Dördüncü Kitap

1. [419a] Bu noktada Adeimantos söze karıştı: "Peki, Sokrates, birisi çıkıp da senin bu insanları pek öyle fazla mutlu edemediğini, üstelik bunun, onların kendi hataları olduğunu, çünkü gerçekte devletin sahibinin kendileri olduğunu söyler ve seni suçlarsa, kendini nasıl savunursun? Çünkü devlet onların elinde olacak, ama bundan bir yarar sağlayamayacaklardır; öteki yurttaşlar gibi toprak sahibi olup, güzel ve büyük konaklar yaptırmaları ve bunların içini de yine aynı güzellikte döşemeleri imkânsızlaşacak. Kendi adlarına tanrılara kurban adayamayacaklar, evlerine konuk kabul edemeyecekler ve az önce sen kendin söyledin, altına, gümüşe, kısacası görünüşte mutlu olmak için gereken hiçbir şeye sahip olamayacaklardır; üstelik sana itiraz eden kimse, 'Bu zavallı yurttaşlar, devletin (kentin) içinde dolaşıp durmaktalar, ama devleti korumaktan başka hiçbir misyonları olmayan ücretli askerlerden hiçbir farkları yok' diyebilir."

[420a] "Evet," dedim. "Hatta diyebiliriz ki, bunlar karınlarını doyuracakları kadar ücret alacaklar, daha fazlası verilmeyecek onlara. Bu yüzden de öyle zevk için seyahate çıkamayacaklar, kızlara armağan veremeyecekler ve başkalarının mutluluk olarak addeddikleri benzer şeyler için paralarını kullanamayacaklar. Bu ve başka itirazları gözden kaçırıyorsun."

"Evet, bunları da sana yapacakları suçlamaya ekleyelim. Sana bu soruyu yönelten o insan, bunları da işin içine kattığında ne diyeceksin?"

[b] "Şimdi bu tür sorulara karşı kendimizi nasıl savunacağımızı mı soruyorsun?"

"Evet."

"Bunun cevabını da yine aynı yolu izleyerek verebiliriz. Bekçilerimizin bu durumda bile en mutlu kimseler olması kimseyi şaşırtmamalı. Biz bu devleti kurarken, bir sosyal öbeği diğerlerinden daha mutlu etmeyi değil, bütün devletin mutluluğunu göz önünde tutmuştuk. Böyle bir devlet yapısı içinde adaleti bulmayı hedeflerken bunun tam tersine çok [c]kötü düzenlenmiş bir devlette de haksızlığın yaygın olacağını tahmin etmiş, bu iki zıt devlet yapısını inceleyerek de uzun zamandır sorguladığımız konuda bir sonuca varmayı düşünmüştük. Şimdi bizim yaptığımız şey, mutluluk sağlayıcı bir devlet tasarlamak olduğuna göre birkaç kişiyi, bir sosyal öbeği değil, bütün devleti mutlu eden bir devlet nasıl olmalı, onu bulmaya çalışmalıyız. Birazdan da bunun tam tersi olan devleti inceleyeceğiz. Diyelim ki, bir heykel boyamaya çalışıyoruz, bu sırada biri gelip bize 'bu heykelin en güzel yerlerine, en güzel renkleri sürmeniz gerekmez miydi?' diye soruyor; çünkü en güzel yan olan gözleri, siyah değil de pembe boyamamız gerekirmiş, diyor. [d] Bu insana şöyle bir yanıt vermek uygun olur: Dinle bayım: Gözü göz olmaktan çıkaracak ya da başka bir uzvu, asıl haline benzemez duruma getirecek kadar güzel boyamanın iyi bir şey olduğunu mu sanıyorsun? Her uzva uygun yerini vererek, bütünü güzel kıldık mı kılmadık mı ona bak sen? Aynı mantıkla, bizi, bekçilerimizi mutlu kılamayan bir devlet tasarlamakla eleştiren o kişiye de vereceğimiz cevap çok farklı olmayacak: Bekçilerimize, onları bekçi olmaktan çıkaracak kadar mutluluk vermeye bizi zorlamamasını söyleyeceğiz. Ona bakarsan, çiftçilerimize de uzun kaftanlar giydirip onlara altınlar takmamız, [e] toprağı canları istedikleri kadar işlemelerine izin vermemiz gerekecek ya da çömlekçilerimiz de hamaklarda yan gelip yatsınlar, ateşin çevresinde kadeh tokuştursunlar, bir yandan da çarklarını yanlarına alıp istedikleri zaman ve istedikleri kadar çömlekçilik yapsınlar; böylelikle, herkesi ve bütün devleti mutlu kılarız. Aman sakın bana böyle şeyler önermesinler. [421a] Onların sözünü dinlemeye kalksak, çiftçi çiftçi, çömlekçi çömlekçi olmaktan çıkar; devlette, herhangi bir meslekle (zanaatla) uğraşan kimse kalmaz. Diğer meslekler bir yana, bekçiler söz konusu olduğunda bu durum çok önemli sonuçlar doğuracaktır. Ayakkabı tamircilerinin yozlaşıp mesleklerini yapamaz hale gelmeleri ve buna rağmen hâlâ kendilerinin kunduracı olduğunu iddia etmeleri devlet için o kadar da hayati sonuçlar doğurmaz. Gel gör ki, yasaların ve devletin bekçisi olma görevini üstlenenler, tam olarak görevlerini yerine getirmedikleri halde hâlâ yapıyor göründüklerinde, senin de kabul edeceğin gibi, bütün devleti temelden yıkarlar; oysa devleti iyi yönetip ülkeyi mutlu etmek yalnızca onların elindedir: Biz, [b] devlete kötülük etmekten mümkün olduğunca uzak bu bekçileri birer erkek yapmak istiyoruz. Halbuki bizi eleştirebileceğini düşündüğümüz o kişi, çoğunu tarla sahibi kılarak ve bir devlete değil de bir eğlence toplantısına uygun düşen pisboğazlıklarla mutlu yapmak istiyorsa, bizim devletimizden söz etmiyor demektir? O zaman, şu soruyu soracağız kendimize: Biz bu bekçileri yetiştirirken, onlara en büyük mutluluğu sağlamayı mı amaçlayacağız, yoksa bütün bir halkı nasıl mutlu ederiz diye mi düşüneceğiz? Düşündüğümüz şey bütün halkın mutluluğu ise, bekçileri ve onların yardımcılarını ve bütün yurttaşları kendi işlerini en iyi şekilde yapmaya zorlamamız, onları buna teşvik etmemiz lazım. [c] Ancak böylelikle bir devlet gelişip iyi yönetilirse, doğanın her sosyal kesime kendiliğinden düşen mutluluk payını vermesini sağlayabiliriz."

2. "Son derece haklısın, diye düşünüyorum."

"Bu konuda benzer bir şey daha söyleyeceğim. Bakalım ona ne diyeceksin?"

[d] "Neymiş o?"

"Sence bu durum öteki zanaatkârları (meslek sahiplerini) de yozlaştırmaz mı?"

"Hangi durumdan bahsediyorsun?"

"Zenginlik ve yoksulluktan bahsediyorum."

"Nasıl oluyor bu?"

"Şöyle izah edeyim: Sence bir çömlekçi zengin olduğunda sanatıyla eskisi kadar ilgilenir mi?"

"İlgilenmez tabii."

"Gittikçe daha tembelleşip yaşlanmazlar mı?"

"Hem de nasıl!"

"Ve sonunda da eskisinden daha kötü bir çömlekçi olur."

"Evet, hem de çok kötü."

"Fakat öte yandan parası olmadığında da bu kez işini yapmak için gerekli alet ve edevatı temin edemeyeceği için[e] yapabileceğinden daha kötü bir iş çıkaracak, bir yandan da onun izinden giden oğullarını veya çıraklarını kötü çömlekçiler olarak yetiştirecektir."

"Çok doğal bu."

"O zaman, gerek yoksulluk gerekse zenginlik sanatçının (zanaatkârın) mesleki çalışmasını ve kendisini bozacak, kötüleştirecektir."

"Kesinlikle, haklısın."

"Bekçilerimize bir başka görev daha düşüyor gibi: Her ne pahasına olursa olsun, bunun, onlar fark etmeden devlete sızmasını önlemeleri gerekiyor."

"Neyin?"

[422a] "Dedim ya, zenginlik ve yoksulluğun. Birisi tembelliğin, sefahatın ve yenilik sevdasının, diğeri de yine aynı şekilde yenilik sevdası ile birlikte bayağılığın, kötü işçiliğin anasıdır."

"Çok doğru Sokrates, ama yine de merak ettiğim bir şey var. Devletimiz bu koşullarda, yani çok zengin değilse, kendisinden daha zengin ve güçlü devletlere karşı nasıl savaşacak?"

"Haklısın, böyle tek bir devletle birden savaşması gerçekten de zor olur. Ama iki devletle savaşırsa işi kolaylaşır."

[b] "Nasıl olacak bu?"

"Öncelikle, böyle bir savaş çıktığında, bizim eğitimli savaşçılarımızın karşısına çıkacak olan düşmanlar, diğer tarafın zengin insanları olmayacak mı?"

"Doğru, öyle olacak."

"Peki Adeimantos, sence, sırf bu iş için eğitilmiş, mesleğinde usta bir boksör, bu işi beceremeyen zengin ve hantal iki kişiyle kolayca baş edemez mi?"

"Ama aynı anda iki kişiyle dövüşmesi zor olabilir."

"Peki, önce kaçar gibi yapıp sonra aniden geri dönüp karşısına ilk çıkana vursa ve bunu [c] yakıcı güneşin altında defalarca tekrarlayacak güce sahip olsa ve bu işte artık ustalaşsa yine de zor mu olur?"

"Evet, bu durumda iki kişiyi dövebilmesi şaşırtıcı olmaz."

"Peki şimdi sence zenginler savaşma sanatından çok, yumruk dövüşünde usta ve deneyimli değiller midir?"

"Evet, sanırım öyledir."

"O zaman diyebiliriz ki, bizim savaşçılarımız kendilerinden iki üç kat daha kalabalık güce karşı koyabileceklerdir?"

"Şaşılacak bir yan yok bunda!"

[d] "Peki bunlar, öteki kente bir elçi yollayıp açıkça derlerse ki: Altın ve gümüşe ihtiyacımız yok; bize yasaktır, ama siz kullanabilirsiniz, bizimle birlikte öteki devlete karşı savaşa katılırsanız, ötekilerin parası sizlerin olur! Bu sözleri duyanın sıkı, ama aç köpeklerle mi, yoksa onlarla bir olup yağlı ve yumuşak koyunlarla mı dövüşeceğini düşünüyorsun?"

