1.Bölüm: "Ters Kelepçe"


CEHENNEMİN
D İ B İ N D E Y İ Z.

1.Bölüm: "TERS KELEPÇE"

-iyi okumalarr...💋💋

🌒

Annem çok hayalperest bir insan olduğumu söylerdi ve ben, bunu dile getirdiği her an inkar ettim. Çünkü beni hâlâ ufak bir çocuk gibi görmesini istemiyordum. Ergenlik zamanlarımda küçük bir çocuk gibi ilgi istediğim için bana her seferinde kızmış, herkesten üstün olamayacağıma beni inandırmıştı. Peki haklı mıydı? Sanmıyorum.

Tıpkı çatlak bir bardaktaki suyu andıran hayatımda ki insanlar ne düşünürse düşünsün; ilgi odağı olmanın, tüm gözleri üzerimde hissetmenin verdiği hazzın kölesiydim sanki.

Fakat bu hazza rağmen zaman zaman içime kapanıyor, sadece bir başıma olmak istiyordum. Bu yüzden etrafım kalabalık, ama içim tenhaydı.

Kırmızının en parlak tonuna sahip olan ruj ile dudaklarımı renklendirdikten sonra rujun kapağını kapattım ve bir kaç adım geri çekilip aynada kendime baktım. Rujumun can alıcı kırmızı rengiyle birebir aynı olan kazağımı,  siyah kot etek giyerek kombinlemiştim. Fakat sanki hâlâ bir şeyler eksikti.

"Eteğin boyu çok mu uzun?" Diye sordum somurtarak, "bacak boyumu kesiyor sanki."

"Uzun hali buysa, kısa halini merak ediyorum."

"Ciddiyim." Dedim kazağımı, eteğimin içine sıkıştırıp düzeltirken, "değiştirsem mi?"

"Biraz daha kısa etek istiyorsan, oturmamayı göze alacaksın." Gözde'nin homurdanmasına karşın gözlerini devirdim. "Ondan kısası olamaz çünkü."

Söylediklerinde haklılık payı aradım ama bulamadım, ve onu dinlemek yerine eteğin altından giydiğim siyah, ince çorabın tenimi yarı yarıya göstermesine izin verdim. Ardından başımı öne eğip sarı saçlarıma elimle hacim kazandırdıktan sonra tekrar doğruldum.

"Berat mı götürecek seni?" Diye sordu Gözde, siyah saçlarının örgüsünü açarken, "eğer öyleyse, taksiyle gideceğim ben."

"Dün geceden beri ulaşamıyorum ona," çantamın içine okula ait olmayan her şeyi koydum. Kitapları elimde taşımak daha iyi olacaktı, çünkü sırt çantası şu an ki kombinime oldukça kaba bir görünüm yükler. "Beraber gideriz."

Gözde, beni onaylayıp odamdan çıktığında tekrar aynaya bakıp görüntümün içine sindiğinden emin oldum. Onunla beraber bu büyük evde, yaklaşık iki senedir beraber yaşıyorduk. O, ailesinden aldığı maddi yardımla geçinirken, aynı şekilde bende her ay banka hesabıma yatan paralarla kendime yetmeye çalışıyordum. Evin masraflarını saymıyorum bile, onlara yetişmek ekstra zor. Gözde'nin sakin karakteri, benim karakterime zıttı. Fakat onun iyi kalbini görmemek için aptal olmak gerekiyor. Aslında onu ilk gördüğümde oldukça saf, ve sıkıcı olduğunu düşünmüştüm. Ama o, soğuk dış görünüşünün arkasında yatan sıcakkanlı halini bana göstermekte çok beklememişti. İyi bir arkadaştı, benim aksime.

Dersin başlamasına sadece yarım saat kala taksiyle beraber okula ulaşmıştık. Öğrenci kartımı basıp turnikelerden geçerken, kahvaltı isteyen karnımdan garip sesler yükselmeye başlamıştı bile.

Açlığımı umursamayıp kendinden emin adımlarımla temiz zeminde ilerlerken, tanıdığım bazı insanlara tebessüm ederek selam vermeyi ihmal etmemiştim. İkinci sınıf olduğum bu okulda o kadar çok öğrenci tanıyordum ki, bazen ben bile kendime hayret ediyorum. Son sınıf olan bazı öğrencilerden bile geniş bir çevreye sahiptim fakat bu isteyerek olmamıştı. Okula ilk geldiğimde sadece bir klübe değilde, bir kaç klübe üye olmayı kafama koymuştum. O klüplerde kendimi olabildiğince aktif tuttuğum içinde çevrem birden genişlemişti.

