BAŞLADI VE BİTTİ
" Beyaz bulutlu geceyi hatırlıyor musun sevgilim?
Neredeyse ellerimiz göğe değecekti
Sonsuz manzarayı izlerken gözlerimiz
Belki yan yana değildi bedenlerimiz
Ama nefesini hissediyordum sevgilim.
Ah o okyanus gözlerin
Biliyorum beni deryasında boğacak kadar derin
Biraz daha baksam sanki düşeceğim
Ayaklarımı yerden kesiyordun sevgilim
Kaçıp kovalayan çılgın aşıklar gibiydik
Kovalayan sendin, kaçan ben
Kaçmaya ise yoktu mecalim
Öylece sana teslim olmayı bekledim
Anımsar mısın sevgilim?
O gece beni kalbine almak istedin
Doğrusu bu beni korkuttu
Bu bilinmezlik çok derin
Ama biliyorum sevgilim
İçinde, bir yerlerde
Beni saklayacak gizli bir köşe
İşte orası benim yerim
Bir gün özleyip ararsan
Bil ki seni hep orada bekleceğim
Üstümden bir aşk geçmiş olacak"
" Bir milyon defa da okusan bir şey değişmeyecek Joseph. Bu yalnızca bir aşk şiiri." dedi yazı masasının önünde, ayakta dikilmekte olan adam. Kağıdı masanın üstündeki daktiloda bulalı bir saati geçiyordu fakat arkadaşı Joseph bu şiiri irdelemekten vazgeçmiyordu.
" Oh Daniel, bunu ben de görebiliyorum. Ama neden yalnızca burada takılıp kalıyorsun. Bu şiir bir adamın ortadan kaybolmadan önce geriye bıraktığı tek şey. Sence de bir anlamı olması gerekmiyor mu?"
Zihninde dönen soruların birkaçını arkadaşına yöneltmekten çekinmiyordu Joseph. Hem belki kendinin yanıt bulamadığı bu bilinmezliklere arkadaşı bir ışık tutabilirdi.
" Dostum bu kadar sorgulamak filozofların işidir. Neden artık uyumuyorsun. Yoksa bir teneke yağı tüketene kadar düşünmeyi mi planlıyorsun?"
' Bazen senin bir aptal olduğunu düşünmeden edemiyorum.' diye geçirdi içinden Joseph. Fakat bunu yüzüne söylemedi. Bir kez daha güzellikle, kastetmek istediği şeyi açıkladı.
" Sen daha önce Bay Bishop'un şiir yazdığını gördün veya duydun mu? Kalemi eline aldığında yazdığı tek şey makaleleriydi."
" Ne var bunda? Birden delicesine aşık olmuş olamaz mı? Kim kalbine söz geçirebilmiş?"
" Anlamıyorsun dostum, anlamıyorsun." dedi kısık ama sitemkâr sesiyle. Sanki Daniel'ın beyninin yerine bir patates konulmuştu da göstermek istediği her şeyi görmezden geliyordu.
" Kasabanın bütün kızları kapısını aşındırmışken, kimseye yüz vermemesinin sebebi neydi o zaman? Bu adamın aşık olduğu tek şey mesleği Daniel, fazlası değil."
" Bay Bishop gerçekten çok efendi bir delikanlıydı, kabul ama onu bulmak bizim işimiz değil Joseph. Ben evime dönüp uyuyacağım, tavsiyem senin de aynısını yapman yönünde. Yarın etrafı kontrol eden ekibe yardım ederiz ve şansımız varsa onu buluruz."
Joseph yalnızca onaylarcasına başını salladı, sonrasında evi terkeden Daniel'ın kapıyı kapatmasıyla kağıdı yeniden eline aldı. Bu mısraların bir gizemi var mıydı yoksa gerçekten de bir aşk şiirinden mi ibaretti?
" Ah, zavallı Bay Bishop!" diye düşündü. " Kim bilir şimdi neredesin?".
Bay Bishop: kasabanın gözde yakışıklısı, herkesin samimi dostu, gerçeği yazmaktan çekinmeyen, haber ve makalelerin kalem tutanı... Beş yıla yakın bir süre önce, henüz bıyıkları yeni terlemişken gelmişti bu kasabaya. Bir yabancı olmasına rağmen öyle yardımsever, öyle içtendi ki kısa sürede herkes tarafından sevilmekte gecikmemişti. İlk başlarda kimse bu gencin ne iş yaptığını anlayamamıştı. Sabah erken saatte trene binerek kente iniyor, akşam vardiyasıyla geri dönüyordu. Kasabada olduğu her an ise durmadan insanların iyiliği için hizmet ediyordu.
Bay Bishop'un kasabadaki ilk kışıydı. Hava iyice soğumuş, yoğun kar yağışı gücünü gösteriyordu. Kasabalıların sık kullandıkları köyün merkezinde yer alan eksi köprü de bu fırtınadan nasibini almış ve büyük bir gürültüyle yıkılmıştı. Bir can kaybı yaşanmasa da yaralananlar olmuştu. Onlar için bu kadar önemli bir köprünün yeniden inşa edilirken daha sağlam yapılması gerektiğini düşünmüşlerdi. Bu yüzden bir mektup yazarak gerekli kişilere durum hakkında rapor vermişler, yardım istediklerini yazmışlardı. Bir süre, en azından bir cevap gelmesini beklemişlerdi ama tek karşılaştıkları şey sessizlik olmuştu.