[e] "Elbette ikincilerle," dedi, "ama, bütün zenginlikler (bu yoldan) tek bir devlette toplanırsa bu o zavallı devleti elbette tehlikeye sokacaktır?"

"Amma da safsın! Bizim kurduğumuzun dışındaki herhangi bir devleti 'devlet' adını taşımaya layık mı buluyorsun?"

"Ne diyeyim onlara peki?"

"Çok daha harika bir ad vermeli onlara! Çünkü her biri bir devlet-kalabalığı, yoksa oyunda dendiği gibi bir devlet değil! Ne kadar küçük olurlarsa olsunlar, yoksulların ve zenginlerin devleti olmak üzere birbirine düşman en az iki devletten oluşur bu yapılar. [423a] Ve hatta bunlar da kendi aralarında daha küçük parçalara ayrılırlar. Bunları tek bir devlet olarak alıp haklarında buna göre fikir geliştirirsen yanlış yapmış olursun; onların birçok devletten oluştuğu gerçeğini teslim edip birindeki zenginliği ve gücü, hatta insanları diğerine aktarmayı becerebilirsen, birçok dost kazanır, düşmanlarını azaltırsın. Ve senin devletin de biraz önce ortaya koyduğumuz ilkeler uyarınca yönetildiği zaman, devletlerin en büyüğü haline gelir. Ama öyle lafta, görünüşte değil, gerçekten de büyük bir devlet olur, hani en fazla bin tane savaşçısı olsa bile... [b] Her ne kadar senin devletinden kat kat büyük gözükseler de ne Yunanlılar ne de Barbarlar arasında gerçekte, ona denk bir devlet bulmak zorlaşır o zaman. Sence de öyle değil mi?"

"Haklısın, bence de öyle."

3. "O zaman," diye devam ettim, "bu tespitin içinde, yöneticilerimiz devletin büyüklüğünü ayarlamanın, ne kadar toprağın devlet sınırları içine dahil edileceğinin, yani devletin nereye kadar genişleyeceğinin ve ne kadar toprağın dışta bırakılacağının ölçüsünü veren en güzel sınırı bulacaklardır?"

"Hangi sınırdan bahsediyorsun?" diye sordu.

"Şu sınırı kastediyorum: Bir devlet, bütünlüğünü muhafaza edebildiği sürece büyümeli; bütünlüğünün bozulduğu noktada da durmalı."

[c] "Çok güzel bir kural bu."

"O zaman, bekçilerimize izlemeleri gereken bir görev daha veriyoruz: Devletimizin ne fazla büyük ne de fazla küçük olmasına izin versinler; onun tek ve kendine yeten bir düzeyde olmasına dikkat etsinler."

"Bu o kadar da çetin bir görev olmamalı onlar için."

"Daha önce konuşmada değindiğimiz şu yeni görev daha da kolay olacak. Hani, bekçilerin, bir bekçinin zayıf çocuğunu, öteki sosyal katmanlara yollarken bunların arasındaki yüksek nitelikli çocukları da bekçilerin arasına yollamaları gerektiğini söylemiştik. [d] Bu kuralı koymakla başarmak istediğimiz şey neydi? Hangi yurttaş olursa olsun, herkesin yaradılışı hangi işe uygunsa o işi, yalnızca o işi yapmasını ve böylelikle de (uyumlu) bir bütünlük kurmasını sağlamaktı: Böylelikle bütün devlet uyumlu bir teklik, bütünlük içinde olacaktır; çokluk (çeşitlilik) içinde değil."

"Evet, bu gerçekten de diğerinden daha kolay."

"İnan bana Adeimantos," dedim, "onlara, çoğu kimsenin sanacağının aksine, fazla önemli görevler yüklemiyoruz, [e]kolay görevler bunlar; yeter ki bekçilerimiz söylediğimiz gibi, o bir tek büyük görevi, hatta büyükten ziyade uygun görevi yerine getirsinler."

"Nedir bu?"

"İyi bir eğitim ve yetiştirme tarzı. Yurttaşlarımız iyi bir eğitim alıp mantıklı, doğru dürüst erkekler haline geldiklerinde, yollarını bizim bu benimsediğimiz ilkeler doğrultusunda çizecekler, şimdilik bahsedemediğimiz birçok konuda, mesela evlilikte, kadın ve çocuk sahibi olmakta da bu kurallar temelinde hareket edecekler, [424a] yani 'Dostlar arasında her şeyin, mümkün olduğunca ortak olması' gerektiğini söyleyen atasözü uyarınca davranacaklardır."

"Gerçekten de bu, işleri yönetmenin en uygun yoluymuş gibi gözüküyor."

"Öyle tabii. Devletin işleri bir kez iyi gitti mi, ondaki iyileşme döngüsel biçimde ilerler. İnsanlar iyi yetiştirildiğinde ve eğitildiğinde üstün doğaya sahip olurlar, bu üstün doğaya sahip insanlar da bu eğitim sisteminin daha da iyileşmesine neden olur, insanların doğası iyileştikçe diğer canlılarda da olduğu gibi [b] daha nitelikli çocuklar dünyaya getirirler."

"Mantıklı gözüküyor."

"Kısacası, devleti yönetenlerin bir ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalmaları, ona gözleri gibi bakmaları ve haberleri olmadan onun değiştirilmesine izin vermemeleri gerekiyor. O da müzik ve jimnastik alanında mevcut düzenlemeleri değiştirecek hiçbir girişimde bulunmama ilkesidir. Yöneticilerimiz, onların halihazırdaki biçimlerinin korunması için ellerinden ne geliyorsa yapmalıdırlar. Ve ozanın biri çıkıp da,

'Çok daha fazla sever, arzu eder insanlar,

En son şarkılar olarak sadece şarkıcıların ağzında dolaşanları'

dediğinde [c] yeni şarkılardan değil de yeni bir 'söyleme tarzından' söz etmesi ve bunun da övülmesi ihtimalinden korkmak gerekir. (Yeni bir şarkı değil de) yeni bir şarkı söyleme tarzını övmek ve ozanı buna göre yorumlamak olacak iş değildir. Müziğin yenilenmesinden kaçınmak gerekir, yoksa bütün sarsılır. Damon'un benim de katıldığım bir sözü var: Devletin temel politik yasalarını sarsmadan mevcut müzik tarzı değiştirilemez."

Adeimantos, ben bunu söyleyince, "Damon'la aynı şekilde düşünenler arasında bir de ben varım," dedi.

4. [d] "Bekçilerimiz," dedim "gözetleme binasını burada bir yere, müziğin temelleri üzerine kurmalıdırlar."

"Yasa tanımazlık bu alana (müziğe) kolayca, fark edilmeksizin sızar."

"Evet, oynuyormuş ve mutsuzluk (felaket) getirmiyormuş gibi yapar yasa tanımazlık."

"Yavaş yavaş toplumumuza yerleşerek, yaşama alışkanlıklarımızın, tarzımızın ve geleneklerimizin dibini oyar. Burada iyice güç kazandıktan sonra insanlararası günlük ilişkilerde kendisini gösterir. [e] Oradan da yasalara ve kurumlarımıza sızar, Sokrates. Sonunda da hem kamu alanında hem de kişilerin özel hayatında büyük bir yıkıma sebep olur."

"Gerçekten de böyle mi olur?"

"Bence böyle olur."

"O zaman, baştan da söylediğimiz gibi, çocuklarımızı daha küçük yaştan itibaren kesin kurallarla düzenlenmiş bir oyun sanatına tabi kılmalıyız; çünkü oyunlar kuralsız olursa, çocuklar da öyle olur; [425a]; aksi takdirde bu çocukların devletine sadık, ciddi erkekler olarak yetişmeleri pek mümkün olmaz."

"Çok haklısın."

"Oysa çocuklar oyuna doğru yerden başlar, eğitim sayesinde yasalara bağlılığı içlerine iyice yerleştirirlerse, o da (müzik de) peşinden gelir, öteki çocuklardan farklı olarak, onları her yerde izler ve güçlendirir, hatta daha önce devlette yere serilmiş ne varsa tekrar ayakları üstüne diker."

"Çok doğru."

"O zaman, böyle insanlar, kendilerinden öncekilerin kaybettikleri, görünüşte önemsiz adap (töre) kurallarını bulup yeniden gün ışığına çıkaracaklardır."

"Hangi kuralları?"

[b] "Mesela, gençlerin yaşlıların yanında onlara yakışır şekilde susması, onlara yer verip kendilerinin ayakta beklemeleri, anne babaya saygı gösterilmesi gibi ilkeleri ve ne tür giysilerin giyileceğine, saçların biçimine, ayakkabılara, kısacası bütün bedenin bakımına ve buna benzer birçok konuya dönük kuralları."

"Çok doğru!"

"Fakat bütün bunları yasalarla düzenlemek saflık olur bence; bu tür yasaları sözlü ya da yazılı belirlemek imkânsızdır; yapılsa da dayanıklı olmazlar."

"Haklısın bu konuda."

"Bana öyle geliyor ki Adeimantos, bir insanın yetiştirilmesinde izlenen hedef [c] onun gelecekteki gelişmesinin yönünü de belirleyecektir. Öyle ya benzerleri birbirine seve seve uyar."

"Elbette."

"O zaman, diyebiliriz ki, sonuçta iyi ya da kötü anlamda, güçlü, kusursuz bir bütün oluşur."

"Şüphesiz."

"İşte bu yüzden, bu tür şeyler için yasa yapma gereği görmüyorum."

"Haklısın, tabii."

"Peki, söyle bana Adeimantos, tanrılar adına" dedim, "pazar yerindeki işleri, orada insanların birbirleriyle yaptıkları sözleşmeleri ve meslek sahiplerinin (zanaatkârların) iş sözleşmelerini ne yapacağız? [d] Hakaret, aşağılama, utanç verici sözler söz konusu olduğunda, mahkemeleri göreve çağırma, yargıçları atama gibi işleri nasıl düzenleyeceğiz? Pazarda veya limanda vergi (harç) koyma işini ve ödemeleri, gümrüklerle, pazarın diğer işlerini nasıl yürüteceğiz; şehir ve gümrükevi ile ilgili işlemler hakkındaki işlemleri nasıl yapacağız? Bütün bunlar hakkında ayrı ayrı yasa mı koymak gerekiyor şimdi?"

"Bence, bunlar hakkında iyi insanlara yönelik yasalar koymaya gerek yok. Onlar bu konulardaki kuralların çoğunu kendiliğinden bulabileceklerdir."