Bu bazen güzel olabiliyordu aslında, çünkü okulda dönen her şeyden bir şekilde haberim oluyordu. Fakat bazen, bunlar o kadar boş ve anlamsız geliyor ki, kendimi her şeyden soyutlamak istiyorum. Yani, hayatımın neredeyse her anı ikilem yaşayarak geçiyor.

Kahve sırasında beklerken Gözde'nin oturduğu masadaki kişilere baktım. Hepsiyle ortak dersim olan bir kaç kişi ile muhabbet kurmaya başlamış, masalarına izinsiz bir şekilde oturmuştu. Derin bir iç çekerek önümdeki kızın kahve siparişini dinlerken kantinin girişine baktım. Berat, hâlâ ortalıkta yoktu ama buna rağmen edişelenmek için daha erkendi. Çünkü ne yapacağı belli olmayan tek tük insanlardan biriydi.

Berat, hayatıma sadece dört ay önce girdi. Onu ilk gördüğümde, küçük bir flörtün bana pek bir şey kaybettirmeyeceğini düşünmüştüm. Güz döneminin tatilinde tanışmış, ve o daha henüz tanışma aşamasındayken yatay geçişle bizim okula geçiş yapmıştı. Gözde dahil, etrafımdaki bazı önemli kişiler bunu her ne kadar tuhaf bulsada benim için pek sorun değildi, çünkü bana aldığı hediyelerin haddi hesabı yok.

Bu iki ayda benim paramın yetmeyeceği, görüp beğendiğim her şeyi önüme çekinmeden dizmişti. Bu yüzden midir bilinmez, çok fazla ciddiye almayıp sadece bir kaç ay süreceğini düşündüğüm ilişkide üçüncü ayı doldurmuştuk.  Fakat ben hâlâ onu mu, yoksa bana aldığı büyük çaplı hediyeleri mi seviyorum, bilmiyorum.

Göğüs kafesimi delip geçen bu düşüncelerden biraz uzaklaştım ve kahve ile tostumu alıp masaya doğru adımlayarak yanlarına oturdum.

"Günaydın." Dedi Oğuz, kahvemden bir yudum almama izin dahi vermeden.

"Günaydın," diyerek ona karşılık verdiğimde saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım. "Berat ile görüştün mü hiç? Dün geceden beri telefonlarımı açmıyor."

Oğuz, başını iki yana salladığında önündeki kitapların sert kapaklarına parmaklarıyla vurarak küçük bir ritim oluşturuyordu. Yüzüm istemsizce düşerken tostumdan bir ısırık aldım.  Normalde her akşam, yanıma gelir eğer ev müsaitse ve onun işi yoksa geceyi beraber geçirirdik. Ama dün akşam arayıp haber vermeyi geçtim, açıklayıcı kısa bir mesaj bile yazmamıştı.

Oğuz, beni lafa tutmayıp kahvaltı yapmam için bana zaman tanırken önümdeki kahveden bir kaç yudum aldım ve, sıcak sıvının boğazımı yumuşatmasına izin verdim.

Akreple yelkovan birbirini kovalarken kahve mideme oturmuş, beni bir kaç saatliğine idare edecek kadar doygunluğa ulaştırmıştı. Yarısını yediğim tostumu bitirmek için kendimi zorlarsam karnım şişecekti, bu yüzdende tostu yarım bıraktım. Zaten sabahın körü hiçbir şey yiyesim gelmiyor. İştahım genellikle akşama doğru açılıyor, o zamanda kendimi tutup çizgiyi aşmamak için binbir türlü zorluğa göğüs geriyordum.

Çantamdaki küçük aynanın yardımıyla tuvalete gitmeye gerek kalmadan silinen rujumu tazelemiş, şimdide masada dönen sohbete kulak veriyordum. Yaklaşan vizelerde çıkacak konulardan bahsediyorlar, herkes etraftan duyduğu sınav sorularına ait bilgileri ortaya döküyordu. Onları sadece dinledim. Çünkü konuştukları konu pek ilgimi çekmiyordu.

Dersime sadece on dakika kala, kantinin cam kapısını çekip içeri giren tanıdık yüzü görmemle beraber serice ayaklandım ve Berat'a doğru adımladım.
Aynı şekilde o da bana doğru adımlarken üzerinde, pahalı olduğu her halinden belli olan siyah kot ceketin kollarında beyaz, iç içe geçmiş kalın harfler vardı. 

