz gerekir."
"Çok doğru!"
3. "Ve de," diye sözüme devam ettim, "tragedyayı ve onun önderi Homeros'u incelemek istiyoruz, çünkü bazı kimselerden [e] bunların (Homeros ve tragedya yazarlarının) bütün zanaatları, erdem ve kötülük bakımından insani olan her şeyi ve de tanrısal her şeyi anladıklarını duyuyoruz; çünkü iyi bir yazarın, iyi bir yapıt yaratmak istiyorsa, bunu ancak bir bilgi sayesinde yapabileceğini, başka türlü olmayacağını ileri sürüyorlar. Öyleyse bu saf insanların, ellerine düştükleri taklitçiler tarafından [599a] yanıltılıp yanıltılmadıklarını ve (berikilerin) yapıtlarına baktıklarında, bunların hakiki varlıktan (varolma-hali'nden) üç basamak uzak ve hakikati bilmeyen biri için kolayca yapılabilecek bir şey olup olmadığını fark edebilirler mi diye düşünmemiz gerekiyor; çünkü bunlar (yazarlar), hakiki değil de sadece görünüşe ait (aldatıcı) imgeler yaratırlar; ayrıca (yazarların bilgi sahibi olduklarını ileri sürerlerken) bu kimselerin haklı olup olmadıklarını, yazarların da, hakkında geniş kitlelere güzel sözler söyledikleri şeyler konusunda gerçekten bilgi sahibi olup olmadıklarını düşünmemiz gerekmektedir."
"Bunu enikonu tartmak şart," dedi Glaukon.
"Birisi her ikisini de, hem 'ilk şeyi' hem de onun görünüşünün imgesini yaratabiliyorsa, sence bütün gayretiyle kendini görünüşün imgelerini yaratma zanaatına verip bunu sahip olduğu en iyi şey olarak hayatının amacına dönüştürür mü?"
[b] "Sanmıyorum."
"Taklidini yaptığı şeylerin hakikatini bilse, bu durumda onların taklidiyle değil de kendisiyle uğraşıp birçok güzel şeyi kendi anısı olarak geride bırakmaya çalışır ve başkalarını öven kişi olmaktan çok övülen olmayı tercih ederdi, öyle değil mi?"
"Öyle olduğunu sanıyorum, çünkü yararlı olmak ile ünlü olmak tamamen farklı şeylerdir!"
"Şayet (hekimlikte yararlı olduğu düşünülen) kişi sadece hekimlik dilinin taklitçisi değil de hekimlik sanatına gerçekten hâkim biriyse, Asklepios'un yapmış olduğu gibi, gerek eskiden gerekse yenilerde kimi sağlığına kavuşturdu, ya da onun kendi ardıllarını yetiştirdiği gibi hekimlik sanatına hangi öğrencileri (yetiştirip) bıraktı biçimindeki soruları burada da sorarak [c] Homeros'u ve öteki yazarları, başka alanların hesabını vermeye çağırmak istemiyoruz; aynı şekilde öteki sanatları kast ederek de böyle soru sormaya niyetimiz yok; bunu da bir yana bırakıyoruz. Ancak en büyük ve en güzel hakkında, hani Homeros'un üzerinde söz söylemeye çalıştığı konularda, savaşlar ve seferler, [d]devletlerin düzeni ve insanların eğitim ve yetiştirilmesi hakkında; işte bu konularda ona soru sormak yerinde olacaktır: Sevgili Homeros, şayet –hakikat açısından bakıldığında– mükemmellik sorunları bakımından üçüncü, sadece bir görünüş imgesinin yaratıcısı, dolayısıyla da bizim belirlemelerimize göre sadece bir taklitçi değilsen, yani (hakikat yönünden bakıldığında) ikinciysen, bu bakımdan da insanların gerek özel-kişisel gerekse resmi-kamusal hayatlarında hangi yaşama biçimlerinin onları daha iyi ya da daha kötü yapacağını bilecek yetenekteysen, o zaman söyle bize, sayende hangi devlet, Lykurgos sayesinde Lakedaimon'un ya da öteki birçok kişi sayesinde başka devletler gibi, [e] daha iyi hale geldi. Hangi devletin en yerinde, en uygun kurucusu ya da teşvik edicisi olarak kabul edildin? İtalya ve Sicilya Kharondas'ın biz de Solon'un adını anarız bu durumda. Peki de senin adını anan kim var? Homeros'un adını anabilecek biri çıkar mı acaba?"
"Sanmıyorum. Homeros'un öğrencileri bile anmıyor!"
[600a] "Peki Homeros zamanından, onun yönetimi altında ya da onun tavsiyeleri üzerine mutlu sona ulaşmış bir savaş adı söyleyebilir mi kimse?"
"Hayır!"
"Ya da, Miletli Thales veya İskityalı Anakharsis gibi, pratik işlerde becerikli adamlar misali, zanaatlar konusunda hayırla anılan buluş ya da başka pratik şeyler ortaya koymuş olduğunu söyleyen var mı?"
"Ne gezer!"
"Yoksa Homeros, resmi (kamusal) hayatta olmasa bile [b]kendi kişisel, özel hayatında, tıpkı bu nedenle saygıyla anılan Pythagoras gibi, onu çevresi ve ilişkilerinden ötürü sevip sayan ve kendilerinden sonraki dünyaya Homeroscu bir hayat düzeni bırakan insanlar mı yetiştirmiştir? Pythagoras'ın öğrencileri bugün bile hâlâ Pythagorascı bir hayat düzeninden söz etmektedirler ve bu yanlarıyla ötekilerden ayrılmaktadırlar."
"Böyle bir şey duyan yok sevgili Sokrates! Ayrıca Homeros hakkında anlatılanlar doğruysa, Homeros'un arkadaşı Kreophylos, adından çok, Homeros'tan aldığı eğitimden ötürü bize çok daha gülünç görünecektir, [c] anlayacağın, yaşadığı dönemde Homeros'un (öğrettiklerini beğenmeyip) onu kabaca ihmal ettiği söylenir."
4. "Öyle diyorlar!" diye onu doğruladım. "Ancak inanıyor musun ki sevgili Glaukon, Homeros gerçekten de insanları eğitip yetiştirme ve daha iyi yapma konusunda yetkin olmuş olsaydı, bunu yaparken sadece taklit yapmayı becermekle kalmayıp (hakiki) bilgiyi de ortaya koymuş olacağı için, birçok dost kazanmış, onlarca saygı görüp sevilmiş olmaz mıydı? Biliyorsun Abderalı Protagoras ve Keoslu Prodikos ve başka birçok kişi, dönem-
lerindeki insanlar ile kurdukları kişisel ilişkilerde, bunları, gelip kendilerinden ders alıp eğitilmezlerse, [d] ne evlerini ne de devletlerini idare edebileceklerine ikna etmeye çalışmıyorlar mı? Ve bu akıllılıklarından ötürü öylesine candan seviliyorlar ki, yandaşları onları neredeyse elleri üzerinde tutuyorlar! Gelgelelim insanları mükemmelleştirme konusunda gerçekten yetenekli olmuş olsaydı, kendi çağdaşları Homeros'u ve de Hesiodos'u gezgin ozan (şarkıcı) olarak ortalığa salarlar mıydı; altına olduğundan çok onlara yakın durup, onları [e] evlerinde (yanlarında) oturmaya zorlamazlar mıydı, ya da diyelim ki onları buna ikna edemediler, yeterince eğitim alana kadar onların her gittikleri yere peşlerinden gitmezler miydi?"
"Tamamen haklısın Sokrates!"
"Öyleyse şunu tespit edelim: Homeros'tan başlayarak bütün yazarlar (ozanlar), hakkında yazdıkları (edebiyat yaptıkları) kusursuzluğun ve öteki geri kalan şeylerin sadece görünüşünü taklit etmektedirler, ama hakikati kapsamamaktadırlar; bunlar sözünü ettiğimiz ressam gibidirler; bu kimse, kunduracılıktan hiçbir şey anlamaksızın, insanı yanılsatacak kadar ona benzeyen bir kunduracı resmi yapmaktadırlar, [601a] en azından (kendisi gibi) bu zanaattan hiçbir şey anlamayan ve sadece renklere ve biçimlere bakarak bir hükme varan insanlar için (yapar bunu)."
"Çok doğru!"
"Öyleyse, –diyeceğiz,– yazar da (ozan da) sözcükleriyle ve deyişleriyle, söylem tarzıyla, taklit etmekten başka bir şey bilmezken, her bir sanatın rengini yüzeysel olarak resmeder, öyle ki kunduracıyı ya da komutanı veya herhangi bir şeyi, uyak ve ritimle, ses tonuyla anlatırken [b] aynı kefeye koyabileceğimiz, sadece sözlere bakarak bir hükme varan kimselere, çok iyi konuşuyormuş gibi görünür. Böyle güçlü bir büyüyü gerçekleştiren doğanın dış biçimidir; çünkü yazarların (ozanların) yapıtları üzerinden sanatsal renkleri soyup alır ve sadece çıplak içeriği verecek olursak, bu durumda nasıl kalakaldıklarını sen de iyi biliyorsun. Gördün zaten kendin!"
"Evet!"
"Bu durumda (yapıtlar) olgunlaşmakta olan gençlerin yüzlerine benzerler; gençliğin çiçekleri onları terk edince hiç de güzel olmadıklarını fark ettiğimiz yüzlere."
"Hem de fazlasıyla!"
