5. Bölüm
Ertesi günü Kaptan Larsen'le birkaç kitap karıştırıp kırık kaburgaları nasıl iyileştireceğimizi öğrenmeye çalıştık. Acıdan yerinde duramayan aşçıbaşının göğsünü sıkıca sardık. Böylece acısı biraz dindi.
Fırtına dinmişti. Bir süre daha çevreyi araştırdık. Ama diğer adamlarımızı bulamadık. Rastladığımız balıkçı gemilerine sorduk soruşturduk. Cisco gemisinde iki sandalımızı ve bütün avcılarımızı bulduk. San Diego yelkenlisinde de Smoka ile Leach vardı. Onları da gemimize aldık. Ama Henderson, Yolyoak, William ve adı akılma gelmeyen bir avcı bulunamadı. Onları bulmaktan umudu kesip, tekrar ayıbalığı avına başladık.
Kaptan Larsen iyi bir avcıydı. Gemicilere çok baskı yapıyordu. Yanına bir dümenci alarak ava çıkıyor ve bir sürü ayıbalığı avlayarak geri dönüyordu. Fırtına gittikçe artmaya başlayınca rotamızı güneye çevirdik. Güneyde bir ayıbalığı sürüsüne rastladık ve acımadan hepsini avlamaya başladık. Akşama kadar güverte kıpkırmızı olmuştu. Ayıbalıklarının derilerini yüzdükten sonra gerisini tekrar denize atıyorduk.
George Leach çekingen adımlarla yanıma yaklaştı:
"Kıyıdan ne kadar uzakta olduğumuzu, Yokohama'nın nerede olduğunu söyleyebilir misiniz acaba?" diye sordu.
Leach'ın kaptandan kurtulmak için kaçmaya karar verdiğini anlayarak çok sevindim. Yokohama'nın Batı-Kuzeybatı'da olduğunu, beş yüz mil kadar uzakta olduğunu belirttim. Teşekkür ederek gitti.
Ertesi sabah tahminimde yanılmadığımı anladım. Üç numaralı sandalla Leach ve Johnson ortada yoktu. Yanlarına da birkaç su kabı, yiyecek torbası, araç gereç almışlardı. Kurt Larsen öfkeyle yelkenlerinin Batı-Kuzeybatı rotasına göre düzenlenmesini buyurdu. Kaçakları yakalamak istiyordu belli ki.
İki avcı, ellerinde dürbün, direğe çıkıp ufku araştırmaya başladılar. Üç gün sonra ufukta bir sandal göründü. Hayalet'in dümeni hemen o tarafa çevrildi. Kaçaklar bulundu diye çok üzüldüm. Hele kaptanın gözlerinde sevinç ve zafer pırıltıları görünce, büsbütün deli oldum. Hemen kamarama inip tabancamı alarak güverteye geldim. Niyetim, kaptan onlara bir fenalık yapmadan kendisini vurmaktı. Kayıkta beş kişi olduğunu öğrenince yüreğime su serpildi. Demek ki bunlar Johnson'la Leach değildi.
Kayığın yanına iyice yaklaşmıştık. Ben içindekileri seçmeye çalışırken Smoke hayretle:
'Şuraya bakın, kayıkta bir de kadın var." diye bağırdı.
Gözlerimi kısarak bakınca kadını ben de gördüm. Kayığın arkasındaydı. Uzun bir paltosu vardı. Gözleri iri ve kahverengiydi. Ağzı küçük, yüzü ovaldi. Güneşten iyice yanmıştı. Kaptan beni çağırdı ve kadını kamaraya götürüp rahat ettirmemi söyledi. Hemen bu emri yerine getirdim. Kadın, kaptanın kamarasından getirttiğim koltuğa oturup, rahat bir nefes aldıktan sonra:
"Benim için zahmetlere girdiniz. Hiç gerek yoktu bunlara. Adamlar Yokohama'ya yarın sabah varacağımızı söylemişlerdi. Siz oraya akşam ulaşırsınız herhalde." diye mırıldandı.
