8. Bölüm: "Değişen Ruh."

"Sakladığın sır senin esirindir, eğer açığa vurursan sen onun esiri olursun." -Hz. ALİ.

-Bölüme hazır mısın?

8. Bölüm: "Değişen Ruh."


Adım, E.
Onlar bana öyle hitap ediyor. E.
Geçmişimi tam bilmiyorum. Kendimi, hislerimi...
Ruhum, şafağın söküşünün aksine karanlığa gömülüyor. En azından öyle hissediyorum. Öyle hissediyor gibi. Hiçbir şeyden emin olamıyorum. Dudaklarım gülmek için hiç aralanmıyor. Gülümseme yetimin katledildiğini hissediyorum. Sahi, hissediyor muyum, Onu dahi kesinleştiremiyorum içimde. Kesinleştirdiğim tek bir şey var, deliriyorum.
Herhangi öfke nöbetini pekiştirirce söylediğim bir kavram değil bu. Deliriyorum, ve beni ürküten şey tam da bu.

Bulunduğun yer, bir metre uzunluğu zar zor geçen küçük bir hücre. Yaklaşık iki metre uzunluğundaki küçük kafesim. Beton zemin, ayak tabanlarıma soğuğu işleyerek bütün bedenimi etkisi altına alıyor. Kollarım, diz kapaklarıma sarmalanmış onları ısıtmak istiyor ama gerginleşmiş deri, zayıflıkla birlikte kemiklerimi karnıma saplıyor. Üzerimde iç çamaşırlarımdan başka hiçbir şey yok. Üşüyorum ve üşümek, ciğerlerimin yangınını hafifletmiyor. Baş ucumda duran klozet, odaya lağım kokusunu her saniye biraz daha kuvvetli işliyor.

Yer yatağının en tepesinde, on santimlik demir parmaklıkla çevrili küçük bir pencere bulunuyor. Güneşin doğduğunu buradan anlıyorum. Demir parmaklıkların gölgesi, yüzümde şeritler hâlini alıyor. Özgürlüğümün kanatlarının her gün biraz daha derinden kesildiğini hissediyorum. Karnımın yankılanan sesi ile irkiliyorum yerimde. Günde iki öğün yiyecek veriliyor ve görüntü olarak iştah açıcı olduğunu söylemek neredeyse imkansız.

Ciğerlerime dolan küflü sert koku, avına atlayan bir avcı gibi ağzımı ileriye itip, mide içeriğimin zeminle buluşmasına neden oluyor. Bunu günde bir kere yapıyorum. Bunu yapmak zorundayım. Kusmak, her ne kadar yüzümü buruşturmama neden olsa da bana birkaç hatıra armağan bırakıyor.

 
Almanyan'ın bir zamanlar Berlin olarak bilinen, otuza bölünmüş kasabalarından birinde yaşıyordum. Bir erkek kardeşim ve duygudan yoksun, suratsız bir annemin olduğunu hatırlıyorum. İsimlerini zihnimin en ücra köşesine saklamış olmalıyım ki, hatırlayamıyorum bile.

Zemin, bir mukus tabakasını almış öylece bana bakıyor. Kollarımın cılızlığı ise ince kırılgan ağaç dallarını anımsatırca gözlerime işliyor. İnce, kandan yoksun damarlarım, bir cesedin huzura ermeden önceki son halini hatırlatıyor bana. Günün belirli saatlerinde, buz mavisi boyası kavlamış dört duvarın en tepesine, güneş küçük kare bir ışık yolluyor bana. D vitamini ihtiyacımı buradan karşılamaya çalışıyor, yetersiz olduğunu her gün biraz daha fazla anlamak, körpe bedenime bir çakmak daha çakıyor.

Siyah demir kapı, gıcırdar biçimde sürgülenerek açıldığında, karşıda genç bir çocuk beliriyor. Kederle gülümsüyorum. Rahatsız edici derecede temiz duruyor çünkü. Siyah kıvırcık saçları, her bir ışığı yansıtacak kadar temiz, parlak. Yeşile yakın ela gözleri o denli parlıyor ki, benimkinin aksine gündüzü simgeliyor adeta.

"Merhaba!" Diyor elimi sıkarak.

