Bölüm 5
Medyada: LEA SALONGA - On My Own
(Bölüme başlamadan önce medyayı dinlemenizi öneririm.)
===
Dört yıllık üniversite hayatımın neredeyse her günü kendimle savaşarak geçti. Bir kez bile yanıma gelmemişti. Canı istediğinde aradı, istemediğinde ise unuttu. Hep unuturdu zaten! Ama ben onu düşünmeden hiç kapamadım gözlerimi. Rüyamda dahi olsa bir kez görebilmek için her gece uyumadan önce dua ederdim. Onunla ilgili haberler alabilmek adına arkadaşlarımı telefonla arayıp konuyu ona getiren sohbetler açmak gibi dolaylı öğrenme metotları oluşturmuştum kendime. Ona dair ne olursa olsun duymak isterdim. Bununla bile mutlu olurdum, hem de çok...
Günlerce ortalıktan yok olur sonra hiçbir şey olmamış gibi geri dönerdi. Ona ulaşamadığım her an için mutlaka bir bahanesi olurdu. Geleceğe dair konuştuğu nadir zamanlarda bazen benimle evlenmek istediğini söylerdi. Ne kadar içtendi bilmiyorum. Ailemin onu asla onaylamayacağını içten içe bildiğinden her şeyimi geride bırakarak onunla kaçmamı isterdi. Çünkü kendini tanıyordu ve ailemin karşısına cesaretle çıkamayacağını da biliyordu. Zaten bunun için gerekli olan sevgi de onda yoktu.
Hiçbir zaman onun karşısında güçlü olamadım. İşkencelerle eğitilen ve eğiticisinden başkasına itaat edemeyen insanlar gibi onun aşkıyla eğitilmiştim. Beni güçsüz, çaresiz, düşünemeyen ve sessizce aşkını dilenen bir varlığa dönüştürmüştü. Çoğu zaman kendimi değersiz hissetmekten kendimi alamıyordum. Tek ihtiyacım olan şey belki de birinin beni sevilebilecek kadar değerli olduğumu hissettirmesini istememdi. Kendime güvensizliğimin nedeni belki de bundandı. Hiçbir zaman bu duygunun eksikliğinden kendimi kurtaramadım. Onun beni sevdiğine, sevebileceğine biraz da olsa güvenebilseydim ardıma bir kez bile bakmadan onunla istediği yere giderdim. Beni sevmesini o kadar çok istiyordum ki, buna o kadar ihtiyacım vardı ki, beynimde o küçücük sesi bastıran hezeyanlarımın çığlıklarından o sesi hiç duyamadım. Ama o ses ne kadar bastırılmış ne kadar güçsüz de olsa hiç susmadı. Adı umut muydu? Bilmiyordum. Belki de sadece kendimi inandırmaya ihtiyacım vardı.
Ona, gözlerime gökyüzündeki bütün yıldızları takmışım gibi bakarken, onun nadiren de olsa gözlerine takılan en parlak yıldızlarda bile kendi aksimi göremezdim. Çoğu zaman belli bir noktaya sabitlenen bakışlarının bir kez bile olsa sebebi olmak isterdim. Sanırım hiç olmadım...
En çok ellerini severdim; güçlü, sıcak ellerini. O ellerin sıcaklığına en çok ihtiyacım olduğu zamanlarda yoktular. Bütün acılarımı, korkularımı, güçsüzlüklerimi yaşadığım zamanlarda bana uzanmayan elleri, sadece canı istediğinde saçımı, yüzümü okşamak için uzanırdı. Benim hüzünlerimi, kırgınlıklarımı yok etmek için değil; defalarca açtığı kabuk bağlamış yaralarımı tekrar kanatmak için. O yaralarımı içimi çeke çeke nasıl iyileştirdiğimi hiç bilmezdi, anlamazdı. Sormazdı ki zaten!