"Orası hiç belli olmaz bayan." dedim. "Kaptan normal biri olsaydı dedikleriniz doğru olabilirdi, ama şimdi her şeye karşı hazırlıklı olmalısınız..."
"Ama bizi kazaya uğramaktan kurtardınız. Üstelik karaya da çok yakınız."
"Bunlar bizim kaptan için hiç de önemli sayılmaz. Dilerim ki yanılıyorumdur."
Kadın çok yorgundu. İşin önemini kavramış değildi. Başı sağa sola düşüp duruyordu. Yüzündeki yanıklara krem sürerek aşçıbaşının hazırladığı yatağa yatırdım. Üstüne battaniyeyi örtüp, yüzüne baktım. Çoktan uyumuştu.
Adının sonradan Maud Brewster olduğunu öğrendiğim kadını uykusuyla başbaşa bırakıp, kapıyı örttüm. O sırada Hayalet çoktan hareket etmişti.
***
Güverteye çıktığım zaman Smoke, çıktığı direkten:
"Ufukta başka bir kayık var!" diye bağırmaya başladı.
Şöyle bir bakınca, bu kayığın Leach'la Johnson'un kaçırdıkları kayık olduğunu anladım. Herkes güvertede toplanmıştı. Hava çok ağırlaşmıştı. Yakında bir fırtına kopacak gibiydi. Kayıktakilere baktıkça içim yanıyordu. Hissettiklerimi anlayan Louis:
"Onlara rastlamamız iyi oldu. Altlarındaki sandal böyle açık denizde yolculuk edecek kadar sağlam değil. Karaya ulaşamadan kazaya uğrayabilirlerdi. Yakalandıkları için bir bakıma şanslı sayılırlar." dedi.
Kurt Larsen hiç oralı değildi. Kazaya uğrayan adamlarla konuşuyordu. Beni kamarasına götürerek: "Adamlardan üçü yağ tüccarı, biri mühendis." dedi. "Bize yardımları olur. Kadını konuşturabildin mi, nasıl?"
"Uyuyor."
"Adı neymiş?"
"Öğrenemedim. Peki siz nereden gelip, nereye gittiklerini öğrenebildiniz mi acaba?"
"Bir posta gemisinde yolculuk yapıyorlarmış. Geminin adı City of Tokia. San Francisco'dan Yokohama'ya giderken bir tayfuna yakalanmışlar. Gemi çok eski olduğu için fırtınaya dayanamamış. İşte bildiklerim bunlar!"
Sesimi çıkarmadan önüme baktım.
"Neyin var, hasta mısın yoksa?" diye sordu.
"Şey diyecektim... Onları Yokohama'ya bıraksak olmaz mı? Leach'la Johnson'u ne yapmayı düşünüyorsunuz?"
"Ne yapacağımı bilemiyorum şu anda. Yeni gelenlerle tayfa sayımız çoğaldı."
"Öyleyse onları bırakın da gitsinler. Ya da iyi davranın. Sizin yüzünüzden kaçıp gittiler gemiden."
"Benim yüzümden mi dedin?"
"Evet, sizin yüzünüzden! Siz onlara kötü davranmasaydınız, kaçmayacaklardı. Sizi uyarıyorum Kaptan Larsen! Bu zavallılara kötü davranmayın, kaşınızda beni bulursunuz. Gerekirse sizi öldürürüm!"
Kaptan memnun memnun gülümsedi:
"Şuna bakın hele! Seninle gurur duyuyorum Hımbıl! Kendine güvenin arttı bakıyorum. Senin bu halin daha çok hoşuma gidiyor doğrusu!"
Birden ciddileşti:
"Verilen sözlere inanır, onlara değer verir misin?"
"Şey..." diye kekeledim. "Tabii!"
"Öyleyse seninle anlaşalım. Ben, Leach'la Johnson'a bir şey yapmayacağıma söz vereyim, sen de beni öldürmeyi düşünme!"
Acaba yanlış mı duydum diye yüzüne baktım. Korkmuş muydu, yoksa benimle dalga mı geçiyordu? Kaptan sabırsızlandı:
"Evet! Yanıtını bekliyorum." dedi.