"Şimdi şunu bir düşün! Görünüşün imgesini yaratan kişi, şu taklitçi, söylediğimiz gibi, varlıktan (olma-hali'nden) hiçbir şey anlamaz, o sadece görünüşten oluş'tan anlar, öyle değil mi?"
[c] "Evet!"
"Öyle yarım sonuçlarla yetinmeyip, olabildiğince yeterli bir inceleme yapmamız gerekiyor!"
"Konuş!"
"Bir ressam, diyelim ki dizgin ve gem resmi yapıyor."
"Evet!"
"Bunların imalatını yapacak olan ise saraç ve demircidir."
"Elbette!"
"Peki ressam, gem ile dizginin nasıl olması gerektiğini bilir mi? Hatta bunları imal eden saraç ve demirci bile bilmezler; ancak onları kullanmayı bilen, binicilikten anlayan bilir bunu."
"Çok doğru!"
"Başka her şey için de geçerli değil midir bu söylediklerimiz?"
"Nasıl yani?"
[d] "Her şeyi dahil edebileceğimiz üç sanat bulunmaktadır: Kullanan, üreten ve taklit eden."
"Evet!"
"Her araç gerecin, her canlı varlığın ve her eylemin kusursuzluğu, güzelliği ve doğruluğu, sadece, bunların yapılması, yaratılması ve büyümesi sırasında göz önünde tutulan kullanıma hizmet etmez mi?"
"Öyle!"
"Zorunlu olarak her araç gerecin kullanıcısı, o konuda en büyük deneyime sahip olmalı ve üreticiye, söz konusu nesnenin pratikte kullanımı bakımından neyi iyi, neyi kötü yaptığını bildirmelidir. Örneğin flüt çalan sanatçı, çalarken gerektiği gibi kullanabilmek için [e] flüt imalatçısına, alet hakkında açıklamalar yapar ve yapımında yollar gösterir, beriki ise onun talimatlarını izler."
"Elbette!"
"Demek ki (bu konuyu) bilen, flütlerin işe yararlığı ve yaramazlığı konusunda berikini aydınlatır, beriki ona inanır ve talimatlara göre de flütü yapar."
"Evet!"
"Üreticisi, aynı alet hakkında, aletin güzelliği ve kötülüğü hakkında doğru bir düşünceye sahip olur böylelikle, çünkü o işten anlayan kimse ile (uzman ile) yan yana gelmiş ve ondan bilgi edinmeye mecbur kalmıştır; kullanıcı ise bu konuda sahici bir uzmanlık bilgisine sahiptir."
[602a] "Evet!"
"Peki taklitçinin durumu nedir? Resmini yaptığı nesne hakkında, onun güzelliği ve doğruluğu hakkında, onu kullanmaktan ileri gelen deneyime dayalı bir uzmanlık bilgisine sahip midir, yoksa sırf işten anlayan bir uzmanla yan yana gelmeye mecbur kalmış olduğu ve kendisine nasıl resim yapılması gerektiğini gösterdikleri için bu konuda doğru bir düşünceye (tasavvura) mı sahiptir?"
"Ne biri ne ötekisi!"
"Öyleyse taklitçi taklidi yapılan nesneler hakkında ne bir uzmanlık bilgisine sahiptir, ne de güzelliği ve çirkinliği konusunda doğru dürüst bir fikre?"
"Sanırım öyle!"
"Demek ki taklit eden yazarın, yarattığı her konudaki bilgisi muhteşem olmalı!"
"Ne gezer!"
[b] "Ama o gene de her bir şeyin işe yararlığı ya da yaramazlığı konusunda hiçbir şey bilmediği halde taklit etmeye devam edecektir. Daha çok, geniş ve cahil kitleye güzel görüneni taklit edecektir besbelli ki."
"Başka türlü olabilir mi ki?"
"Bu konuda aramızda apaçık bir fikir birliği mevcut: Taklitçi taklit ettiği şeyler hakkında nelerin söz etmeye değer olduğunu bilmemektedir; onun taklidi ciddiyetten uzak bir tür oyundur ve jambos ve hexameter ölçüleriyle yazan tragedya yazarları da, olsa olsa en üst düzeyde taklitçilerdir."
"Çok doğru!"
5. [c] "Zeus adına!" dedim sonunda, "bu taklit, hakikat açısından bakıldığında, üçüncü basamakta yer alan şeylerle ilintilidir."
"Evet," diye cevap verdi Glaukon.
"İnsanların hangi bölümünü etkiler bu taklit?"
"Şu anda ne hakkında konuşuyorsun ki?"
"Şunun hakkında: Aynı büyüklük, bize yakından ve uzaktan aynı görünmüyorsa, bunun nedeni bizim görme duyumuzdur, öyle değil mi?"
"Evet!"
"Suyun içinde mi yoksa dışında mı baktığımıza bağlı olarak, aynı nesne bize eğri ya da düz; görme duyumuzun renkler yüzünden yanılması nedeniyle renksiz ya da harika, yüce bir şeymiş gibi görünür. İşte bütün bunlar, ruhun bir kargaşaya sürüklenmesine yol açar. [d] Ve perspektifli resim sanatı doğamızın bu bize özgü özelliğine dayanır ve bu sayede her hilekârın yapıtı kullanışlı olma özelliğine kavuşur; ve sihirbazlık ve bu tarzdaki çok sayıdaki öteki sanat da aynı şeyi yaparlar."
"Doğru!"
"Bu arada ölçme, sayma ve tartma seve seve el atacağımız yardımcılardır; böylelikle görünüşte büyük ya da küçük olan ya da daha fazla ve daha ağır olan içimizde (ruhumuzda) tayin edici olmaktan çıkarlar ve bunların yerini hesap eden, ölçen ve tartan alır."
"Öyle de olmalı!"
[e] "Bu ruhumuzdaki mantıklı (akli) bölümün görevidir."
"Kesinlikle öyle!"
"Bu bölüm, belli şeylerin ötekilerden daha büyük ya da daha küçük veya onlar kadar olduğunu ölçerek tespit edince, genellikle aynı şey hakkında daha önce edindiğimiz algıların tersi bir durum ortaya çıkar."
"Evet!"
"Ruhun aynı bölümü söz konusuysa, aynı nesne (şey) hakkında iki karşıt (sonucun/fikrin) mümkün olmadığını söylememiş miydik?"
"Ve bunda da haklıydık!"
[603a] "Düşüncesi ruhun ortaya koyduğu ölçüm sonucu ile çelişen ruh bölümü, bu sonuca uyan bölümü ile aynı değildir, değil mi?"
"Elbette!"
"Ölçme ve hesaplamaya aşina olan ruh bölümü, herhalde ruhun en iyi bölümüdür, öyle değil mi?"
"Öyle!"
"Bunun karşıtı da içimizdeki en zayıf yandır öyleyse?"
"Zorunlu olarak!"
"Az önce resmin ve taklit eden bütün sanatların, yapıtlarını gerçekleştirirken hakikatten fersah fersah uzak kaldıklarını söylemiştik; öte yandan taklit sanatı [b] ruhumuzun her türlü kavrayıştan ve anlama yeteneğinden uzak yanına yönelir ve bu yanın öyle hiç de sağlıklı olmayan ve hakikilikten uzak hedefinin sadık arkadaşıdır."
"Çok doğru!"
"Kendisi değersiz olan taklit etme sanatı değersiz olan ile birleşip değersiz şey üretir."
"Öyle!"
"Bunu sadece görme duyumuzla ilintili sanat mı yapar yoksa kulağımızla bağlantılı sanat ile edebiyat için de mi söz konusudur bu durum?"
"Herhalde onlar için de geçerlidir!"
"Sadece, resim sanatının bize sunduğu olasılığa güvenmekle kalmayıp aklımızın, taklit eden edebiyatın yöneldiği yanına da yaklaşıp değerli mi değil mi buna bakmak istiyoruz!"
[c] "Bunu yapmak zorundayız!"
"Bunu şöyle ele alacağız: Taklit eden edebiyat sanatı, mecburen ya da gönüllü olarak eylemler üstlenen ve buradan mutluluk ya da felaket elde ettiklerine inanan, buna göre de ya acı çeken ya da sevinç duyan insanları taklit eder. Bunun dışında başka şık bulunmamaktadır, değil mi?"
"Öyle!"
"Peki bütün bu durumlarda insan kendisi ile birlik içinde midir [d] yoksa görme duyusunun söz konusu olduğu durumdaki gibi (ruhu ile) bir bütünlük oluşturmayıp aynı nesneler hakkında birbirine karşıt görüşleri içinde mi taşır? Dolayısıyla eylem ve davranışlarında kendisi ile uyum içinde olmayıp kendisi ile mücadele halinde midir? Çünkü önceki araştırma ve incelemelerimizde ruhumuzun bu türden binlerce karşıtlıkla dolup taştığını belirlemiştik."
"Doğru!"
"Evet, öyle, ama o konuşmalarda atladığımız şeyi şimdi ele almak durumundayız!"
[e] "Neyi?"
"Oğlunun ya da sevdiği bir varlığın kaybı gibi bir kader darbesi yemiş dürüst bir adam, bu darbeye, o zaman dediğimiz gibi (387d/e) (öteki insanlara göre) en kolay dayanabilen kimse olacaktır."
"Kesinlikle!"
[604a] "Şimdi, bu kimse hiç mi acı duymaz, yoksa, bu imkânsız olacağına göre, acısını hafifletir mi, bunu konuşalım."
"Son söylediğin hakikate daha uygun görünüyor!"
"Şimdi onun hakkında bana şunu söyle bakalım: Kendine benzer biri ile karşılaştığında mı acıya karşı daha şiddetle mücadele eder ve acıya direnir yoksa kendi başına yalnız yaşarken mi?"