Ümidi kestikleri ve işleri aksatmamak için kendi güçleriyle bir köprü yaptırmayı düşündükleri sabahlardan birinde, gazetede yıldız misali parlayan bir manşetle karşılaşmışlardı. Hızla haberin devamını okuduklarında bu haberin onların köprüsüyle ilgili olduğunu anlamışlardı. Haberin üstünden çok geçmeden en iyi malzemeler getirttirilerek en kısa sürede bir köprü inşa ettirilmişti. Sonradan anlaşılmıştı ki bu haberi yazan Kenneth'di. Gazeteciliğini konuşturarak kasabalının sesini duyurmuştu. Bunun üstüne herkesin ona olan sevgisi katlanmış, bir de saygınlık kazanmıştı. O günden sonra Kenneth gitmiş, yerine Bay Bishop gelmişti.
Bay Bishop'un namı kasabada kalmamış, uzak veya yakın çevredeki bütün topraklara yayılmıştı. Artık kente inip direkt daktilosunun başına geçmiyordu. Tek tek kasabaları, kentleri gezerek halkın sorunlarını kaleme alıyor ve onlara yardım etmeye çalışıyordu. Yüzünü görmemiş olanlar bile onun adını mutlaka duymuş oluyordu. Onu en çok üne kavuşturan haber ise şüphesiz Barones Margaret Collins'in cinayetinin örtbas olmaması için yaptığı haberdi. Şu manşetle kaleme almıştı bu vahşeti : Soylular Dehşet Saçtı. Çünkü bu cinayetin faili Kont Brain Carter ve adamlarıydı. Suçları ortayı çıkınca kaçmayı başarmış ve o günden bugüne yakalanamamışlardı. Şimdi kasabadaki herkes Bay Bishop'un kaybolmasının ardında onun olabileceğini konuşuyordu.
Bay Bishop kayıptı, evet. Onu en son, dün gece fırıncı James'in dükkanını kapatmaya yardım ederken görmüşlerdi. Sonrasında evine gitmişti fakat sabah olduğunda o evden çıktığını kimse görememişti. Başka bir insan olsa uzun süre etrafta görünmeyişi normal karşılanabilirdi. Ama söz konusu kişi Bay Bishop ise çoktan sokaklara karışıp insanlara yardım ediyor olması gerekirdi.
Bu görünmeyiş insanların yüreklerine büyük bir kuşku düşürdüğünde birkaç kişi toplanarak evinin önüne gelmişti. Niyetleri belliydi. Önce kapıyı uzun süre tıklattılar ancak bir sonuç alamadılar. Ardından kapıyı zorla açarak içeri girdiler. Kötü bir manzarayla karşılaşmaktan delicesine korkuyorlardı. Ne mutlu ki umdukları olmadı. Etraf son derece düzenliydi. Kavgaya dair hiçbir iz yoktu. Evde de kimse yoktu. Bu düzenin beraberinde getirdiği hiçlik onun uzaklaşmış, yola çıkmış olabileceğini düşündürüyordu. Haber vermeden gitmesi onları üzse de en azından iyi olmalıydı. Çünkü akıllarına başka bir ihtimal gelmiyordu.
O sırada eve gelmiş kasabalılardan biri olan -ayrıca Bay Bishop'tan hoşlanan- Linda Baker, onun çalışma masasının üstünde henüz başındayken söndürülmüş bir sigara olduğunu fark etti. Bunu diğerlerine söylediklerinde onu dikkate almamışlardı ancak daktilodan çıkarılmadan bırakılmış kağıt da üstüne eklenince bir şeylerin ters gittiğinin farkına varmışlardı. Masadaki her şey yarım bırakılmış gibiydi. Bir not olabilmesi ihtimaline karşın daktilodaki kağıda baktıklarında onun yalnızca bir şiir olduğunu görmüşlerdi. Linda bu şiiri alıp kendine saklamak istediyse de şiirde geçen okyanus gözleri gördükten sonra hışımla evi terk etmişti. Aptal adam onun gözlerinin yeşil olduğunun farkında değil miydi?
Masadaki yarım bırakılan işleri gördüklerinde, onun başına bir iş gelmiş olduğununa kesinlikle emin oldular. Hepsinin aklından kaçırılmış olduğu ihtimali geçiyordu. Biri, herkesin dostu bu iyi niyetli adam Bay Bishop'u kaçırmıştı. Kim bilir ona neler yapmak istiyordu? Daha fazla beklemediler ve evden hızla ayrıldılar. Meydana indiklerinde dehşetle bağırıyorlardı.
" Bay Bishop kaçırıldı! Herkes duysun Bay Bishop kaçırıldı!"
Yayılmakta gecikmeyen kötü haber, çok geçmeden herkesin kulağına gitmişti. Hepsi büyük bir şaşkınlık ve beraberinde üzüntü hissediyordu. Bu adam öyle bir adamdı ki, iyiliğinin dokunmadığı hiçbir köşe yoktu. İnsanların sorunlarını kaleme almak bir yana, tarlalarda çalışıyor, yük taşımaya yardım ediyor, gençlerle türlü şekilde vakit geçirerek onları da kendi gibi güzel huylu delikanlılar olma yolunda eğitmeye çalışıyordu. İşte o delikanlılardan biri olan Joseph, karanlık çökmeye başlamışken büyükannesine yemek götürdükten sonra henüz geri dönüyordu ki meydandaki başını alıp giden dedikoduyu istemsizce kulaklarına misafir etmişti.