[e] "Evet, sevgili dostum, tanrı onlara bu koyduğumuz kuralları uygulamayı nasip ederse, öyle yaparlar."

"Aksi halde," dedi, "ömür boyu bu tür yasalar çıkartıp duracak, sonra onları düzeltecek, böyle yapmakla mutluluğu yakalayabileceklerini savunacaklardır."

"Yani bunlar bir nevi, hasta oldukları halde bu hastalığa neden olan kötü yaşama tarzından vazgeçmek istemeyen insanlar gibiler, öyle değil mi?"

"Evet, tam da öyleler."

[426a] "Gene de çok ilginç bir hayat değil mi! Hekimin bakımına sığındıkça, hiçbir sonuca ulaşamazlar ve hastalıklarının daha da sarpa sarmasına engel olamazlar ve birileri bir ilaç tavsiye etmeyegörsün hemencecik, o ilacın hastalıklarına deva olacağını zannederler."

"Evet, bu hastaların ıstıraplarının nedeni budur."

"Dahası, kendilerine gerçeklerden söz edenleri, hep en kötü düşmanları yerine koymaları da çok ilginç değil mi; örneğin birileri, ayyaşlıktan, oburluktan, [b] sevişmekten, sefahattan, aylaklıktan vazgeçmezlerse hiçbir ilacın, dağlamanın, büyünün, muskanın ve buna benzer şeylerin dertlerine deva olmayacağını söylerse, demek istiyorum."

"Bu aslında hiç de öyle ilginç değil," diye cevap verdi, "İnsanın doğruları söyleyen birisine kızması ne kadar da saçma."

"Bu tür insanları övenlerden değilsin, belli!"

"Zeus adına; öyle!"

5. "O zaman senin bu şekilde davranan bir devleti de onaylamaman gerek ya da sana göre kötü yönetildiği halde, yurttaşların, devletin genel yönetim düzenini (anayasasını) sarsmalarını ölüm cezasıyla yasaklayan devletler de [c]tıpkı bu hastalara benzemez mi? Böyle bir devletin politikalarına seve seve hizmet eden, memnuniyet duyulacak biri olduğunu gösteren, devletin planlarını tahmin edip bunları yerine getiren yağcı biri, iyi bir adamdır, önemli konularda aklına güvenilir ve saygı görür, değil mi?"

"Evet, bu devletler, en az bahsettiğimiz o adamlar kadar kötüdürler, hiç beğenmem onları da."

[d] "Peki, bu devletlere gönüllü olarak hizmet etmek isteyenlerin cesaretini ve işbilirliğini takdir etmez misin?"

"Ederim, fakat hepsini değil. Sırf onları alkışladı, yüceltti diye kendilerini gerçek bir devlet adamı sayanların takdir edilecek bir yanı yok benim için."

"Niye öyle söylüyorsun? Asıl bunları hoş görmek gerekmez mi?" diye sordum. "Sayı, ölçü bilmeyen adama boyunun dört kulaç olduğunu söyleseler, [e] adamın inanmaktan başka çaresi kalır mı?"

"Kalmaz, tabii."

"O zaman kızma onlara! Bunlar dünyanın belki de en ilginç, en komik adamlarıdır. Biraz önce bahsettiğimiz şu sonu gelmez yasalar ve düzenlemeleri koymaktan hiçbir zaman vazgeçmezler; bu yasaları değiştirip durdukça sözünü ettiğimiz sözleşmelerdeki hileleri ve bunun gibi birçok utanç verici çarpıklığı düzelteceklerini sanırlar. Bilmezler ki, bunun Hydra'nın başlarını kesmeye kalkmaktan farkı yoktur."

[427a] "Hakikaten de öyle."

"Bana sorarsan, gerçek bir yasa yapıcının hem iyi hem de kötü yönetilen bir devlette bu tür yasalar koymakla uğraşması gerekmez, çünkü, kötü yönetilen devlette bunlar (zaten) etkisiz kalır; iyi yönetilen devlette ise bunları zaten oluşturmak o kadar da özel çaba gerektirmez; insanlar kendiliğinden bu tür düzenlemelere uymanın gerekli olduğunu fark ederler."

[b] "O zaman," dedi, "yasama konusunda ne kalıyor geriye?"

"Bizim yapmamız gereken bir şey olmasa da Delphi Tanrısı Apollon'un yasaların en büyüklerini, en soylularını ve en önde gelenlerini yapmak gibi bir işi var," diye cevap verdim.

"Neymiş bu yasalar?"

"Tapınakların kurulmasına, tanrılara, Daimon'lara ve kahramanlara adanacak kurbanlara ve onlara karşı görevlere, ölülerin cenaze törenlerine ve bu dünyadan göçmüş olanların gönüllerini almaya dönük seremonilere ilişkin yasalardan bahsediyorum. Bu yasaları bizim yapmaya gücümüz yetmez. Bu yüzden bu devleti tasarlayanlar olarak, eğer aklımız varsa,[c] atalarımızın tanrısına başvurmalıyız, çünkü bu "tanrı" atalarımızın yaşadığı dönemden bu yana bu türden soruların danışmanı olarak, dünyanın tam ortasında oturur ve oradan yorumlar."

"Çok güzel, biz de böyle yapalım."

6. [d] "İşte, Ariston'un oğlu, devletin kuruldu bile. Şimdi eline uygun bir yerden ışık al, kardeşini, Polemarkhos'u ve diğer tüm dostlarını tak peşine, bak bakalım, herhangi bir yerde adalet bulacak mıyız; haksızlık nerelerde yuva kurmuş; bunlar birbirinden neye göre ayırt edilebiliyorlar?.. Tanrının ve insanların karşısında, onlardan gizli de olsa, nasıl kendilerini gösterip insanlar üzerinde etkide bulunuyorlar?.. Mutlu olmak isteyen insan hangisine sahip olmalı?.. Bir anlamaya çalış."

[e] Glaukon araya girerek, "Saçma geldi bana bu söylediklerin," dedi. "İki elin kanda da olsa adaletin yardımına koşacağını, aksi takdirde günaha bulaşmış olacağını söyleyen sen değil miydin?"

"Bunu söylediğimi inkâr ediyor değilim. Dediğimi yapacağım, ama siz de bana katılırsanız."

"Katılacağız sana."

"Öyleyse, umuyorum ki arayıp durmakta olduğumuz şeyi sonunda bulacağız. Devletimiz iyi düzenlenmişse eğer, her bakımdan da mükemmel olmalıdır."

"Doğal olarak."

"Mükemmel olan şey, bilge, cesur, ölçülü, adil değil midir?"

"Öyledir, elbette."

"O zaman bu devlette bu özelliklerden birkaçını bulduysak, geri kalanlar, onda henüz bulamadıklarımız olacak."

[428a] "Çok doğru."

"Diyelim ki herhangi dört nitelik var ve biz bunların birinin varlığını soruşturuyoruz. Bu niteliği, diğer üçünden önce bulunca, yapmak istediğimiz şeyi yapmış olacağız. Fakat, tam tersine, diyelim ki aradığımız şeyi değil de önce diğer üç niteliği bulduk. Yine işimizi görmüş oluruz, çünkü biliriz ki geriye kalan dördüncü nitelik, bizim aradığımızdır."

"Çok haklısın," dedi.

"Bizim de mükemmel bir devlette aradığımız dört erdem olduğuna göre, aynı yöntemi benimsememiz mümkün, değil mi?"

"Mümkün elbette."

"Şu durumda tasarladığımız devlette ilk özellik olarakbilgeliği görüyoruz. Fakat biraz garip bir durum çıkıyor ortaya."

[b] "Neden?"

"Tasarladığımız devlet, karar almada gayet öngörülü davranıyor ve bu bakımdan da bence oldukça bilge görünüyor."

"Çok doğru."

"Öngörülü kararlar almak da bir tür bilgi ve bilgelik biçimidir. Cahil insan öngörülü olamaz; bilgi sahibi olması lazım öngörülülük için."

"Haklısın."

"Peki devlette türlü türlü bilgi biçimi var değil mi?"

"Elbette."

[c] "Örneğin, doğramacıların da kendilerine özgü bilgileri var; buna bakarak devleti bilge ve öngörülü sayabilir miyiz?"

"Tabii ki sayamayız; bu, devleti inşaat konusunda da yeterli kılar o kadar."

"O zaman bizim devletimizi bilge yapan onun doğramacılarının tahtayı ustalıkla işlemesi değildir."

"Değildir, tabii."

"Peki maden işleme konusundaki ustalığı bir devleti bilge yapabilir mi?"

"Yapmaz tabii."

"Toprağı ekmedeki (meyvecilikteki) ustalığı bir devleti ziraatte usta yapsa da onu bilge kılmaz değil mi?"

"Kılmaz."

"Peki, söyle bana, tasarladığımız devlette, yurttaşlarımızın belirli bir kesiminin sahip olduğu, [d] devletin bütününü ilgilendiren ve onun hem iç hem de dış ilişkilerde nasıl adımlar atması gerektiğini belirleyen bir bilgi biçimi var mıdır?"

"Vardır elbette."

"Peki, nedir bu bilgi ve toplumun hangi kesiminde bulunur?"

"Bekçilerin bilgileri," dedi. "Biraz önce bahsettiğimiz yönetici sınıfında, yani en mükemmel bekçilerde bulunur bu bilgi."

"Peki, bu bilgiye sahip bir devleti nasıl adlandırmalı?"

"Kararlarında öngörülü ve tam anlamıyla bilge bir devlet, diyebiliriz."

[e] "Peki bu devlette gerçek bekçiler mi, yoksa demirciler mi daha çok olacak?"

"Demirciler elbette çok daha fazla olacak."

"Peki belli bir konuda bilgisi olan ve buna göre ad alan katmanlar arasında bekçiler küçük bir azınlığı oluşturmaz mı?"

"Hem de en küçük azınlığı."

"O zaman, doğaya uygun kurulmuş bir devlet, bilgelik sıfatını hak ediyorsa, bu, bahsettiğimiz o küçük azınlığı oluşturan yönetici katın sahip olduğu bilgi sayesindedir.[429a] Bütün öteki bilgiler arasında, bilgelik adına layık olan biricik bilgiden nasibi olmak da, doğası gereği sayısı en az olan bu sınıfa vergidir."

"Çok haklısın."

"O zaman, bu bahsettiğimiz dört erdemden birinin mahiyetini ve onun devlet içindeki yerini bulmuş olduk."

