|4| Başsız Yılan
<><><><>
İyi okumalar dilerim.
Bu kitabı seveceğini düşündüğünüz arkadaşlarınızı buraya etiketleyin lütfen_
<><><><>
___________
___________
_Dördüncü Bölüm_
'Başsız Yılan'
^
Yaşadığımız yer cehenemdi. Birbirinden tehlikeli yaratıklar, zehirli topraklar ve dondurucu soğukluğu ile sağlıksız bedenlerimizi pek çok erkenden daha çok zorlayan havada, korkuyla hayatta kalmaya çalıştığımız bu yeri evimiz olarak görüyorduk. Yıllardır durum bundan ibaretti. Günü bitirmek tek amacımızdı. Hayatta kalmayı başladığımız her gün şanslı sayardık kendimizi.
İçten içe her birimiz bu dünyanın ne zaman bu hale geldiğini sorgulardık. Her şeye sahipken cehenemin gelmesine nasıl engel olamadığımıza anlam veremezdik.
Biz insanlar güçlüydük, peki o halde cehennemin yeryüzüne inmesine nasıl engel olamamıştık?
Gücümüz bizim yanılgımızdı sanırım. Biz aciz varlıklardık. Aksi mümkün olsa hayatta kalmayı bir şekilde başarır dünyayı iyileştirirdik.
Dünya her geçen gün biraz daha hastalanıyordu. Ve biz öylece bekliyor hayatta kalmaya çalışmaktan daha fazlasını yapmıyorduk.
Her gün, günün sonunda yine hiçbir şey yapmadığımı düşünürdüm. Her şeyin daha kötü olmasını engellemek için çaba harcamam gerekirken ben bir gün daha hayatta kalmak ve hayatta tutmak için çabalıyordum.
Yeterli değildi.
Düşüncelerim beni yoruyordu. Çaresizlik aciz hissettiriyordu. Kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım bir çıkış yolu bulamıyordum. Günden güne zihnimin bulanmasının nedeni yalnızca çaresizlik içinde bir yol arayan zihnim olabilirdi.
Yapamıyordum. Gün geçtikçe daha çok zorlanıyordum, ister istemez kendi kabuğuma çekiliyordum. En önemlisi de gün geçtikçe daha çok düşünüyordum. Düşündükçe zihnim daha da karışıyor beni umutsuzluğa sürüklüyordu.
Bu kalabalık kolonide barınmak her geçen gün daha da zorlaşıyordu. Biraya ait olmadığımı hissediyor, gitmek istiyordum. Bunu gizlemek için de hayatım pahasına her türlü işi yapıyor onların güvenliğini sağlarken kendimi de akışa kaptırıp günlerimi böylece geçiriyordum. Bir nevi kendimi oyalıyordum yıllardır. Burada barınmak zorundaydım, dışarıda hayat yoktu.
Kendimi kontrol etmek gittikçe daha da zorlaşıyordu. Bugün olanlar beni endişelendirmişti, gördüğüm rüyanın en sonunda farklı bir sona kavuşması ve duyduğum sesler. Aklımı kaybettiğimi düşünmeme sebep olacak kadar dehşet vericiydi.
Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Tek bildiğim zihnimden kopan anılarımı bulmam gerektiğiydi. Sanırım bir yol bulmalıydım. İçimde hala hatırlayacağıma duyduğum inancı taşıyordum. Belki bir ailem vardı. Bir annnem, bir babam ve kardeşlerim. Yıllardır onlardan uzakta belirsizliğin pençesinde yaşarken beni merak eden birine sahiptim. Aşık olmuş, bir kadınla evlenmiştim belkide... Bir çocuğum bile olabilirdi. Hayatta olmaları bir yana ölmüş olsalar bile zihnimde onların da yeri olmalıydı. Nasıl öldüklerini bilmeliydim. Onları kaybetmenin acısını yaşamaya bile razıydım.