"Daha çok benzer durumda birini gördüğünde!"
"Tek başına bırakıldığında, onu dinlerken yapmaktan utanacağından çok daha fazla feryat eder ve kimsenin onu görmediğini bildiği yerde bir sürü şey daha yapar."
"Öyledir!"
6. "Acının kabarması insanı yas tutmaya yöneltirken onu direnmeye çağıran, [b] akıl (mantık) ve töredir."
"Bu gerçek!" dedi Glaukon.
"Aynı şey karşısında insanda birbirine karşıt çabalar ortaya çıktığına göre, onun içinde iki farklı yetenek bulunuyor olmalı."
"Elbette!"
"Bunlardan biri, törenin (yasaların) emrettiği şeye itaat etmeye hazırdır."
"Nasıl yani?"
"Töre şöyle der: Felaket durumlarında mümkün olduğunca serinkanlılığını muhafaza etmek ve çığırından çıkmamak iyidir; çünkü böyle bir davranışın iyi mi kötü mü olduğu belli olmadığı gibi, kendini tutamayan kimseye yarar da getirmeyeceği bellidir; [c] töreye göre, aslında insana ilişkin hiçbir şey öyle büyük, aşırı öfkelere değmez; evet, böyle durumlarda hızla atılıp elde edeceğimiz şeyin karşısına acı, engelleyici olarak çıkar."
"Ne demek istiyorsun?"
"Olup biten üzerinde serinkanlı düşünmeyi ve zar oyununda olduğu gibi, aklın, mantığın en iyi dediği önlemleri almayı kastediyorum; yoksa bir yere çarpınca, acıyan yerlerini tutup avazları çıktığı kadar bağıran çocuklar gibi davranmaktan söz etmiyorum! Doğru olan, iyileştirme (hekimlik) sanatı yardımıyla feryadı, bağırıp çağırmayı (ruhtan) kovarak, [d]ruha hızla kendini iyileştirme ve hasara uğramış, incinmiş (hastalanmış) yanına yönelme alışkanlığı kazandırmaktır."
"Kaderin darbelerine karşı yerinde davranış budur!"
"Peki en iyi yanımız bu düşünceye katılmak durumundadır herhalde, değil mi?"
"Aşikâr bir şey bu!"
"Bizi (yanıltıp) acıya boğan ve şikâyet etmeye, yanıp yakınmaya yönelten ve bunu yapmaktan bıkıp usanmayan doyumsuz öteki yanımızı (ruhun bu bölümünü), akıl ve mantıktan uzak, üşengeç, hantal ve ödlekliğin bir dostu olarak tanımlamayacak mıyız?"
"Öyle yapacağız!"
[e] "Bu dizginlenemez bölüm, çok sayıda ve çok çeşitli taklitlere malzeme sunar. Öteki bölüm, şu sakin ve aklı başında, hiç değişmeyen karakter ise, ne kolay kolay taklit edilmeye imkân tanır ne de onun taklidi öyle kolay kolay anlaşılabilir bir şeydir, hele hele ne halk meclisi için ne tiyatroda bir araya gelmiş kalabalık için. Çünkü burada, onlara tamamen yabancı bir durumun taklidi sunulmaz mı sence?"
[605a] "Çok kesin!"
"Taklit eden edebiyatçı ruhun bu türüne uygun yaratılmamış olmakla kalmaz, geniş kitlelerce tanınmış, ünlü biri olmak istiyorsa, sanatı da ruhun hoşlanmasına elverişli olmayan, hırçın, dizginlenemez ve alacalı bulacalı, ışıl ışıl bir karakteri taklide elverişlidir; çünkü bu kolayca taklit edilir."
"Açık bu!"
"Öyleyse bu kimseyi haklı olarak yerebilir ve onu götürüp ressamın yanına yerleştirebiliriz. Çünkü, hakikat yönünden baktığımızda, değersiz olanı yarattığı için o ressama benzemektedir, ayrıca da [b] ruhun iyi yanına değil de öteki yanına yöneldiği için de ressamın bir eşidir. İşte onu geleceğin örnek devletine almayacağız, çünkü kötü ruh bölümünü tahrik etmekte, besleyip güçlendirmektedir; böylelikle de akıl, mantık bölümüne zarar vermektedir; tıpkı (birinin) bir devlette kötü insanlara yükselme yolu açıp devleti onun ellerine teslim ederken, dürüst, namuslu olanları perişan etmesi gibi. Aynen böyle, kötü edebiyatçı, kişinin içinde akli olmayan, büyük ile küçüğü birbirinden ayırt edemeyip bunları birbirleri yerine koyup duran yana yakınlık gösterdiğinde, [c] her bir kişinin ruhunda kötü bir düzen yaratır; bu durumda edebiyatçı, hakikatten fersah fersah uzaktaki resimlerin ressamıdır."
"Öyle!"
7. "Oysa edebiyata karşı en büyük şikâyetimizi daha ortaya koymadık bile! Nadiren de olsa, örnek insanlara bile zarar verme gücüne sahip oluşuna yönelik şikâyetimizi. Korkunç bir şey bu!"
"Kesinlikle, tabii bunu yapabildiğini varsayıyorsak!"
"Dinle ve düşün. Aramızdaki en iyilerimiz (bile), [d] bir kahramanın nasıl derin acılar içinde boğulup kaldığını ve acı dolu güçlü bir konuşma yaptığını ya da kahramanların şarkı söyleyip göğüslerini nasıl dövdüklerini canlandıran bir Homeros'a ya da başka bir tragedya yazarına kulak verdiğinde, bildiğin gibi, sevinir, kendini tamamen kaptırıp (tragedyayı) tam bir katılımla izler, bizi en güçlü etkileyip heyecanlandıran edebiyatçıyı üstelik iyi yazar diye överiz."
"Evet, bunu zaten biliyorum!"
"Buna karşılık başımıza kişisel bir felaket geldiğinde, tamamen sakin davranıp kendimize hâkim olabildiğimizde, bu tam da bir erkeğe yakıştığı, öteki, [e] tiyatroda gördüğümüz davranış ise kadınca olduğu için (tragedyadakinin) tam tersi davranmaktan gurur duyarız. Farkında mısın bunun?"
"Öyle!"
"Peki kendisi gibi olmak istemeyeceğimiz bir insanı görünce böyle bir övgü sence yerinde midir, hele ondan tiksinmek yerine bir de büyük bir sevinçle övüyorsak onu?"
"Zeus adına, hiç de mantıklı görünmüyor bu bana!"
[606a] "Hele şöyle düşünürsen daha da mantıksızlaşıyor!"
"Nasıl?"
"Şunu düşünecek olursan: Daha önce kaderin kişisel darbelerinde yerlere serilmiş, doğası bunu talep ettiği için gözyaşları ve yakınmaların peşinde koşup tatmin arayan ruh bölümünü; işte yazarların doyurup tatmin ettiği ve sevinçlere boğduğu ruh bölümü budur. Buna karşılık bizim yaradılıştan en iyi yanımız (ruh bölümü), mantık ve alışkanlık aracılığıyla yeterince beslenip gerektiği gibi yetiştirilemediği için, gözyaşı dökme bağımlısı bölüm üzerindeki bekçiliğini gevşetir, [b]çünkü kendine yabancı olanı (başkasının acısını) seyretmektedir; dahası, (gerekli alışkanlıkları edinmemiş bu akıl bölümü) kendini 'iyi' diye tanımlamakla birlikte, yersiz ve zamansız yakınıp, gözyaşları döken bir adama acıyıp merhamet duyar, onu övmekten de çekinmez. Tersine, bunu seyrettiğine sevinir; ve bu sevinci bir kâr sayar, yapıtın tümünü küçümseyerek bu sevinçten yoksun kalmak istemez. Çünkü çok az kimse başkasının acısının tadına varmanın, kendi ruh halini etkileyeceğinin farkındadır; başkasının acısına merhamet duyma eğilimini artıran kimsenin, kendi acıları söz konusu olduğunda bu acısı kolay kolay dindirilemez."
[c] "Çok doğru!"
"Aynı akıl yürütme, gülünç olan için de geçerlidir. Bir komedi gösterisinde ya da kendi evinde, yapmaktan utanacağın cıvıklıklar, sululuklar duysan ve bunları kötü diye küçümseyeceğin yerde buna çok sevinsen, bu durumda şu merhamet, acıma ilişkisinde olduğu gibi davranmış olursun; çünkü soytarı olarak tanınma korkusuyla mantıklı düşünceler sonucunda (daha önce) bastırmış olduğun sululuk (kaba güldürü) eğilimini artık engellemezsin; (oysa bilmezsin ki) onun, arsızlığı bir kez eline almasına fırsat verince hiç farkına varmadan, evinde önemsizleşir ve bir soytarı olup çıkarsın."
"Çok doğru!"
[d] "Aşk zevklerinde, öfkede; kısacası ruhun, her eylemimize eşlik eden o arzulayan, acı verici ya da sevindirici her heyecanında ve isteğinde, taklit edici sanat aynı şekilde etki yapar bize. Çünkü daha kötü ve mutsuz değil de daha iyi ve mutlu olmamız için (bu sanat) kuruyup gitmesi gerekeni besleyip sular, hâkim olunması gerekeni bize hâkim olan olarak karşımıza çıkartır."
"Buna itiraz edemem!"
