Bölüm 3

Selam can okurlar,

İlk iki bölüme bıraktığınız kalpler ve yorumlar için çooook teşekkür ederim. Hikayenin hoşunuza gittiğini görmek şahane! O yüzden HEMMEN yeni bölüm geliyor! 

Ne kadar çok sevgi, o kadar hızlı yeni bölüm :p  Yorumlarınızı ve kalplerinizi bekliyorum!!!

Keyifli okumalar :))

E.Ç.

***

Please have mercy on me
Take it easy on my heart

***

BÖLÜM 3:

Camila

"Beni rahat bırakır mısınız artık!" dedim elimdeki hamuru mermere çarpıp. Son iki gündür olduğu gibi tüm sinirimi hazırladığım kurabiyelerden ve biricik arkadaşlarımdan çıkarmaya devam ediyordum. "Farkında mısınız bilmiyorum ama çalışıyorum ben ve hala yarına yetiştirmem gereken yüzlerce kurabiyeyle dev bir pasta var."

"Yapma ama Cami," dedi Lea tezgahın üstünden elime uzanıp. "Bin kez özür diledik işte. Tamam, eşeklikti yaptığımız. Sana sormadan yüklemememiz gerekiyordu o videoyu. Ama kimse şarkıyı yazanın sen olduğunu bilmiyor ki!"

"Şşşşt!" derken dehşetle büyümüştü gözlerim. Onun sözlerini duyan biri var mı diye panikle etrafa bakındım. Ama halam Sussie de çırağımız Miro da mutfakta değillerdi.

"Kimse şarkıyı yazanın sen olduğunu bilmiyor," diye tekrarladı Lea bu kez fısıldayarak.

Tanrım, onu sahiden de oklavayla kovalamak istiyordum. Hayır, sırf onu değil, tüm arkadaşlarımı... Tamam, niyetleri iyiydi. Tamam, arkamdan çevirdikleri işin bu denli büyüyeceğini düşünmemişti hiçbiri. Hoş, böyle bir şeyi kim düşünebilirdi ki zaten? Yine de... o gecenin ardından gelen güne uyandığımdan beri kafamda bir kese kağıdıyla dolaşıyordum sokakta. Dünya üzerinde on iki milyon insan izlemişti videomuzu ve bunun hiçbir önemi yoktu; çünkü o insanların hiçbirini hayatımda bir kez olsun görmeyecek, duymayacak, bilmeyecektim muhtemelen. Oysa bizim kasabada her gün suratına baktığım tüm Allah'ın kulları da seyretmişti aynı videoyu ve çukur kazıp içine de girsem onlardan kaçmamın bir yolu yoktu.

Rezillik!

Kulağımda çınlayan tek kelime buydu iki gündür. Hep birlikte rezil olmuştuk işte. Kızlar yedikleri haltın başımıza açacağı belayı anladığı andan itibaren bunun şarkımızı duyurmak için kurguladığımız bir oyun olduğunu yaymaya çalışıyorlardı kasabaya. Her yanımdan geçen insan suratıma sırıtmıyor, market sırasındakiler arkamdan fısıldaşmıyor ya da pastanemize uğramayan komşular sırf olayın aslını öğrenmek için bizden pasta almaya gelmiyor olsa onların başarılı olduğunu düşünebilirdim belki.

Oh hayır, kesinlikle başarılı değillerdi.

"Neden iyi tarafından bakmıyorsun Cami?" dedi Rose dudaklarını aşağı sarkıtıp. "Belki de bu bambaşka kapılar açar önüne. Birileri seni keşfeder. Sonuçta senin şarkın meşhur oldu."

"Şarkım değil," dedim burnumdan soluyarak. "O postun altına yazdığınız yazı meşhur oldu!"

"Yo yo yo, orda dur bakalım!" dedi Lucy kaşlarını çatıp. "Bas baya da bayıldı insanlar şarkıya. Sen altında yazan yorumları okumuyor musun hiç kızım ya?"

Okumuyordum elbette. Panik atak geçirmeden ikinci kez videoyu izleyememiştim bile.

"Bakın!" dedim sabrımın son zerresiyle. "Gerçekten şu lanet kurabiyeleri bitirmem lazım! Yoksa o konseri bensiz verirsiniz yarın!"

"Doğru söylüyor," dedi o an arkamdan bir ses. "Gerçekten de o lanet kurabiyeleri bitirmesi gerekiyor. Konser olsun ya da olmasın..."