" Duydunuz mu Bay Bishop kaçırılmış."
" Kesin çoktan öldürülmüştür. Ah zavallı adam!"
" Bunu yapan o züppe Konttan başkası değildir."
" Peki ya şimdi ne olacak?"
Her kafadan ayrı bir ses çıkıyordu ve etrafa uğultu halinde yayılıyordu. Joseph'in anladığı bir şey varsa o da Bay Bishop'un başına kötü şeyler geldiğiydi. Her ne kadar neredeyse aynı yaşta olsalar da Bay Bishop onun için tıpkı bir 'abi' gibiydi. Falezli tepede satranç oynarken yaptıkları sohbetin tadını hiçbir şey veremezdi. Ne olursa olsun bu adama yardım etmeliydi. Ancak onu için önce olayın aslını öğrenmeliydi. Bunun için adımlarını evi buraya çok yakın olan Daniel'ın evine çevirdi. O gerçeği öğrenmiş olmalıydı.
Beş dakikayı aşmayan bir sürenin ardından eve vardığında kapıyı çalıp annesinden Daniel'ı çağırmasını rica etti. Hızla kapıya gelen genci dışarı çekip ne olup bittiğini ondan düzgünce öğrendi. Haberler ne yazık ki doğruydu. Bir şeyler yapması gerekiyordu, o da aramalıydı. Ancak arama ekibi yola çıkalı uzun bir süre oluyordu, yakında geri dönerlerdi. O aramasını başka bir yerde yapmalıydı, Bay Bishop'un evinde.
" Gidiyoruz!" diyerek Daniel'ı peşine taktı ve ezbere bildiği yolları bir atın süratiyle geçti. İşte evin önündeydiler. Kapı açıktı, içeriden gaz lambasının hafif ışığı görülüyordu. İçeriye girdiklerinde önce lambayı aldılar ve evi dolaşmaya başladılar. Gecenin sunmuş olduğu karanlık işlerine hiç de yardımcı olmuyordu. Nihayet diğer kasabalılar gibi onlar da yazı masasını ve üstündeki kağıdı bulmuşlardı. Kağıdı daktilodan dikkatlice çekip alan Joseph, o saatten beri elinden hiç bırakmamıştı.
" Beyaz bulutlar, onları gece gökyüzünde böylesine görebilmek mümkün mü?" diye düşündü. " Ya onlara dokunabilecek kadar yakın olmak... Bay Bishop kim bilir ne anlatmak istediniz? Keşke biraz daha açık olsaydınız."
İlk başlarda oldukça emin olduğu, bu şiirin bir not olduğu fikri, yavaş yavaş şüphelere bulanıyordu. Ya o yanılıyorsa? Belki de şiirde bahsettiği kadındı bütün her şeyi bilen. Ama kasabada mavi gözlü onlarca genç kız olmasının yanı sıra Bay Bishop hiçbirine göz ucuyla bile bakmamıştı?
" Siz zeki bir adamsınız Bay Bishop. Bir şeyler bırakmış olmalısınız."
Öyle çok istiyordu ki onu bulabilmeyi. Olmayan abisi, kardeşi gibiydi. Onu bir daha görememeyi kabul etmek istemiyordu. Elinden gelen her türlü yardımı yapmaya hazırdı. Bu yüzden düşünmeye devam etti. Düşündü, düşündü, düşündü. Ta ki gözlerini uyku ele geçirip minik uyuklamalara sebep olana kadar. Sonrasında oturduğu Bay Bishop'un sandalyesinden kalkmadan başını önündeki yazı masasına, mektubun üstüne bıraktı. Henüz tam manasıyla kendinden geçmeden önce mektuptan gelen çiçek kokusu burnuna doldu. Bu koku oldukça tanıdıktı ama ne olduğunu anımsayamamıştı.
Uyku onu gerçeklikten çekip sıyırıp rüyanın kucağına bıraktığında bulutları yakından görebildiği, yüksek bir yerdeydi. Nerede olduğunu bir an anlayamamıştı. Tanımak için çevresini incelerken gözleri birden Bay Bishop'u buluvermişti. Her şeyin bir düş olduğunun farkına varmadığından son derece şaşırmıştı.
" Bay Bishop, siz de nereden çıktınız? Sabahtan beri sizi arıyoruz."
" Boşver bunları Joseph. Haydi gel!" diyerek onu yanına çağırdı Bay Bishop. " Gel de seninle satranç oynayalım."
Başını çevirip onu çağırdığı yeri gördüğünde buranın Falezli tepe olduğunu anlamıştı. Hızla yanına varıp beyaz taşlarının önüne oturmuştu. Ne zaman oynasalar Bay Bishop önceliği hep ona veriyordu. Önündeki piyonlardan birini iki kare ilerletti. Aklındaki sorulardan birini ona yöneltmek istiyordu. Nasılsınız, size ne oldu demeyecekti.
" Şiirde bir şeyler gizli miydi yoksa normal bir şiir miydi?" diye sordu. Bay Bishop önce onu duymamış gibi kendi taşını oynattı. Ardından " Bunu söyleyemem ama sen anlayabilirsin." diye ekledi.
Joseph bu cevaptan tatmin olmamıştı. Her iki anlama da gelebilir bir cümleydi. Ama Bay Bishop sanki cevabı çok yeterliymiş gibi oyuna devam edince bir itirazda bulunamamıştı.