Dudaklarım, her bir çatlak çizgisini derime işlemiş, birbirine yapışan tükürük enzimlerim dudaklarımı açmama izin vermese de zorluyorum.

Titrek bir sesle, "merhaba," diyerek karşılık veriyorum. O, bağdaş kurup dağınık yer yatağımın üzerine otururken, göz kenarıyla zemindeki sıvıya bakıyor. İğrendigini anlamam zaman almıyor.

"Otur lütfen," diyor karşısını işaret ederek.

Oturuyorum. Beni baştan aşağı süzüyor.
"Adım Bill, senin?" dediğinde umursamazca ona bakıyorum.

Buradan çıkmama yardım etmeyecek ise kim olduğunun önemi yok.
"Kim olduğumu biliyor olmalısın," sesim, o denli ruhsuz çıkıyor ki, boş odada yankılanmıyor dahi.

"Kısmen." Teni kırmızının istilasına uğruyor. Kızarıyor, kendini zapt etmeye çalışırsın ama önüne geçemezsin ya, onun gibi bir şey.

Gözlerimi birkaç metre yükseklikteki pencereye dikiyorum, "özgürlüğün tadına bakmak için gelmiş olmalısın," diyerek ona baktığımda gözlerimin içine alaycı bir bakış atıyor.

Alnından kaşının ortasına yol izleyen bir lekeye ilişiyor gözlerim. Tasarlanmış gibi, ama bu, insanın yapacağı bir şey değil. Bu bir doğum lekesi. Ben onu ezberlemeye devam ediyorum. O ise, bakışlarını geçmişi hatırlar biçimde bir yere sabitliyor.

"Biliyor musun E?" dediğinde, donuk bakışlarını göz bebeklerime dikiyor, "bir sinek, kulağına ses işkencesi yaptığı adamdan özgürce kaçarken, örümcek ağından bihaberdir. Ve bum!" diyerek, iki elini birbine şaplak yaptığında, aramızdaki kısa mesafeyle saçlarım uçuşuyor.

"Sinek, eğlencesinin bedelini canıyla öder."

"Ne demeye çalışıyorsunuz?" Sesim tok çıkıyor öncekine karşın.

Histerik bir gülüş yayılıyor dudaklarından, uzun sürmüyor. Onun, dişlerini sıktığını keskin çene hatlarının daha da belirginleşmesinden anlıyorum, "ben bir örümceğim. Avım, mideme inene kadar av olduğunu anlamaz dahi."

Bir bilmece gibi konuşmasını anlamak istiyorum. Fakat düşünme yetim, buna el vermeyerek yanıltmıyor beni. 

"Buradan çıkacak mıyım?" diyorum umursamaz ses tonuyla fakat bir o kadar da içimde umursayarak.

"Sanırım," cevap veriyor burun kıvırarak. "Seni burada tutmak istemezdik, aptal oluşunun cezasını çekiyorsun."

"Ah yapma," diyorum başımı iki yana sallayarak, "bir şey yapmadığımı sen de biliyor olmalısın."

"Sorun da senin bir şey yapmamış olman." Gülümsüyor, gülümsemesi o denli iğneleyici geriliyor ki, sıktığım yumruğu onun hasarsız yüzüne vurma hissi giderek içimde taşkınlığa yol açıyor.

"İtaat edeceksin," diyor ayağa kalkarak. Yüzümü yukarıya, ona çeviriyorum. O, başıma işaret parmağıyla baskı yapıp yüzümü ayakkabılarına odakladığında, "bana!" diyerek çağlıyor adeta.

"Sanmıyorum..." dediğimde ayağa kalkarak yüzümü ona odaklıyorum. Boyu benden uzun olduğundan dolayı hâlâ alttan bakıyorum ona.

Giydiği borda üniformasını elleriyle çırparak, "iyi." diyor. "Birkaç ay  burada kalmak sana iyi gelecektir."

Cümleleri, birer kıymık olup düşüncelerime saplanıyor. Yüzümü buruşturuyorum. Bu, acının bedenime tepkisi değil. Bu, sonu düşünmek ve gururuma yenik düşmek arasındaki küçük bir çığlık.
Mantık karanlık koridordan geçiyorsa, gururumu yakıp rehber yapmalıyım kendime.