[e] "Şayet sevgili Glaukon, Homeros'un Yunanistan'ın eğiticisi olduğunu, insan eğitiminin ve hayatı biçimlendirmenin her alanında öğretmen olarak ele alınmayı hak ettiğini, kişinin bütün hayatını bu ozana göre yönlendirmesi gerektiğini söyleyen Homeros övücülerine rastlayacak olursan, en iyiler olmak istediklerinden, onlara dostça karşılık vermelisin [607a] ve Homeros'un en büyük ve ilk tragedya yazarı olduğu görüşlerine katılmalısın; ancak onun bütün yapıtları arasından sadece tanrılara adanmış ilahileri ile iyi insanları öven methiyelerinden başka hiçbiri devletimize girmeyecektir. Şarkıda ve destanda coşkulu Musa'ları devlete kabul edersen, her yerde ve her zaman en iyiler olarak kabul edilen yasa ve aklın yerine, haz ve acı devlette kral kesilecektir."
"Çok doğru!"
8. [b] "Demek ki," diye bu konuyu kapattım, "yeniden edebiyat sanatı hakkında konuşmaya dönmüş olduğumuza göre, bu tarzını koruduğu sürece, bu sanatı devletin dışında bırakma düşüncemizi haklı kılmaya yetecektir söylediklerimiz; çünkü serinkanlı düşüncelerimiz bizden bunu talep etmektedir. Ancak edebiyatın bizi insafsızlıkla ve cahillikle suçlamaması için, felsefe ile edebiyat arasında kadim bir kavganın bugün de sürüp gittiğini ona hatırlatmak zorundayız. 'Sahibine hırlayıp havlayan dişi köpek' ve 'boş budala gevezeliklerinde kudretli', 'Zeus'a hâkim olan bilgeler yığını' [c] ve 'niçin yoksul oldukları konusunda büyük kafa patlatanlar' ve benzeri binlerce söz ve ifade, eskilere giden bir rekabetin kanıtlarıdır. Gene de şunu söylemek gerekir: Eğlendirici ve taklit edici sanat iyi düzenlenmiş bir devlette vazgeçilmez olduğunu gösterirse, şaşkınlığımızı gizlemeden onu seve seve bu devlete alırız. Ne var ki (şu an) tespit ettiğimiz gerçeğe ihanet etmek, günah işlemek olur. Sen bile dostum, [d] özellikle Homeros üzerinden yaşadığında, edebiyat sanatının büyüsüne kapılmıyor musun?"
"Hem de nasıl!"
"Öyleyse ona (edebiyata) kendini bir şarkının ya da başka bir (anlatı) biçiminin içinde savunabildiğinde, yuvaya dönme izni vermek doğru ve yerinde olmaz mı?"
"Hem de nasıl?"
"Ayrıca edebiyatçı (ozan) olmayıp onların arkadaşları olan edebiyat koruyucuları beylere de düz yazı kullanarak edebiyatın devlet ve insan hayatı için sadece hoş bir şey olmayıp aynı zamanda yararlı olduğunu ispat etmeleri için fırsat tanımalıyız. [e] Ve onlara seve seve kulak veririz, çünkü edebiyatın sadece hoş olmakla kalmayıp aynı zamanda yararlı da olduğu ispat edilirse bundan sadece kazançlı çıkarız."
"Nasıl arzu etmeyiz ki böyle bir şeyi!"
"Aksi halde sevgili dostum, âşıklar gibi davranacağız: Bir aşk onlara yararlı görünmekten çıkınca, zora başvurarak da olsa kendilerini geriye çekerler. Biz de, harika devletimizin eğitiminin içimize tohumlarını ektiği bu edebiyata duyduğumuz sevgi nedeniyle, iyi niyetimizi kollayarak onun olabildiğince iyi ve hakiki görünmesini istediğimizi itiraf edeceğiz, [608a] ancak kendini savunamadığı sürece yeniden çocukluğumuzun aşkına, geniş kitlelere duyduğumuz aşka geri dönmekten duyduğumuz endişe yüzünden, kendi düşüncelerimizle ve büyü şarkılarımızla bağışıklık kazanmadan, ona hiçbir zaman kulak vermeyeceğiz. Kendini hakiki ve ciddi yerine koyan böyle bir edebiyatı ne kadar az ciddiye almamız gerektiğini hissediyoruz. Korumalıdır kendini aslında her dinleyici bundan [b] kendi ruhsal düzeni için korkmalı ve edebiyat sanatı hakkındaki görüşümüzün doğru olduğunu kabul etmelidir."
"Tamamen katılıyorum sana!"
"Bu mücadele büyük, sevgili Glaukon, genelde sanıldığından daha büyük; dolayısıyla insanın ne ünle ne parayla ne kudret ve iktidarla ne de edebiyatla baştan çıkıp adaleti ve öteki bütün beceri ve erdemleri göz ardı edecek kadar kötü mü olacağına, yoksa erdemliliği mi tercih edeceğine ilişkin bir mücadele olarak çok büyüktür."
"Sana incelemelerimize dayanarak katılıyorum ve başka herkes de bunu yapar sanıyorum."
9. [c] "Ve erdem ve becerinin büyük ödülünden ve bu yoldaki mücadelenin ödüllerinden henüz söz etmedik."
"Konuşmuş olduklarımızdan daha büyük bir şey varsa, harika bir büyüklükten söz ediyorsun demektir!" diye atıldı Glaukon.
"Bu kadar kısa bir zaman süresi içinde 'büyük' ne anlama gelebilir ki? Çocukluktan yaşlılığa kadarki bütün süre ebediyet ile karşılaştırıldığında çok kısa kalır!"
"Bir hiçtir sadece!"
"Ama devam edelim. Bu kısa zamanı değil de ebediyeti kendine dert edinmesini ölümsüz bir varlığın görevi olarak görmüyor musun?"
[d] "Elbette, ama bununla ne demek istiyorsun?"
"Ruhumuzun ölümsüz olduğuna ve hiçbir zaman yok olup gitmediğine hiç dikkat etmedin mi?"
Bunun üzerine Glaukon bana hayretle baktı ve: "Zeus adına, etmedim, ama bu konuda konuşabilir misin?" dedi.
"Konuşmasam zaten haksızlık etmiş olurum! Ama sanırım bunu sen de yapabilirsin, çünkü zor değil!"
"Benim için gene de zor, ama bu zor olmayan şeyi seve seve senden dinlemek isterim!"
"Dinleyebilirsin!"
"Konuş ne olursun!"
"İyi ve kötü bir şeyden söz etmiştin, değil mi?"
"Evet!"
[e] "Bu konuda benim gibi mi düşünüyorsun?"
"Nasıl yani?"
"Kötü, imha edip yıkan şeydir, iyi olan, koruyan ve yarar sağlayan!"
"Evet!"
"Peki devam edelim. Her şeyin kendine özgü bir kötü yanı ve bir iyi yanı bulunduğunu kabul ediyor musun? [609a]Örneğin gözlerin durmadan yaşlanma hastalığı ve bedenin hastalıkları, tahılın küflenmesi, odunun çürümesi, maden ve demirin paslanması gibi; kısacası her şeyin hemen hemen doğuşundan (ortaya çıkışından) itibaren birlikte getirdiği kötü yanı, hastalıkları vardır."
"Kabul ediyorum!"
"Bunlardan herhangi biri onun başına gelirse, hastalık o şeyi çürütür, sonunda tamamen ayrıştırıp nihayet yıkar."
"Kesinlikle!"
"Her bir şeyle birlikte doğmuş hastalık ve kötülük her şeyi imha eder [b] ve bunların dışında onu öyle yıkıp yok edecek başka bir şey bulunmamaktadır, çünkü ne iyi olan ne de ne iyi ne kötü olan, bir şeyi yıkıp yok etmezler!"
"Nasıl yapsınlar ki zaten?"
"Demek ki bütün hakikaten varolanlar arasında, başına gelen bir kötülüğün, hastalığın onu zayıflatıp bitkin düşürdüğü, ama dağıtıp, parçalayıp yok edemediği bir varlık bulursak, bu varlık için –bunu biliyoruz– yok olma diye bir şey söz konusu değildir."
"Büyük olasılıkla!"
"Şimdi devam edelim. Ruhu kötü yapan bir şey var mı?"
"Elbette, konuştuğumuz her şey; haksızlık, ölçüsüzlük, korkaklık ve bilgisizlik!"
[c] "Bu kötülüklerden biri ruhu yıkıp yok eder mi? Ancak yanılıp da, adil olmayan ve mantıksız bir insanın, haksızlığının kanıtlanması durumunda ruhunun kötülüğü olan adaletsizlik yüzünden mahvolduğunu sanıp kendimizi aldatmayalım. Böyle düşünmek yerine şöylesi daha doğru: Nasıl ki bir vücudu, bu vücudun kötülüğü, hastalığı tüketip yıkarsa ve sonunda onu artık vücut olmaktan çıkacağı bir duruma getirirse, sözünü ettiğimiz her şey de, sürekli olarak yakasına yapışan ve onu yıkan kendine özgü kötülük ve hastalıklar yüzünden [d] varolmama durumuna ulaşır, öyle değil mi?"
"Evet!"
"Şimdi aynı şeyi ruh için düşün! Ruhun içinde yer tutmuş adaletsizlik ve başka herhangi kötülük, ruhu, orada sürekli yuva kurmuş olduğu için ölüme yenik düşüp bedenden ayrılacak kadar imha edip parçalar mı?"
"Kesinlikle hayır!"
"İyi de ruhun kendi içindeki kötülükler onu yok etmezken bunu dıştan, yabancı kötülüklerin yapması mantıksız olmaz mı?"
"Öyle!"