Aradan geçen dakikalar boyunca bir çok hamle olmuş, oyun ilerlemişti. Joseph'a göre berabere sayılırlardı. Kalesini sağa doğru çektiğinde yapacağı bir sonraki hamle içim heyecanlı hissediyordu. Eğer gizli hareket edebilirse veziri alması çok kolay olacaktı. Hamle sırası Bay Bishop'a geldiğinde hiç tereddüt etmeden oynamış ve dudaklarından o son cümle çıkmıştı.
" Şah ve mat." dedi Bay Bishop. Joseph'ı o farkına varmadan köşeye sıkıştırmış ve işini bitirmişti. Oysa Joseph birkaç hamleye kadar oyunun kendi lehine sonuçlanacağını sanıyordu. Bay Bishop taşları toplayıp yeniden dizdi ve gözlerini Joseph'a çevirdi.
" Her şeyin farkındayım Joseph. Sen de gözünü dört açmalısın. Görüyorsun ya her zaman saklı olan bir şeyler oluyor. Önemli olan yalnızca görebilmek."
" Yalnızca görebilmek" diye kendi kendine tekrar etti. Ardından etraf silikleşti. Önce bulutlar, sonra ağaçlar ve diğer her şey yok olurken, Joseph rüyadan kopup gerçeğe dönebilmişti.
Gözleri uyku mahmurluğundan sıyrılıp büyük bir şaşkınlıkla açıldı. Neden her şey bir rüya olmak zorundaydı? Tam onu bulduğunu sanmışken ellerinden kayıp gitmişti. Ağzından düzgün bir ipucu bile alamamıştı. 'önemli olan yalnızca görebilmek' demişti Bay Bishop, neyi görmesi gerektiğini söylememişti.
Ümitsizlik içinde başını yeniden masaya yasladığında kağıttan gelen çiçek kokusunu bir kez daha duyumsamıştı. İlkinde hatırlayamasa da, belki de gördüğü rüyanın etkisindendir, şimdi çok net bir şekilde zihninde canlandırabilmişti. Bu Falezli tepedeki kır çiçeklerinin kokusuydu. Her dönüşlerinde Bay Bishop mutlaka bir demet toplar ve evine getirirdi. Yattığı yerden başını yan döndürüp masanın üzerine baktığında küçük bir vazoda durmakta olan çiçekleri görmüştü. Yalnız çiçeklerden birkaçının taç yaprakları koparılmış, geriye sadece sapları kalmıştı.
Bu sefer başını kaldırdı ve masanın üzerine öyle baktı. Kül tablasındaki küllerin altında birkaç ezilmiş taç yaprağı vardı. Demek ki Bay Bishop bunu bilerek yapmıştı. Fakat amacı ne olabilirdi? Bugün onlarca kez yapmış olduğu gibi şiiri tekrar eline aldı.
" Beyaz bulutlu geceyi hatırlıyor musun sevgilim
Neredeyse ellerimiz göğe değecekti" diyordu mısralar. Biraz düşününce Falezli tepenin de bulutlara çok yakın olduğu söylenebilirdi. Üstelik de kağıttaki çiçek kokusu da oraya aitti. O halde Bay Bishop kesinlikle Falezli Tepede bir yerlerde olmalıydı.
Telaşla yerinden kalktı. Hemen oraya varıp onu bulması gerekiyordu. Fakat kapıya geldiğinde havanın ne kadar kararmış olduğunun farkına vardı. Bu saatte oraya giderse onu bulmak bir yana kendini de kaybedebilirdi. Adımlarını istemsizce kendi evine yönlendirdi. Kapıyı açan annesine kısa bir açıklama yaptıktan sonra odasına vardı ve kendini üstünü değişmeden yatağının üzerine bıraktı.
Güneş ışıkları yeni yeni yeryüzünü aydınlatırken gözlerini aralayıp huzursuz uykusundan uyandı. Kapının önüne geldiğinde annesine, bugün büyükannesine yemek getirmek için geç kalabileceğini söyledi. Annesi de onun arama ekibine katılacağını düşünüp oğlunu yolcu etti. Evden ayrılan Joseph, önce Daniel'ı da yanına almayı düşündüyse de, sürekli saçmaladığını söyleyeceğini düşünüp bundan vazgeçti. Eğer ekibe fikrini sunsa zaten orayı aradıklarını söyleyip geçiştirirlerdi. En iyisi kendi başına gitmekti. Ve böylece yanına bir tek umudunu alarak yola çıktı.
Güneş en tepeye yükselmiş ve öğle sıcağı hissedilir hale gelmişti. Joseph'ın alnında boncuk boncuk terler birikmişti ama yine de tepeye varmayı başarmıştı. Şimdi arama yapabilmek için yeterli vakti vardı. Öncelikle kendine bir plan çizdi. Sağ taraftaki ve sol taraftaki ağaçlık alanlar, çalılıklar... Hatta çamurlaşmış toprağın içi bile olabilirdi. En ince ayrıntısına kadar hepsini incelemesi gerekiyordu.
Durmadan bakındı, arandı durdu ama tek bulabildiği rengarenk kuşlar ve birkaç sincap oldu. Hiçbir ipucu bulamamıştı. Hava kararıyordu ve daha fazla vakti yoktu, daha eve dönüp büyükannesine yemek götürmesi gerekiyordu. Derin bir nefes alarak tepeyi arkasında bıraktı ve dönüş yolunu tuttu. Büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı.
Ne kadar arama hevesini kaybetmiş olsa da içinden mısraları geçirmeden edemiyordu. Yine aklına bir ihtimal gelmişti ancak bunun doğruluğundan ve yine saçmalayıp saçmalamadığından emin olamıyordu.
