8. Bölüm
Bizi ölümden kurtaran adaya "Gayret Adası" adını vermiştik. Adaya çıkınca kibrit getirmediğim için hayıflandım. Bu unutkanlığım yüzünden gene kuru yiyeceklerle doyuracaktık karnımızı. Bir sığınak yoktu. Çadır yapmayı da beceremediğim için gece yağmurdan pek kurtulamadık.
Sabahleyin kahvaltımızı ettikten sonra Maud'a:
"Sen burada kalıp dinlenmene bak. Ben adanın çevresini dolaşayım." dedim.
Benimle birlikte gelmek için üsteledi.
"Hayır, belki tehlikeli bir durumla karşılaşabiliriz." dedim.
"Olsun. Zaten sen olmadıktan sonra ben tek başıma yaşayamam burada!"
"Olmaz. Burada kalmalısın!"
"Lütfen!"
Böyle diyerek yalvarırcasına gözlerimin içine baktı. Dayanamadım.
"Peki... " diye mırıldandım. "Sandalı hazırlayayım öyleyse."
Sandaldaki eşyaları karıştırırken birden aklıma bir fikir geldi.
"Ne kadar da budalaymışım!"
"Ne var, ne oldu gene?"
"Hiç! Elimizde olanak varken dün sıcak kahveden yoksun kaldık."
"İyi ama kibrit almadığını söylememiş miydin?"
"Evet ama, ateş sadece kibritle mi yanar?"
"Nasıl yanar? İki tahtayı birbirine sürterek mi?"
"Hayır... Yerlilerin yapabileceği şey bu. Ben daha kolay bir yol biliyorum, şimdi göreceksin."
Böyle dedikten sonra, kuru çalı çırpı hazırladım. Küçük bir kağıt parçasının üstüne barut döktüm. Taşları hızla birbirine vurdum.
Taştan çıkan kıvılcım barutu, barut da ateşi tutuşturdu. Kağıdı besleyip çalı çırpıyı da tutuşturdum. On dakika kadar sonra kahveyi hazırlamış, nice günlerden sonra sıcak bir şey içebilmeyi başarmıştım.
Kendime güveniyor, buradan kurtulacağımıza yürekten inanıyordum artık!
***
Etrafını dolaşınca adada kimsenin olmadığını gördük. Ama işaretlere bakılırsa bir zamanlar burada insan yaşamıştı. Bir koyda parçalanmış bir sandal gözümüze çarptı. İçinde de kırık ve çürük bir tabanca vardı.
Kış mevsimi yakındı. Soğuktan korunmak için bir kulübe yapmak gerekiyordu. Vakit geçirmeden işe koyuldum. Küçük bir temel kazıp dört duvar yaptım. Çatıyı kapamak için düşünmeye başladım. Çevredeki ağaçlar geniş yapraklıydı. İşe yaramazlardı. Branda bezi çürümüştü, su geçiriyordu. Yelkenler ilerde gerekebilirdi. Ne yapacağımızı Maud'a sordum. O da düşünmeye başladı.
Birden sevinçle:
"Buldum, buldum! diye bağırdı. "Bir yerde okuduğuma göre, ayıbalıklarının derileri su geçirmiyormuş."
Maud'a hak vererek ayıbalığını vurmaya kalkıştım. Ama iyi nişancı olmadığım için otuz mermi harcadıktan sonra bu işin böyle olmayacağını anladım.
"Peki öyleyse..." diye mırıldandım. "Yerlilerin ayıbalıklarını sopayla öldürdüklerini görmüştüm. Bir de onu deneyeyim bari..."
Maud ayıbalıklarına bakarak üzüntüyle başını salladı:
"Onlara nasıl kıyacaksın?" diye sordu. "Baksana, ne şirin bir görünüşleri var zavallıların."
Evet öyleydi. Öyleydi ama, kulübemizin üstünün kapanması bizce daha şirindi. Kış aman dinlemezdi.
Uzun bir uğraşmadan sonra, ayıbalıklarını sopayla öldürmeyi başarabildim. Bu arada dişi ayıbalıklarının saldırılarından zor kurtuldum.
İki gün sonra, bir düzine kadar ayıbalığını öldürmüş, derilerini yüzmüş, güneşte kurutmaya başlamıştık. Kuruttuğumuz ayıbalığı derilerini kolayca duvarların üzerlerine gerdik.
Geriye çekilerek eserimizi kıvançla seyrettik. Uygar dünyada olsaydık, burada bir gece bile kalmaya dayanamazdık. Oysa günlerden beri açıkta yatan bizler için bu kulübe şu anda büyük bir lükstü.
Maud bir çığlık atarak bir şey unuttuğumuzu söyledi.
"Nedir o?" diye sordum.
"Pencereyi unuttuk. Penceresiz ev olur mu hiç?"
"Doğru..." dedim. "Yarın camcıya ısmarlayayım, takıversin! Hani nerede cam? Ne yazık ki böyle oturmak zorunda kalacağız!"
Bu yanıtım onu üzmedi. Sevinçle ellerini çırparak:
"Ne güzel!" dedi. "Bu kış açıkta kalmayacağız. Bir kulübemiz var."