[e] "Çünkü, bir düşün sevgili Glaukon, beden de, ne türden olursa olsun, yiyeceklerin kötülüğünden, diyelim ki bayatlamışlığından, küflenmişliğinden ya da başka bir şey yüzünden değil de, yiyeceklerin kötülüğünün (bozulmuşluğunun) bedenin içinde bedenin bozulmasına yol açması yüzünden çöküp gitmekten kurtulamaz; biz böyle düşünüyoruz; bu durumda, bedenin, bizatihi kendisindeki bir kötülükten, hastalıktan ötürü yok olup gittiğini söylüyoruz. Yiyeceğin kendisi olmayan şeydir kötülük ve yiyeceklerden başka bir şey olan bedenin [610a] içine yerleşmiş kötülük olmaksızın (bu dış şeylerin) bozulmuşluğu yüzünden çöküp yok olduğunu ileri sürmeyiz bedenin!"
"Haklısın!"
10. "Aynı düşünce ruh için de geçerlidir: Bedenin kötülüğü (hastalığı) ruhun bizatihi içinde, ruhun kendisinin bozulmasına yol açmadıkça, ruhun, kendine has kötülük yüzünden değil de dış (yabancı) bir kötülük yüzünden çöküp gittiğini ileri süremeyiz!"
"Bu düşünce doğru!"
"Ya bu düşüncenin doğruluğunu çürütmemiz lazım, ya da, çürütülemediği sürece [b] ruhun (bedene musallat olmuş) bir hummadan (ateşten) ya da başka bir hastalık (melanet) ya da bedenin (kesiciyle) doğranması yüzünden çöktüğünü ileri süremeyiz; hatta bedeni dilim dilim doğrasak bile, (ruhun) bu nedenle yıkılıp gittiğini söylemek imkânsızdır; çünkü daha önce bu bedensel acılar ve dertler yüzünden ruhun adillikten uzaklaştığını, haksızlıktan yana olduğunu ve yüce değerlere saygısız hale geldiğini bize ispat etmeleri gerekir. Demek ki başka (yabancı) bir varlığın içinde –bu varlığa özgü bir kötülüğe, hastalığa yol açmaksızın– bir kötülük, hastalık (melanet) ortaya çıktığında, (bunun etkisiyle) ruhun ya da başka herhangi bir şeyin yıkılıp gittiği [c] iddiasına katılamayız!"
"Ölmekte olanların ruhlarının gittikçe daha adaletsiz, dürüstlükten uzak bir hale geldiğini kimse ispat edemez!"
"Ama gene de birileri çıkıp da bizim ispatımıza itiraz edip sırf ruhun ölümsüzlüğünü itiraf etmemek için, ölmekte olanın adaletten uzak, kötü biri olup çıktığını ileri sürecek olursa, iddiası doğruymuş gibi şu talebi yönelteceğiz ona: [d]Adaletsizlik, onun temsilcisi kişi için aynen bir hastalık gibi, ölüm nedenidir; doğalarının gücü bu hastalıkla yıkıma uğradığı için de, adaletsizliği içlerinde taşıyan insanlar ölüp gitmektedirler; kişi, (içinde) adaletsizliği ne kadar fazla taşıyorsa, o kadar hızlı ölür; ötekiler ise daha yavaş; gelgelelim adil olmayanlar, bugün olduğu gibi, ona, kendi adaletsizliklerinden ötürü bu cezayı veren ötekilerin elinden ölmezler!"
"Zeus adına!" diye bağırdı Glaukon, "adaletsizlik sadece onu içinde taşıyan kişiye öldürücü etki yapıyorsa, hiç de korkulacak bir şey sayılmaz! Hatta kötülükleri temizlediği anlamına gelir bu! Ancak sanıyorum ki, (böyle bir etki) yapmadan çok daha önce elinden gelirse, adaletten uzak kişinin hayatına güç katıp onu dipdiri, uyanık tutarken, başka insanların katili olduğunu gözlerimizin önüne serecektir [e](taşıyıcısını) öldürme hedefinden çok uzak yerlere kurmuştur o çadırını."
"Çok güzel! Kişinin kendi kötülüğü ve kendi hastalıkları ruhu ne öldürebilir ne de yıkıp imha edebilirlerse, başkalarını yıkmaya yönelmiş hiçbir kötülük (hastalık, melanet), kendisine düşen şeyin dışında ne ruhu ne de başka bir şeyi yıkıma uğratacaktır."
"Kesinlikle!"
"Ruhu ne kendini taşıyan kişideki ne de dıştaki yabancı, hiçbir hastalık (melanet) yıkamıyorsa [611a] ebedi olması şarttır onun! Ebediyse ölümsüzdür!"
"Mantıken!"
11. "Bu tespit böyle geçerli olsun!" dedim, "ama eğer durum buysa, oldumolası aynı sayıda ruhun varolması gerekir; çünkü şayet hiçbir ruh yıkılıp, yok olup gitmiyorsa, bunlara yenileri de eklenmiyor demektir. Çünkü ölümsüz olan çoğalabilseydi, ancak ölümlüden türemek koşuluyla mümkün olurdu bu! Dolayısıyla da sonunda her şey ölümlü olup çıkardı!"
"Çok doğru!"
"Her şeyin ölümlü olduğunu kabul edemeyiz, sakin sakin düşününce de buna imkân olmadığını görürüz. [b] Gene aynı şekilde, ruhun en hakiki karakteri (doğası) gereği her türlü renklilikle, eşitsizlikle ve kavgayla dolup taştığını da söyleyemeyiz."
"Ne demek istiyorsun acaba?"
"Çoklu şeylerin sentezi olan bir şey, çok zor ebedi olabilir; ayrıca en güzel uyum içinde bulunamayacağı gibi, kısacası, bizim ruh için çıkardığımız sonuçlara uymayacaktır."
"Böyle bir olasılık yok elbette!"
"Ruhun gerçekten de ölümsüz olmak zorunda olduğunu hem şu son incelemelerimiz hem de daha öncekiler gösterdi. Ancak ruhun hakiki yapısını (karakteristik yapısını) kavrayabilmek için [c] onu, şu an yaptığımız gibi, ne toplum, ne beden, ne de başka kötülük, hastalık tarafından zaafa uğratılmış haliyle ele alamayız; dolayısıyla onu zihnin gözüyle, bütün saflığıyla karşımızda durduğu şekilde incelemeliyiz. Böyle yaparsak onu çok daha güzel buluruz ve adalet ile adaletsizliği ve az önce konuştuğumuz her şeyi çok daha açık seçik görebiliriz. Gerçi daha önce göründüğü biçime dayanarak, ruhun hakikatini inceledik; tıpkı denizcilerin Deniz Tanrısı Glaukos'u gördükleri gibi yaptık bunu, [d] denizciler onun daha önceki durumunu neredeyse hiç fark edemezler, çünkü bedenin eski parçaları yer yer kırılmış, kısmen kaybolmuş, dalgalarca tamamen tanınmaz hale getirilmiştir; ayrıca üzerinde, ona yapışan istiridyeler, yosunlar ve taşlar büyümüş, Tanrı daha önceki halinden çıkıp daha çok bir hayvana benzemiştir. İşte ruhu da böyle inceliyoruz biz; binlerce kötülükle, hastalıkla tanınmaz hale gelmiş durumdayken. Oysa oraya bakmak zorundayız sevgili Glaukon!"
"Nereye?"
[e] "Onun bilgeliğe duyduğu aşka! Ve tanrısal, ölümsüz ve ebedi olan ile akraba olduğu için, nelerle (kimlerle) bir arada olmanın özlemini çektiğine bakmalıyız; kendini bu itkiye tamamen bırakabildiğinde bu dünyanın konuğu olduğu için[612a] onu sarmış istiridyelerden, taşlardan, bu topraklı, kumlu, taşlı ve kaba yığından; mutluluk getirdiği söylenen ziyafetlerden, şölenlerden yapacağı bu hamleyle kurtulup şimdi yaşadığı denizden çıkarak yükselebildiğinde elini nereye uzattığına (neye tutunduğuna) bakmalıyız; işte ancak bundan sonra onun doğasını, çok biçimli mi tek biçimli mi olduğunu ya da bu doğanın asıl biçiminin ne olduğunu tanıyabiliriz. Ancak şu ana kadar zaten onun dünyevi hayatının şartlarını ve fenomenleşmelerini yeterince konuştuk."
"Muhakkak!"
12. "Şimdi," diye sözüme devam ettim, "incelemelerimizde (konumuzla doğrudan ilgisi bulunmayan) her şeyi bir yana bıraktık, ayrıca Homeros ve Hesiodos'un [b] sözünü ettiklerini söylediğimiz şu adalet ödüllerini ve onurlarını da ona öğretmedik; biz adaletin doğrudan kendisinde ruh için en büyük değeri gördük; bu nedenle ruh, ister (parmağında) Gyges'in yüzüğünü taşısın ve bu yüzükle birlikte bir de Hades'in miğferine sahip olsun ya da olmasın, adil, haklı davranmak zorundaydı."
"Hakikati dile getiriyorsun!"
"İşte şimdi, sevgili Glaukon, ayrıca adaletin ve başka bir erdemin, çok sayıda ve çeşitli biçimlerde ruha armağan ettiği ödülleri verecek olursak, bize kimse itiraz etmeyecektir artık;[c] hani şu tanrıların ve insanların, hayattayken ve öldükten sonraki armağanları?"
"Kesinlikle etmeyeceklerdir!"
"İncelemelerimiz sırasında ödünç aldığınız şeyi geri verecek misiniz?"
"Neyi?"