" Bu bilinmezlik çok derin." diyordu Bay Bishop. Belki Falezli Tepede değildi ama oraya giden yolda bir kuyu buluyordu ve oldukça derin bir kuyuydu. Boş olmasada içinde çok su olduğu söylenemezdi. Suyu içilecek gibi değildi ama sıcak günlerde buradan su çekip kendilerini serinletebiliyorlardı. Burayı kastetmiş olma ihtimali az da olsa vardı.
Adımlarını hızlandırıp fazla ileride olmayan kuyunun yanına vardı. Başını eğip dikkatlice içine baktı ama kuyunun dibi oldukça karanlıktı, hiçbir şey seçilmiyordu.
" Bay Bishop! Bay Bishop beni duyabiliyor musunuz? Orada mısınız?"
Bu bağırışlara gelen tek yanıt sessizlikti. Kuyudan çıt çıkmıyordu. Bu durum onu sinirlendirdi. Orta boy bir taşı yerden kaptığı gibi kuyunun içine gönderdi. Derinden bir su sesi gelmişti ama fazlası yoktu.
Bu sefer kesinkes geri döndü. Yanına almış olduğu umutları onu birer birer terk etmişti. Kendini zeki sanmıştı. Buna gerçekten inanmıştı. Şimdi görüyordu ki sadece kendini çok iyi kandırmış bir aptaldı.
O vakitten sonra daha fazla oyalanmandan eve gelmiş, asık suratıyla birlikte yemekleri götürmüş, sonrasında ise bezgince yatağına uzanmıştı. Dün bu yatakta uzanırken o kadar heyecanlıyken şimdi sadece üzgün hissediyordu. Tek başına başaracağını sanmıştı ama yanılmıştı. Yine de onu bulmaktan pes etmiş değildi. Yalnızca artık kendi başına değil ekiple hareket edecekti. Gözlerini yumup uykunun kollarına sığındı. Güne güzel haberlerle başlamak isterdi fakat dünden bir farkı yoktu. Yatağını terk etti ve kıyafetlerini değişti. Annesiyle beraber bir şeyler atıştırarak onunla biraz sohbet etti. Söylediğine göre her gün kasabadan birkaç kişi toplanıp etrafı aramaya devam ediyorlarmış. Şimdilik kayıp ilanında bulunmamışlar çünkü onu kısa süre içinde bulmayı umuyorlarmış. Gerekli bilgileri öğrenen Joseph evden ayrıldı ve meydana doğru yol aldı.
Kalabalık meydandan geçip Daniel'ın evine varmak üzereyken ekibin yanından geçmişti. İstemeden de olsa konuştuklarına kulak misafiri olmuştu.
" Bugün ne tarafa bakılacak?"
" Önce kuzeydeki sahil incelenecek. Akşam oradan sesler geldiğini duymuşlar. Bunlar hayvan sesleri de olabilir tabii."
" Peki mağaralar? Onlara da bakılacak mı?"
Gerisini duymadı, duyduysa da anlamadı. Çünkü konuşma içerisindeki bir sözcük kafasındaki dişlileri harekete geçirmişti. Mağara, demişti adamlardan biri. Birden aklında küçük bir sahne canlandı.
Bay Bishop ile yine Falezli Tepede satranç oynuyorlardı. Oyun sırasında da öteden beriden sohbet ediyorlardı. Bay Bishop okumayı seven ve her türlü bilgiye aç bir insandı ve öğrendiği bilgileri de çevresine yaymayı seviyordu. O gün de Joseph'a kayaçların içinde gizli mağaralar olabildiğini söylemişti. Hatta eğer bir gün karşıdaki tepeye geçerse bu tarafı dikkatle inceleyeceğini ve bir tanesini bulmaya çalışacağını söylemişti. Bu konu hakkında daha sonra bir konuşma yapmamışlardı ancak belki de Bay Bishop araştırmış ve gizli bir mağara bulabilmişti.
" İçinde, bir yerlerde / Beni saklayacak gizli bir köşe" diyordu Bay Bishop. Eğer bahsedilen yer Falezli Tepe ise bu gizli köşe de orada olmalıydı. Ve Joseph'ı dün yalnız bırakan ümidi, bu düşüncenin ardından onu kolundan tutup ayağa kaldırmaya çalışıyordu.
Joseph hemen bir dükkana uğradı ve bulabildiği en kalın, en sağlam, en uzun halatı satın aldı. Ardından dün olduğu gibi tekrar Falezli tepeye çıktı. Az sonra yapacağı şeyden oldukça korkuyordu ama başka fikri de kalmamıştı. Son bir umutla tutunduğu bu ihtimalden onu vazgeçirmeye korkusunun gücü yetmiyordu.
Etrafı düzgünce inceledikten sonra uçuruma en yakın ve en kalın ağaca elindeki halatın bir ucunu güzel ve sıkıca bağlayıp düğümledi. Daha önce de odasında yangın çıktığında kendini çarşafla aşağı sarkıtmıştı ve bundan güç almaya çalışıyordu. Oysa biri evin ikinci katıydı öteki ise yerden onlarca, belki de yüzlerce metre yükseklikteydi.