İhtimaller öyle fazlaydı ki... Düşüncelerim çoğu kez birbiri ile çatışıyordu. Bazı ihtimaller beni korkutuyor olsa da belirsizlik çok daha korkunçtu. Rüyamda gördüğüm gibi bir katil olsam da kim olduğumu bilmek istiyordum. Bu yükün altında muhtemelen ezilecek olsam da... Eskiden nasıl biri olduğumu bilmesem de edindiğim bu yeni benlik bu yükü kaldıramazdı.
Yaşadığımız topraklardaki tehlikeler bizi vadilere, uçurum diplerine, kısacası orman ve yaratıklardan uzak olan yerlere hapsetmişti. Yıllar önce Terpakre kolonisine nasıl geldiğimi bile bilmiyordum. Bir koloniden diğerine seyehat etmek günümüz şartlarında imkansızdı. İnsanlar sığındıkları bu şehirlerde gün geçtikçe hapsolmuş tehlike günden güne artmıştı. Buraya başka bir yerden gelmem imkansızdı.
Yaşlı Eynis geçmişin peşini bırakmamı istiyordu. Ona göre yalnızca bugün önemliydi. Buradaki insanların hepsinin yaptığı gibi tek amacımın günü bitirmek olması gerekirken geçmişe duyduğum bu merak onu endişelendiriyordu.
Bu endişesinin nedenini biliyordum, her ne kadar iyi biri de olsa, bana verdiği örgütlerin ardında başka bir amaç yatıyordu. Şehirdeki insanların huzursuz olmasını ve düzenin bozulmasını istemiyordu. Ona göre diğerleri benim böylesine bocaladığımı, başımdan geçenleri böylesine irdelediğimi duysa tedirgin olurdu. Bu yüzden sürekli onunla konuşmamı, diğerlerine içimdeki fırtınayı yansıtmamamı istiyordu.
Onu anlıyordum, korkusu yersiz değildi. Bu nedendenle asla kimseyle bu konuyu konuşmadım. Beni aralarına zar zor kabul etmiş uzun süre nasıl hayatta kaldığımı ve bana nasıl güveneceklerini sorgulamış gün geçtikçe üzerimdeki baskıları azalmıştı. Onlar için çabalamam, onları korumam sayesinde biraz olsun bana güvenmelerini sağlamıştım.
Oysa ben bile kendimden şüphe ediyordum. Öyle olmasa gördüğüm bir rüyadan bu kadar etkilenmez, şu an olduğu gibi uykusuz kalmazdım.
Gözlerimi taş ve toprak karışımı mağara tavanında ayırıp ayağa kalktım. Pek aydınlık olmayan mağaradaki birkaç eşyanın yerini ezbere bildiğim için zorlanmadan dışarıya attım kendimi. Koridor nispeten biraz daha ışık alıyordu birkaç fener sayesinde, bitkiden elde ettiği yağı kullanarak geceleri tamamen karanlıkta kalmaktan kurtarmıştı insanlar kendilerini. Çeşitli eşyalardan bozma parçalarla yapılmış fenerlerin içindeki küçük alevleri izleyerek ilerledim. Fenerlerin altından damlayarak yeri ıslatan yağ son derce sıcak olduğundan üzerlerine basmaktan kaçınıyordum. Sırf bu yüzden geceleri çocuklar güvenli mağaralarda anneleriyle kalıyor dışarıya salınmıyordu. Gerçi gündüzleri de pek güvenli sayılmasa da en azından içeride özgürce dolaşıp vakit geçiriyorlardı.
Hava henüz aydınlanmadığı için hiçkimse yoktu etrafta, uçurumun dışında birkaç bin kadar insanı herhangi bir tehlikeye karşı uyarmak için nöbet tutanlar uyanık olmalıydı şimdi. Bugün aşağıda nöbet tutanların hiçbiri ile yakın değildim, zaten burada bir avuç insanla oturup iki çift laf etmişliğim vardı. Bunların başında Eynis, Konza ve Nisha geliyordu...