Benden saklamaya çalıştığı bir şeyler olduğunu hissederdim. Gözlerinin arkasında her an kırılıp ortalığa saçılacakmış gibi karanlık bir keder asılı dururdu. Ona ulaşmayı, sevgimle sarıp sarmalamayı, kötü olup ona değen ne varsa teker teker uzaklaştırmayı ne çok isterdim. Duygularına erişmeme asla izin vermezdi. Her daim dudağının kenarına asılı kalmış gülümsemesiyle, çenesi yukarıda mağrur duruşuyla onu hiçbir şeyin üzemeyeceğini gösterir gibiydi.
Mezun olmama birkaç ay kalmıştı. Hayatımın dört yılını geçirdiğim şehre, hüzünlerimin şahidi deniz kenarındaki sürekli oturduğum banka, gözyaşlarımla yarışan gün batımıyla yıkanmış dalgalara veda etmek üzereydim. Yine aylardır haber alamamıştım, bir kez bile aramamıştı. Kendimde nadir de olsa bulduğum cesaretle onu aradığım zamanlarda ise telesekreterin onunla görüşmemi engelleyen soğuk, tekdüze sesiyle karşılaşırdım. Her günüm bir öncekinden daha sıkıcı bir hal almaya başlamıştı. Her şeyden hemen sıkılıyor ne derslerime ne de çevremde olan bitene odaklanabiliyordum. Bazen uzun süre kıpırdamadan saatlerce aynı noktaya bakarak otururken, bazen de beş dakikadan fazla sabit kalamıyor, ne yapacağımı şaşırmış halde adeta bedenimi kullanılamaz hale getirebilmek için çırpınıyordum. O kadar özlemiştim ki, burnumda tütüyordu. Onu görebilme ihtimalim yoktu çünkü derslerimin yoğunluğundan eve gidemiyordum. Nedensiz yere içim sıkılıyor, durup dururken ağlıyordum. Gecenin bir vakti zorlukla daldığım uykudan aniden uyanıyor sonrasında ise saatlerce uyuyamıyordum. Nedenini bilmiyordum ama huzursuzdum ve diken üstündeydim.
Bir cumartesi günü, gökyüzünden nazlı nazlı dökülen damlaları izlemek için pencere kenarında oturuyordum. Bilgisayarımda sürekli dinlediğim, hüznümün güzelliğini süslü cümleleriyle bana taşıyan şarkılar çalıyordu ve elimde koca bir fincan kahve vardı. Serin havada ellerimi ısıtacak kadar sıcaktı. Gün bitmek üzereydi. Yine acı çektiğim, bana işkence eden saatlere doğru yol alıyordum. Özlemle ufuk çizgisini takip ediyordu gözlerim. Düşüncelerim beynimde dans ediyordu birbiri ardı sıra ve sonunda hepsi aynı düşüncenin etrafında toplanıyordu. Düşüncelerimin efendisiydi o!
Telefonum çaldı, arayan o'ydu. Heyecanla telefonu açarken az daha kahveyi döküyordum. Ellerim titriyordu. Telefonumu açar açmaz her zamanki gibi susup kalmıştım, ne söyleyeceğimi bilmez halde nefesimi düzenlemeye çalışıyordum. O kadar zaman geçmesine rağmen hala ilk günkü gibi utanıyordum. O benim üzerine titrediğim en kırılgan, en kıymetli hazinemdi. Sesini duyduğum her anda olduğu gibi, sanki dünya duruyormuş da yeni dönmeye başlamış gibi hissediyordum. O konuştuğunda beynim, kalbim ve ruhum aynı anda ona kilitlenirdi. Sanki dünyada duyulmaya değer başka hiçbir şey yokmuş gibi. Sanki evrendeki tek güzel sesmiş gibi...
