4.Bölüm


Kamaradakiler, kaptanı ellerinden kaçırdıkları için üzgün üzgün söyleniyorlar, birbirlerini suçluyorlardı. Beni farketmesinler diye olduğum yerde büzüldüm. Bir fener yaktılar. İkinci kaptanın orada olmadığını gördüm. Belki de çoktan denize atmışlardı. Kamarot George Leach:

"Bana bir bıçak bulup getirseydiniz, onu elimizden kaçırmazdık." diye bağırdı. "Şimdi o kurt, yaptığımızı fitil fitil burnumuzdan getirir. Neden bir bıçak getirmediniz?"

"Ama o anda bıçağı nereden bulabilirdik ki?"

"Peki, peki... Olan oldu. Kaptan sorarsa uyuduğumuzu, hiçbir şeyden haberimizin olmadığını söyleyeceğiz. Tamam mı?"

O sırada yukardan Latimer:

"Hey aşağıdakiler... Kaptan Hımbıl'ı arıyor. Orada mı?" diye sordu.

"Yok!" dediler.

Ezilip büzülüp:

"Buradayım!" diye bağırdım. "Şimdi geliyorum!"

Hepsi de bana baktılar. Merdivenlerden çıkmaya çalışırken bir el beni yakaladı. Gemici Kelly'nin eliydi bu.

"Seni pis casus seni! Bir yere gitmene izin vermeyecek, burada ezivereceğim şimdi."

Kendimi savunmaya hazırlandım. Kamarot Leach:

"Bırak yakasını, gitsin!" diye bağırdı. "Bize zararı dokunmaz onun."

Kelly ister istemez beni bıraktı. Yukarı çıkarken kamaradakilere baktım:

"Hiçbir şey duymadım ben." dedim. "Bana güvenebilirsiniz."

Sonra da çıkıp kaptanın yanına gittim.

Kurt Larsen, aynanın önüne geçmiş, yaralarını inceliyordu. Sanki beş dakika önce ecel terleri döken, ölümden güç kurtulan o değildi. Gülümseyerek:

"Hoş geldin doktor..." dedi. "Şu yaralarımı bir temizleyiver bakalım. Sonra görüşürüz."

Sesimi çıkarmadan ocakta kaynayan sudan bir parçasını bir tasa boşalttım ve temiz bir bezle yaralarını temizledim. Vücudu çok sağlam ve güçlüydü. İşimi bitirince bir sandalyeye oturdu. Ciddi bir tavırla yüzüme baktı:

"İkinci kaptanımı kaybettim." dedi. "Bundan sonra ikinci kaptan sen olacaksın. Ayda yetmiş beş dolar alacaksın. Kimse de sana Hımbıl diyemeyecek."

"Hayır... Ben ikinci kaptan olmak istemiyorum." dedim.

Sözüme kulak asmadı.

"Size iyi geceler Bay Van Weyden." dedi. "Yarın görüşürüz."

Bana ilk kez "bay" diyordu. Hayretle yüzüne baktım. Bu kesin istek karşısında itiraz edemedim. Kapıya doğru yürürken:

"Size de iyi geceler Kaptan." dedim.

***

İkinci kaptan olduğum için, artık bulaşık yıkamıyordum. Ama gemicilikten anlamadığım için çok acemilik çekiyordum. Yine de elimden geleni yapmaya çalışıyordum. Gemiciler bana yardım ediyorlardı. Kaptan Kurt Larsen de yardımcı oluyor, beni onurlandırmak için, özellikle tayfaların yanında "Bay Van Weyden" diye sesleniyordu. Birisi bana saygısızlık yaptı mı, onu cezalandırıyor, hiç affetmiyordu.

Bir gün tayfalarla birlikte yelkenleri toplamış, tüm işleri tamamlamıştık ki, yanıma kaptan yaklaştı, övgüyle:

"Başarın için seni kutlamak isterim Van Weyden..." dedi. "Artık kendi ayaklarının üstünde durmasını öğrendin. Az kazanç değildir bu."

Ben mutluydum ama gemidekilerin çoğu cehennemde hissediyorlardı. Kamarot kaptanı ne zaman görse homurdanıyor, küfrediyordu. Kaptan nedense buna aldırmıyor, onu vurup öldürmeye kalkmıyordu. Bu arada gemicilerle avcılar arasında da küçük kavgalar çıkıyor, ama çabuk bastırılıyordu.

Aradan günler geçti, kamarot Leach'ın kaptana olan kini söneceğine daha da arttı. Üstüne üstlük yanına bir de Johnson'u da aldı. İkisi işbirliği etmişler, kaptana karşı cephe almışlardı.