Babam elinde koca bir çuval unla depodan mutfağa dönmüştü. Yüzündeki muzip tebessüm olmasa da benimle dalga geçtiğini ses tonundan söyleyebilirdim. Zaten onu görür görmez hemen suratları yumuşamıştı arkadaşlarımın. Tüm kasabanın sevgilisi, al yanaklı, tombul Papa Ale'ydi o ne de olsa.

"Üzgünüm kızlar ama üzerinize bir önlük geçirip bize yardım etmeyecekseniz sizi mutfaktan kovalamak zorundayım," dedi yanımda durduğunda. Kolunu omzuma atıp başımın üstüne bir öpücük bırakmıştı. "Kızımın aşk hayatını kermesten sonra kurtarmanız gerekecek korkarım."

"Baba!" dedim dehşetle ona dönüp.

Tüm dünyanın alay konusu olduğum yetmezmiş gibi öz babamın da diline düşmüştüm. Aman ne güzel! Benden korkularından gülemediklerinden dudaklarını ısırıyordu arkadaşlarım karşımda.

"O zaman biz şimdi gidelim," dedi Rose çekingen bir tebessümle. "Akşam pastayı sen getireceksin bizim otele değil mi Cami? O zaman konuşuruz artık."

"Bilmiyorum," dedim önce. Sonra babamla göz göze gelmiş ve sıkıntıyla nefes vermiştim. "Evet, ben getireceğim pastayı."

Kızlar önce beni, benden yüz bulamayınca da babamı öpmüşlerdi tek tek. Ardından da mutfaktan çıkıp babamla bizi yalnız bıraktılar.

"Demek aşk hayatımın kurtarılması gerektiğini düşünüyorsun?" dedim ellerim belimde babama dönüp.

"Ben değil, arkadaşların öyle düşünüyor," dedi babam. "Yoksa neden öyle bir şey yapsınlar ki?"

Bir yandan pasta malzemelerini tezgaha dizdiğinden sırtı bana dönüktü. Yine de yandan gülümsediğini görebiliyordum. Videoyu o da izlemişti elbette. Yine de tek kelime etmemişti bana. Benim bir şey söylememe, onun da sorular sormasına gerek yoktu zaten. Şarkımı, o şarkıyı bana yazdıran duyguları ve o duygulardan asla haberi olmayan çocuğu herkesten iyi biliyordu.

"Asıl soru şu," dedi unu geniş bir kaba boşaltırken. "Sen bu konuda ne düşünüyorsun mi vida?"

O omzunun üstünden bana göz kırptığında dudaklarımı aşağı sarkıtıp somurttum. Nadiren onun kızıp azarlayan, ne yapmam gerektiğini söyleyen babalardan olmasını diliyordum. İşte bu, o nadir anlardan biriydi. Keşke bana bir yol gösterse, o yoldan gitmeye zorlasaydı da bu kadar kayıp hissetmeseydim kendimi. Ama her zamanki gibi kendi kanatlarımla düşe kalka uçmama izin verecekti babam.

Aşk mi vida... demişti daha ben küçücük bir kızken. Sorgulamaya gelmez. Eğer kalbine yuva yaptıysa onu olduğu gibi kabullenecek ve sahipleneceksin. Bazen bir bülbül olacak, bazen kanadı kırık yalnız bir kuş. Hepsi güzel. Hepsi senin. Ama sen aşkından şüphe eder, onu ürkütüp kaçırırsan bir daha kalbine geri dönmez. Bunu istemeyiz değil mi?

İstemezdik elbette. Çünkü kalp boş kalmaya gelmezdi. Solardı. Küçülürdü. Yok olurdu sonunda. Öyle öğretmişti babam bana. Onu ve annemi izleyerek keşfetmiştim ben bir başkasını sevmenin ne demek olduğunu. Onların birbirlerine bakışlarında bulmuştum duygularımın anlamını. Ve annemin son anına kadar onun elini bırakmamış adamın gözlerinde inanmıştım aşkın sonsuzluğuna.

Belki de bu yüzdendi küçük bir kuşken sahiplendiğim aşkımdan hala vazgeçemem. Öyle korkuyordum ki kalbimin sahipsiz kalmasından... Ama... o yalnız kuş kalbimle birlikte beni de hasta ediyordu artık. Bu video olayı gerçekleri hiç olmadığı kadar net görmemi sağlamıştı korkarım.