Heyecanla ve özlemle açtığım telefonda bana evleneceğini, bir hafta sonra düğünü olduğunu söyledi. Kalbim içten başlayan bir yıkımla ezilirken söyledikleri kalbimin zırhına çarptı ve geri sekti. Beynim kelimeleri anlamsızlaştırıp zihnimden uzaklaştırdı. Her ne kadar inkâr etmeye çalışsam da şüphe süzülmeye başlamıştı içime. Soramadığım, belki de cevaplarından korktuğum bütün sorular 'Neden?' diye döküldü dudaklarımdan. Bütün hislerim tek bir kelimede hayat buldu. Neden?
Belki bir saniye, belki de bir ömür süren suskunluğun ardından dalga geçer gibi düğününe gidebileceğimi söyledi. Uyuştuğumu hissettim. Ne elimi yakan kahvenin ne de yere büyük bir gürültüyle düşüp kalbim gibi parçalara ayrılan fincanın farkındaydım. Kendi içimde boğuluyordum. Konuşamıyordum. Ağzımdan anlamlı ya da anlamsız hiçbir kelime çıkmıyordu. Sustum. Kulaklarıma kendi nefesimin çığlıkları dışında hiçbir şey dolmuyordu. Boğazımı parçalara ayırıyormuşçasına giren hava adeta kavuruyordu içimi. Yanıyordum. Ben kendi bedenimle boğuşurken o diğer tarafta telefonu kapattı. Bu sessizliğin anlamını, kalbim kuş gibi çırpınarak anlatıyordu. Elimde telefonla ne kadar süre o şekilde durduğumu hatırlamıyorum. İçime gittikçe yayılan acının her bir zerresini hissedecek kadar zaman ağırlaşmıştı. Deli gibi çarpan kalbim dışında her şey ağırlaşmıştı.
Uykusuz, ıstırap içinde geçen beş günün ardından anlamlandıramadığım, beynimden uzaklaştırmaya çalıştığım şeyi gözlerimle görmek istediğim için eve gittim. Onu görebilmek için gün boyu sokaklarda dolaştım. Evinin olduğu sokağa bile gittim ama cesaret edip kapısına dayanamadım. Düğünü olacağını söylediği günden bir gün önce uzaktan gördüm. Her zamanki gibi etrafı arkadaşlarıyla çevriliydi. Keyfi yerinde görünüyordu: Hararetle arkadaşlarına bir şeyler anlatıyor ve her zamanki tasasız kahkahaları dudaklarından eksik olmuyordu. Ben ölümün soğuk nefesi ensemdeymiş gibi, içimde kocaman, karanlık bir delik açılmış ve canımı yakıyormuş gibi iki büklüm olmuş halde onu izlerken, o başını gökyüzüne doğru kaldırarak içtenlikle kahkaha atıyordu. Cesaret edip yanına gidemedim. En çok merak ettiğim soruyu soramadım. Korktum, neyden korktuğumu bile bilmeden.
Saatlerce evini gizli bir köşeden izledim. Yağmur yağıyordu. Cesaretsizliğimle sırılsıklam o karanlık sokak köşesinde çömelmiş titrerken, ne kadar değersiz ve sevilmeye layık olmadığımı vücudumun her zerresine işleyerek anlatan yağmurla ıslanıyordum. Çaresizliğim, utancım ve korkularım benim en büyük güçsüzlüklerimdi. Beklemenin bir anlamı yoktu, gitmek istiyordum ama bir yandan da bırakıp gidersem onu ellerimden bir daha vermemek üzere alacaklarını hissediyordum. Kendimden, yetersizliğimden kaçmak istiyordum ama kendimden kaçabilmek için bile onun kollarının sıcaklığına muhtaçtım.
Bu kadar cesaretsiz, bu kadar yetersiz olduğum için, karşısına dikilip neden bunu yaptığını soramadığım için, ellerimden kayıp gitmesine izin verdiğim için kendimden nefret ederek eve döndüm. Gerçekten evlenip evlenmeyeceğini arkadaşlarıma sorarak öğrenmiştim. Eve girdiğimde annem sırılsıklam halimi görür görmez 'Ne oldu?' diye sordu. Daha cümlesini tamamlamasına fırsat vermeden boynuna sarılıp hıçkırarak ağlamaya başladım. Bana teselli vermeye çalışıyordu ama ben onun da kendini zor tuttuğunu ses tonundan anlayabiliyordum. O da üzülüyordu; kızının mutsuzluğuna, çaresizliğine...