Ne kadar düşünürse o kadar çok tereddüt ettiğinden daha fazla oyalanmadan, halatı kol ve bacaklarından da geçirerek belinde sıkı bir düğümle birleştirdi. Uçurumun sonuna kadar gittiğinde vücudu titriyordu. Acaba kendini sarkıttıktan sonra geri çıkabilecek miydi? Sırtını boşluğa döndü ve ayağını aşağı doğru uzattı. Onu oturtabileceği bir çıkıntı bulmuştu. Derin bir nefes verdi. Bu durum onu oldukça rahatlatmıştı. Sonrasında da ayaklarını ufak ufak hareket ettirerek aşağı inmeye başladı. Oldukça dikkatli ilerliyordu.
Yaklaşık sekiz - on metre kadar aşağı inmişti ki ayağını koyacak bir çıkıntı bulamadı, ayağı boşlukta kalmıştı. Fark etti ki burada büyük bir boşluk vardı. İşte aradığı minik mağara burası olabilirdi. Dışarıda kalan bir düzlüğü yoktu, tamamen kayaçların içinde kalmıştı. Ellerini indirebileceğini en alt seviyeye kadar getirip kendini içeri doğru sallandırmaya başladı. Beş kere sallandıktan sonra gözlerini yumup ellerini bıraktı. Az sonra ayakları bir yüzeye temas etmişti. Buna öyle heyecanlanmıştı ki buraya neden geldiğini bile unutmuştu. Ta ki birdenbire arkasında duyduğu gürültüyle dengesi bozulana kadar. Zaten girişinde durduğu mağaradan ani bir refleksle dışarı doğru savrulmuş, ayağı kayınca da düşeceğini sanmıştı ama varlığını unuttuğu halat onu sımsıkı tutmuştu.
Kendini düzeltip içeri doğru baktı. Güneş ışıkları orta kısmı aydınlatıyordu fakat orada kimse yoktu. Bir ses duyduğuna emindi. Eğer onu göremiyorsa, ışığın uğramadığı yan taraflarda olabilirdi. Önce belindeki ipi çözüp girişteki dikitlerden birine bağladı. Sessizce ayaklarını harekete geçirdi. Sağ tarafa dönmüş ve biraz ilerlemişti ki bacağında bir soğukluk hissetmişti ve ardından da o cılız ama tehditkar sesi duymuştu.
" Kimsin sen?"
Konuşan kişi her ne kadar sesini güçlü çıkarmaya çalışsa da başaramamış, kısık bir sesle güç bela konuşabilmişti. Joseph bu sesten onun kim olduğunu anlayamıyordu. Ama anladığı bir şey varsa o da bacağına temas eden şeyin bir bıçak olduğuydu.
" Bu siz misiniz Bay Bishop?"
" Kimsin sen?" diye yineledi sorusunu sesin sahibi.
" Ben Joseph, Joseph Brown. Siz Bay Bishop musunuz? Onu uzun süredir arıyoruz lütfen o olun."
Joseph bir cevap alamamıştı ancak az sonra kulağına ağlayış sesleri dolmuştu. Bacağındaki bıçak geri çekildiği için hemen arkasını döndü ve gözleri köşeye yaslanmış, oldukça solgun duran ve hıçkıra hıçkıra ağlayan Bay Bishop'u buldu. Hemen yanına varıp sevinçle ona sarıldı.
" Şükürler olsun, sonunda. Şükürler olsun, bu gerçekten sizsiniz. Sonunda sizi bulabildim."
Ancak bu sevinçli sarılma, Bay Bishop'un ahlamalarıyla çabucak son buldu. Joseph hemen kendini geri çekti. Acaba yaralanmış mıydı?
" Neyiniz var? İyi misiniz? "
" Kolum acıyor " diyebildi yalnızca Bay Bishop. Joseph onu yerinden kaldırmadan ışık vuran alana doğru sürüklediğinde gömleğinin sağ tarafının kıpkırmızı olduğunu gördü. Kolu kana bulanmıştı.
O an günlerdir merak ettiği bütün sorular aklından uçmuştu. Bir an önce Bay Bishop'u köye yetiştirmekten başka bir şey düşünemiyordu.
" Bir an önce buradan çıkmalısınız Bay Bishop. Size yardım edeceğim, sizi sırtımda çıkarırım."
" Delirdin mi sen? Beni taşıyamazsın. Dengeni bozarım."
Haklıydı. Ağırlığı bir yana, bir çocuk bile olsa buradan sırtında yükle çıkmak son derece tehlikeli olurdu.
" O zaman lütfen biraz daha dayanın. Ben kasabaya dönüp yanıma bir kaç kişi ve bir halat daha alacağım. Sizi yukarı çekeriz. Olur mu?"
Bay Bishop başını salladı ama olur demedi. Demesine de gerek yoktu çünkü gözlerindeki parıltıdan mutluluğu belli oluyordu. Eğer bir üç gün daha burada beklemesi gerekse yine beklerdi. Çünkü sonunda birileri onun yerini bulmuştu.
Dikite bağlamış olduğu ipi tekrar beline geçiren Joseph, mağaranın kenarındaki çıkıntılara ellerini ve ayaklarını yerleştirip tırmanmaya başladı. Hem hızlı hem de dikkatli bir şekilde ilerliyordu. İçinde adeta pınarlardan taşan bir cesaret vardı, korkmuyordu. Nihayet tepeye vardığında yine hızını hiç kesmeden yola koyuldu.
Dakikalar sonra nefes nefese bir halde kasabaya vardığında var gücüyle bağırdı.
" Bay Bishop'u buldum. Sonunda onu buldum. Herkes duysun Bay Bishop bulundu."
