Bölüm 7 - Belirsizlik
Kuznetsov dizlerinin üstüne yıkıldı.
Karısı göz göre göre ölüyordu ve yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Yine, dedi içinden. Yine kaybediyordu ailesini. Yıllar önce kardeşinin beyin ölümünün gerçekleştiği ve odadan çıkan doktorun organ bağışlamayla ilgili sorusuna olumlu cevap verdiği an geldi aklına.
İrkildi. Kız kardeşinden geriye içi boş, çürümüş bir beden kalmıştı, anne babasından ise yalnızca kemikler. Karısından geriye ne kalacağı ise bir bilinmezdi.
Karısını ve çocuklarını kaybetme korkusu zihnini ele geçirdiğinden ne dizlerinin üzerinden kalkabiliyor ne de kimin, neden, nasıl bu duruma sebep olduğu konusuna mantıklı bir açıklama bulabiliyordu.
Çocukların sağlıklı doğmasını ummaktan başka bir şey gelmiyordu elinden. Ne doğuma müdahale edebiliyor, ne de onlara kendi sağlığını verebiliyordu.
Kupkuru bir ağaca sımsıkı bağlanmıştı, sürekli bir yılan onu boğazından ısırıyor ve paranoya zehrini veriyordu. Kan fışkıran boğazına dalların arasından geçip gelen, "Kim yaptı?" sorusu gibi aklını karıştıran güneş ışığı yakıyordu. Dayanılmaz acı her zerresini ele geçirirken umut denilen halata atılmış sorumluluk düğümü yüzünden ağacı terk edemiyordu.
Ameliyathanenin camından bakmak onu tatmin etmiyordu, gidip ikizlerinin ve karısının halini görmeliydi lakin içeri girmesi yasaktı. Eşinin yanında olamazdı, evlatlarını sevemezdi.
Yasakları çiğneyebilirdi, duygularına kapılıp içeriye girebilirdi ama bunun her şeyi daha da kötüleştirmesinden korkuyordu. Hijyenik ortamı bozup içeri mikroorganizma taşıyabilir ve çocuklarının ölümüne sebep olabilir, karısının cinayetinden sorumlu tutulabilirdi.
Yine de ikizlerden en azından birini kucağına almak, hiç olmazsa birinin iyi olduğundan emin olmak için kendi canı gibi bir çok şeyi feda etmeyi göze alabilirdi.
Boğuk bir ağlama sesini duymak iyi geliyordu fakat kimindi bu ses? Kızının mı, oğlunun mu, bir başkasının mı? Kim yaşıyordu? Nefes almak için çırpınan, ağlayan bebek hangisiydi? Kendisi olmadığına emindi.
Ameliyathane mühürlenmiş bir mektup gibiydi, bu günü planlayan iki katil hariç içeride tam olarak ne olduğundan ve neden olduğundan kimsenin haberi yoktu.
Bilinmezlik Kuznetsov'u deli ediyordu. Bir zamanlar bitkisel hayatta olan kardeşini beklerken uyanacak mı, ölecek mi korkusunun bir benzeri zihninin her köşesine işlenmişti.
Hiçbir şeyi bilmiyordu.
Oğlu yaşayacak mıydı? Bilmiyordu. Kızı yaşayacak mıydı? Bilmiyordu. Karısı yaşayacak mıydı? Bilmiyordu.
Oğlunun ismini Elmir olarak belirlemişlerdi aylar önce. Görünüşünü ise mavi gözlü, beyaz tenli, kızıl-kestane saçlı, kısa kirpikli, oval yüzlü olarak seçmişlerdi. Müzisyen olmaya müsait genleri vardı. Ona piyano çalmayı öğretmeyi hayal etmişti.
Kuznetsov piyano çalmaktan hoşlanmazdı, ona babasını hatırlatırdı fakat oğluyla yeni bir başlangıç yapmak, temiz bir sayfa açmak, belki yeniden ve şefkatle piyano çalmak istemişti. Oğlu için, henüz doğmamış oğlu için kaybettiği ailesini anımsamaya çoktan razı gelmişti.
Sanatçı ruhlu olacaktı oğlu. Onu dünyanın kötülüklerinden koruyacak, ona güzel şeyler öğretecek, ruhun yüceliğinden bahsedecekti. Muhtemelen oğlu ondan çok daha iyi bir piyanist olacak, belki nazikçe onunla alay edecekti. Kuznetsov, oğlu onunla kibarca dalga geçseydi yine de onun başarısından gurur duyar, onu gülümseyerek izlerdi.