Evlendiği gece sabaha kadar uyuyamadım; hazmedemiyordum. Bir yanım böyle bir şeyin olduğunu gözleriyle görmezse inanmayı reddederken, diğer yanım karanlık, soğuk ve sonu gelmeyen işkenceleri kabul etmiş nasıl başa çıkabileceğini düşünüyordu. Sabaha kadar dua ettim. Bunun bir kâbus olmasını ve uyanmayı her şeyden çok istiyordum. İnkâr eden yanımın haklı çıkmasını çok istiyordum. Ama bu defa duam kabul olmadı ve o gecenin sabahında 'perişan' kelimesinin ne anlama geldiğini daha iyi öğrenmiş oldum.
Okula dönmek zorundaydım. Ertesi gün enkaz bir halde dört yılımı geçirdiğim ve yakında veda edeceğim şehre döndüm. Sınavlarım başlamak üzereydi. Ders çalışmak şöyle dursun, yataktan kalkmaya mecalim yoktu. Sabaha kadar ağlıyor, akşama kadar uyuyordum. Gecem ve gündüzüm birbirine karışmıştı. Ruhum bedenimin içinde en kuytu köşeye çekilmiş, çömelmiş ve uyuşmuş elleriyle kendini sarıp korumaya çalışıyormuş gibiydi. Hayatla bütün bağlarımı koparıp atmışlar gibi hissediyordum. Etrafımda konuşulanları anlayamıyor, saatlerce kıpırdamadan görmeyen gözlerle aynı noktaya bakıyordum. Arkadaşlarım benden korkmaya başlamıştı. Başlarda ısrarla sorulan sorular, birbiri ardına kurulan süslü teselli cümleleri yerini büyüyen anlamlı bir sessizliğe bırakıyordu.
Birbiri ardına sınavlara girip çıktım. O dersleri nasıl geçtiğimi hala anlamamışımdır. Böylece üniversite hayatım da bitti ve eve döndüm."
Öksürük krizine yakalanan Ahzen durmak zorunda kaldı. Gözlerinin altındaki morluklar öksürdükçe daha da solan yüzünde iyice belirginleşmişti. Nefes alış verişleri hızlanmıştı. Ben endişeyle yüzüne bakarken o bir anda saatine baktı. Geç olduğunu, gitmesi gerektiğini söyledi. Hikayesinin geri kalanını merak ediyordum. Bir sonraki karşılaşmamızda devam edeceğini söyleyerek kalktı. Buna sevindim. Ama dikkatle ona baktığımda zayıflamış ve yorgun göründüğünü fark etmem canımı sıkmıştı. Ben de onunla kalkarak eve gittim.
Bütün gece anlattıklarını düşünerek yatakta dönüp durdum. Bir insanı bu şekilde sevmek nasıl mümkün olabilirdi? Karşılığı olmadığını bile bile bir insan kendine bunu neden yapardı? Hiç mi gururu yoktu? Aklını gölgeleyecek, düşüncelerine hükmedecek kadar birinin içine sızmasına izin vermek ne kadar mantıklıydı? Kendini değersizleştirdiğini, hayattaki bütün güzel şeyleri görmesini engelleyerek acı çekmesine neden olan bir kedere düştüğünü göremiyor muydu? Karşılıksız sevmek mümkün müydü? Aşk insanı kör ederdi belki peki ya öldürür müydü?
Bunları düşünürken bir şeyi fark etmeye başlamıştım. Eşim de beni bu şekilde sevmiyor muydu? Bana rağmen...
===
Sanırım şimdiye kadar yazdığım en uzun bölüm bu oldu. Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın.
Hikaye ile ilgili düşüncelerinizi merak ediyorum.😉
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top