Meydandaki herkes duyduklarıyla saniyeler içinde Joseph'ın etrafına toplanmıştı. Hepsi neyin nasıl olduğunu öğrenmek için sorular sorarken Yaşlı David onları susturmuş ve derin derin nefes almakta olan Joseph'ı etraftaki dükkanlardan birinin önündeki sandalyeye oturtmuştu.
" Onu nerede buldun Joseph? Yardıma mı ihtiyacın var?"
" Onu Falezli Tepede buldum. -"
Tam devam edecekken arkadaki kalabalıktan birkaç kişi zaten oraya baktıklarını söylüyorlardı. Yaşlı David onları tekrar susturdu. Eğer bir daha konuşacak olurlarsa başlarına iyi şeyler gelmeyeceği konusunda onları uyardı.
" Sen devam et Joseph."
" Onu Falezli Tepede buldum ancak öyle kolay bulmadım. Uçurumdan aşağı bir mağara varmış, orada. Kolundan yaralı ve durumu iyi değil. Lütfen daha fazla soru sormayın. Onu bir an önce oradan almalıyız."
" Tamam, gideceğiz. Sen oraya nasıl indin peki? "
" Halatla kendimi sarkıttım. Bay Bishop'u da ancak öyle çıkarabiliriz. Kalın ve uzun bir halata ihtiyacımız var. Kendi çıkacak durumda olmadığı için birkaç tane güçlü erkek onu yukarı çekmeli. Ayrıca uzun süredir aç ve susuz, yarasının da temizlenmeye ihtiyacı var. Biraz yiyecek ve temiz bezi hazırlayıp verebilir misiniz? "
Joseph'ın konuşmasının ardından Yaşlı David her şeyi organize etti. Albert, Frank ve Hector'u gücüne güvendiği için seçti. Ardından kızından gerekli malzemeler için bir çanta hazırlamasını istedi. Her şey hazır olunca ise yanına daha fazla kişiyi almayarak beşi birlikte yola çıktılar. Adımları hızlıydı, adeta koşarcasına yürüyorlardı. Yaşlı David de biraz geride kalsa da onlara yetişmeyi başarıyordu. En sonunda tekrar tepeye çıktıklarında, Joseph ağaçtan çözmemiş olduğu ipini tekrar kendine bağladı ve diğer ipin de ucunu kendi ipine bağlayıp diğerlerine döndü. İpin öteki ucunu da onlara verdi.
" Ben aşağı inip bu ipi Bay Bishop' a bağlayacağım. Haber verdiğimde onu çekmeye başlarsınız. Ben de hemen arkasından geleceğim" dedi. Onlara cevap verme fırsatı bırakmadan da aşağı inmeye başladı.
Mağaranın girişi olan boşluğu bulduğunda tekrar sallanarak içeri girmiş ve sesleri duyarak kapının önüne gelmiş Bay Bishop'a ipi güzelce bağlamıştı. Yardımlarıyla onun çıkıntılara tutmasını sağlamış ve ardından en kuvvetli sesiyle çekmeleri için bağırmıştı.
Bay Bishop büyük bir titizlikle yukarı doğru çekilirken Joseph da hemen arkasından ilerliyordu. Birkaç dakika süren bu sürecin ardından nihayet yukarı çıkabilmişti. Bay Bishop'un gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Tekrar toprağa ayak basabildiği, masmavi gökyüzünü uçsuz bucaksız seyredebildiği için o kadar mutluydu ki. Yukarı varır varmaz kolunu temizleyip idare etmesi için sarmaya başlamışlardı ama o kolunu umursamıyordu bile.
Koluyla ilgilendikten sonra ona su uzatmışlardı. Suyu gördüğü anda birkaç gündür suya ve yemeğe olan hasretini en derinden hissetmişti. Dudakları suya temas ettiği anda sanki yeniden can bulmuştu. Onu izleyen diğerleri de onun mutluluğunu paylaşıyordu.
Sonrasında nihayetinde yola çıkmışlar, Bay Bishop kendisini iyi hissettiğini söyleyerek yürüyerek evine varmıştı. Herkes nasıl olduğunu görmek için evine doluşmak istese de Yaşlı David hepsini kovmuş, bir tek günün kahramanı Joseph'ın kalmasına izin vermişti. Ardından bir doktor çağrılmış ve Bay Bishop'un koluna gerekli müdahaleyi yapmıştı. Joseph da ona sıcak bir çorba hazırlamış, yemesini sağlamıştı. Uyuması için odayı terk edeceği sırada Bay Bishop ona seslenerek onu durdurmuştu.
Uzun bir teşekkür faslını ardından Joseph da daha fazla kendine engel olamamıştı.
" Merakımı mazur görün ama tam olarak ne oldu. Hiçbir söz söylemeden, hiçbir iz bırakmadan kayboluverdiniz."
" Yanılıyorsun, bir iz bıraktım. Ve sen de beni o şekilde buldun."
" Evet bazı tahminler yaptım ve doğru çıktılar. Peki size ne oldu? Rica etsem anlatabilir misiniz? "
Bay Bishop başını salladı. Birkaç yudum su içtikten sonra derin bir nefes alarak o günü tekrar yaşıyorcasına anlatmaya koyuldu.
" O gece, masamda her gece yaptığım gibi edindiğim bilgileri, haberleri daktilom ile kağıda döküyordum. Birden bir soğuk hissettim. Keskin, kuru bir soğuk. Oysa hiçbir pencerenin açık olmadığına adım kadar emindim. Ardından bazı tıkırtılar da duydum. Artık evde yalnız olmadığımı biliyordum.