"Adil olmayanın adilmiş gibi, adilin de adil değilmiş gibi göründüğünü ileri sürdüğünüzde size katılmıştım. Çünkü sizler, hani böyle bir durum tanrılardan ve insanlardan kesinlikle saklı kalmayacak olsa bile, sırf incelemenin yüzü suyu hürmetine, katıksız adaletin adaletsizlik karşısında yargılanıp hakkında bir karar verilsin diye, bu tespiti kabul etmemi istemiştiniz. Hatırlıyor musun?"
[d] "Hatırlamadım desem ben de haksızlık etmiş olurum!"
"Şimdi her ikisi hakkında hüküm verilmiş olduğuna göre, adalet adına senden talepte bulunuyorum: Tanrılara ve insanlara layık gördüğünüz saygı, şimdi artık tarafımızdan aynı şekilde ona da (adalete de) gösterilmelidir; çünkü o da dışsal saygı sayesinde elde ettiği ve (zaferin) sahiplerine sağladığı zafer ödüllerini kendisi de alabilsin. Çünkü onun, hakiki varlığından (olma-hali'nden) türeyen iyi'yi bol bol dağıttığı ve kendisine gerçekten sarılmış kimseyi aldatmadığı açık seçik belli oldu."
[e] "Talebinde haklısın!"
"Borcumuzun ilk parçası olarak şunu geri veriyoruz ona: (Diyoruz ki) tanrılar karşısında ne adil kişi ne de haksız (adil olmayan) kişi özlerini gizleyebilirler!"
"Bunu teslim ediyoruz!"
"Madem ki gizlenemiyorlar, o zaman bunlardan biri tanrının sevgilisi ötekisi nefret ettiği kimsedir; bunu ta başlarda kabul etmiştik." (bkz. 352b)
"Öyle!"
"Tanrının sevgili kuluna –bunu itiraf etmek zorundayız– şayet geçmişindeki bir suçundan ötürü kaçınılmaz bir lanete uğramamışsa, [613a] tanrılarca sadece en iyi kaderler layık görülür."
"Kesinlikle!"
"Demek ki şunu kabul edebiliriz: Adil bir adam yoksulluk içinde yaşıyorsa ya da hastaysa ya da buna benzer başka felaketlere uğramışsa, bu ya yaşarken ya da ölümünde onun hayrına bir sonuç verecektir. Çünkü tanrılar, bütün gücüyle adil [b] davranan ve kendini erdemlere adayarak, bir insanın yapabileceği kadar tanrılara benzemeye çalışan kimseleri hiçbir zaman unutmazlar."
"Böyle bir insan, kabul etmek gerekir ki, benzediği şeyce (kimsece) hiçbir zaman unutulmayacaktır."
"Peki adil olmayan kimse için bunun tersini kabul etmek zorunda değil miyiz?"
"Elbette!"
"İşte tanrıların adil kimseye verdikleri zafer ödülleri bu türdendir."
"En azından benim düşünceme göre!"
"Peki ya insanlar, onlar hangi ödülleri verirler? Olgusal ilişkilere dönüp baktığımızda durum şu değil mi: Kötüler ve haksızlıktan yana olanlar starttan itibaren iyi koşan ancak dönüşü yaptıktan sonra koşuya kötü devam eden koşucular gibi davranırlar. Önce hızlı başlarlar, sonunda, boyunları göğüslerine düşüp çelenk melenk almadan oradan uzaklaşınca herkesin maskarası olurlar. [c] Hakiki koşucular ise hedefe ulaştıklarında yarışma ödüllerini alır ve çelenkler takarak oradan uzaklaşırlar. Çoğu kez adil olan da benzer şeyler yaşamaz mı? Her eylemde, her ilişkide (sözleşmede) ya da hayatta hedefe doğru yaklaştıkça saygı görüp, insanların onlara verdikleri zafer ödüllerini almazlar mı?"
"Öyle elbette!"
"Öyleyse senin haksızlıktan yana olanlar için söylediklerinin aynısını onlar için desem bunu öylece kabul edecek misin?[d] Çünkü sana şunları söylemek istiyorum: Adil kimseler yaşlandıklarında, istemeleri halinde, devletteki en yüksek memuriyetleri yönetirler, isterlerse evlenebilirler ve kız çocuklarını gönüllerince evlendirebilirler. Senin adil olmayanlar için söylediğin her şeyi ben adil kimseler için söylüyorum işte. Ve öte yandan, haksız kimselerin çoğu, gençliklerinde saklanabilmiş olsalar da, hayatlarının sonunda gene de yakayı ele verir, alay konusu olur ve sonra ihtiyarladıklarında, mutsuz olunca, gerek yabancıların gerekse kendi yurttaşlarının hakaretlerine hedef olmaktan, kırbaçlanmaktan kurtulamazlar, [e] senin haklı olarak vahşet diyeceğin muamelelere maruz kalırlar; onları alıp kazığa geçirir, gözlerine mil çekerler! Bütün bunlar gelir işte başlarına! Cevabımı böyle kabul edebilirsin. Dikkat et, katılıyor musun söylediklerime, iyi düşün!"
"Kesinlikle, çünkü haklısın!"
13. "İşte, adil kimsenin hayattayken, adil olmanın doğrudan ona armağan ettiği yüce değerlerin yanı sıra, tanrılardan ve insanlardan ayrıca elde ettiği zafer ödülleri, armağanlar[614a] bunlar."
"Güzel ve kalıcı ödüller bunlar!" dedi Glaukon.
"Herkesi ölümünden sonra bekleyen armağanların yanında, büyüklük ve çokluk bakımından hiçbir şey değil bunlar. Adil olan ile olmayanın bizim incelememizde hak ettikleri şeyi eksiksiz almaları için, şunu da dinlemek gerekiyor!"
[b] "Yeter ki konuş, çünkü dinlemeye can atıyorum!"
"Tamam o zaman. Sana bir öykü anlatacağım, ama tabii ki Odyseus'un Alkinoos'u değil. Onun yerine cesur bir adamın başından geçmiş bir öyküyü, Pamphylia'lıArmenius'un oğlu Er'in öyküsünü anlatacağım. Öykümüzün kahramanı Er, bir savaşta ölür. On gün sonra çürümeye yüz tutmuş cesetleri gömmek için savaş meydanına gelenler Er'in vücudunu bozulmamış şekilde bulurlar ve gömmek için evine götürürler. Ölümünün on ikinci gününde, odunların üzerinde yakılmak için beklemekte olan Er birden dirilir ve öteki tarafta gördüklerini anlatmaya başlar. Söylediğine göre ruhu bedenini terk ettikten sonra [c] diğer ruhlarla birlikte harika bir yere gelmiş. Bu gizemli meydanın zemininde birbirine bitişik iki yarık varmış. Bunların tam karşısında, yani göğe doğru da yine aynı şekilde iki dar boğaz bulunuyormuş. Yerdeki ve gökteki bu boğazların (geçitlerin) arasında da yargıçlar oturuyormuş. Yargıçlar ruhları yargıladıktan sonra adil ruhların önlerine, verdikleri kararları temsil eden yaftalar asıp, göğe çıkan sağdaki yolu takip etmelerini buyuruyorlarmış. Adil olmayanların ise yaptıklarını anlatan yaftaları arkalarına [d] takıp yere inen soldaki yola girmelerini emrediyorlarmış. Yargılama sırası Er'e gelince yargıçlar Er'e, kendisinin öteki dünyada neler olup bittiğini insanlara bildirmekle görevlendirildiğini ve bu yüzden öteki dünyada gördüğü her şeyi aklına yazması gerektiğini söylemişler. Er de olan biteni izlemeye başlamış. Yargılandıktan sonra, yargılanan ruhların yerdeki veya gökteki boğazlara girdiklerini görmüş. Yerin derinliklerine inip tekrar geri gelen ruhlar kir pas içindeyken, gökten geri gelenler pırıl pırıl, temiz pakmışlar; bunlar uzun bir yolculuğa çıkmış da (yıllar sonra) geri dönmüş gibilermiş [e] ve hepsi geri geldikten sonra güle oynaya henüz başlamış bir festivalin bulunduğu bir çayıra gidiyorlarmış. Yerin derinliklerinden yüzeye çıkanlar gökten inenlere gökte neler olduğunu, diğerleri ise yer altında neler olduğunu soruyormuş. Yerin altından gelenler yeraltındaki yolculukları sırasında tanık oldukları veya bizzat yaşadıkları korkunç şeyleri kimileri ağlayarak ve yanıp yakılarak birbirlerine anlatıyorlarmış. Çünkü 1000 yıl süren yerin altındaki yolculuk sırasında neler çektikleri ve gördükleri akıllarına geliyormuş. [615a] Gökten inenlerse, gökte yaşadıkları mutlulukları ve gördükleri eşsiz güzellikleri aktarıyorlarmış. Ruhların anlattıklarının hepsini söylemem uzun zaman alır Glaukon, fakat Er'in söylediklerine göre ana noktalar şunlarmış: Her ruh haksızlık ettiği kişiler ve işlediği her kusur için sırayla on kat ceza alıyormuş; insan ömrü ortalama yüz yıl [b] olduğu için her bir ceza yüz yıl sürüyormuş. Bu hesaba göre de her suçun cezası on kat oluyormuş. Şayet ister devletlerine ister ordularına ihanet etmiş olsunlar, çok sayıda insanın ölümünden sorumlu olanlar, insanları köleleştirenler veya başkalarının suçlarına ortaklık edenler, suçlarının cezasını on kat fazlasıyla çekiyorlarmış. Öte yandan, hayırseverler, doğru ve kutsal davranışlarda bulunanlar aynı mantık doğrultusunda ödüllendiriliyormuş. [c] Er, hemen doğumun ardından ya da çocuk yaşta ölenlerle ilgili kayda değer bir şey anlatmamış, ama söylediğine göre ailesine saygısız ve asi davranmanın, yakın akrabaları öldürmenin cezası olağanüstü derecede sertmiş. Aynı şekilde dindarlık ve itaatkârlığın ödülü çok büyükmüş. Bir keresinde, ruhlardan biri diğerine büyük Ardiaios'un nerede olduğunu sorduğunda Er de onların yanındaymış. Ardiaios, bu olaydan bin yıl kadar önce Pamphylia'da bir kentin tiranıymış ve söylenenlere göre ihtiyar babası ile ağabeyini [d] ölüme göndermenin yanı sıra nice günahlar işlemiş. Ardiaios'u gördüğünü söyleyen ruh demiş ki, 'O buraya gelmedi ve gelebileceğini de zannetmem.'