"Dur!" O, arkasını dönmüş giderken, yarı kapanmış kapı ardında sesim yankılanıyor.

Elleri cebinde, attığı geri adımla yüzü gerilirken vücudumu baştan aşağı süzüyor, "kararını değiştirmiş olmalısın...

"Ah, evet." diyorum gülümseyerek. Yerden üzerime, lağım kokusunun içine ilmek ilmek işlediği koyu mavi örtüyü alıyorum. Omuzlarımın arkasından geçirerek pelerin gibi örtüyorum bedenime.

"O benimle," diyor kapıdaki iki muhafıza.
Adımlarım, uzun koridora çıktığında tavandaki ışıklar sıralanır biçimde yanmaya başlıyor. Uzun led ışıklar, gözlerimi alıyor. O denli karanlığa maruz kalmış olmalıyım ki, göz bebeklerin sancılanır biçimde kafatasımın arkasına erişiyor. Yerimde sabit kalıyorum, avuç içlerimi gözlerimi baskılayarak şekilde bastırıyorum.

  Bill, benim durmam ile birlikte sigarasından bir duman çekiyor ciğerlerine. Dudakları arasından verdiği gri duman, geriye gevşer biçimde yasladığı boynun ahengiyle tavanı siyaha boyarken, "seni seviyor, tıpkı kızı gibi..." diyor.

Tereddütle, "kim?" Diyerek sorduğumda, "akademi başkanı." diyor kısa ve net bir şekilde.

Alayla kahkaha atıyorum. Kahkahamın aksine, bakışlarım o donuk ve ciddi ki, zerre ödün vermiyor ironi yaptığım gerçeğinden. "Teşekkür ederim, güzel ve konforlu bir süreçti..."

"Pahalıya mââl oldun," dediğinde iç çekiyor. "Oysa sende etki bıraktığımı sanmıştım."

Bir kaç dakika, uzun pencere dahi bulundurmayan koridorun sonuna doğru ilerliyoruz. Ardından,

"Hızlan!" diyor sertçe. Burun kanatlarına iki parmağını mandallıyor, "şu kokudan kurtulmamız gerek."

Ne kokusundan bahsediyor? Benden hızlı yürüyor ve yanıma neredeyse hiç yaklaşmamaya özen gösteriyor. Kokan kişinin ben olduğumu anlamam zaman alıyor.

Omuzlarımı dikleştiriyorum, "aptal..." diyorum arkasından.

Yerinde duruyor aniden. Durduğu yerden yüzünü bana çevirerek yaklaşıyor bana. Aramızda bir ya da iki santim kalana dek suratıma yaklaşıyor. Ela gözleri iri, hızla verdiği nefesler tenime saplanır biçimde öfkeyle tüyelerimi diken diken ederken, işaret parmağını omzuma saplar biçimde koyuyor, "bir daha sakın bana aptal deme!" dediğinde, o denli tükürükler yayılıyor ki etrafa, temizlenme gereğinin kalmadığını düşünüyorum artık.

"Peki, özür dilerim." başımı öne eğiyorum, "bir daha olmayacak."

"Güzel." yüzünde belirsizce bir gülümseme beliriyor. Bundan zevk aldığına, yemin edebilirim. Ona boyun eğmemden zevk alıyor.

"Akşam, Bay Smith ile görüşmen var." Yürümeye devam ediyor.

"O da kim?" diyorum ona yetişmeye çalışarak.

"Akademi kurucusu." diyor çatallı bir sesle.

Eğer bu daha önce planlanlanmışsa, o hücreden, karşımda yürüyen kasıntıya boyun eğmeden de çıkabilirdim.

Koridor bittiğinde,  asansörlerin olduğu kısımlara geliyoruz. Düğmeye basıyor, ve yüzünü bana çeviriyor, "buna hiç bindin mi?" diyerek soruyor.

"Hayır." diyorum, "hiç binmedim."

Kapı, ortadan ikiyi kesilerek açıldığına, adımımı içeriye atıyorum.

"Bizi eksi yirmiye uçur Joe." diyor ve hemen tepemizdeki kameraya bakıyor.

"Zevkle." duyduğum ses, bütün duvarlardan yankılanıyor adeta.