"Ve sanırım, oldukça güvenilir bir sonuç bu."

7. "Bence, cesaret ve onun devlet içindeki yerini, bir devlete niçin cesur dendiğini de yine kolayca tespit edebiliriz."

"Nasıl yapacağız bunu?"

[b] "Sence de bir devletin korkak mı, cesur mu olduğunu anlamaya çalışan biri öncelikle o devlet adına savaş alanına gidip savaşanları göz önünde tutmaz mı?"

"Elbette, onlara bakar önce."

"Diğer yurttaşlar cesurmuş, korkakmış, sanırım bu, bir devletin özelliğini belirlemede tayin edici olamaz."

"Evet."

"Demek ki bir devleti cesur kılan onun parçalarından biridir, [c] çünkü devlet, yasamacının eğitimde tespit ettiği o 'korkulması gerekene ilişkin kanaatini' sarsılmadan korumasını sağlayacak gücü, bu parçası sayesinde elde eder. Sence de cesaret bu değil midir?"

"Tam olarak anlamadım ne dediğini; bir kez daha söyleyebilir misin?"

"Cesarete, inancını korumanın bir türü diyorum ben."

"Hangi türü?"

"Nelerden korkulup nelerden korkulmaması gerektiğine dair yasanın koyduğu kurallara olan inancı koruma. [d] Her koşulda derken, insanın acı içinde de, zevk içinde de, arzu ve korku içinde de bu inancı korumasından bahsediyorum. Bunu sana bir örnekle anlatayım istersen."

"Lütfen!"

"Sen de biliyorsun ki," diye söze başladım, "boyacılar yünü gerçek bir erguvan rengine boyamak için, birçok yün arasından beyaz olanını seçerler. Yünün, bu rengi mümkün olduğunca iyi alabilmesi için de öncelikle onun dikkatlice işlenmesi ve hazır hale getirilmesi gerekir. [e] Böyle boyanan bir yünün aldığı renk daha kalıcı olur. Sabunlu olsa da herhangi bir yıkama yünün rengini solduramaz. Fakat yün bu şekilde iyice hazırlanmadığında, onu hangi renkle boyarsan boya (ister başka bir renk olsun ister mor) doğacak sonuçları sen de biliyorsun."

"Evet, rengi atar yünün ve gülünç olur."

"O zaman askerlerimizi elimizden geldiğince iyi seçmeye, onları müzik ve jimnastikle eğitmeye çalışırken [430a] kabul et ki biz de aynı şeyi amaçlıyoruz. Emin ol ki, amaçladığımız şey, askerlerimizin de tarafımızdan ikna edilerek, yünün boyayı emmesi gibi, yasaları 'emmeleri'; böylelikle düşünceleri de yıkanmış renk gibi atmayacaktır; sakınılması gereken ve öteki şeyler hakkındaki düşünceleri; onların karakteri ve eğitimi sayesinde olacaktır bu; dolayısıyla yünün aldığı rengi kolaylıkla soldurabilen o küllü sodalardan, potastan çok daha güçlü olan [b] acı, korku ve arzunun, askerlerimizdeki cesareti, bağlılığı sarsması engellenecektir. İşte korkulacak ve korkulmayacak şeylerle ilgili yasalara uygun, doğru inancı sürekli olarak korumayı, cesaret diye adlandırmak istiyorum; tabii senin bir itirazın yoksa."

"Kesinlikle yok!" diye cevap verdi. "Katılıyorum sana. Anladığım kadarıyla cesaret, bir hayvanda ve köledeki (yaradılıştan gelen cesarette) olduğu gibi eğitimin sonucu olarak ortaya çıkmış değilse, bunu yasaya uygun saymıyorsun ve buna 'cesaret' demiyorsun."

[c] "Çok haklısın!"

"Öyleyse, ben de cesareti senin tarif ettiğin biçimiyle kabul edeyim."

"Bu tanımı hiç değilse yurttaşların cesaretinin tanımı olarak kabul et! Daha sonra istersen bu konuyu enine boyuna tartışırız. Şimdi gel, biraz da adaletten bahsedelim. Cesaretten yeterince konuştuk sanırım, sence de öyle değil mi?"

"Evet, cesaretle ilgili bulacağımızı bulduk..."

8. [d] "O zaman geriye, bulmamız gereken iki şey kaldı. Bunlardan birisi ölçülülük (aklı başında, sorumlu, sağduyulu davranmak), diğeri de bütün araştırmamızın amacı olan adalet."

"Evet, doğru."

"Sence ölçülülükle hiç uğraşmadan adaleti (adilliği, hakkaniyeti) bulmamız mümkün olabilir mi?"

"Bunu nasıl başarırız bilmiyorum, ama önce adaleti bulacağız derken, ölçülülüğü gözden kaçırıp atlayacaksak, önce ölçülülüğü inceleyelim derim ben."

[e] "Seni mi kıracağım. Seve seve."

"Devam et o zaman."

"Edeyim. Ölçülülük daha baştan diğer özelliklerden daha fazla ahenkli bir bütün olarak görünüyor."

"Nasıl yani?"

"Ölçülülük, bir çeşit düzen, insanın bazı zevklerine ve arzularına hâkim olabilmesidir. Örneğin, dilimizde 'İnsanın nefsine hâkim olması' gibi bir ifade var. Bu ifadenin ölçülülüğü yansıttığını düşünüyorum. Dilimizdeki birçok başka ifadede de ölçülülüğün izini sürebiliriz."

"Şüphesiz."

"Bu ifadede sence bir gariplik yok mu? Nefsine hâkim olma durumundaki kişi aynı zamanda kendini yenen, hâkim olan kişidir. [431a] Yenen ve yenilendir o aynı zamanda. İkisi de aynı kişidir."

"Çok haklısın."

"Bence bunun anlamı şöyle bir şey olabilir: İnsanın ruhunda bir iyi bir de kötü yan var. İnsanın doğuştan iyi yanı kötü yanına hâkim olduğu (üstün geldiği) zaman bu durum 'kendine hâkim olması' şeklinde ifade ediliyor. Öte yandan, kötü bir şekilde yetiştirilmesi ya da kötü niyetli kişilerle bir arada olması yüzünden kötü yanları iyi yanlarına baskın çıkan bir insan da, utanç verici sayılıp [b] ona 'kendi kendisine yenilmiş, boyun eğmiş, ölçüyü kaçırmış, dizginlenemez kişi' deniyor."

"Evet, öyle görünüyor!"

"O zaman, şimdi tasarladığımız yeni devletimize gözünü çevirdiğinde, bu iki durumdan birini orada bulacaksın; çünkü haklı olarak, bu devletin kendine üstünlük sağladığını söyleyebiliriz; çünkü burada ölçülülük ve aklı başındalıktan farklı şeyler kastediyoruz ve iyi yan kötü yana hâkim orada."

[c] "Özellikle çocuklarda, kadınlarda, kölelerde ve özgür insanlar diye adlandırılanların aşağı tabakalarında her türden aşırı tutkuya, arzuya ve acıya daha çok rastlanmaktadır."

"Haklısın."

"Öte yandan düşüncenin, doğru anlama yetisi, akıl ve doğru tasarlama gücüyle yönlendirdiği sade ve ölçülü arzular, mükemmel bir doğal karakteri olan ve iyi eğitilmiş az sayıdaki kişide görülür."

"Çok doğru."

[d] "Devlette (genelde) şunu da görürsün: Değersiz kitlenin kaba arzularına, az sayıdaki doğru dürüst insanın dürtüleri ve bilgeliği hâkimdir."

"Evet!"

9. "O zaman, arzularını, haz ve tutkularını aşmış, kendine üstünlük sağlamış bir devletten söz edilecekse, bizim devletimiz de buna dahil edilmeli."

"Kesinlikle."

"Ona aynı zamanda ölçülü (aklı başında, sağduyulu, sorumlu bir devlet de) diyebilir miyiz?"

"Diyebiliriz."

"Yöneticiler ile yönetilenlerin, kimin yönetici olması gerektiği [e] konusunda tam bir uzlaşmaya vardığı bir devlet varsa o da bizim devletimiz olacaktır, öyle değil mi?"

"Şüphesiz."

"Peki, böyle bir uzlaşmanın var olduğu bir devlette, ölçülülük yöneticilerde mi bulunur, yönetilenlerde mi?"

"İki tarafta da bulunur, bence."

"Gördüğün gibi, biraz önce ölçülülüğün bir tür uyum (bütünün ahengi) olduğunu söylerken yanılmamışız."

"Nasıl yani?"

[432a] "Şöyle: Ölçülülük cesaret ve bilgelik gibi değildir. Onların devletin belirli bir kesiminde bulunması devleti cesur ve bilge yaparken, ölçülülüğün toplumun bütününe yayılması, en güçlü ile en zayıf ve orta katmanlar arasında bilgelik, güç, sayı, zenginlik ve daha birçok şey bakımından uyumlu bir kaynaşma yaratması şarttır. Ancak bu durumda, yani ancak bir devlet, bütünüyle ölçülü olduğu zaman, toplumun üstün kesimiyle aşağı kesimi arasında devleti kimin yöneteceği konusunda bir uzlaşma doğabilir."

[b] "Bütünüyle katılıyorum sana."

"Demek ki tasarladığımız devlette, başta sözünü ettiğimiz dört özellikten üçünü bulduğumuz söylenebilir. Şimdi bir devleti tam anlamıyla becerikli kılmak için geriye kalan özellik ne olabilir? Besbelli ki adalet (adillik/hakkaniyet), değil mi?"

"Öyle tabii."

"O zaman Glaukon, avcılar gibi çalılığın etrafını iyice çevirip, adaletin elimizden kaçmasına engel olmanın zamanı geldi. Şöyle bir bak bakalım etrafına; belki de adalet buralardadır. Sen önce bulursan, beni uyarırsın. 'Adalet işte burada' diye gösterirsin."

[c] "Yapabilsem! Ama, benim sadece senin gösterdiklerini görmeye yetiyor gözlerim."

"O zaman beni takip et ve başarmamız için dua et."

"Takip edeceğim, ama yolu sen göster."

"Öyle yapacağım. Bu yolun zemini epey bozuk, yol da pek karanlık ve oldukça kafa karıştırıcı. Fakat yine de ilerlemeyi denemeliyiz."

[d] "Evet, ilerleyelim."

Etrafa şöyle bir bakındıktan sonra, bir şey keşfetmiş olmanın sevinciyle haykırdım: "Yaşasın, bir iz bulduk galiba Glaukon, sanırım ışık elimizden kaçamayacak."