Adımlarım beni diğerlerine oranla çok daha geniş olan ana mağaraya sürükledi, bu mağaranın göbeğinde bitki yetiştirmemizi sağlayan ve su ihtiyacımızı gideren kaynak bulunuyordu. Etrafı taşla çevrilmiş su mağaranın duvarına yerleştirilmiş meşaleden yanan ışığın mağaradan yansımasıyla kızıl parlamalarla hafifçe dalgalanıyordu. Su her zaman koyu bir renge sahipti, ateşin rengini üzerinde bir leke misali cansız bir şekilde yansıtıyordu.
Kendimi suya yakın bir taşın üzerine bıraktım, yalnızca gece boş kalan bu mağarada gün ağırana kadar birkaç saat geçirebilirdim.
Planladığım gibi burada vakit öldürürken sakince suyu izliyordum. Sessizlik anlamsız bir huzur veriyordu. Düşüncelerim sık sık beni rahatsız etmese her şey güzel sayılırdı. Derken sessizliğin içine bir takım sesler dahil oldu. Sessizlik ne kadar huzur verirse herhangi bir ses de tam tersi son derece tedirgin ediciydi.
Uzaktan gelen konuşma seslerinin kaynağı dışarıda nöbet tutan insanlar olmalıydı. Bunun ardından iyi bir şeyin çıkmayacağını zihnime fısıldayan o karanlık sese kulak verip bulunduğum yere yakın ve içeriye girmek için tek yolumuz olan kapıya doğru yürüdüm. Koridorlar birbiriyle bağlantılı olarak bu mağaraya açılıyordu, bu mağara ise bu çıkış kapısına. Sarmaşıklarla kaplı etrafı taşlarla örülü geniş ağıza kadar hızlı adımlarla ilerleyip dışarıya çıktım.
Nobetçilerden biri üç dört adım ileride elindeki ucu sivreltilmiş uzun bir mızrağı karanlığa gömülü ormana çevirmiş tetikte bekliyordu. Az ileride iki kişi de elindeki meşaleler ile ilerideki bir şeye bakıyordu, sanki bir şey arıyorlardı.
"Haber vermeliyiz," Diye bağırdı yakınımda olan. İsmini bilmesem de muhtemelen ana mağarada gördüğüm için yüzü tanıdıktı. "Yanılmadım, oradaydı. İnanın bana ben ne gördüğümü biliyorum."
"Boş yere onları uyandırmaya gerek yok, daha önce kayalıklara gelebilen bir tane bile Awhoz olmadı. Eğer söylediğin gibi bir tanesi orada bir yerde sürünüyorsa da tehlikede değiliz."
Ormana doğru bakanlardan biri konuşmuştu bu kez. Haklıydı, daha önce hiç ormandan çıkan bir Awhoz olmamıştı.
Birkaç adım atarak elinde meşale olan orta yaşlardaki adamın yanına geldim. Uzun saçları ve düzensiz bir şekilde kesilmiş sakalıyla oldukça dağınık görünüyordu. Adam yanına geldiğimi görünce suratına takındığı garip ifade ile konuştu, " Merhaba Heon."
Anlaşılan benim aksime o, beni tanıyordu. Başımı eğip selam vermekle yetindim.
" Her şey yolunda mı?" Diye sordum ilerideki iki adama bakarken.
Derin bir nefes aldı sıkıntıyla, "Sanırım. En azından yolunda olmasını umut ediyorum. Az önce o sürüngenlerden birinin şu ileride, ağaçların dibindeki yüksek çalının ardına girdiğinden neredeyse eminim. Çok hızlıydı."
Adamın tarif ettiği yere baktım, hiçbir hareketlilik yoktu. Öndeki iki nöbetçi meşalelerini ormana doğru tutmayı bırakıp geri dönerken çalılık ve oradaki birkaç ağaç yeniden karanlığa gömüldü.
O an içime bir sıkıntı düştü. Sanki orada bir şey olduğunu hissediyor oraya gitmek için arzu duyuyordum. Kulak asmamaya çalıştım ancak zihnimdeki dürtü yine hakimiyeti ele geçirmişti.
Awhozlara özgü çatallı dilleriyle çıkardıkları garip ve ince tınısı olan tıslama sesi yankılandı kafamın içinde. Yeni bir sanrının içine düştüğümü sandım.