***
Maud'un geceleri yatması için ikinci bir kulübe daha yaptım. Bu kulübenin yapılışını o gece sevinçle kutladık. İyice dost olmuş, yakınlaşmıştık. Birbirimizi küçük adlarımızla çağırıyorduk artık. Aramızdaki sevgi ve saygı arttıkça sarsılmaz bağlarla bağlanıyorduk. Başka zaman olsaydı ona evlenme teklif ederdim. Ama bu teklifi burada yapmanın emrivaki gibi olacağını düşündüm ve sesimi çıkarmadım.
Gece kendimize bir ziyafet çekip, uzun uzadıya konuştuk. İçinde bulunduğumuz durumu, geleceğimizi düşündük. Sonunda iyice yorgun düşüp, uyumaya karar verdik. İyi geceler dileyip kulübelerimize çekildik.
Kendimi çok mutlu hissediyordum.
Sabahleyin uyanınca kapıyı açıp dışarı çıktım. Hava pırıl pırıldı. Güneş vardı. Kuşların cıvıltısını, ayıbalıklarının seslerini duyuyordum. Maud uyuyor olmalıydı ki, hiç sesi gelmiyordu.
Denize bakınca şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım neredeyse. Sığlıkta kocaman bir gemi vardı. Hem de çok iyi tanıdığım, içinde dolaştığım, iş yaptığım bir gemi... Evet. .. Yanılmamıştım. Hayalet'ti bu. Direkleri kırılmış, yelkenleri yırtılmıştı. Gemi değil, gerçekten bir hayaletti.
***
Şaşkınlıktan kurtulduktan sonra Hayalet'in yanına yaklaştım. Tekne kuma oturmuş, hafif yana yatmıştı. Dalgalarla hafif hafif sallanıyordu. İçinde bir hayat belirtisi yoktu. Tabancamı kulübemden alıp, belime kadar suya girdim ve gemiye doğru yürüdüm.
Her tarafımdan sular damlayarak güverteye çıktım. Ön kamara pislik içindeydi. İçinde kimseler yoktu. Daha sonra mutfağı, diğer kamaraları dolaştım. Oralarda da gemicileri bulamadım.
Tam gemiyi onarıp yola çıkabilmeyi, Maud'la içinde yaşamayı hayal ediyordum ki, pupanın yanında Kaptan Larsen'i görüverdim. Midem bulandı, düşmemek için bir yere tutundum. Gözlerimizi birbirimize dikmiştik. Hiç konuşmuyorduk.
Sonra tabancamı çekip üstüne doğrulttum. Bir harekette bulunsa, korkup kaçmaya çalışsa tabancamı ateşleyip hemen onu vuracaktım. ama öylece durdu. Yanına biraz daha yaklaştım. Aramızda bir metre kalmıştı. Gene kıpırdamadı. Yorgun görünüyordu.
"Haydi ne duruyorsun? Beklediğin ne? Ateş et çabuk..." dedi.
Tetiği çekmek istedim. Olmadı. Beceremedim. Gülümsedi.
"Tetiği çekmek elinden gelmez." dedi. "Korktuğundan değil, aldığın terbiye öyle de ondan. Silahsız bir insanı vuramazsın. Ama ben olsaydım, seni hemen vururdum."
Tabancamı indirdim.
"Bir zamanlar beni kendi ölçülerinle değerlendirmeye çalıştığını anımsadın mı?" diye konuştu. Beni yılan, köpek balığı gibi görmüştün. Ben de seni şu anda bir kukla gibi görüyorum."
Merdivenleri çıkarak yanıma geldi:
"Neredeyiz? Bayan Brewster, pardon belki de Bayan Van Weyden olmuştur... Her neyse, nerede o?"
Yapacağı herhangi bir kötülüğü karşılayabilmek için geriye çekildim. Tabancamı ateşlemeye hazır tutarak sırtımı duvara verdim.
"Burası Gayret Adası." dedim.
"Gayret Adası mı dedin? Hiç duymamıştım."
"Bu adı biz verdik."
"Siz mi?"
"Evet, ben ve Bayan Brewster..."
Ona adamlarının nerede olduğunu sordum.
"Kardeşim geldi ve beni iki gün kamarama hapsetti." diye söz başladı. "Çok para teklif edince hepsi de onun tarafına geçtiler."
Direkleri göstererek:
"Peki bu direkler nasıl kırıldı?" diye sordum.
"Kendin git de bak!"
Gözlerimi üstünden ayırmadan direkleri yokladım.
"Ama bunlar bıçakla kesilmiş." dedim.
"Evet." dedi. "Üstelik yarısına kadar kesilip bırakılmış. İpler de öyle. İlk fırtınada dayanamayıp kopuversinler diye..."
"Kim yaptı bunu?"
"Kim olacak? Aşçıbaşının işi bu."
"Aferin! Becerikliymiş doğrusu!" diye gülümsedim.
"Evet!" dedi. "Ben de öyle düşündüm doğrusu. Neyse, ben güvertede yatıp güneşlenmek istiyorum. Sen ne istersen onu yap."