"Bak, bu iyi bir haber," dedi.

"Doğrusu biz de pek akılsızmışız."

"Neden?"

"Baksana, uzun süredir aradığımız şey, yerde, ayağımızın dibindeymiş hemen; elinde tuttuğu şeyin nerede olduğunu bulmaya çalışan ahmak adamlar gibi davranıp gülünç duruma düştük. Önce şöyle yakın çevremize bir bakacağımıza, tutmuş uzaklara bakmışız. [e] Bu yüzden de hemen burnumuzun dibinde olan şeyi gözümüzden kaçırmışız."

"Ne demek istiyorsun?"

"Demek istiyorum ki, uzun süredir ondan söz edip durduğumuz halde bunun farkına varamamışız."

"Uzatma, hadi, sabırsızlanan biri için bu giriş biraz uzun!"

10. [433a] "Dinle o zaman, haklı mıyım, haksız mıyım sen söyle. Daha tasarladığımız devleti oluştururken, her zaman ve her yerde uyulması gereken bir ilkeden bahsetmiştik. Bu ilke ya da bu ilkenin en önemli öğelerinden birisi adalet değil miydi? Hatırlarsan, devletimizde her insanın yalnızca tek bir işle uğraşması gerektiğinden, o işin de yaradılışına uygun olan bir iş olmasının şart olduğundan her fırsatta söz etmiştik."

"Evet."

"Ve dedik ki, her insanın kendi işini yapması, mümkün her işe el atmaması ölçülülüktür." Başkaları da buna benzer bir şeyler söylemişlerdi bize."

[b] "Evet, öyle olmuştu."

"İşte, diyebilirim ki o zaman, bir insanın kendi işini yapması adalettir. Bunu nereden çıkardığımı biliyor musun?"

"Bilmiyorum, söyle de bileyim."

"Diyorum ki, devletimizde, ölçülülük, cesaret ve kavrayıcı bakış gibi özellikleri bulduktan sonra geriye bir adaletkalıyor. Onların içinde bulunduğu sürece o özelliklere gelişme ve sonra da değişmeksizin kalma özelliği veren adalet. [c]Diğer üç özelliği devletimizde buluyorsak eğer, bu demektir ki, devletimizde var olması gereken diğer erdem adalettir."

"Evet, mantık bunu gerektiriyor."

"Fakat bize 'Devletimizi ötekilerden daha iyi bir devlet kılan hangi özelliktir?' diye sorsalar, bunu cevaplamak epey güç olurdu. En çok katkı yapanın yöneticilerle yönetilenler arasındaki fikir uyumu mu, askerlerimizin nelerden korkup nelerden korkmayacaklarına dair inanç ve düşüncelerini korumaları mı, [d] yöneticilerimizin bilgeliği ve kavrama yeteneği mi yoksa biraz önce bahsettiğimiz gibi kadın, köle, özgür insan, zanaatkâr, yöneten yönetilen kim olursa olsun, herkesin kendi üzerine düşeni yapması ve her işe el atmaması mı?.. Anlamak o kadar da kolay değil."

"Evet, buna karar vermek gerçekten de zor."

"O zaman devletimizin mükemmel olmasında herkesin sadece kendi üzerine düşeni yapmasını sağlayan güç, devletin bilgeliğiyle cesareti ve ölçülülüğü yarışma halindedir."

"Kesinlikle."

"Öyleyse adalette, devletin tamamlanıp mükemmelleşmesini sağlamak için öteki özellikler ile (erdemler ile) yarışan gücü görüyorsun?"

[e] "Doğru!"

"Bir de konuya şu açıdan bak bakalım, bana katılıyor musun? Devletimizde, davalara bakma (hukuk) işini, yöneticilere vermeyecek miyiz?"

"Elbette!"

"Peki bu kişiler kararlarını alırken, kimsenin başkasının malına el koymaması, kendi malını da başkalarına kaptırmaması dışında bir hedef gözetecekler mi?"

"Hayır, hedef sadece bu olacak!"

"Adil olan bu olduğu için, değil mi?"

"Evet."

[434a] "O zaman, herkesin kendine ait olana sahip olmasının ve üzerine düşen işi yapmasının adalet olduğunu kabul etmiş oluyoruz."

"Evet, haklısın."

"Şimdi söyle bakalım bana katılıyor musun? Farz et ki, bir doğramacı ile bir kunduracı birbirlerinin işini yapmak üzere, karşılıklı olarak işlerini, alet edevatlarını ve görevlerini değişiyorlar. Ya da diyelim ki, bunlardan birisi hem kunduracı hem de doğramacı (marangoz) oluyor. Bu veya buna benzer değişikliklerden devlet zarar görür mü?"

"Kesinlikle görmez."

"Fakat, yaradılışı gereği zanaatkâr ya da tüccar olan bir insan, [b] servetine, gücüne ve destekçilerinin çokluğuna veya başka türlü meziyetlerine güvenerek askerler (savaşçılar) sınıfına karışmak isterse ya da savaşçılardan birisi, doğası buna uygun olmadığı halde, aynı şekilde yasa koyucu veya bekçi olmak isterse ve bu uğurda da kendisine ait olmayan bir mesleği yapmak, layıkıyla kullanamayacağı alet edevatı kuşanmak isterse ya da bir insan bu işlerin hepsini aynı anda yapmaya kalkıp hem tüccar, hem zanaatkâr, usta hem de yasa koyucu olmaya kalkarsa bunun acısını en çok devlet çekmez mi?"

"Kesinlikle."

"O zaman, bu üç sosyal katmanın çok-işliliği ve aralarındaki bir iş (meslek) mübadelesi, [c] devlete büyük zararlar verecektir. Bu bakımdan da büyük bir suçtur bu, öyle değil mi?"

"Aynen öyle."

"Ve bir insanın devletine karşı büyük bir kötülük yapması adaletsizlik değil midir?"

"Öyledir, tabii."

11. "Demek ki adaletsizlik (haksızlık) bu! Bir tüccar, bir yardımcı, bir bekçi, yalnızca kendi işlerini yaparsa, buna da adalet deriz; bir devleti adil, hakkaniyetli, doğru kılan da budur, değil mi?"

[d] "Budur, bence."

"Dur bakalım, hemen öyle erken sonuçlara varmayalım," dedim, "böyle bir adalet anlayışının sadece devlet için değil herkes için geçerli olduğunu kanıtlarsak o zaman savın doğruluğundan şüphe duymaya gerek kalmaz. Aksi takdirde, düşünmeye yeniden başlamamız gerekir. Şimdi gel, başladığımız şu soruşturmayı tamamlayalım, çünkü adaleti önce, büyük bir ölçekte görmeye çalışırsak, onun kişilerde ne düzeyde var olup olmadığını anlamak kolaylaşır demiştik. Bu büyük ölçek devletti; [e] adaletin iyi bir devlette olacağını düşünerek, tasarladığımız devletin mümkün olduğunca iyi olmasına dikkat etmiştik. Şimdi devlette bulduğumuz adaleti kişilerde aramaya koyulalım. Bulursak, savımızın doğruluğunu göstermiş oluruz, bulamazsak, yani kişilerde durum farklı olursa, yeniden devlet düzeyine döner ve düşünmeye başlarız. [435a] Bu iki düzeyi birlikte incelersek ve onları iki kuru odun parçası gibi birbirlerine sürtersek adaletin buradan başlayan alevini tutuşturur, ortaya çıkan bu görüntü sayesinde adaleti sağlam temellere oturtabiliriz."

"Bu gerçekten de çok uygun bir yöntem. Bunu uygulayalım."

"Şunu sorayım sana: Biri büyük, biri küçük iki şeye aynı özellikleri atfedersek bu iki şey, bu özellikler bakımından birbirine benzer mi, benzemez mi?"

"Benzer."

[b] "O zaman, adil bir erkek adalet konusunda adil bir devletten hiçbir yönden farklı olmayıp ona aynen benzer, öyle değil mi?"

"Evet."

"Öyleyse devlet –her biri kendi görevini yerine getiren üç doğal-karakter türünü içeriyorsa, ayrıca bunların başka özellik ve davranışları sayesinde ölçülü, cesur ve bilgeyse– bize adil, hakkaniyetçi görünür."

"Doğru."

"Demek ki, dostum, tek kişi de ruhunda aynı üç biçimi taşısın [c] ve aynı özelliklerden ötürü de devlet gibi aynı adları alsın isteriz."

"Kesinlikle."

"Öyleyse, kolay bir soruyla karşı karşıya bulunuyoruz: Acaba ruh da böyle üç biçime sahip mi değil mi?"

"Sen buna mı kolay soru diyorsun? Gerçi bir atasözünün de dediği gibi 'güzel olan her şey zordur'."

"Mümkün," dedim. "Fakat şunu da söyleyeyim ki [d] şimdi kullandığımız yöntemlerle bu sorduğumuz sorunun cevabını bulamayacağız. Çünkü buna varmak için daha uzun ve daha çetin bir yol izlememiz gerek. Ama şimdiye kadar izlediğimiz inceleme tarzlarına da uyuyor bu."

"En azından şimdilik bu inceleme tarzını yeterli buluyorum."

"Ben de öyle, fazlasıyla yeterli bana göre."

"O zaman, yılma, sorgulamana devam et."

[e] "Peki sence de devlette olan biçim ve özelliklerin her birimizde bulunduğunu ve devlete ait olan bu özelliklerin esasen bireylerden ona geçtiğini kabul etmek zorunda değil miyiz? Öyle ya, bunlar devlete başka nereden geçmiş olabilirler ki? Örneğin, bir devletteki gözüpekliğin, öfke ve atılganlığın bu özellikleri taşıyan bireylerden kaynaklanmadığını düşünmemek pek saçma olurdu. Trakyalılar, İskitler gibi; ve hemen hemen bütün kuzeyliler gibi; [436a] ya da özellikle bizim ülkemizin insanlarında da bulunan öğrenme itkisi ya da Fenikelilerle Mısırlılara atfedilen para hırsı gibi."

"Kesinlikle."

"Bunun böyle olduğunu anlamak zor değil."

"Değil tabii."

12. "Fakat zorluk asıl şunu cevaplarken başlıyor: Acaba bütün eylemlerimiz tek bir baskın özelliğimiz tarafından mı şekilleniyor yoksa o üç ayrı özellik her bir eyleme kendi damgasını mı basıyor? Yani, bir özelliğimizle öğrenir, ötekiyle öfkelenir, bir diğeriyle de yeme, içme, üreme gibi doğal ihtiyaçlarımızı ve arzularımızı mı gidermeye çalışırız,[b] yoksa bütün bu tek tek davranış biçimlerinde ruhumuz bir bütün olarak mı rol alır? İşte bunu tam anlamıyla belirlemek çok zor olacak."