14. Gördüğümüz en kötü manzaralardan birisi de şuydu (diye devam etti Er): Cezamızı çektikten sonra yüzeye çıkmak için o dar geçidin tam ağzında duruyorduk. O anda birden Ardiaios'u ve çoğu tiran olan başkalarını gördük. Aralarında ağır suçlar işlemiş sıradan yurttaşlar da vardı. [e] Bu kişiler bizimle beraber buraya yükselebileceklerini zannediyorlardı, fakat geçit onları kabul etmiyordu; günahları affedilmesi imkânsız veya suçlarının cezasını yeterince çekmemiş ruhlar yukarı çıkmaya kalkıştıkça bu dar geçit kükrüyordu. Sesin ne anlama geldiğini bilen ateş vücutlu vahşi adamlar onları omuzlarından tutup götürüyorlardı. İşte bu ateş vücutlu adamlar Ardiaios ve yanındakilerin başlarını, ellerini ve ayaklarını bağlayıp onları yere yatırdılar; kırbaçlayarak[616a] derilerini yüzdüler, sonra da yolun kenarındaki dikenli çalılara sürüklediler ve oradan geçmekte olanlara da bu günahkârları Tartaros'a atacaklarını söylediler. Oradaki korkunç ve çeşitli dehşet verici şeyin arasında en kötüsü şuydu diye devam etti Er: Yukarıya doğru çıkarken o korkunç kükreme sesi duyulabilirdi; duyulmayınca herkes sevinç içinde yoluna devam edebiliyordu. [b] İşte cezalar, ıslak yollar ve ödüller bu türdendir orada.
Ruhlar çayırda yedi gün geçirdikten sonra sekizinci gün yola çıkmak zorundadırlar. Yolculuklarının dördüncü gününün sonunda yukarıdan aşağıya uzanan, yeri ve göğü boydan boya geçen ve aynen gökkuşağı gibi, ama ondan daha ihtişamlı ve parlak bir ışık sütunu gördükleri bir yere gelirler. Bir gün daha gittikten sonra, ışığın merkezine ulaşırlar ve [c] ışık sütununun uçlarından göğe bağlı olduğunu görürler. Tıpkı kadırgaları güçlendiren kaburgalar gibi bu ışık da titreyen göğü bir arada tutar. Kaburgaların uçlarına zorunluluğun aktarma milleri yerleştirilmiştir. Bütün dönüşler bunlar sayesinde olmaktadır. Er'in anlattığına göre halkaların (disklerin, ağırşakların) düzeni şöyledir: [d] Şekil olarak sıradan bir ağırşaktır, ama yakından bakınca aslında içi boş büyük bir ağırşak olduğu ve içine, ona benzeyen, ama ondan daha küçük bir ağırşağın yerleştirilmiş olduğu fark edilir. İç içe giren kutular gibi, ikinci ağırşağın içinde üçüncü, üçüncünün içinde dördüncü vardır ve onların içinde de sırayla küçülen dört ağırşak daha konuludur. Yani iç içe geçmiş, [e] ortak merkezli ve kenarları dışarıdan görülen sekiz ağırşak vardır ve bunların hepsi tek bir ağırşak meydana getirir. Bu tek ağırşak, sekizinci ağırşağın merkezinden geçen bir mile sarılıdır; en dıştaki birinci ağırşak en geniş kenarlara sahiptir. Altıncısı birinciden daha dardır; sonra kenarlar sırasıyla dördüncü, sekizinci, yedinci, beşinci, üçüncü ve ikinciye doğru daralır. En dar kenara sahip ağırşak ikincisidir. En büyük ağırşak oldukça renkli kenarlara sahiptir, [617a] yedincisi en parlak olanıdır; sekizinci ise rengini yedinci ağırşağın yansıttığı ışıktan alır. İkinci ve beşinci dairelerin renkleri birbirine benzer ve diğerlerinden daha derindir. Üçüncü ağırşak ise aralarında en mat olanıdır; dördüncüsü kırmızı, altıncısı ise hemen hemen üçüncü ağırşak kadar mattır. O ana mil bir bütün halinde kendi çevresinde düzenli bir hızla döner, ama döndükçe içindeki yedi daire daha yavaş bir hızla ve tam tersi yönde hareket eder; [b] ağırşaklardan en hızlı döneni sekizincidir ve ondan sonra, ondan daha az hızlı dönen parçalar olarak eşit hızla dönen yedi, altı ve beşinci ağırşaklar gelir. Dördüncü ağırşak, döngüsünü diğerlerinden daha yavaş tamamlar ve ondan sonra sırayla üçüncü, ikinci ve birinci ağırşaklar gelir. Ana milin kendisi, zorunluluğun dizleri üzerinde döner. Her ağırşağın üzerinde ağırşak diskiyle beraber dönen sekiz denizkızı oturur; her denizkızı ayrı bir nota okur ve bu sekiz nota tek bir senfoni oluşturur. [c] Denizkızlarının yanında ve onlara eşit uzaklıkta bulunan üç tahtta üç kız oturur. Bunlar zorunluluğun kızları olan kader tanrıçaları Lakhesis, Klotho ve Atropos'tur. Beyaz cüppeler içinde, başlarında çelenklerle denizkızlarının şarkılarına eşlik ederler, Lakhesis geçmişin, Klotho bugünün, Atropos da geleceğin şarkılarını söyler. Klotho, sağ eliyle en dış diski, Atropos da sol eliyle iç taraftaki diskleri çevirir. [d] Lakhesis ise her iki eliyle kâh bu diski kâh o diski çevirir.
15. Ruhlar oraya ulaştıklarında Lakhesis'in huzuruna getirilmişler hemen. Bir tanrı habercisi ruhları sıraya sokmuş ve Lakhesis'in kucağındaki kura numaralarını ve hayat örneklerini aldıktan sonra yüksekçe bir kürsüye çıkıp şöyle demiş: 'Zorunluluğun kızı bâkire Lakhesis buyurmuştur ki siz fani ruhlar yeniden ölümlü soyun zorunlu döngüsüne ikinci kez gireceksiniz. [e] Size bir Daimon verilmeyecek onu siz kendiniz seçeceksiniz. Kura sonucu kaderini seçme şansını ilk elde eden kimse, kaderini, bir daha değiştirilemeyecek şekilde belirleyecektir. Mükemmelliğin efendisi yoktur! Kim onu yüceltirse daha erdemli, kim küçümserse de daha erdemsiz olur. Herkes kendi yarattığı kaderinden kendi sorumludur. Seçtiğiniz kaderlerden tanrı sorumlu tutulamaz.' Bunu söyledikten sonra kura numaralarını onlara doğru atınca herkes kendi önüne düşeni almış, bir tek o kuraya el atamamış. Her ruh, çektiği kuraya göre sıraya giriyormuş. [618a] Bunun üzerine tanrının elçisi mevcut ruhlardan sayıca çok daha fazla hayat örneğini onların önüne (tek tek) açmaya başlamış; çeşit çeşit görüntülermiş bunlar; bütün hayvanların ve insansı yaşama biçimlerinin hayat örnekleri (görüntüleri); bunların arasında tiran hayatlarının görüntüleri varmış; kimileri bütün hayatı kapsıyor, gene kimileri ortasında kesintiye uğramış bir hayatı gösteriyormuş bunlar, yoksulluk, kaçma ve dilencilik içinde son bulmuşlarmış. Ama ayrıca ünlü erkeklerin hayat görüntüleri de varmış; bunların bazıları; dış görünüşü, güzellik, güç ve savaş becerisi bakımından, [b] bazıları da soyları ve atalarının ayrıcalıkları sayesinde tanınmış olanların görüntüleriymiş; ayrıca gene tanınmamış erkeklerin ve aynı şekilde kadınların görüntüleri (örnekleri) de varmış. Belli bir ruh düzeni bulunmuyormuş burada; çünkü her bir ruh hayat seçimine göre başka türlü olmak zorundaymış. Bunun dışında her şey kendi arasında birbirine karışmış, zenginlik ile yoksulluk, hastalık ile sağlık renkli bir karışım oluşturmuşlar ve gene bazıları bunların ortasında (bir yerdeymiş). [c] Sevgili Glaukon insanlar için en büyük tehlike de burada işte, bu nedenle de en çok bu konuda uğraşmak gerekiyor: Aramızdaki herkes bütün öteki bilimleri bir yana bırakıp sadece bu bir tek bilimde öğrenci ve araştırmacı olmalıdır; hani elbette hangi bilimin kendisine iyi hayatı kötü hayattan ayırt etme gücünü ve bilgisini, mümkün biçimler içinden en iyisini her zaman ve her yerde seçme yeteneğini sağladığını fark edebilmesi gerekir; bunu yaparken bütün akıl yürütmelerimiz üzerinde düşünmesi, bunları birbirleri ile karşılaştırması ve hayatın mükemmelliği bakımından bunların değerini sınıflandırması [d] ve güzelliğin yoksulluk ve zenginlikle birlikte nasıl bir etki yaptığını ve hangi ruhsal durumda iyi ile kötüyü yarattığını iyice bilmesi gerekir; ayrıca soylu ve soylu olmayan kökenin, kişisel ve kamusal hayatın, güç ve zayıflığın, akıllılığın ve deliliğin, kısacası, ruhun bütün doğal (yaradılıştan) verilerin ve yetilerin yanı sıra sonradan kazanılmış davranış ve tutumların karşılıklı etkileşim içinde nasıl sonuçlara yol açtığını çok iyi kavramış olmalı, böylece bütün bu düşünceler içinden seçimler yapabilmelidir. (Böyle bir ruh) gözünü ruhun özüne çevirip kötü hayatı iyi hayattan ayırt eder; [e]ruhu haksızlığa sürükleyene kötü, onu daha iyiye götürene ise iyi hayat, der; başka hiçbir şeyi önemsemez; çünkü adalet, –bunu görmüştük– gerek hayat gerekse ölüm için en iyi seçimdir. [619a] Adil ruh Hades'e indiğinde zenginliğin ve öteki melanetlerin etkisiyle sarsılmaması, tiranların ve benzeri kimselerin hayat seviyesine düşmemesi ve onmaz sayısız suç işlememesi, kendisinin de çok daha büyük suçların kurbanı olup acı çekmemesi ve bu hayatın hep orta yolunu seçip aşırılıktan her iki yönde, hem buradaki, dünyadaki hayatında hem de öte yanda kaçınabilmeyi başarması için inancının çelik gibi sağlam olması lazımdır. [b] Çünkü insan ancak böyle en mutlu insan olabilir.