Bunu kendime bile sesli itiraf edemeyecek olsam da o videoyu gördüğümden beri bekliyordum ben. Beklemek istemediğim, düşünmemeye çalıştığım, umut etmekten kaçındığım halde... Ve geçen iki günde, şarkımızı dinleyen on iki milyon insana rağmen, o videonun altında yazan mesaja cevap vermesi gereken tek kişi hiçbir şey yapmamıştı. Evren bundan daha açık ve net ne mesaj verebilirdi ki bana?

"Tu vida bu konuda biraz daha düşünecek sanırım papa," dedim buruk bir tebessümle. "Ve artık bu gidişe bir son verecek. Yani... bir şekilde..."

Babam dudaklarını büzüp gülümsedi. "O zaman bırak o kurabiyeleri de gel yanıma. Şu pastaya başlayalım artık."

Başlayalım papa diye düşündüm. Kalp kırıklarıyla baş etmek için üç beyazdan daha etkili ne olabilirdi ki zaten? Sahiden de bir kez çalışmaya başlayınca gerçek hayat bir süreliğine de olsa mutfağımızın dışında kalmıştı. Tezgahın başında müşterilerle ilgilenen Sussie hala arada bir yanımıza geliyor, kekin yoğunluğu, kremanın hafifliği ya da dekorla ilgili bizi azarlayıp içeri geri dönüyordu.

Annemi kaybedene kadar sadece o ve babama aitti bu pastane. Şimdiyse ben ve halam yardım ediyorduk ona. Annemsiz asla eskisi gibi olmayacaktı hiçbir şey ya her köşesine saçılmış güzel anılarla dünya üzerinde hala en çok içimi ısıtan, yüzümü güldüren ve bana sığınak olan yerdi bu dükkan. Küçüktü, mütevaziydi ve her daim mis gibi tarçın kokardı.

Saat ona gelirken kermes için hazırladığımız pastayı da pastanemizin klasiği olan tarçınlı kurabiyeleri kutulamayı da bitirmiştik. O kutuları Miro getirecekti yarın sabah. Pastayı teslim etme işiyse Rose'un da altını çizdiği gibi bendeydi. Sorun şuydu ki bunu soğutmalı teslimat aracımızla yapmam gerekiyordu normalde. Babamın yarın sabah için tedarik etmeyi unuttuğu malzemeler olduğunu fark edip acilen arabayla şehre gitmesiyle birlikteyse iş benim yadigar Vespa'ma kalmıştı.

"Ben çıkıyorum tia," dedim kutuları üst üste dizmekle meşgul halama.

"Dikkatli ola Cami!" dedi arkasını dönmeden.

Ona bu koca pastayla gel de sen dikkatli ol dememek için "Adios!" diye bağırdım ve kollarımı kocaman açtığımda ancak arasına sığan kutuyla çıkışa ilerledim. Her yıl tekrarlanan bir adetti palmiye şeklindeki bu pastayı kermeste kesmek. Santa Barbara'yı da gayet güzel anlatıyordu aslında. Yine de gelecek yıl daha küçük bir şekil seçmek konusunda babamı ikna etmeliydim bence. Taşıması çok daha kolay bir şey... Bir Hindistan cevizi mesela...

Sokağa çıkıp bebek mavisi motorumun başında durduğumda bir an Rose'u ya da Lea'yı arayıp arabalarıyla gelip beni almalarını istemeyi düşündüm. Hayır! dedi domuz gibi inatçı iç sesim hemen. Henüz yelkenleri suya indiremezdim. Onlara sinirlenmek kendi hatalarımla yüzleşmekten çok daha kolay olduğundan bir süre daha kızgın kalacaktım arkadaşlarıma.

Evet, kesinlikle kolay olmayacaktı, ama tek başıma da pekala yapabilirdim bu taşıma işini. Önce pastayı yere bıraktım, kaskımı taktım ve sonra kutuyu kucaklayıp bacağımı motorun üstünde atıp üzerine yerleştim. Bir elim pastayı, diğeriyse Vespa'nın kolunu tutuyordu.

"Hadi bakalım," diye mırıldandım derin bir nefesle.

İlk birkaç yüz metre kesinlikle bir denge savaşıydı. Kollarımdaki ağırlığa ve motorun hızına alıştığımdaysa keyifle gülümsemiştim zaferime. Oluyordu işte. Mis gibi de gidiyorduk pastam ve ben. Beş yaşımda taşınmıştık Santa Barbara'ya ve o günden beri yuvam olmuş bu sokaklar her zamanki gibi içimi ısıtıyordu bu gece de. Arklı evler, çinili merdivenler, palmiyeler, eski sinema binası...