"Neden beni habersiz bırakıyorsun?" Diye sordum karşısında öylece dikilmeye başlarken, kollarımı sıkıca göğsümde birleştirmiş etrafımızdaki bize değen bakışları umursamayarak ona odaklanmaya çalışıyordum. "Meraktan çatladım resmen. Dün geceden beri haber alamadım senden."

"Uyuya kalmışım," dedi ve buna inanmamı bekledi. "Çok yorgundum."

"Akşam dokuzda mı?" İki kaşımda havalanırken, ondan daha geçerli bir sebep duymak isterdim. "Akşam dokuzda kimse uyumaz, Berat. Saçmalıyorsun."

"Yorgundum, Beril." Eli havalandı ve yanağımı kavradı. Soğuk avcunun içinde barınan sıcak şefkatini bana hissettirirken, gözleri gözlerime mekik dokuyordu. "İşimi hallettim, daha sonra eve geçtim ve uyuya kaldım. Eğer seni endişelendirdiysem özür dilerim."

"Bir dahakine mesaj at," dedim yelkenleri suya indirmeden önce, "merakta bırakma."

Başını aşağı yukarı sallayıp beni onayladı. Berat, herkese karşı gösterdiği bu soğuk tavrını ve keskin bakışlarını hiçbir zaman bana yansıtmamıştı. İlk kez aynı ortamda bulunduğumuzda bile, göz göze geldiğimiz her an mavi gözlerinin üzerindeki sert bariyer ışık hızıyla yıkılmış, gözleri bana sıcak bir gülümseme bahşetmişti. Belkide, onun yanında olmayı sevme nedenlerimden biride buydu. Bana tıpkı kırılacak değerli bir eşyaymış gibi davranması egomu okşuyordu.

Kitaplarımı ve çantamı alıp, masadakilerle kısaca vedalaştıktan sonra Berat ile beraber merdivenlere doğru adımladık.

"Ekonomi dersim başlayacak,"
avuçlarımın arasındaki eli oldukça soğuktu. "Sonrasında da işletme var. İğrenç bir gün yani, biraz geç çıkacağım okuldan."

"Pekte iğrenç bir gün sayılmaz, akşam için çok güzel bir yerde rezerve yaptırdım." Elini, elimden ayırıp omzuma attı, "okuldan çıkıp direkt oraya geçeriz."

"Üstümü değiştirmeye vaktim olmaz mı?"

"Saat altıda," dedi beni iyice kendine yaslarken, "köprü trafiğine kalmamak için erken çıkarız diye düşünmüştüm. Senin hazırlanmanda yarım saatten az sürmeyeceği için, vakit yok."

Abartıyordu, istesem beş dakikada bile hazırlanabilirim. Sadece giydiğim her parçanın içime sinmesini, arka planda açtığım şarkının ritmine ayak uydurup oyalanarak hazırlanmayı seviyorum.

"Peki," diye yanıtladım onu sakince ve bir basamak daha çıkıp koridorun köşesinde durdum. İki katı ağır ağır çıktıktan sonra dersin işleneceği amfinin katına gelmiştik.

"Benim dersim erken biter," arkaya yatırılmış siyah saçlarını parmaklarıyla öylesine düzeltti. "Burada beklerim seni."

"İyi o zaman," uzanıp yanağına küçük bir öpücük kondurdum. Ona her yaklaştığımda şu anda olduğu gibi, parfümünün yoğun kokusu burnuma doluyor beni olduğum yerden bir anlığına alıp başka diyarlara götürüyordu. "Görüşürüz."

Yanından ayrılıp sınıfa yöneleceğim sırada bileğimi kavradı ve gitmemi engelledi. Berat, omzunu hemen yanımızdaki duvara yasladığında kolları belimi sardı ve ellerini, altımdaki kot eteğin arka ceplerine yerleştirdi.

Dolaylı yoldan kalçalarımı kavrayan avuçlarına engel olan sert kumaş, onu tamamiyle hissetmemi engelliyordu.

"Toplum içindeyiz," diye soludum çok umursamasamda, "millet bize bakıyor."

Beni dinlemedi ve eğilip yanağıma ıslak bir buse buraktı. Burnunun ucunu yanağıma bastırıp orada öylece dikilmeye devam ettiğinde, nefes alışverişleri yüzümü teğet geçiyordu. "E yani?"

"Ayıp yani. Yapılmaz böyle şeyler."

Tıpkı küçük bir çocuğu uyarırmış gibi kurduğum cümleler zerre umrunda değildi, biliyorum. Bu hareketleri kalbimi sevindiriyordu evet ama, geniş koridorda etrafımızdan geçen insanların gözlerinin sürekli bize değmesi beni rahatsız ediyordu.