Kapıda beni benden beş ya da altı yaş büyük olduğunu tahmin ettiğim bir kız karşılıyor. Siyah saçlarını iki yandan örmüş, giydiği siyah deri ceketle ile beraber o denli uyumlu duruyor ki, bir an için onu kıskanıyorum. Düzden, dudak kıvrımına inen kemerli burnu minyon tipine karşın büyük duruyor.

"O bende," dediğinde Bill'e karşı göz kırpması, gözümden kaçmıyor. Bill, asansörün içinde duruşundan taviz vermeyerek yandaki düğmelerden birine basıyor bu sefer, kapı avını ağzına alan bir avcıyı anımsatırca kapanıyor.

"Merhaba E!" diyerek koluma giriyor, "cezanın bitmesine sevinmiş olmalısın."

Beni nasıl tanıdıkları aklımı kurcalamaya başlıyor. Popüler biri, ya da bir kurucu olmadığımı biliyorum. Bilmediğim şey, nerede olduğum ve neden ceza çektiğimi söylemeleri.

"Neden o hücrede kaldım?" diyerek adımlarımı durduruyorum.

Hızla nefes veriyor ince dudakları arasından, "Pahalıya mââl oldun... Herhangi maddi bir şey değil bu," işaret parmağını çenesine yerleştiriyor, "Kurucunun istemeyeceği en kötü şeyi yaptın."

"Neyi?" diyerek ona bakıyorum.

"Söyleyebileceklerim, bu kadar." Yüzünü çeviriyor bana.

Her ne yaptıysam, bedelini çok ağır bir şekilde ödemiştim. Hem de çok ağır. Yaptığım şey, bir yanımı alıp götürmüştü, eksiğim. Hiç bir düşünce, hiç bir teselli cümlesi, tamamlayamaz bunu. Bakışlarım, açık kırmızı duvarları algıladığı vakitte, bir öncekine karşın daha küçük ve hoş bir koridor karşılıyor beni. Dört adet kapı bulunuyor, ve her birinin üzerinde bir simge yer alıyor.

Oldukça geniş, üzerlerinde iki adet daire cam bulunduran kapılarda simgeler gözüme çarpıyor. Daha dikkatli incelediğimde, birinci kapıda pembeler ile çevrili köpüklerin içinde çıplak bir beden çizimi, ikinci kapıda el ve ayak figürleri, üçüncü kapıda yatak figürü ve dördüncü kapıda ise elbiselerin olduğu bir tabela gözüküyor. Her biri açık kahverengi tahtalara oyarak işlenmiş, 'v' şeklini oluşturan iplerle asıldıkları metal çivide sallanıyor.

Birinci kapıya, beden çiziminin asılı olduğu girişe ilerliyoruz. Kapı açıldığında gözlerim, birkaç saniyeliğine heyecanla tavana bakıyor. Parlayan büyük yıldızlar, yanımdaki büyük bir daire altını anımsatan Ay'ı o denli tamamlıyor ki, bu büyük mekanda loş ve hoş ışığın yerdeki gölcüğe yansıyarak dalgalanır biçimde şerit şerit dağılıyor suyun üstünde. Ateşle katledilen su, ruhunu havaya buhar eşliğinde havaya teslim ederken, "Üzerindekileri çıkarmalısın E." diyor yanımdaki kız. "İşin bittikten sonra seni alacağım."

Onaylar biçimde başımı sallıyorum. Pelerin yaptığım örtüyü omuzlarım ardında süzülür biçimde yere bırakarak, bir adım daha atıyorum gölcük olarak adlandırdığım yere. Adımımla birlikte yüzlerce ateş böceği, eşit biçimde yarı karanlığa ışık tutarak dağılıyor.

Gülümsüyorum. Bu gülümseme, altın kafesten kaçan kuşun ormanı gördüğü çığlıklara eşdeğer benim için, hem de fazlasıyla. Ayak tabanlarım altında ezilen çim, ezilen toprakla harmanlanarak ciğerlerime dolduğunda, etrafı büyüklü küçüklü gri taşlarla çevrili suya kendimi bırakıyorum.