"Evet, ben de öyle sanıyorum."

"Şimdi gel, bütün ruhumuzla hareket ediyor muyuz, etmiyor muyuz sorusuna şöyle cevap vermeye çalışalım."

"Nasıl yapacağız bunu?"

"Aynı ve tek bir şey, birbirine zıt iki şeyi aynı anda yapmak, ona maruz kalmak ya da birbirine zıt iki halde bulunmak istemez. Bu yüzden ruhumuzda böyle bir durumu gözlemlediğimiz zaman, [c] orada bir değil, birden çok ruh parçası olduğunu bilmemiz gerekir."

"Güzel."

"Şimdi bak ne diyeceğim."

"Söyle!"

"Aynı nesnenin, aynı parça içinde aynı anda hem hareketsiz hem de hareketli olduğu düşünülebilir mi?"

"Düşünülemez."

"İleride çelişkiye düşmemek için, gel bu söylediğimizi iyi kavrayalım. Diyelim ki bir adam, gövdesini sabit tutarak, yalnızca ellerini ve kafasını oynatıyor. Şimdi birisi tutup da bu adam için aynı anda hem hareketsiz hem de hareketli derse buna karşı çıkarız değil mi? [d] Bunun yerine, bu adamın bir parçası hareket ediyor, bir parçası da duruyor deriz, değil mi?"

"Çok doğru!"

"Bunu söyleyen o insan, şaka yapmayı sürdürerek 'topaçlar, kendi çevresinde dönerken aynı zamanda hem hareketsiz hem de hareketlidir ve bu durum kendi etrafında dönen bütün cisimler için geçerlidir' derse, bunu da kabul etmeyiz,[e] çünkü bu nesnenin üzerinde hem hareketli hem de hareketsiz olanlar aynı parçalar değildir; doğrusu, topacın dik duran bölümü ile dönen bölümlerinin bir bütünü olduğudur. Birinde, eğilmeden durur, ötekinde daire halinde döner. Ama dikey durumunu terk eder, hem dönüp hem de öne arkaya, sağa sola dönmeye başlarsa, artık durduğunu (uzun süre öyle kalacağını) söyleyemeyiz."

"Katılıyorum."

"O zaman bu türden hiçbir iddia bildiğimizden şaşırtmamalı, aynı şeyin, aynı zamanda, [437a] aynı parçanın içinde ve aynı şeyle ilişkili kalarak başka bir şeyin karşıtı durumunu alabileceğine ve karşıt biçimlerde hareket edebileceğine asla inandırmamalı bizi."

"Benim de böyle bir şeye inanmayacağımdan emin olabilirsin."

"Yalnız, bu tür yersiz itirazların yanlışlığını bir bir ispatlamaya kalkıp zaman kaybetmektense, ispatımızın geçerli olduğunu baştan kabul edelim ve soruşturmamıza devam edelim. Yalnız şunu da bilmeliyiz ki, aşağıda bu bağlamda tereddütler doğarsa bütün çıkarsamalar geçersiz olacaktır."

"Tamam, böyle bir yol izleyelim!"

13. [b] "Peki, sence olumlama ile olumsuzlama, bir şeyi isteme ile onu reddetme, kendine çekme ile kendinden itme, bütün bunlar, ister etken ister edilgen olsunlar, karşıtlıklar sınıfına girerler, öyle değil mi; çünkü etken ya da edilgen, fark etmez?"

"Evet, bunlar birbirine zıttır."

"Peki, açlık ile susuzluğu ve genel olarak arzuları, istekleri; bu, arasında karşıtlık kurduğumuz süreçlerle ilişkilendirmez misin? [c] Örneğin arzu içerisindeki bir insanın ruhu, sürekli olarak arzu ettiği nesneyi arar; ya da sahip olmak istediği şeyi kendine çekmeye çalışır; istediği şeyi elde etmek arzusuyla tutuştuğunda, kendisine o peşinde koştuğu şeyi isteyip istemediği sorulmuş gibi onu kabul etmeye hazır olduğunu düşünür; çünkü sahip olma arzusuyla tamamen dolup taşmıştır."

"Evet!"

"Peki, istememeyi, arzu etmemeyi, şiddetle istememeyi, geri çevirmenin, kendinden uzak tutmanın öbeğine sokup, bunlara karşıt olan her şeyin karşısına koyabiliriz, değil mi?"

"Elbette."

"Öyleyse, şiddetli istek türleri arasında en çok açlığın ve susuzluğun öne çıktığını söyleyebilir miyiz?"

[d] "Evet."

"Birisi yeme, ötekisi ise içme arzusudur değil mi?"

"Tabii."

"O zaman susuzluk, ruhumuzda, söylenenden daha fazla bir şey ister mi? Yani, susuzluk, sıcak ya da soğuk, az ya da çok, kısacası, bir şekilde iyice tanımlanmış bir içeceğe duyulan arzu mudur?[e] Yoksa susuzlukla birlikte, ona eklenen hararet, sadece su değil, soğuk bir su (içecek) isteğini, susuzluğa eklenen soğuk ise sıcak bir şeyler içme isteğini mi doğurur? Susuzlukla birlikte ortaya çıkan (sıcak-soğuk gibi) kuvvet çok şeye olan talebi besler; tersi durumda az şeye yönelik bir talep oluşur. Susuzluğun kendisi ise doğal nesnesi olan içecekten, açlık ise yiyecekten başka bir şey istemez, öyle değil mi?"

"Evet, asıl ve saf biçimindeki bir arzunun nesnesi de basit, soyut ve tektir. Bu ihtiyaca, isteğe ek bir istek ortaya çıkınca da, özel başka arzular türer."

[438a] "Fakat, burada birisi çıkıp da herkesin, herhangi bir içeceği değil, iyi içeceği ve de yiyeceği değil, iyi yiyeceği isteyeceğini, çünkü iyi bir şeyi istemenin insanın genel bir hali olduğunu ve bu bakımdan da susuzluk şiddetli bir istekse, içki olsun başka bir şey olsun, onun 'iyi' bir içecek isteme ve bunun diğer bütün istekler için de geçerli olduğunu söyleyerek kafamızı karıştırabilir."

"Bu söylediğinde haklılık olabilir."

"Fakat sanırım bütün ilişki kavramları, kendilerine karşılık gelen şeyle ilintilenir. [b] Yakından belirleyeceksek, başka bir yerdeki aynı belirleyici ilişkilere bakmalıyız."

"Ne demek istediğini hiç anlamadım."

"Daha büyük olan bir şey ancak daha küçük olan bir şeye göre bu niteliği almıştır değil mi? Bunu anladın mı?"

"Evet."

"Ve çok daha büyük olan bir şey çok daha küçük olana göre, bu niteliği alır değil mi?"

"Tabii ki."

[c] "Peki, daha çok, daha aza göre, iki kat yarıya göre, daha ağır hafife, daha hızlı daha yavaş olana, sıcak soğuğa göre kendi niteliklerini kazanırlar ve benzer her ilişki için geçerlidir bu, öyle değil mi?"

"Öyle."

"Peki aynı ilke, bilme konusunda da geçerli değil midir? Bilgi (bilme) aslında, (konusundan tamamen bağımsız olarak salt içme ihtiyacında olduğu gibi) salt bilinebilirlikle ilişkilidir; ancak belli bir bilgi (bilmenin, malumatın) nesnesi, ona özgü (özel) bir nesne (olarak bu salt bilgiyi özelleştirir.)[d] Örneğin, ev kurma bilgisi, diğer bilgi türlerinden ayrı tanımlanarak, onlardan farklılaşmıştır ve bu yüzden de mimarlık adını almıştır."

"Doğru."

"Başka hiçbir bilgi türünün sahip olmadığı kendine has, özel bir konusu olduğu için bu bilgi (malumat) türü de özeldir, öyle değil mi?"

"Evet."

"Ve bu durum diğer bütün sanat ve bilimler için de geçerlidir, değil mi?"

"Evet, öyledir."

14. "Öyleyse, daha önce birbirleriyle ilişkili nesneler için söylemek istediğim şeylerin de senin için anlaşılır olması lazım şimdi. Demiştim ki, başka nesnelerle ilgili bir nesne salt kendi başına ele alınırsa, onun ilişkili olduğu nesne de aynı şekilde tek başına ele alınmalıdır; öte yandan bu nesne belirli bir niteliği bakımından ele alınırsa, ilişkili olduğu nesne de bu niteliğe bakılarak değerlendirilmelidir. [e] Elbette bilimlerin, konular ile aynı şey olduğunu iddia ediyor değilim. Yani, sağlık bilgisinin sağlıklı, hastalık bilgisinin de hasta olduğunu, iyilik ya da kötülük bilgisinin de iyi ya da kötü olduğunu söylüyor değilim. Demek istediğim şey, bilgi (malumat), sadece bilinebilir şeylerin bilgisi olmaktan çıkıp mesela sağlık ve hastalık gibi belirli bir alanın bilgisi haline gelince, belirli bir nitelik kazanır, bu nedenle artık sadece bilim değil tıp (hekimlik) bilimi denir ona."

"Seni çok iyi anladım. Ben de aynı şekilde düşünüyorum."

[439a] "Peki sence de susuzluk bir ilişki kavramıdır, öyle değil mi, bir şeye duyulan susuzluktur?"

"Evet, içeceğe! Ve belirli bir susuzluk biçimi, (sıcak havayla birlikte ortaya çıkan) belirli bir nitelikteki içecekle (soğuk suyla) ilgili olmak durumundadır. Ama salt (kavram olarak) 'kendinde susuzluk,' az ya da çok, iyi ya da kötü, sıcak ya da soğuk veya belirli türde bir içecekle değil, sadece içecekle ilgilidir."

"Kesinlikle."

"Susamış olan bir insanın ruhu, susuzluk çektiği sürece, sadece içmek ister; arzu ettiği ve elde etmek istediği şey yalnızca budur."

[b] "Öyle!"

"Diyelim ki bir şey, böyle susamış bir ruhu (içecekten) gene de uzak tutuyorsa, onu vahşi bir hayvan gibi içecek peşinde koşturan susuzlukta başka bir şey var demektir; çünkü daha önce de dediğimiz gibi, aynı şeyin aynı parçası, aynı anda kendiliğinden aynı ilişki içinde (gerekenin) tam tersini yapamaz; birbirine karşıt iki davranışta bulunamaz."