"Bu akşam," arka cebimdeki elleri yerini korumak, dar alana iyice yerleşmek amacıyla hareket ettiğinde dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım. "Bende kal."

"Gözde, ile bu akşam yeni bir diziye başlama planımız vardı." Dedim açıkça, "onunla konuşmam lazım önce."

"Peki," dudaklarının baskısını kısa bir müddet tekrar yanağımda hissettikten sonra geri çekildi.

"Sen bize gel," diyerek güzel olduğunu düşündüğüm bir fikir sundum ona, "beraber izleriz filmi."

Sunduğum bu teklif, pekte hoşuna gitmemiş olacak ki yüzünü buruşturdu.

"O evde yalnız kalabildiğimiz tek yer senin odan."

Teklifimi üstü kapalı bir şekilde reddettiğinde ona hak verdim. Aslında Gözde'nin bize bir zararı yoktu. Ama küçük evin koridorunda birbirimize rastlamak ya da Gözde, odanın önünden geçerken sessiz olmaya çalışmak bazen can sıkıcı olabiliyordu.

"Ben sorarım Gözde'ye," bileklerini kavrayıp nazikçe iterek ellerini cebimden çekmesini sağladım. "Sonra yazarım sana."

Başını sallayıp beni onayladığında yanından çabucak uzaklaştım. Onun bana bu kadar yakından bakması, etraftaki bakışlara aldırmadan rahatça dokunması beni heyecanlandırdığı kadar zora sokuyordu. Gerçi, okulun neredeyse yarısıyla sosyal medyadan takipleşiyorduk ve benim iflah olmaz profilimde Berat ile fotoğrafım oldukça fazlaydı. Bu sebeple ilişkimiz, bu dört duvar arasında yeni rastlanan bir şey değildi.

Az önce dikkatimi bambaşka yöne çeken Berat, yüzünden ofladım. Güya derse odaklanacak, hocayı can kulağıyla dinleyecektim. Ama gel gör ki, aklım şu an apayrı bir alemde cirit atıyordu.

Düşüncelerimi bir bir kenara itip onlardan uzaklaştım ve sınıfa girdim. Arka arkaya dizilmiş sıraların arasında turlarken zaten çoğu yerin dolmuş olduğunu görmek beni bir miktar üzmüştü. Demek ki, dersi dinlemek yine yalan oldu. 

Normalde sınıftaki klimaların, dışarıdaki soğuk yüzünden ısı oranının ayarlanması gerekiyordu fakat idare bunu yapmamış olacak ki, ilkbahara girdik diye hemen soğuk ayarı etkin hale getirip, sıcak ayarı devredışı bırakmışlardı. Bu sebeple soğuk olan sınıfta boş olan nadir yerlerden birine, yani en arkadaki köşeye kitaplarımı ve çantamı masaya koyup oturdum.

Hoca sınıfa girip, vakit kaybetmeden derse giriş yaptığında ilk önce biraz not tutmuş daha sonrada kendimi kaybederek telefonla uğraşmaya başlamıştım. Dünkü çekildiğim boydan fotoğrafların aralarından bir tanesini seçmiş, telefonu aldığımdan beri yerini koruyan uygulama sayesinde belimi inceltmeye çalışıyordum. Fakat bu işte o kadar paslanmıştım ki, arkadaki duvarı sürekli yamultuyordum.

Hocanın beş dakikalık ara verdiğini duydum ama kafamı kaldırıp bakmadım bile. Tek derdim, profilime atacağım fotoğrafta kalın çıkan belimi inceltmekti. Beceriksizliğim sinirimi bozarken ofladım ve telefonu kilitleyip sertçe masaya bıraktım. Ensem, soğuk yüzünden kaskatı kesilmişti.

"Şu klimayı kapatır mısınız?" Diye bağırdım en arkadan, en öne doğru. "Arkası buz gibi."

Hemen önümde oturan çocuk sesimin ani yükselişiyle beraber omzunun üzerinden kısaca bana baktı. Belliki soğuk onu etkilemiyordu fakat benim boynum neredeyse tutulacak.

"Sende öne geç o zaman," diye çıkıştı en önde oturanlardan biri. "Artist."

"Sanane," ağzımdan çıkan kelimler hocanın yokluğu sebebiyle büyük bir gevşeklik içindeydi. "Benim derdim seni mi gerdi?"