Biliyorsun Joseph genelde insanlar tarafından sevilen biriyim. Benden hoşlanmayan insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Ve ben o an gelenin kim olduğunu çok iyi biliyordum. Çünkü aynı şeyi işlediği cinayette de yapmıştı. Eve pencereden girmiş, sonra da kurbanı kaçırıp onu bir kuytuda işkenceler içinde ölüme bırakmıştı. Bahsettiğim kişinin Kont Carter olduğunu anlıyorsun değil mi?
Beni de kaçıracak ve bir yerlerde öldürecekti. Buranın Falezli tepe olduğunu biliyordum. Çünkü beni tam orada tehdit etmiş, seni bu sularda geberteceğim, demişti. Ardımda bir işaret bırakmalıydım ancak büyük ihtimalle kağıdı görünce ne olduğuna bakıp gerçeği anladığı an onu yok ederdi. Bu yüzden bir şiir yazmak istedim. Önce masadaki çiçeklerden birkaçını ezip kağıda sürdüm. Bunlar Falezli tepenin çiçekleriydi. Aşk başlığı altında olabilecekleğine ve nerede olabileceğime dair mısraları sıraladım. Belki kimse dediklerimi anlamayacaktı ama pisi pisine de ölüme gidemezdim. Beni yakaladığında çok şaşırmış ve onu yeni fark etmiş gibi davranmıştım. Neler yazdığıma göz atsa da önemli olmadığına karar vermiş ve mısralarım daktiloda kalmıştı. Belki pek kafiyeli yazamadım ama ben kafiyeyi sırlarıma tercih ettim.
Tahmin ettiğim gibi beni Falezli tepeye götürdü. Adamlarını geri yollayarak beni mertçe(!) öldürmek istedi. Öncelikle beni biraz patakladı, hiç karşılık vermedim. Sonrasından belinden çıkarttığı bıçağı koluma sapladı. Büyük ihtimalle bıçakla vücudumda delikler açmaya devam edecekti ama adamlarından biri onu çağırınca yanlarına gitmek zorunda kaldı. Kaçabileceğim bir yer olmadığını düşünmüş olacak ki beni tek başıma bıraktı.
Aradığım fırsat ayağıma gelmişti, kaçmak için bir şansım vardı. Seninle daha önce konuşmuştuk, kayaçların arasında mağaralar olabiliyor demiştim. Daha önce fırsatını bulup karşıki tepeden baktığımda burada bir karartı görmüştüm. Yerini bilmiyordum. Bu yüzden hayatımı ortaya koyup bir kumar oynayacaktım. Eğer her türlü öleceksem bunun başkasının elinden, özellikle onun gibi bir caninin elinden olmamasını tercih ederdim. Aşağı inmeye çalışırken düşüp boğulmak bile daha iyiydi.
Eminim merak ediyorsundur. Kolum yaralıyken nasıl oldu da aşağı inebildim? İnan bunun mantıklı bir açıklaması yok. Tanrı bana güç verdi ve ne koruyucu bir ipim, ne de sağlam bir kolum olmamasına karşın o mağaraya sağ salim varabildim.
Daha sonra seslerini duydum. Bir süre beni aradılar. Bulamayınca ise kaçamayacağıma göre kendimi uçurumdan attığımı varsaydılar.
Orada öylece bekleyebildim sadece. Zamanla umudum yok oldu ve kimsenin beni bulamayacağı bir yerde ölüp gideceğimi sandım. Bir ara kasabalıların sesini duydum ancak bağıracak gücü kendimde bulamadım.
En sonunda sen beni buldum. Çaresizliği kabul ettiğim anda bana gönderildin. Sana o kadar çok şey borçuyum ki nasıl teşekkür edebilirim inan bilmiyorum. "
Daha fazla devam edecekti ki Joseph onu durdurdu. Cevabını almıştı ve artık teşekkür duymak istemiyordu. Onun amacı Bay Bishop'u bulabilmekti ve bunu da başardığı için çok mutluydu.
Bay Bishop'un şiiri bir aşk şiiri sanılmıştı ama içerdiği anlam bambaşkaydı. O satırlar hissettiği ve yaşadığı her şeyin vücut bulmuş haliydi. Aslında mısraların kastetmek istediği şuydu :
" Beyaz bulutları görebildiğimiz tepeyi hatırlıyor musunuz?
Bu gece beni oraya getirebilir
Yan yana değiliz şu an ama
Nefesini ensemde hissediyorum
Çok yakın
O masmavi okyanusta
Yerden metrelerce yüksekteki bu tepeden
Ayaklarımı yerden kesip beni o suda boğabilir.
Kaçan ve kovalananız
O beni yakalamak istiyor, ben de kaçmak
Ama kaçmak için mecalim yok
Öylece yakalamasını bekleyeceğim
Anımsıyor musunuz?
O gece beni öldüreceğine dair yeminler savurmuştu
Bugün de onun için gelmiş olmalı
Doğrusu bu beni korkutuyor
Bu durum çok karmaşık
Ama biliyorum, kaçabilirim
Falezli Tepede bir yerlerde
Beni saklayacak gizli bir mağara var
İşte orası sığınağım
Bir gün beni arayıp bulamazsanız
Bilin ki orada saklanmış olacağım
Üstümden büyük bir tehlike geçmiş olacak "
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top