Onu bağrına basacak, onu iyi yetiştirecekti. Ona bakmak için belki karısıyla beraber geceleri kalkacak, belki sabahın köründe hastaneye gidecekti. Onunla ilgilenmek ne kadar zor olsa da Kuznetsov hepsine katlanabilirdi.
Ahlaklı, anlayışlı, namuslu ve derin bir adam olacaktı oğlu. Ona sınırlarını öğretecekti, kadınları ne güçsüz görecek ne de eşya gibi kullanmak isteyecekti Elmir. Annesine de babasına duyduğu kadar saygı duyacak, kız kardeşini hor görmeyecekti.
Kızının ismini ise Elena koymuşlardı aylar evvel. Babasının kopyası gibi görünmesini istemişlerdi: koyu kahverengi gözleri, beyaz teni, kumral saçları, uzun kirpikleri ve minik burnu ile oldukça güzel olacaktı kızı.
Zekası ortalamanın üzerindeydi Elena'nın. Annesinden biyokimya dersleri alması yönünde plan kurmuşlardı. Tabii kızı ne isterse onu okumakta özgürdü. İsterse ona da müzik dersi verir, isterse belki onu poligona bile götürürdü.
Ona hayatın gerçeklerini belli bir yaşa kadar göstermemeye çalışacak, oğlu gibi onu da sanat ve bilimle yoğrulmuş ütopik bir ortamda büyütecekti. Onunla evrenin işleyişini konuşacaktı daha çok. Belki kızı ve eşi deney yaparken yahut görüşlerini belirtirken onun anlamadığı bir dil kullanacak, onu şaka yoluyla dışlayacaklardı. Problem değildi, onları uzaktan izleyebilirdi.
Belki kızı da oğlu gibi nazikçe onu geçtiğini söyler, annesiyle birlikte kibarca alay ederdi. Kuznetsov onların başarılarını ayakta alkışlamaya devam ederdi.
Onu da oğlu kadar çok sevecek, onu sevgiyle büyütecekti. Belki hastalandığında bekleyecek, belki beğenmediği mamayı çıkarınca kusmuğunu temizleyecekti ama hiç sorun değildi bunlar. Ona karşı daima sabırlı olacak, onun gelişimini mutluluk ve gururla izleyecekti.
Başarılı, iyi niyetli, akıllı ve anlayışı kuvvetli bir kadın olacaktı Elena. Ona özgürlüğü iyi öğretecek, başkasının haklarını da ihlal etmemeyi anlatacaktı.
Oğluna da, kızına da, eşine de mesleğinden olabildiğince söz etmeyecekti vakti gelene kadar. Onlara yaşadığı olumsuzlukları, çektiği vicdan azabını, zihnini zehirleyen travmaları göstermeyecekti. Ev ve garnizon komutanlığı onun için iki ayrı dünya, iki farklı evren olacaktı âdeta. Klonlara sert ve ürkütücü bir profil çizip ona göre davranırken evlatlarına içten, sevgi dolu yönünü gösterecekti.
Bu hayallerin hepsi kör talihe bağlıydı.
Evlatları hayata tutunsa bile bu ne zamana kadar devam ederdi? Bilmiyordu. Kendisinden önce ölürler miydi? Bilmiyordu. Nasıl biri olurlardı? Bilmiyordu. Bu dehşet verici plan onların hayatını ne kadar etkilerdi? Bilmiyordu. Yaşarlarsa, onların sorumluluğunun üstesinden gelebilir miydi? Bilmiyordu. Onları tek başına yetiştirebilir miydi? Bilmiyordu. Hayatta kalırlarsa sağlıklı olurlar mıydı? Bilmiyordu. Onlara iyi bir hayat verebilir miydi? Bilmiyordu.
Hayat denilen hapishanesindeki duvarlara kanla anılarını yazıyor, travmalarını ölülerin kanlarıyla ölümsüzleştiriyordu. Bugün de hayatına ve aklına kazıdığı o korkunç, kaotik günlerden biriydi.
Uzun zamandır kamufle olup uygun anı kollayan sanrıları baş gösterince kafası defalarca bıçaklanıyormuşçasına keskin ve şiddetli bir baş ağrısı ile sarsıldı. Kan dolu halüsinasyonlar, görme algısına akın etti.