Su alacağımız Wainwright Adası'na yaklaşmıştık.

Karaya çıkma hazırlığı içindeyken Kaptan Larsen, Leach'ın yanına yaklaşarak:

"Seni elbet bir gün öldüreceğim." dedi. "Ölümün benim elimden olacağını biliyorsundur değil mi?"

Kaptan aynı tehdidi Johnson'a da savurdu. Onu ölmekten beter edeceğini söyledi. Gemimiz suyu bol bir pınarı olan koya demir attı. Arkada volkanik dağlar vardı. Aşılması olanaksızdı. Bu yüzden kaçmak zordu. Ancak deniz yoluyla kaçılabilirdi. Aynı şeyi Harrison ve Kelly de düşünmüş olacaktı ki, kaçmaya çalıştılar. Kıyıda doldurulan fıçıları gemiye taşırken kayıklarını birden karşıdaki yarımadaya çeviriverdiler.

Onları gören Smoke, tüfeğiyle nişan aldı ve bir vuruşta Kelly'nin elindeki küreği ortasından ikiye böldü. İkinci atışta da küreği büsbütün işe yaramaz hale getirdi. Kaptan Larsen bir kayık göndererek onları gemiye aldırdı. Kaçaklar gemiye gelince hiçbir şey demedi, cezalandırmadı.

O gün öğleden sonra gemimiz hareket etti. Ortalıkta bir ölüm sessizliği vardı. Kimse ağzını açmıyordu. Başüstü güvertesinde Johnson'la Leach'ı üzüntüyle denize bakarken gördüm, yanlarına yaklaştım. Leach bana baktı.

"Sizden bir ricam var Bay Van Weyden." dedi. "San Francisco'ya geri döndüğünüzde Matt McCarhy'i bulmanızı istiyorum. Kendisi babamdır. Tepenin arkasındaki sokakta bir dükkanı vardır. Terzilik yapıyor. Ona, kendilerini üzdüğüm için çok pişman olduğumu, benim için yaptıkları her şey için teşekkür ettiğimi söyleyin."

Onun bu sözleri içime işledi, gözlerim yaşardı:

"Tabii giderim, tabii söylerim Leach." dedim. "Ama merak etme. Babanı birlikte ziyaret edeceğiz. Bu konuda hiç kuşkulanmayın."

Ellerimi tuttu:

"Sözleriniz çok inandırıcı. İnanmak isterim doğrusu." dedi. "Ama kaptanın dediklerini duydunuz. Aklına koyduğunu muhakkak yapar. Bir an önce yapsın da, o da kurtulsun ben de..."

***

Japonya kıyılarına gelince, büyük bir ayıbalığı sürüsü karşımıza çıktı.

Ayıbalığını sadece derisi için avlıyorduk. Eti yenmiyor, yağından yararlanılmıyordu. Derisi kürk yapımında kullanılıyordu. Ayı balıkları zıpkınla avlanıyorlardı. Avcılar ayıbalıklarını avlayıp gemiye getiriyorlar, ben ve birkaç gemici derisini yüzüp, tuzluyor ve ambara atıyorduk. Her taraf kan içindeydi.

Kendimi bir mezbahada hissettim ve midem bulandı.

Ama sonra alıştım ve hiç etkilenmez oldum. Kısa zamanda içime bir güven duygusu yerleşmişti. Kendime güveniyor, üstüme düşen görevi en iyi biçimde yapmaya çalışıyordum. Bu duyguyla gemiciliği yavaş yavaş öğrenmeye başladım. Artık dümen tutmak, yelken dizmek, direğe çıkarak çevreyi gözetlemek bana çok kolay geliyordu. Bir bakışta, geminin hangi yöne gittiğini, rüzgarın nereden geldiğini de anlayabilirdim.

Güneşli bir gündü. Avcılar ve diğer gemiciler ayıbalıklarının peşinden kayıklarıyla iyice uzaklaşmışlardı.

Gemide ben, Kaptan Larsen ve aşçıbaşı Mugridge'den başka kimse yoktu. Kaptan telaşla ufuklara bakmaya başladı. Kaygılıydı. Merakla yanına yaklaştım. Daha ben sormadan:

"Barometre durmadan düşüyor. Eğer böyle giderse bizimkiler Hayalet'i göremezler bir daha!" dedi.

Öğleye doğru da rüzgar durdu, denizin üstü cam gibi oldu. Hava çok boğucuydu. Californiyalılar böyle havalara "deprem havası" derlerdi. Doğuda iri bulutlar belirmeye başlayınca Kaptan, doğu ufkunu inceleyerek bana:

"Hadi direğe çık da üst yelkenlere boşluk ver." dedi.