"Beyler," önümde oturan ismini dahi bilmediğim çocuğun sesini yükseltmesiyle kaşlarım havalandı. "Kapatsanıza şu klimayı." Ardından vakit kaybetmeden bana doğru döndü. "Sende bağırma, kulağım sağır olacak burada."

"Kapatsınlar o zaman," dedim daha normal bir ses tonuyla, "dondum burada."

Eğer böyle giderse, akşam kendimi elimdeki kas gevşetici kremi boynuma masaj yaparak sürerken bulacaktım. Gerçi, klimanın soğuk ayarda olduğunu bile bile neden en arkaya oturmuştum orasıda ayrı bir konu.

Karşımdaki çocuk bıkkınlıkla ofladı ve ayağa kalkıp sınıftaki geniş basamakları inerek en öne doğru ilerledi. Sanki bana laf anlatmaya hali yokmuşta, boşuna konuşuyormuşum gibi davranıyordu. Uzun boyu sayesinde, duvarın üst kısmındaki klima ayarlarının bulunduğu küçük kapağı açtı ve soğuk havayı kesti.

Daha sonra kendi sırasına doğru adımlamaya başladı. Bu sınıfta onu daha önce görmemiştim ama büyük ihtimalle bir üst sınıfımızdaydı ve bu dersi alttan alıyordu. Çünkü ceketinin hemen yanına bıraktığı kitapların hiçbiri, bizim döneme ait değildi.

O, sırasına oturmadan önce son kez bakışlarını benimle buluşturduğunda, olabildiğince soğuk bir şekilde; "sağ ol," diyerek gözlerimi ondan ayırdım.

Bana cevap vermeyip sırasına oturdu ve önündeki fotokopi çıktılarına bakmaya devam etti. Dersin ikinci kısmına dikkatimi vermeye çalıştım fakat birinci kısmı kaçırdığım için pekte bir şey anlamamıştım. Yinede anlamak için elimden geleni yaptım.

İlerleyen saatlerde zihnimdeki ve bedenimdeki enerji sadece oturup ders dinlemeye çalışmakla azalmıştı. Hocanın ağzından çıkan her bir kavram ve terim beni iyice sömürürken klimanın gazabına uğrayan boynum ağrıyordu.

Son dersi de atlattığımda ikinci kahvemin bardağını çöpe attım. Sabahkine nazaran daha sert bir kahveyi ve çikolatayı bünyeme yüklemiş, daha fazla kafeinle ayakta durmaya çalışıyordum. Her günümün aynı geçmesi artık beni sıkıyordu. Bedenimde ruhumda günlerimin aynı olmasından muzdarip gibiydi, çünkü bomboş geçen hayatımda sanki bugüne en uzak olan, ama bir o kadarda benzeyen gün dündü.

Saat beşe doğru yaklaşırken yola çıkmak için beni arayan Berat'ı daha fazla bekletmeden binadan çıktım. İlkbaharda olmamıza rağmen, havalar hâlâ mevsiminde değil gibiydi. Etraftaki soğuk bir türlü kırılmıyor, güneş ısrarla ısıtmıyordu.

Göğsüme bastırdığım kitaplarıma sıkıca sarılarak okulun öğrenciler için ayırdığı açık otoparka girdim. Berat, beyaz arabasına yaslanmış ona attığım adımlarımı izlerken, rüzgar yüzünden dağılan saçlarımı düzelttim ama bunu yaparken bakışlarımı onun yapılı bedeninden ayırmadım. Yaslandığı arabanın temiz yüzeyi kıskanılacak cinstendi. Trafikte ya da öylece park halindeyken bile oldukça dikkat çeken parlak bir beyaz rengine sahip olan araba, otoparktaki diğer koyu renkli araçların arasında tüm gözleri üzerine topluyordu.

Arabanın yolcu koltuğuna binip bedenimi sıcak havayla temas ettirdiğimde derin bir nefes aldım.

"Yaz gelecek diye sevinirken şu havaya bak," diye söylendim arabanın klimasını açıp fullerken, "Ocak ayındayız sanki."

Sıcak hava arabanın içerisine girmeye başladığında Berat, dikkatlice aracı park ettiği yerden çıkardı.

"Yarında yağmurlu görünüyor," dedi gözlerini camdan ayırmadan, "yazlıkları çıkarmakta erken davrandın."

"Yazlık mı?" Sanki üzerime ne giydiğimi hatırlamıyormuşum gibi tekrar giydiğim şeylere baktım. "Kazak ne zamandan beri yazlık bir kıyafet oldu?"

"Kazak değil, ama etek öyle."

"Ne yapayım?" Dedim emniyet kemerimi takarken, "pantolonlarımın hepsinin ütülenmesi lazım. Üşeniyorum."