Sözlerinden çok sinirli olduğu anlaşılıyordu.
"Baş ağrınız nasıl?" diye sordum.
"Kötü..." diye yüzünü buruşturdu. "Şu anda ağrıdan başım çatlayacak gibi."
Gitti, hafif yan yattı, dirseğine dayandı ve hiç kıpırdamadı.
Bir süre ona baktıktan sonra ambar kapağını kaldırıp indim ve kahve, tava ve birkaç eşya, yiyecek aldım. Döndüğümde aynı biçimde yatıyordu gene.
Denize indim, yürüyerek karaya çıktım.
Maud'un uyumakta olduğunu görüp ateş yaktım, kahvaltıyı hazırladım. Kahve pişirirken Maud uyandı ve önüme dikildi:
"Kahvaltıyı ben hazırlayacaktım ama." dedi.
"Bundan sonra sen hazırla." dedim.
"Arkası dönük olduğu için Hayalet'i göremiyordu. Ben de bir şey söylemedim. Sofrayı toplamak için dönünce gözlerine inanamadı. Sapsarı kesilerek:
"Ama bu... Bu o değil mi?" dedi.
"Evet." dedim. "Ne yazık ki o bu. Hayalet!"
***
Hayalet'ten ayrılırken bütün silahları toplayıp getirdiğim için, içim rahattı. Bize karşı koyamazdı, ama Kaptan'ın her an yanımıza gelip bizimle konuşmaya çalışacağını düşünüyorduk.
Günlerce beklediğimiz halde gelmedi. Hazırlıklı olmak için geceleri nöbetleşe uyuyorduk. Huzursuz olmuştuk. Günlük işlerimizi bile unutmuştuk.
Kaptan'ın ne durumda olduğunu anlamak için gemiye bir daha gitmeye karar verdim. Maud bu kararımı hayretle karşıladı, tedirgin oldu:
"Tekrar oraya gitmen tehlikeli olmaz mı?" diye bağırdı.
"Hiç sanmıyorum... Üstelik bende silah olduğu halde Kaptan'da yok. Hem çok yorgundu. Çoktandır görünmüyor. Belki de ölmüştür."
"Peki, git o halde." dedi. "Belki ölmüştür ya da ölüyordur."
"Kaygılanma Maud. Bir bakıp geleceğim. Çabucak dönerim."
Gemiye doğru koşarken arkamdan:
"Kendine dikkat et ha!" diye bağırdı.
Bu ilgisi beni çok sevindirdi.
Gemiye çıkınca Kurt Larsen'i aradım. Kamarasındaydı. Yüzü çok soluktu. Oturup konuştuk. Kulübeme niye gelmediğini sordum. O da Hayalet'e niçin gelmez olduğumu sorarak karşılık verdi. Giderken:
"Başınız ağrıyor mu?" diye sordum.
"İyi... Bugün fazla ağrımıyor."
Hayalet'ten ayrılıp Maud'un yanına geldim. Olup bitenleri anlattım. İçi rahat etti. Gene de nöbet tutmayı ihmal etmedik. Günlerimiz beklemekle geçti!
Kurt Larsen arada sırada güvertede dolaşıyor, yemek saatlerinde mutfağa gidip kendine yemek pişiriyordu. Bunu çıkan dumanlardan anlıyorduk.
Bir hafta sonra mutfaktan duman tütmez oldu. Meraklandık. Sonunda daha fazla dayanamadım. Reçelimizin bittiğini bahane etme düşüncesiyle gemiye gittim.
Güvertede ayakkabılarımı çıkarıp yavaş yavaş yürüdüm. Sessizce depoya indim, bulabildiğim giysileri toparlayıp güverteye taşıdım. Kaptan'ın kamarasından gelen seslere kulak verdim. Kapı açıldı, eşikte Kurt Larsen göründü. Yumruklarını sıkarak alnını ovuşturuyordu. Bir taraftan da:
"Tanrım, ah Tanrım!" diye inleyerek bağırıyordu.
Çok acı çektiği belliydi. Gizlendiğim yerden durumunun hiç de iyi olmadığını gördüm. Mutfağa doğru yürürken birden durakladı. Deponun kapısını açık bıraktığım için kendime kızdım. Kaptan gene ağır ağır yürüdü. Ayağı, açık olan deponun deliğine girince hemen geriye sıçradı, böylece içine düşmekten kurtuldu. Tam doğrulurken bu kez de topladığım giysilere takıldı. Ne yapacağını şaşırıp düşünmeye başladı. O anda gözlerinin görmediğini anladım.
Sürüklenircesine kamarasına gidip, ağır bir bavul getirdi, depo kapağını kapatıp bavulu üstüne koydu. Beni içeride sandığı ve dışarı çıkmama izin vermemek istediği belliydi.
Hiç sesimi çıkarmadan sessizce oradan ayrıldım.
Kaptan mutfağa gidip yemek pişirirken eşyaları, giysilerimi aldığım gibi Hayalet'ten uzaklaştım.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top