"Peki... Anlaşmayı kabul ediyorum."
Tokalaştık, Yüzünde anlam veremediğim bir ifade vardı.
Sandala yaklaştık. Dümende Johnson vardı. Leach, sandala dolan suları boşaltıyordu. Kurt Larsen'in emriyle dümendeki Louis gemiyi yavaşlattı ve durdurdu. Gemidekiler onlara sanki bir ölüye bakar gibi bakıyorlardı. Kaptan, Louis'e yeniden emir vererek gemiyi hareket ettirdi. Yeniden durduğumuzda uzakta bir nokta halinde görülüyorlardı. Sandal bize yaklaşmaya başladı. Tam yanımıza gelince gene hareket ettik.
Sanki kovalamaca oynuyorduk. Durup bekliyor, yanımıza yaklaştıklarında tekrar hareket ediyorduk. İki saat sonra sağanak halinde bir yağmur başladı. Yağmur dindiğinde kayığı bir daha göremedim. Demek ki denizin dibini boylamışlardı. Geminin burnunda derin düşüncelere dalmışken yanıma mühendis geldi:
"Aman Allah'ım!" diye inlercesine konuştu. "Nasıl gemi bu böyle?"
Ne diyebilirdim ki? Güçsüzdüm. Onunla tartışacak halde değildim.
"Göründüğü gibi bir gemi işte!" diyerek kaptanın odasına gittim.
"Söz vermiştiniz..." diye mırıldandım.
"Evet, kıllarına dokunmayacağıma söz vermiştim." dedi. "Ama gördün ya işte, elimi bile sürmedim!"
Bunları söyledikten sonra korkunç bir kahkaha attı. Hemen yanından kaçtım. Yoksa başım belaya girebilirdi. Aşağıda hiçbir şeyden habersiz yatan kadını benden başka kimse kurtaramazdı, bu gemiden.
***
Kurt Larsen'in emri üzerine yağ tüccarlarıyla mühendis geminin mürettebatı olmuşlar, giysilerini değiştirerek aramıza katılmışlardı. Mühendisten öğrendiğine göre, kadın yolcunun adı Bayan Brewster'di. Onun aşağıda, kamarasından çıkmadan yalnız yemek yemesini istedim. Ama Kaptan yemek saatinde gemidekilerin hepsinin bir arada olmasının bir gemicilik geleneği olduğunu söyleyerek bu isteğimi kabul etmedi.
Akşam yemeğinde yanımızda Bayan Brewster de vardı. Hepimiz çoktan beri bir kadınla aynı sofrada yemek yemediğimiz için heyecanlanmıştık. Ama Kaptan oralı değildi. Önündeki yemek tabağından başka bir yere bakmıyordu. Önce çekinen Bayan Brewster, kimsenin konuşmadığını görünce bütün cesaretini toplayıp, kaptana Yokohama'ya ne zaman varılacağını sordu. Kaptan yemeğini bırakıp kadının yüzüne baktı. Hiç istifini bozmadan:
"Dört ay sonra..." dedi. "Ama hiç belli olmaz. Üç aya da inebilir."
"Ama..." diye mırıldandı. Ben Yokohama'ya bir günlük uzaklıkta bulunduğumuzu sanıyordum. Nasıl oluyor da..."
Kaptan onun sözünü kesti: "En iyisi siz bu konuyu Bay Ven Weyden'le konuşun." dedi. "Yanlışları, doğruları iyi bilir o."
"Şey..." diye kekeledim. "Sağlığınız için Japonya'ya gittiğinizi sanıyorum. Hayalet de sağlığınıza kavuşmanıza yardımcı olabilir. Üstelik burada ömrümüzün sonuna dek kalacak değilsiniz."
Aklıma başka bir şey gelmediği için gelişi güzel konuşmuştum.
Kaptan Kurt Larsen sigarasını yakarken:
"Bay Van Weyden, bu gemide patates soyup bulaşık yıkayarak iyice pişti." diye lafa girdi. "Kendini kurtarmasını, ayakta durmasını öğrendi."