Kanlar içindeki morarmış iki ölü doğan bebek ve mermer kesilmiş bir ölü kadın görüyordu ameliyathanede. Üzeri örtülü kadının karnındaki kan, teni gibi bembeyaz örtüyü kırmızıya boyamıştı. Gözleri açıktı, sönük bakışlarını tavana dikmişti. Bebeklerin gözleri kapalıydı, ikisi de kana bulanmış olduğundan tanınmaz haldeydiler.
Kuznetsov gördüklerinin gerçek olmadığını anlayamamıştı, aklını yitiriyordu. Başı ağrıyor, midesi bulanıyordu. Tansiyonu düşmüş, kalp atışları hızlanmıştı. Bayılacak gibiydi, gözleri kararmıştı. Tüm vüducunu titreme sarmıştı. Nöbet geçiriyor gibi görünüyordu.
Böyle bir yaşama dayanmaz, dayanamazdı. Bastırılamaz bir intihar arzusuyla metal bacağına tutturduğu jileti çıkarıp boğazına saplıyordu ki biri elini tuttu. Bu kişi, dakikalardır ona seslenen Anton Firsov'dan başkası değildi.
Kuznetsov bilincini yitirip yere yıkıldı. Zifiri karanlığın kendisini kucaklamasına izin verdi, sonsuzluğa adım attı. Lakin bu durum çok uzun sürmedi, Firsov onu hastanedeki bekleme bölümünün sandalyelerden birine oturtup üzerine soğuk su döktü ve ona seslenerek vücudunu şiddetle sarstı.
Kuznetsov kendine gelir gelmez, "Onlar..." diye sayıkladı. Firsov ona operasyonun henüz bitmediğini söyledi ve su verdi.
Kuznetsov'un ağzı dili kurumuş, midesinde yanma hissi oluşmuştu. Hâlâ başı ağrıyordu ve zihni dağınıktı. Hâlâ her şeyin belirsiz olması ise onu daha çok yormaktan başka bir işe yaramıyordu.
Bekliyordu. İdamını bekleyen mahkumlar gibi bekliyordu, lakin ne zamana kadar beklemeye devam edeceğini bilmiyordu. Giyotin ipi çekilmiş, ne zaman bırakılacak ve kafasını koparacaktı? Bilmiyordu. Beklemektense kafasının sepete düşmesini tercih ederdi.
Avcı, yayını gerip onu hedef almıştı fakat ne zaman oku atacaktı? Bilmiyordu. Kaçamıyordu. Fay hattının üzerinde köhne bir barakada yaşıyor gibiydi, teneke ev ne zaman üzerine yıkılır belirsizdi fakat taşınamazdı da. Altındaki enkazdan kurtulabilir miydi, bilmiyordu. Kurtulmak ister miydi, bilmiyordu. Ölümü beklemek, yıkılmasını dilemek tek çaresiydi.
Gözlerini kapattı. Kapatmadan önce görüyor muydu? Bilmiyordu. Gözlerini açtı. Şimdi görüyor muydu? Bilmiyordu. Biri ona sesleniyor muydu? Bilmiyordu. Algılarını, duyularını kısmen kaybetmiş miydi? Bilmiyordu. Etrafında neler olduğunu biliyor muydu? Bilmiyordu. Tüm bunlar neden oluyordu? Bilmiyordu. Katilleri bulabilecek miydi? Bilmiyordu.
Hiçbir şey bilmiyordu.
Hiçliğin ortasında kahrolası umut prangası yüzünden yaşamak zorunda bırakıldığından başka hiçbir şey bilmiyordu. Adını söyleseler bile tereddüte düşecek kadar dalgın, yorgun ve gergindi.
"Birazdan çıkacak." dedi Firsov, hâlâ içeride olan doktora bakarak.
Kuznetsov cevap vermedi. Birazdan, diye tekrarladı içinden. Biraz göreceli bir kavramdı. Ne kadar az? Ne kadar süre? Kaç tane eziyet gibi geçen dakika daha ardında bırakması gerekiyordu?
Derin ve titrek bir nefes aldı, son nefesiymiş gibi.
Siyahi bir kadın cerrah, ifadesiz bir yüzle ameliyathaneden çıktı.
Kuznetsov için zaman yavaşladı, âdeta durma noktasına geldi.
***

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top