"Aslında şöyle yapabiliriz," direksiyonu sola kırıp devam ettiğinde bana vereceği tavsiyeyi bekledim. "Benim eve haftada bir kez gelen bir abla var, biliyorsun. O hallediyor tüm işleri. İstersen senin için konuşayım onunla, kabul eder zaten."

"Ne kadar istiyor?"

"Ne yapacaksın?" Diye sordu çok anormal bir şey sormuşum gibi, "parayı düşünme, ben hallederim."

"Bende halledebilirim." Dedim açıkça.

Omuzlarını silkti ve bakışlarını oldukça kısa bir süreliğine yoldan ayırıp bana çevirdi. "Ama ben halletmek istiyorum."

Bu kadar çok paranın ona nereden, nasıl geldiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bizim okulda burssuz, tam ücretli okuması, bana aldığı sayısız hediyeler, hatta evinin konumu bile oldukça dudak uçuklatan cinsten paralara denk geliyordu. Ama o, bunların hepsini oldukça normal ve basit bir şeymiş gibi görüp, ne kadar pahalı olursa olsun bir şeyleri ödemek için cebindeki kredi kartını çıkarması yetiyordu. Bana dediği tek şey, babasının her ay banka hesabına para yatırdığı ve kendisininde internetten günübirlik işler yaparak ekstra masraflarını karşıladığıydı. Ona babasının nerede olduğunu sorduğumda ise, Akdeniz'de emeklilik hayatı yaşadığını söylemişti. Her şeye cevabı netti, bu yüzden bende üstelemedim.

Fakat, bazen parayı bu kadar kolay gözden çıkarmasına şaşırıyor ve onun bana anlattıklarını tekrar sorguluyordum.

"Berat," oturduğum koltukta ona doğru döndüm, "artık benim için paranı bu kadar harcamasan?"

Kaşları çatıldığında, soruma karşın güzel yüzünü buruşturup mırın kırın etti. "Nereden çıktı şimdi bu?"

"Mahçup oluyorum," dedim açıkça anlamasını umarak, "bana fazla geliyor artık."

"Pek mantıklı bir açıklama gibi gelmedi bana." Üçe aldığım klima ayarını, ikiye düşürdü.

Derin bir nefes alarak bakışlarımı kısa bir müddet önümüzdeki akıp giden yola çevirdim. Hava kararmaya yüz tutmuş, bulutlar iyice iç içe geçerek batmaya hazırlanan güneşi gizliyordu.

Dudaklarımı ona nazikçe itiraz etmek için araladım. Fakat Berat, benden hızlı davrandı ve net bir dille söyleyeceğim şeyleri ağzıma dizdi.

"Boşuna yorma kendini, fikrimi değiştiremezsin."

Derin bir iç çektim. Bana aldığı her bir hediye benim için oldukça değerliydi aslında. Zevkide güzeldi zaten. Fakat konu beğenip beğenmemekle alakalı değil. Konu, bu kadar ilginin sadece üç ay içerisinde oluşması. Üç ay, oldukça kısa bir zamandı.

Birini sevmek için zamanın büyük bir rol oynadığını düşünürdüm. Birinin karakterini çözmek, onun kendisi için iyi mi yoksa kötü mü olduğunu düşünmek zaman istiyordu çünkü. Fakat ben ilk görüşte onun nasıl biri olduğunu anladığımı düşünmüştüm. Onu, dış görünüşüne ve altındaki arabasına güvenen tipik erkeklerden sanıyordum, ama öyle değildi. Farklıydı. Soğuk ve sıcağın ortası gibi. Ne zaman nereye yöneleceğini, ne yapacağını çok iyi biliyordu. Bu zekası bazen beni ürkütsede, onun yanında olmaktan şu anlık pişman değildim.

Parmaklarım onun ensesindeki saç dipleriyle oynarken, yolun ilerisindeki polisin bize el hareketiyle kenara geç işaretine karşın elimi ensesinden geri çektim. Bir kaç polis arabası yolun kenarına şerit çekmiş, kenara yanaşan arabalara gerekli kontrolleri yapıyordu. Her birinin üzerinde sarı yelekler varken, bazılarının elinde ek olarak plastik bardakta dumanı tüten çay vardı.

Orta yaşlarında bir polis arabaya doğru yanaştığında Berat, kendi tarafındaki camı aşağı indirdi ve içeriye soğuğun dolmasına izin verdi ve polisin sormasını beklemeden ruhsatı ona doğru uzattı.

"Ehliyet?"