Benim kızmama aldırmayarak sözlerini sürdürdü:
"Biz gemimize gelen konuklara çok iyi davranırız. Burada kendinizi evinizde hissedeceğinize eminim. Öyle değil mi Bay Van Weyden?"
"Evet." diye sert bir sesle konuştum. Patates soyup, bulaşık yıkayarak..."
Kaptan özür dileyen bir ses tonuyla:
"Siz Bay Weyden'in sözlerine bakmayın Bayan." dedi. "Kendisi biraz hırçındır. Öfkesini yenemez. Bakın, belinde gemici bıçağı var. Hep onunla gezer. Biraz yabanidir, insanlara alışkın değildir."
Kederle, iş yapmaktan simsiyah kesilmiş parmaklarıma bakıp kaptana hak verdim. Bayan Brewster, ne diyeceğini bilemeyerek önüne baktı. Bir süre sonra başını kaldırıp:
"İyi ama, beni yanınızdan geçen bir gemiye verebilirsiniz." dedi.
"Buradan ayıbalığı avlayan gemilerden başka bir gemi geçmez ki." dedi Kaptan.
Kadın inlercesine:
"İyi ama benim başka giysim yok ki!" dedi.
"Bunun hiç önemi yok." dedi Kaptan. "Eski giysilerden kendinize bir şeyler uyduruverirsiniz artık."
Bayan Brewster dudak bükerek önüne baktı. Kaptan:
"Yoksa dikiş dikmesini bilmiyor musunuz?" diye sordu. "Herhalde siz de, Bay Van Weyden gibi, kendinize başkalarını hizmet ettiriyordunuz. Geçiminizi nasıl sağladığınızı sorabilir miyim?"
Kadın hiçbir şey söylemedi.
Kaptan açıklamak gereğini duydu:
"Yani demek istiyorum ki, bakın biz ayıbalığı avlıyoruz. Kazancımız bu yüzden. Sizin beslenmenizi sağlayan kim oldu bugüne dek?"
Bayan Brewster gülümseyerek:
"Korkarım ki başkaları..." dedi.
Kaptan gülerek başını salladı:
"Sizin gibi, çalışmadan para kazananları Amerika'da serserilik suçundan hapse atıyorlar." dedi. "Çünkü kendine bakamayan, yeterli para kazanamayan kişi serseridir. Serserilik de suçtur."
"Gerçek mi bu? Bu konuda hiç bilgim yok doğrusu."
"Hayatınızda, kendi çalışmanızla hiç bir dolar kazandınız mı?" Kadın alaycı bir ifadeyle: "Dokuz yaşındayken, beş dakika konuşmadığım için, babam bana bir dolar vermişti." dedi.
"Ya şimdi?"
"Şimdi şöyle böyle yılda bin sekiz yüz dolar kazancım oluyor."
Hiç bu kadar parayı bir arada görmeyen gemiciler hayretle kadına baktılar. Kaptan Larsen, duyduğu hayranlığı gizlemeyerek:
"Maaşınız mı bu, yoksa ücretinizi parça başı mı alıyorsunuz, üretim araçlarınız nelerdir?"
"Kağıt ve mürekkep."
Onun ünlü yazarlardan biri olduğunu anladım. Yavaşça: "Siz Bayan Maud Brewster'siniz değil mi?" diye sordum.
Şaşırarak yüzüme baktı:
"Evet... Ama siz nereden biliyorsunuz benim adımı?" diye sordu."
Küçük bir eleştiri yazısı yazmıştım..."
O da beni tanıdı:
"Tamam. Ben de tanıdım sizi..." diye sözümü kesti.
"Siz Humphrey Van Weyden olacaksınız... Sizinle karşılaşmak beni çok mutlu etti."
Kurt Larsen, yabancısı olduğu bir ortamda bulunmaktan sıkılmıştı. Yenilgisini bastırmak için gülerek:
"Peki peki... Bana aldırmayın siz." dedi. "Sürdürün konuşmanızı. İnanın, bu konuşma beni de duygulandırdı..."
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top