"Bulunamaz tabii."

"Aynı şekilde bir okçunun ellerinin, yayı hem uzaklaştırdığını hem de (çekerek) kendine yaklaştırdığını söylemek doğru olmaz; bir eli yaklaştırırken öbürü uzaklaştırır demek daha doğru olur."

[c] "Kesinlikle."

"Peki bazen susuzluk çektikleri halde su içmek istemeyenler vardır, değil mi?"

"Evet, çoğu zaman ve sık sık yaparlar bunu."

"Peki bu durumu nasıl yorumlayabiliriz?" diye sordum. "Şöyle değil mi? Böylelerinin ruhunun bir kısmında onu içmeye teşvik eden, bir kısmında da onu bundan alıkoymaya çalışan bir şey vardır; işte bu yan öteki buyuran yandan güçlü çıkar, değil mi?"

"Sanırım evet!"

"Bu engelleyici otoritenin kaynağı, harekete geçtiğinde, [d]bu kaynak akıl olarak çıkar karşımıza; ruhu kışkırtan ve sürükleyen güdüler ise (ruhun akıl bölümünden ayrı olan) tutkulardan ve hastalıktan ileri gelmez mi?"

"Öyle görünüyor!"

"O zaman haklı olarak, ruhun birbirinden ayrı iki bölümü olduğunu söyleyeceğiz; düşünmesini sağlayan bölümüne, ruhun akılcı kısmı diyebiliriz; ruhun onun aracılığıyla sevmeye, susamaya, acıkmaya bağlı arzuların oyuncağı olduğu kısmına da ruhun akıl dışı, arzulayan kısmı, doyumlar ve hazların dostu diyebiliriz."

[e] "Evet, bunun da doğru olduğu söylenebilir."

"Ruhumuzdaki bu iki yanı (bölümü) birbirinden ayrı tutacağız. (Fakat bir de kızgınlığımızı açığa vurmamızı sağlayan) öfkeli, atılgan, gözüpek yanımız var. Bu da ruhumuzun üçüncü yanını mı oluşturur, yoksa bu daha önce bahsettiğimiz iki bölümden birine mi dahildir?"

"Bence bu, ruhun ikinci; istekler, arzular bölümü içinde değerlendirilmeli."

"Bir gün bana şöyle bir hikâye anlatmışlardı," dedim. "Bu hikâyenin doğru olduğuna inanıyorum. Aglaion'un oğlu Leontios bir gün Pire'den dönerken, kuzey surunun dışında darağacının bulunduğu yerde bazı cesetler görmüş. Bir yandan bu cesetlere bakma arzusu taşıyorken bir yandan da öfkeye kapılıp yüzünü çevirmiş, uzun süre için, kendisiyle mücadele edip bakmayayım, diye gözlerini kapatmış, [440a]fakat daha sonra, merakına yenilerek gözlerini sonuna kadar açmış ve ölülere doğru koşarak, 'Bakın bakabildiğiniz kadar lanet olasıca gözler, şu güzel anı doya doya seyredin!' diye bağırmış."

"Bu hikâyeyi ben de duymuştum."

"Bu hikâyeden çıkaracağımız ders, delice arzuların, akıl dışı isteklerin insanın ruhunda, dürtülerden ayrı bir şeymiş gibi onlar ile mücadele halinde olabildiğidir."

"Evet, bu hikâyenin gösterdiği aynen bu."

15. "Daha birçok durumda da insanın, aklına baskın çıkan şiddetli arzularının etkisiyle sürüklenirken kendi kendisine lanet okuduğunu ve içindeki bu zorlamaya öfke duyduğunu[b] ve iki rakip kavgaya tutuşmuş gibi, atılgan, mantıksız duyguların gidip aklın müttefiki olurken, onun, arzulu yanla saf tutup aklın yasaklarına karşı davrandığını, herhalde hem kendinde hem de başkalarında fark etmişsindir sanırım?"

"Hayır, Zeus aşkına!"

[c] "Peki, birisi birine haksızlık yaptığına inanıyor olsun; onu cezalandırmaya kesinlikle hakkı olduğunu düşünen (haksızlığa uğramış) kimse yüzünden aç, susuz kalsa ve benzeri yoksunluklar yaşasa da, ne kadar kibar (soylu) ise o kadar az öfkelenecek, kızacaktır. Ona karşı öfkesi, dediğim gibi, kabarmayacaktır."

"Öyle tabii."

"Öte yandan, gene bu kişi, kendisine karşı haksızlık yapıldığını düşünürse, kızıp köpürerek hakkı için mücadele etmez mi? Aç, susuz da kalsa, soğukta da titrese, daha da bilenerek, yok olup gitme pahasına ve hatta ölene kadar çabalayıp çobanın sesini duyup da [d] yatışıp geri çekilen bir köpek gibi, bu soylu kişi de aklının sesiyle yatıştırılıp geri çekilene kadar, mücadele etmez mi?"

"Çok iyi bir benzetme yaptın gerçekten de. Bizim devletimizde de yardımcılar, çobanlarının çağrısına uyan köpekler gibi, önderlerinin emirlerine uyan teba gibi olmalıdırlar."

"Görülüyor ki demek istediğimi çok iyi anlamışsın, yalnız şu noktaya da dikkat etmek lazım," diye övdüm onu.

[e] "Nedir o?"

"Biraz önce, ruhumuzun, gözüpek yanı hakkında söylediğimizin karşıtı bir sonuca ulaştığımızı. Önce onu arzu eden, şiddetle isteyen (akıl dışı) bir bölüm (yan) olarak görmüştük şimdi ise, ruhun iyi bölümüdür diyoruz; ruhun içinde bir çatışma durumu ortaya çıkınca, bu taşkın yan, silahlarını aklı korumak için kullanıyor!"

"Çok haklısın."

"Bu bölümü, ruhun mantıklı bölümünden ayrı mı tutmalıyız, yoksa onu akıl bölümünün parçası sayıp, başta da söylediğimiz gibi, ruhumuzun akılcı ve arzulayan olmak üzere üç değil de iki bölümden oluştuğunu mu kabul edeceğiz? Yok, eğer bu ayrı bir bölümü temsil ediyorsa, ruhumuzun da, aynı devletin esnaflar, zanaatkârlar ve halk bir yanda, bekçiler, yardımcılar bir yanda ve nihayet karar vericiler olmak üzere üç büyük sosyal katmandan oluşması gibi, üç bölümden ibaret olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Buna göre, bu üçüncü yanın, kötü bir eğitim sonucunda özünü yitirmedikçe her zaman [441a] ruhumuzun akılcı kesimine eşlik edecek olan öfkeli (atılgan, hayatta kalma kavgası veren, gözüpek) yanımız olduğunu söyleyebiliriz."

"Evet, üçüncü bölümün bu olduğuna şüphe yok."

"Evet, ama bunu kabul etmemiz için bu yanımızın, sadece ruhumuzun dürtülere tabi, istekler, arzular bölümünden değil, akla bağlı bölümünden de ayrı olduğunu göstermemiz gerekir."

"Bunu göstermek o kadar da zor bir şey olmasa gerek," dedi. "Çocuklara baktığında, daha akıl ve mantık sahibi olmadan öfke ve taşkınlıkla dolu olduklarını görürsün. Mantık, bazı insanda [b] öfke, kızgınlık huyundan çok sonra ortaya çıkar ve bazı insanlarda ise ömrünün hiçbir döneminde görülmeyebilir."

"Çok haklısın, Zeus aşkına," dedim, "hayvanlarda da böyle değil midir zaten? Üstelik, daha önce de dizelerinden yararlandığımız Homeros'un şu dizesi de söylediklerimizi destekler nitelikte:

'Göğsüne vura vura, azarlıyordu ruhunu sözlerle.'

[c] Bu dizede, Homeros açıkça ruhun bir bölümünün, iyi ile kötü üzerinde düşünen aklın, mantıksızca sinirlenen yürek ile alay edişini dile getiriyor."

"Çok doğru."

16. "Bak, çok uğraştık, ama sonunda devlette de insanda da birbirine uyan üç kesimin bulunduğunu göstermiş olduk."

"Öyle!"

"Buradan çıkan zorunlu sonuç şu: Devleti bilge kılan şey bunu nasıl ve ne sayede yapıyorsa, tek insan için de söz konusudur."

"Elbette."

[d] "Devletin ve bireyin cesareti konusunda da geçerlidir; beceriklilik, ölçülülük ve adalet ile ilişkili bütün her şey için de."

"Çok doğru."

"O zaman, sevgili Glaukon, tek insan, devlet ile aynı tarzda adildir."

"Tabii, mantıken bu sonuç çıkıyor ortaya."

"Bir devletin, ona tabi olan üç sosyal tabakanın sadece kendisine ait işleri yapması sayesinde adil olduğunu söylemiştik, unutmadın değil mi?"

"Unutmadım, tabii."

"O zaman, ruhunun her üç bölümünün kendi payına düşen işi yaptığı bir insan, adildir ve [e] görevini yapar; bunu unutmayalım."

"Evet, bunu iyice kafamıza yazmalıyız!"

"Öyleyse, bilge olup bütün ruhu koruma görevi akla düşerken, öfke, kızgınlık yanı akla itaat etmek ve yardımcı olmak zorundadır."

"Şüphesiz."

"Ve daha önce de söylediğimiz gibi, müziğin ve jimnastiğin eğitimi, ruhumuzun bu iki yanını uyum içine sokacaktır; bilimlerle gelişip beslenecek, [442a] diğeri ise ikna edilip gevşeyecek, makam ve ritmin etkisiyle yatışıp yumuşayacaktır."

"Son derece haklısın."

"İyi bir şekilde yetiştirilerek, görevlerinin ne olduğunu öğrenen bu iki bölüm, her insanda istisnasız ruhun en büyük bölümünü oluşturan ve doğası gereği asla doyurulamayacak olanı isteyen, arzulayan bölümüne hâkim olmalıdırlar; onun bedensel zevklerle dolup taşmasına ve şişmanlayıp güçlenmesine, [b] asıl görevlerini ihmal edip, kendine düşmeyen bir hâkimiyet mekânı arayıp bütün bir yaşama düzenini altüst etmemesine dikkat etmelidirler."

"Çok haklısın."

"Ayrıca, bütün ruhu ve bedeni dış düşmanlardan en iyi şekilde korumazlar mı, biri danışarak, söz dinleyerek; ötekisi, yöneticiye itaat ederek, emirleri cesaretle yerine getirerek?"

[c] "Korurlar tabii, çok doğru."