Polisin beklentiyle yükselen kalın sesine karşın ister istemez gerildim. Biliyorum, burada yüzlerce insanla uğraşmak zor fakat masum bir insan daha ağzını açmadan, ona karşı baskı dolu bakışlarını sunmak ve katı bir ses tonuyla hitap etmek ne kadar doğru? Suçlu olmasam bile onların gözünde bir adaydım sanki ve böyle düşünmek beni tedirginleştiriyordu.

"Ehliyet yanımda değil."

Çatılan kaşlarımla hayretle Berat'a baktım. Böyle bir sorumsuzluğu yapabilecek son kişiyken, bunu dile getirmesi oldukça beklenmedik bir hareketti.

"Arabanın muayenesi gecikti mi?"

"Hayır," dedi Berat, net bir dille, "zamanında yaptırıyorum."

"Kimlik göreyim o zaman."

"Bu bir GBT araması mı?" Diye sordu Berat, polisin bunu yapmaya hakkı yokmuş gibi. "Neden kimlik soruyorsunuz?"

Onun bu tavrı polisin şüphe dolu bakışlarını kısa bir müddet bana çevirmesine sebep oldu.

"Ehliyetsiz araba sürüyorsun zaten, sana ceza kesmemi engellemek yerine kimliğe mi takılıyorsun? Devlet bana kimlik sorma yetkisini vereli çok oldu."

"GBT araması için değil, araba kontrolü için durdurdunuz beni. Buradaki başka hiçbir sürücüye GBT araması yapılmıyorsa, benden neden kimlik isteniyor?"

"Berat," diyerek onun bu fevri tavrını kesmek adına araya girdim. "Alt tarafı bir kimlik. Göster işte, büyütme."

"Sorun kimlik değil, Beril. Sorun GBT araması olmadığı halde kimlik istenmesi."

"Ama ehliyetin yanında yok ki," dedim sessizce, fakat işkillenen polis Berat'ın kapısını açtı.

"İn kardeşim aşağı sen, böyle olmayacak."

Polis, kapıyı sonuna kadar açıp kısa süreliğine bizim yanımızdan ayrıldığında Berat'ın elleri hâlâ direksiyonu sımsıkı kavramış, parmak boğumları tek bir renge bürünmüştü. Açığa çıkmasından endişelendiği şey neydi?

Burnuma gelen kötü kokular yüzünden emniyet kemerimi çıkardım ve omzunu kavrayarak onun bana bakmasını sağladım. "Versene şu kimliği polise, neden büyütüyorsun?"

"Beril, benden haber bekle, tamam mı?"

Dudaklarımı aralayıp ona cevap vereceğim sırada az önceli polis, bir başka arkadaşıyla yanımıza geldi.

"Kimlik sıkıntısı mı?"

Olan biteni anlamaya çalışan zihnim etrafta dönen her şeyi sorgularken, Berat, arka cebinden kimliğini çıkarıp polise uzattı. Kimliği uzatmasıyla beraber sorun çözüldü diye düşündüm ve içime buz gibi bir su serpildi. Geriye sadece polislerin yanımızdan uzaklaşması kalmıştı.

"İshak Berat Ak." Kimliği yanındaki polise uzattı, fakat bunu yaparken kısık bakışları Berat'ın üzerindeydi, "GBT'sine bak bakalım şu herifin."

Polisler yanımızdan uzaklaştığında tamamiyle ona doğru döndüm.

"Sorun ne?" Berat, bana bakmak yerini bakışlarını bir kaç adım uzağımızdaki polislerden ayırmamakta ısrarcıydı.

"Direk eve git." Ağzını olabildiğince kapalı tutmaya çalışarak konuşuyor, arada bir ona bakan polislere bir şey çaktırmamaya çalışırken, endişe tüm hücrelerime yayıldı. "Benden haber gelene kadarda çıkma."

Daha sonra cebindeki telefonunu kucağıma bıraktı. "Kimseye hiçbir şey söyleme. Arayan biri olursada açma."

"Ne?" Diye soludum ses tonumu olabildiğince aşağı çekerek, "ne saçmalıyorsun?"

"Beril," bakışlarını nihayetinde bana çevirdiğinde, gözlerine oturan kaygıyı ve yakalanma duygusunu iliklerime dek hissettim. Onu ilk kez eli ayağına dolaşmış bir vaziyette görüyordum. "Okulada gitme. Sadece bekle, tamam mı? Benden haber alana kadar bekle."