16. Öte dünyadan elçi Er, tanrının habercisinin şöyle konuştuğunu bildirdi: 'En son kalan da, akıllı seçim yapar ve buna sımsıkı bağlı kalıp yaşarsa, onun için bile, pek kötü sayılmayacak, sevimli bir hayat hazır bekliyor. Ne ilk seçen hiçbir şeye aldırmadan, endişesiz seçsin ne son seçen, korkarak!'
Bu sözler üzerine ilk ruh öne çıkıp büyük Tiranlığı seçmiş; akılsızlığı, aniden kabaran iştahı yüzünden ve yeterince düşünmediği için seçimini yapmış ve (seçtiği hayat örneği içinde) kendi çocuklarını yemek ve başka rezillikler olduğunu görmemiş. [c] Ne var ki sakin sakin düşününce dövünmeye başlamış ve habercinin daha önceki sözlerini dikkate almadığı için yanıp yakınmış; çünkü talihsizliğinden kendini değil de kaderi, tanrıları, kendisinden başka her şeyi sorumlu tutmuş. O da gökyüzünden yeryüzüne inenlerdenmiş, çünkü daha önceki hayatını iyi düzenlenmiş bir anayasaya (bağlı devlette) öyle derin bilgilere ihtiyaç duymadan sadece alışkanlığın yardımıyla becerilerden, çalışkanlıktan ve erdemden pay alarak yaşamış.
[d] Açık söylemek gerekirse: Gökten inmiş ruhların az sayılamayacak bir bölümü, acılara alışkın olmadıkları için bu durumda budalalık edip kanıyorlar. Alttaki geçitten çıkıp gelenler ise acıları hem bizzat yaşadıkları hem de etkisini başkalarında gördükleri için kuraya hemen atlamıyorlar. Bu nedenin yanı sıra kuranın rastlantısallığı da işin içine karışınca, çoğu insanın hayatında mutluluk ile mutsuzluğun öyle yer değiştirip durması anlaşılır oluyor. Çünkü bir insan, bu hayata girdikçe, bilgi isteği içinde mantıklı bir hayat sürerse ve seçim sırasında sona kalmış kuralardan biri ona düşmemişse, [e] o dünyadan anlatılanlara bakılacak olursa, sadece burada (dünyada) mutlu yaşamakla kalmaz, buradan öteye göçlerinde ve dönüşlerinde de engebeli bir yolu aşmak zorunda kalmayıp dümdüz bir cennet yolunda yürür. İşte, diye anlattı Er, [620a] ruhların hayatlarını nasıl seçtiklerini seyretmek, acınası, gülünç ama aynı zamanda da harika bir andır. Çoğu zaman önceki hayatlarının alışkanlıklarına bağlı kalırlar. Örneğin Er, Orpheus'un kuğunun hayatını nasıl seçtiğini görmüş. Çünkü Orpheus, kadın cinsinin kendisine çektirdiği acıları hatırlayıp ölüm korkusu yüzünden bir kadından doğmayıp kuğu olmayı tercih etmiş. Thamyras'ın ruhu ise bir bülbülü seçmiş. Bir kuğu ise insan hayatı biçimini seçmiş, öteki tanrısal hayvanlar da öyle yapmışlar. [b] Yirminci ruh bir aslanın hayatını seçmiş; Telamonier Aias'ın hayatıymış bu. Yirmi birinci sıradaki Agamemnon da çektiği acılar yüzünden insanlardan nefret etmiş ve bu yüzden bir kartal olmayı tercih etmiş. Orta sıralardaki Atalante'nin ruhu, bir atletin şerefli hayatını görmüş ve o hayatın cazibesine kapılıp onu seçmiş. [c]Atalante'den sonraki sıra Panopeus'un oğlu Epeios'unmuş. Epeus, hünerli bir kadın olarak yaşamayı tercih etmiş. Sonlara doğru, Thersites adlı soytarı, bir maymunun hayatını talep etmiş. Kurada en son sıradaki Odysseus'un ruhuymuş. Geçmişte yaşadığı acılar Odysseus'un şöhret dolu bir hayat isteğini körelttiği için o, uzun bir süre sakin bir hayat aramış ve başka ruhlar tarafından beğenilmeyip bir kenara atılan hayatlar arasından nihayet aradığı, beğendiği hayatı bulmuş. O kadar eminmiş ki yaptığı tercihten 'İlk sırada olsam, yine hemen bu hayatı seçerdim' demiş. [d] Aynı şekilde hayvanların kimileri insan olmayı ya da başka hayvanların hayatını sürdürmeyi istiyorlarmış. Kötüleri vahşi ve yırtıcı, iyileri ise evcil hayvanlar oluyorlarmış. Sonuçta isteyen istediği şeyi seçebiliyor, tam bir karışma sağlanabiliyormuş.
Bütün ruhlar kurada çıkan sıraya göre hayatlarını seçtikten sonra sırayla Lakhesis'in yanına gelmişler. Lakhesis, onlara perilerini vermiş. Bu perilerin onları hayat boyu koruyacağı ve seçtikleri hayatın gereklerini yerine getirecekleri varsayılıyormuş. [e] Bu periler, ruhları Klotho'nun elinin altından ve hızla dönen kirmenin altından geçiriyor ve ruhların seçtiği hayatları sırayla onaylıyorlarmış. Klotho'ya dokunan ruhlar, kaderleri tarafından Atropos'un çıkrığına getiriliyor ve bu sayede Klotho'nun onayladığı hayat değiştirilemez kılınıyormuş. Oradan sonra da ruhlar Zorunluluğun tahtının [621a] altından geçiyormuş. Er de dahil bütün ruhlar bu tahttan geçtikten sonra, bunaltıcı sıcaklar altında bir yolculuğun sonunda Unutkanlık ovası Lethe'ye varmışlar; akşam olunca tek bir ağacın, hatta bitkinin bile olmadığı ovanın ortasından geçen unutkanlık ırmağının kenarına oturmuşlar. Bu ırmağın suyu hiçbir kaba konulamazmış. Herkes bu ırmağın suyundan bir miktar içmiş, ama düşüncesiz davrananlar içmeleri gerekenden fazla içmiş ve anında her şeyi unutmuş. Ruhlar uykuya daldıktan sonra, gece yarısı [b] gök gürlemiş, yer sarsılmış ve tıpkı bir yıldız kayması gibi ruhlar dünyaya geliş anlarına gönderilmişler. Er'in bu sudan içmesine izin verilmemiş, ama onun anlayamadığı bir şekilde ruhu bedenine yeniden kavuşmuş ve bir de bakmış ki, şafak sökerken odunların üzerinde yatıyor kendisi.
İşte sevgili Glaukon, bu öykü hiçbir zaman unutulmamış, yok olmamış. [c] Unutma ki öyküyü ciddiye alırsak biz de kurtulur ve ruhumuzu kirletmeden Lethe Irmağı'nı kolayca geçeriz. Yani, dediklerime uyar da ruhun ölümsüzlüğüne ve iyilik gibi kötülüklere de katlanabileceğine inanırsanız göğe giden yola kolayca ulaşır, adalete ve bilgeliğe hayatlarımızı kolaylıkla adayabiliriz. Böylelikle bu dünyada yaşarken, taraftarlarından ödüllerini toplayan bir şampiyon gibi [d]adilliğin ödüllerini aldığımızda hem diğer insanların hem de tanrıların sevgisini kazanırız. Böylece hem bu hayatımızda, hem de o bin yıllık yolculuğumuzda mutluluğumuzu kaybetmemiş oluruz."
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top