İşte bu manzara tüm sıkıntıları unutturmaya yeterdi. Sokaklara atılmış masalarda şaraplarını yudumluyordu insanlar. Keyifli sohbetler sarmıştı caddenin iki yanını. Ilık, çiçek kokan bir geceydi bu. Belime uzanan saçlarım kaskın altında dans ediyordu rüzgarla. Bir an, evet sadece bir an, hatta bir saniyenin onda birinde, tertemiz yaz havasını içime çekmek için gözlerimi yumdum.

Ve uçuyordum.

Hayır, hayallerimde değil, gerçekten! Motorun popomun altından, pastanınsa elimden kurtulduğunu hissetsem de müdahale edemeyeceğim kadar hızlı olmuştu her şey. Bir an için havada, sonraysa asfaltın üzerindeydim.

"Aha..." gibi bir ses çıktı ağzımdan, ama çığlık atan fren sesi benimkiyle birlikte sokağın huşu dolu tüm uğultusunu da yutmuştu. Yıldızlar hiç olmadığı kadar yakındı şimdi gözlerimin önünde. Beyaz pırıltılar arasından görüyordum binaları, ağaçları, gökyüzünü.

"Hey," dedi bir ses başımın üstünde, ama yönünü kestirip de ona dönememiştim hemen. Her şey dönüyordu, her şey. Dünya, başım, midem...

"İyi misin?" diye sordu ses yeniden. Bir erkek sesi...

Zar zor kaldırdım bu kez başımı. Beyin sarsıntısından hafızamı mı kaybetmiştim bilmiyordum ama tanıdığım hiçbir simayla eşleşmiyordu karşımdaki yüz.

"Dur, hareket etme," dedi ben yerden kalkmak için hamle yaptığımda. "Bir yerin kırılmış olabilir."

Bir yerimin kırıldığını sanmıyordum. Ama muhtemelen kusacaktım. "İyiyim," diyebildim kaskın bağını çekiştirip. Onu çıkarmamla biraz daha netleşmişti etrafımdaki dünya. Bir cipti bana çarpan. Boynu bükük Vespa'm az ötede yan yatıyordu. Ve onun hemen yanında...

"Pasta!" diye bağırdım bir anda dehşetle. Pasta gitti, pasta mahvoldu, ben mahvoldum! Ayağa fırlamak istemiş, ama bedenim beynimin bu komutuna yeterince hızlı cevap veremeyince tökezlemiştim.

"Dur ne yapıyorsun?" dedi yabancı adam beni tam yere düşmeden belimden yakalayıp.

"Pastam," diyebildim sadece. Dondurmasını yere düşürmüş bir kız çocuğu gibi görünüyor olmalıydım şu an ama... ama o... o geleneksel palmiye pastasıydı. Herkesin beklediği geleneksel palmiye pastası! Geleneksel yaza merhaba kermesi geleneksel palmiye pastası olmadan nasıl olurdu ki? Tanrım ben ne yapacaktım şimdi?

"Önce senin iyi olduğuna emin olalım," dedi adam. "Pastayı sonra düşünürüz olur mu?"

Dehşetle baktım ona. Kimdi bu yabancı ki bana ne yapmam gerektiğini söylüyordu? Ama ona hak ettiği cevabı veremeden gözüm onun hemen arkasında başka bir görüntü yakalamıştı. Oh hayır, diye düşündüm panikle. Bu adamı dinleyip acilen hastaneye gitmeliydim hemen şu an. Halüsinasyonlar görmeye başladığıma göre kesin beynim sarsılmıştı. Kafatasım yerinden oynamış bile olabilirdi, çünkü imkansız görüntü imkansız bir şekilde üzerime doğru geliyordu şimdi.

"Özür dilerim," dedi. "Seni görmedim. Bir anda sokaktan çıkınca..."

Bir hayaletten kaçar gibi geriledim istemsizce. Yer yeniden ayağımın altından kaymış, bir kez daha kendimi popomun üstünde bulmuştum. Bir el vardı şimdi tam burnumun önünde. Yıllar, çok çok uzun yıllar önce bisikletten düştüğüm o gün gibi beni yerden kaldırmak için uzanmıştı bana doğru. İşin garibiyse o elin sahibinin aynı çocuk olmasıydı.

Aynı çocuk.

O...

O... Shawn'dı.

Ve kasabaya dönmüştü. 

***

-BÖLÜM SONU-

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top