Daha sonra hiçbir şey dememe fırsat vermeden arabadan indi. Onun arkasından arabadan inip kendimi soğuğa teslim ettiğimde, yanımızdaki şeritlerden hızla geçen arabaların rüzgarı saçlarımı biçimsizce savuruyordu.

"Çekici çağırın, araç bağlansın."

Polisin diğer meslektaşlarına verdiği talimatla iyice allak bullak olan kafamdaki senaryolar çok farklıydı.

"Berat, ne oluyor?" Dedim bana bir şeyler anlatmasını umarak, "ne bu şimdi?"

Ağzını açıp bana tek bir kelime dahi etmediğinde polisler tekrar yanımıza geldi. "Bin arabaya," dedi kaşlarıyla hemen yanımızdaki aracı işaret ederken, "emniyete."

Başımın üzerinde kopan kasırgaların şiddeti arttı. Bu bir yanlış anlaşılma mıydı, yoksa gerçektende ortada ciddi sorunlar mı vardı bilmiyorum. Kimsede bana bir şey anlatmıyordu zaten.

"Arabayı bağlamayın," diyerek olabildiğince gereksiz bir şey söyledi Berat, "kız arkadaşım eve gitsin."

"Hayır." Ona ilk kez yükselen sesime karşın sarsılmış bir yüz ifadesiyle bana baktı. Üzerindeki ceketi çıkardığı için soğuyan bedeni, burnunun ucunu kızartmıştı. "Bende seninle geleceğim."

"Seninde GBT'ne bakılsın önce, daha sonra başka bir araçla gelebilirsin," dedi polis umursamaz bir tavırla, ardından tekrar Berat'a döndü. "Arabaya bin."

Berat, onun söylediğine yine kulak asmadı ve arabaya binmedi.

"Aracı neden bağlıyorsunuz?" Diye sordu söylenen her şeyi es geçerek, "muayenesi tam, buna hakkınız yok!"

Etrafımızdaki bir kaç polisin bakışı daha bize çevrildiğinde, kazağımı aşıp tenime değen rüzgar, tüm bu olan karmaşıklığa rağmen ayakta durmak için beni zorluyordu.

Berat'ın iki yanındaki polisler birbirlerine baktılar. Daha sonra ise her şey kısa bir sürede gerçekleşti. Berat'ı yüz üstü bir şekilde polis arabasına yaslayıp, bileklerini belinin arkasından çaprazladılar ve çok geçmeden metal kelepçe, onun bileklerini sardı.

"Şikayet edeceğim sizi," dedi Berat bilekleri arkada kelepçelenirken, "kafanıza göre iş yapıyorsunuz."

"Zorluk çıkarmadı," diyerek ona destek verdim, ve bir kaç adım uzağımdaki Berat'a doğru adımlamak istedim, fakat iri yarı polis önüme geçerek bana geçit vermedi. "Bunu yapmaya hakkınız yok!"

"Kerem'i ara," dedi Berat oldukça yüksek bir sesle. Etraftaki kimseyi aldırmayıp, bana ne yapacağımı söylemekle uğraşırken, aynı zamanda kelepçe takılan bileklerini oynatmaya çalışıp kelepçenin sıkılığını test etti. "Gelip seni alsın."

Polisin sert muamelesine karşın iyice hırçın bir tavır sergileyen Berat, koluna giren koca adamlar tarafından yaka paça arabaya bindirildi. Karşımdaki iri cüsseyi aşmaya çalışıp onlara engel olmak istedim, ama polis sanki ortada hiçbir şey olmuyormuş, yaka paça götürülen kişi benim tanıdığım değilmiş gibi elini uzatıp benden kimlik istedi.

O sırada yapabileceğim hiçbir şey olmadığını farkettim. Engelleyemezdim. Berat'ı polislerin elinden çekip kurtaramazdım. Bu çaresizliğin farkına vardığımda arka cebime koyduğum Berat'ın telefonu titredi, ama açıp bakmadım. Bana bahsettiği Kerem, kimdi onu bile bilmiyorum.

Artık gözden kaybolmaya yüz tutan polis aracının arkasından öylece bakakalırken, iliklerime işleyen merak ve korku keskin dişlerini boğazıma dayamıştı. Bu puslu havada, polislerin dolu olduğu otobanda tek başıma kalmıştım ve ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yok. Nabzım içimde barınan korkuya karşın dahada hızlandığında temiz havayı ciğerlerime hapsettim. Tıpkı Berat'ın ne yaptığını bilmediğim gibi ona ait olan hiçbir şeyden de haberim yoktu aslında. Hatta kim bilir, belkide bu onu son görüşümdü.

🌒

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top