Dediğini hemen yerine getirdim. Aşağıya inince ayaküstü bir şeyler yedik. Bulutlar gittikçe kararıyorlardı. Denizdeki on sekiz adam ne durumdaydı acaba. Kaptan Larsen mutfağa giderek aşçıbaşını yardıma çağırdı. Sıcak dayanılmazlaştı. Doğudan hafif bir esinti geldi. Kaptan:

"Aşçıbaşı!" diye bağırdı. "Şu palangayı çabuk boşalt. Vereceğim emirlere uymazsan senin için çok fena olur!"

Sonra dümene doğru gitti:

"Bizimkilerin çoğunun güneyde olduğunu sanıyorum. "dedi. "Rüzgarı yandan alarak oraya gidelim. Belki birkaçını kurtarabiliriz."

Ben yelkenlilerin yanına gittim, aşçıbaşı baş tarafa gitti. Rüzgar gittikçe artıyordu. Yelkenler rüzgarla doldu ve gemimiz Hayalet güneye doğru hızla yol almaya başladı. Rüzgar daha da artınca kaptanın emrini beklemeden yelken küçülttüm. Kaptan yaptığım işten memnun kalmıştı. Beni yanına çağırdı:

"Dürbününü alarak direğe tırman da bir bak bakalım. Çevrende kayık var mı hiç?" dedi.

Kaptanın emrini derhal yerine getirdim. Ama ne yazık ki hiçbir kayık göremedim. Rüzgar gittikçe hızını arttırıyor, deniz beyaz köpüklerle doluyordu. Çalkantılı denizde bir saat kadar gittik. Uzaklarda bir yerde bir siyah nokta gözüme çarptı. Bu noktayı kaptan da görmüş olacak ki, dümeni o tarafa yöneltti. Siyah nokta gittikçe büyüyordu. Kurt Larsen dümeni sıkıca kavrarken:

"Bundan sonra olabileceklere dikkat et Bay Van Weyden." diye beni uyardı. "Umudunuzu kaybetmeyin, işinizi bırakmayın. Yoksa felaketten kurtulamayız."

Sandala iyice yaklaşmıştık. Deniz iyice kabarmıştı. Sandalın içinde üç kişi vardı. İri bir dalga üstümüze doğru gelmeye başladı. Derin bir nefes alarak dalgayı karşılamaya hazırlandım. Tüm çabalarıma karşın dalganın beni sürüklemesine engel olamadım.

Hemen yelkenlerin kopan halatlarını tutup asılarak, rüzgarla dolmalarını sağladım. Fırtınanın etkisiyle birkaçı yırtılıp parçalandı. Ama bereket versin ki, direkler parçalanmadı. Kurt Larsen'in de yardımıyla işimi tamamladım ve sandaldakilere çengelli bir halat attım. Onlar da onu sandallarına takarak güverteye çıkmayı başardılar. Bir dalga sandalı kaldırınca da tekneyi güverteye çektiler. Tayfalarımız bir kazaya uğramadan kurtulmuşlardı.

Kaptan, durumlarına baktıktan sonra emirler yağdırmaya başladı. Gemimiz az zamanda batmaktan kurtulmuştu. Yarım saat sonra alabora olmuş bir kayık göründü. Jock Horner, Louis, Johnson adlı gemiciler kayığa tutunmuş, yanlarına gelmemizi bekliyorlardı. Onları da kurtardık.

Karanlık iyice artmıştı. Güneş batmış olamazdı. Herhalde bulutlar güneşi örttüğü için ortalık karanlık görünüyordu. Aşçıbaşı ne yapacağını şaşırmış, oradan oraya sürüklenip duruyordu. Bir de baktım ki, mutfağı dalgalar alıp götürmüş. Sonra gerçekten akşam oldu. Bir şeyler atıştırdık. Işıkları yakarak yavaş yavaş ilerlemeye başladık. Bu arada Kerfoot'un fırtınada ezilen parmağını kesip yarasını sardık. Başka zaman olsa kan görmeye dayanamazdım. Ama şimdi bunlar bana çocuk oyuncağı gibi geliyordu.

Aşçıbaşı göğsünün ağrıdığından söz etti. Muayene edince kaburgalarının birkaçının kırıldığını gördük. Karanlıkta bir şey yapamayacağımız için, o işi yarına bırakıp kamaralarımıza girdik. Kaptan Larsen, yorgun bir tavırla bize baktı ve güvertede yapacak bir kalmadığını, yatabileceğimizi söyledi.

Uyuyamam sanıyordum. Ama başımı yastığa koyar koymaz dalıverdim.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top