Geriye dönmeden önce diğerlerine "Kolay gelsin." Dedim.
Erken konuşmuştum, hislerim bu sefer haklıydı. Az önce iki adamın kontrol ettiği çalılıkların çaprazındaki kayalıkların üzerinde beliren yaratık bulutlarla bezeli gökyüzündeki ayın soluk ışığını üzerindeki pullarla yansıtıyordu. Büyüklüğü ve bulunduğu yer sayesinde onu rahatlıkla görebilmiştik.
Saklanmak gibi bir çabası veya ihtiyacı yoktu.
Ormanın içinde sayılırdı. Ahwozlar nedenini bilmesek de ormandan çıkmazdı hiçbir zaman. Benimle birlikte diğerleri de dikkatle yılana bakerken diğerleri ellerindeki silahları ile saldırmaya hazır bir şekilde bekliyordu.
O an kısa kılıcımı odamdaki paslı eşya yığınının üzerimde bıraktığımı hatırladım.
Awhoz kendine has sesini çıkarmaya başladı. Nedense o yaratığın ormanda kalmayacağını hissediyordum. Bu kez hislerime güvenmeyi seçtim, bunu daha önce hiç yapmamıştım.
"Diğerlerine haber vermemiz gerek." Dedim yılandan gözümü ayırmadan. Diğerlerinden kastım savaşabilen ve diğerlerine nazaran gücü yerinde olan insanlardı.
"Buraya gelebilir mi?" Diye sordu üç kişiden en genç olan.
Az önce konuştuğum kişi onu yanıtladı, " Daha önce hiç ormandan çıkan bir Awhoz olmadı. Yine de risk alamayız. Ben haber vermeye gidiyorum. "
Sözlerinin ardından hızla kapıya doğru yürüyüp içeriye girdi. Üç kişi kalmıştık.
Sessizce yaratığa bakıyorduk. O ise yalnızca sesler çıkarıyor ayın ışığıyla görebildiğim kadarıyla hafifçe hareket ediyordu. Fazlasıyla büyüktü. Şimdi saldırmaya kalksa, üç kişiyken onun karşısında hiçbir şansımızın olmadığını düşündüm. Düşüncelerimin yarattığı tedirginlik henüz üstüme çökmüştü ki yaratık hareket etti.
İleriye doğru sürünmeye başlamıştı, hızlıydı ve çoktan ormandan çıkmıştı.
"İçeriye girmeliyiz." diye bağırdı genç olan. Ona göre daha sakin olan diğeri ise başıyla onay verecek gibi olduysa da Awhoz fazla hızlıydı.
İtiraz ettim.
"Kapıya varmamız mümkün değil, hem onu içeriye çekmiş oluruz. Geç kaldık."
Konuşmamın ardından sessizliğe gömüldü her ikisi de, yılan birkaç metre yakınımıza kadar yaklaşırken sessizleştiğimiz için duraksadı ve geniş başını çevirerek etrafına baktı. Nerede olduğumuzu anlamaya çalışıyor olmalıydı.
Yılana dikkatle bakarken hemen yanımda bir çıtırtı duydum. Hemen ardından da bir dal kırılma sesi. Genç çocuk geriye doğru çekiliyordu, yüzündeki ifade ne kadar çok korktuğunu anlamamı sağladı. Daha önce hiç bu yaratıklardan görmemiş olma ihtimaline karşı, ne yapması gerektiği ona öğretilmiş olmalıydı. Hatasını korkusuna verdim.
Diğer adam hiçbir girişimde bulunmadan sessizce beklese de ben onu durdurmak için kolunu tutmak istedim. Elimi henüz uzatmıştım ki yılan benden önce davranıp ileriye atıldı. Genç çocuk korkuyla geri çekilse de birkaç adım uzaklaşmadan yılan yanımdan geçerek çocuğun başını tek hamlede kopardı. Kopan başı sert zemine tok bir sesle düşüp hafifçe yuvarlanırken yılan onun bedenini yiyerek kendine bir ziyafet çekmeye başlamıştı bile.
_________________
27/04/19
SONSUZSİYAH
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top