"O zaman bir insana yürekli dedirten ruhunun öfkeli ve taşkın kısmıdır. Bu kısım neden korkulup neden korkulmayacağına dair aklın koyduğu kuralları zevkle de olsa, acıyla da olsa koruduğu ölçüde bir insan cesur olur."

"Doğru."

"Bir insana 'bilge' dedirten de her şeye hâkim olan, diğer kısımları yöneten küçük bir bölümdür; çünkü bu bölüm, kendisine ve üç bölümün ortak varlığına neyin yararlı olduğunun bilgisini içinde taşır."

"Kesinlikle."

"Öteki iki tabi olan bölüm, ruhu aklın yönetmesi gerektiğini kabul etmeleri ve akla karşı hiçbir zaman ayaklanmaya kalkışmamaları halinde, [d] her üç bölümün birlikteliği ve uyumu sağlandığından o kişiye ölçülü, sağduyulu deriz, öyle değil mi?"

"Evet," dedi. "İnsanda da devlette de ölçülülük böyle vücut bulur."

"O zaman, adil insanın özelliklerinin neler olduğunu kavradık, değil mi?"

"Evet, kesinlikle."

"Ama dur biraz!" diye uyardım, "adaletin kalın çizgilerle de olsa çerçevesini gözden kaçırmayalım ve tek tek insanda, devletten farklıymış gibi görünmesini önleyelim."

"Bence bu ikisi farklı değil."

[e] "Kafamızda hâlâ bazı şüpheler varsa, ne demek istediğimizi birkaç basit örnekle daha destekleyebiliriz."

"Hangi örnekler bunlar?"

"Diyelim ki yaradılışı ve eğitimi bakımından devlete benzeyen adil insanımıza bir altın veya gümüş emanet edildi. Bu insanın, bu altın ve gümüşü iç etmeyi, kendisine benzemeyen haksızlık sever insandan daha fazla arzu edeceğini kimse iddia edemez, değil mi?"

[443a] "Edemez tabii."

"Bu insanın tapınak soyabileceği, hırsızlık yapabileceği, dostlarına ve devlet adamıysa devletine ihanet edebileceği düşünülebilir mi?"

"Asla."

"Böyle bir adamdan yalan yere yemin etmesi, sözleşmelere uymaması beklenebilir mi?"

"Beklenemez."

"Zina, anneye babaya karşı vefasızlık, tanrılara saygısızlık gibi utanç ve ayıplara hedef olacak son kişi bu kişi değil midir?"

"Evet, öyledir."

[b] "Bunun nedeni ise bu insanın ruhunun her kısmının, ister yöneten ister yönetilen konumunda olsun, kendi görevini yapması değil midir?"

"Budur, tabii ki."

"Peki, adaleti hâlâ bu erkeklerin ve bu tür devletlerin yarattığı bu gücün dışında bir yerde mi arıyoruz?"

"Zeus adına, hayır!"

17. "O zaman, baştan beri hayalini kurduğumuz şey [c]umduğumuz gibi gerçekleşti. Tasarladığımız devleti kurmaya başlarken belki tanrı yardım eder de adaletin kökenini ve tipini kavrarız demiştik."

"Evet, öyle oldu."

"Hatırlarsan Glaukon, doğuştan kunduracı olması gereken adamın kunduracı, doğramacının da doğramacı olması ve tüm diğer yurttaşların da layık oldukları işleri yapmaları gerektiğini söylerken adaletin sadece bir görünüşünü ortaya koyduk; bu imge de bize yararlı oldu."

"Öyle görünüyor!"

"Aslında, adalet gerçekte böyle bir şey, [d] ama o esasen, daha önce de bahsettiğimiz gibi, insanın dış dünyasından ziyade iç dünyasıyla, onun gerçek varlığıyla, kendiliği ile ve özüyle ilgili bir şey. Adil bir insan, ruhunun bölümlerinden birinin kendine düşen etkinlik alanının dışına çıkmasını, başka bölümlerin işine karışmasını engeller. İnsanın iç dünyasını düzene koyar, insanın kendisine hâkim olmasını, kendisiyle barışık olmasını sağlar. Müzikteki pes, tiz, orta ve ara perdelerin birbirleriyle uyum içinde olması gibi, ruhun üç bölümünü birbirine bağlayarak ve bunların uyumlu bir biçimde işlemelerini mümkün kılarak insanı çokluğun karmaşasından kurtarır ve onun farklı özelliklerinin hepsini ölçülü ve ahenkli, tek bir insan kişiliğinde eritir, bütünleştirir.[e] Ancak bu sağlandıktan sonra, ister mülkiyet edinme olsun, ister vücut bakımı olsun, isterse de devlet veya ticaret işlerine el atma; artık bir işe, faaliyete kalkışabilir; adil, hakkaniyetli tavrı koruyup teşvik ederse, böyle bir tavrı yönlendiren bilgilere bilgelik derse; tersine bu durumu bozan bir olaya haksız, böyle haksız bir olayı yönlendiren düşünceye de [444a] cehalet derse, her eylemde adaleti korur ve eylemleri adil olur."

"Baştan sona kadar haklısın Sokrates."

"Çok iyi. O zaman adil insanın, adil devletin nasıl olduğunu ve bunlardaki adaletin mahiyetini kavradık, desem yanılmış olmam herhalde."

"Olmazsın, Zeus aşkına!"

"Öyleyse kavradık diyelim mi?"

"Diyelim tabii."

18. "Peki, iyi, gel şimdi, gel biraz da adaletsizliği inceleyelim," dedim.

"Haydi inceleyelim."

[b] "Adaletsizlik ruhun bu üç kısmı arasında bir tür iç çekişme, kavga, birbirinin işine karışma, yabancı işlere burnunu sokma eğilimi, aslında aklın kölesi olması gereken ruhun bir kısmının diğerleri üzerinde, buna hiç hakkı olmadığı halde egemenlik kurmak üzere ayaklanması olmalı. İşte, ruhun bölümleri arasındaki bu kargaşa, bu birbirine girme, dizginlenemezlik, korkaklık, budalalık, kısacası kötülüğün her biçimi adaletsizlik, haksızlık halidir."

[c] "Evet, aynen öyle."

"Adaletin ve tersinin ne olduğunu tam olarak kavradıktan sonra, haklı ve haksız her türlü tutum ve davranmanın nasıl şeyler olduğunu da bilebiliriz, değil mi?"

"Nasıl yani?"

"Sağlıklı ve hastalıklı olanın vücutta bulunması gibi ruhta bulunduklarını bilerek!"

"Nasıl oluyor bu?"

"Sağlıklı şeyler sağlık doğururken, hastalıklı şeyler hastalık doğurmaz mı?"

"Evet, öyle olur."

[d] "Aynı şekilde hakkaniyetli, adil olma durumu adaleti, tersi adaletsizliği doğurur."

"Haklısın, öyle olmak zorunda."

"Sağlığın ortaya çıkması demek, bedende yöneten ile yönetilen arasındaki doğal bağın kurulmasından başka bir şey değildir. Hastalık, bu kısımlar arasındaki adalet ilişkilerinin doğaya aykırı biçimde işlemesiyle ortaya çıkmaz mı?"

"Doğru."

"Demek ki adalet de, ruhta yönetme ile itaat etme arasındaki doğal ilişkiyi kurmaktan başka bir şey değildir; adaletsizlik üretmek ise, ruhun her bir bölümü arasında doğaya aykırı bir yöneten-itaat eden ilişkisi kurmaktan başka bir şey değildir!"

"Öyledir, elbette."

"O zaman, ruhun kusursuzluğu, tamamlanmışlığı ruhun sağlıklı olması, güzelliği ve asil bir tavır ve tutum, tersi ise [e]hastalık, çirkinlik ve zayıflıktır."

"Evet, mümkün."

"Peki, demek ki iyi yaşama tarzı ruhun kusursuzlaşmasını, tamamlanmasını sağlarken, berbat bir hayat ruhun yok olmasına sebep olur?"

"Öyle olur, tabii."

19. "Fakat," diye devam ettim, "adil davranıp güzel yaşamanın mı [445a] yani açıkça ya da gizli, adil olmanın mı, yoksa cezasız kaldıkça, yani ceza yoluyla düzelmedikçe haksızlık edip haksız yaşamanın mı daha büyük avantajlar getirdiğine bakmak kaldı geriye."

"Bana sorarsan Sokrates, bence bu soru artık anlamsızlaştı, saçma bir soru haline geldi; çünkü insanın beden sağlığı bir kez bozulduğunda, en güzel yemekleri yiyip lezzetli içkileri içse de, zenginlik ve güç içinde yüzse de fark etmez; onun hayatı çekilmez bir hal alır. Nerede kaldı, bizi yaşatan asıl şey bir kez çürüyüp bozulduktan sonra, yaşamak; [b] hele hele insan istediği her şeyi yapabilirken, kötülükten ve haksızlıktan kurtulacağı şeyleri yapamazsa, ama adil ve becerikli, gayretli biriyse?"

"Evet," dedim. "Senin de dediğin gibi çok anlamsız bir soru bu. Fakat, madem bu aşamaya kadar geldik, gevşemeden eriştiğimiz sonuçları tüm açıklığıyla gözler önüne serelim."

"Evet, hiç boşlamadan, devam edelim."

[c] "O zaman, bana göre, bakalım kötülüğün incelemeye değer kaç türü var, görmen için bir ele alalım."

"Sen söyle, ben seni izleyeyim."

"Şimdiye kadar ulaştığımız sonuçların birikmesiyle oluşan gözlem yerinden şöyle bir bakınca kusursuz, tamamlanmış tek bir biçim, kötülüğün ise sayılamayacak kadar çok çeşidini görüyorum; fakat bunlardan belli başlı dört tanesi incelemeye değer."

"Nasıl yani?"

"Yani, diyorum ki, devletin önemli türleri kadar, insanın ruh yapısının da türü var."

"Kaç tane?"

"Devletin de ruh yapısının da beş biçimi var."

[d] "Hangileridir onlar?"

"Burada konuştuğumuz devlet biçiminin iki adı var; diğerlerinden daha öne çıkan tek bir adam tarafından yönetilirse krallık, birden fazla yönetici tarafından idare edilirse de aristokrasidir bu devlet biçimi!"

"Doğru."

[e] "Yöneticiler bizim başta bahsettiğimiz eğitimi aldıkları sürece, baştakilerin çok kişi ya da tek kişi olması fark etmez; kimse devletin önemli, temel yasalarına el süremeyecektir."

"Bu da doğru," dedi.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top