Sıcak su, her bir zerreme acıyı işliyor. Yarayla bütünleşen sıcak su, canımı acıtıyor. Kemiklerimin çıtırdar biçimde kırıldığını hissediyor gibiyim. Hani kuru bir ağaç parçasını ateşe atarsın, çatırtı eşliğinde küle döner ya, öyle bir şey bu. Bu, ilikilerimde yaşadığım bir kısa çaplı huzurun gülücükleri.

Herhangi bir şeyden yoksun, içinde biriktirdiği şeylerin bir zamanlar olduğunu bilip şimdi artık olmadığını görmek çok acı. Geçmişimin kendini bir uçurumdan atması gibi bir şey. Ama benim geçmişim, kendi dürtüleriyle atılmadı. Benim geçmişim, o uçuruma itildi. Sonu olmayan karanlık bir uçuruma hem de.

Kapı yarım açıldığında, kapı ışıkla karanlık arasında bir çizgi oluşturuyor. Karanlık ve aydınlık arasında bir çizgi ya da şerit. Geçmişim de kim bilir, belki bir kapının açılmasını bekliyordur. "Bunu giy," dediğinde, içeriye giriyor. Elindeki tüyden yapıldığını bariz bir şekilde gördüğüm pelerin tarzı şeyi yere bırakıyor. Sudan çıkmak istemesem de çıkarak üzerime giyiyorum. Bedenim, ürperti eşliğinde gıdıklanıyor.

"Ah," diyor yanımdaki, çıplaklığıma şahit olan kız, "ismimi söylemedim... adım Anna, ve ben rehberim." elini uzatıyor.

Elini sıkarak cevap veriyorum ona, "Memnun oldum, Ben E!" gülümsüyorum sahtece, "ama sen bunu biliyor olmalısın."

Beni tutup koridora, bir sonraki üzerinde el ve ayak figürlerinin bulunduğu kapıya ilerliyoruz. Beyaz led ışıkların beyaz tavanla birleşerek göz bebeklerime işlediği geniş bir oda. Tam ortada şişme olduğunu varsaydığım mor renki, şeritlere bölünmüş büyük bir yatak sanki beni bekliyor. Duvarlar, mor renk üzerine siyah şeritler hâlini alacak şekilde boyanmış. Kapıda, birkaç saniyelik odayı incelemem sona erdiğinde, yaklaşık beş ya da altı kişinin olduğunu anlıyorum. Hepsi beyaz üniformalar içerisinde gülümseyerek bana bakıyor.

"Anna?" diyerek yanımıza yaklaşıyor aralarından daha iri olduğunu tahmin ettiğim kadın.

"Evet Clara, bu dokuz. Onunla özel olarak ilgilenmeni istiyor." diyor Anna, kendini dinlenme yeri olduğunu tahmin ettiğim koltuklardan birine bırakırken.

"Benimle gel lütfen."

Çıplak bedenimi mor yatağa bırakıyor Clara. Utanıyorum. Tırnaklarım ve neredeyse bütün kıllarıma veda ederken, düşüncelerim beni gitgide içine çekiyor. Bundan birkaç saat önce yaşam ve ölüm arasında gidip gelirken, şimdi böyle muamele görmemin açıklaması ne olabilirdi? Dengemi bozmaya çalışıyor olabilirler miydi?
Elimde hissettiğim el, tutarak beni doğrulttuğunda sersemlikle çevreye bakıyorum. "Daha iki oda var E," diyor Anna, üzerime tekrar siyah tüylerle kaplı aynı şeyi geçirirken.

Genleşmiş damarlarım, uykular biçimde dengemi sağ sola savrulmam için bozuyor, dengemi kaybetmeme neden olarak sarhoş duruma düşürüyor beni. Anna koluma giriyor. Kahkaha attığını işitebiliyorum.

"Neden böyle yapıyorsunuz Anna? durduğum yer, bir sonraki odanın kapalı kapısının hemen önü.

"Akşama göreceksin," cümlesinin bitmesiyle yüzü ciddi bir hâl alıyor. Yeşil gözleri daha solgun duruyor bu hali karşısında.
Omuzları düşük biçimde kapıyı açıyor ve ekliyor cümlesine, "ama simdi tadını çıkar."

Kapının açılmasıyla yüzüme savaş açılır biçimde buhar yayılıyor. Bir uçtan diğer uca dizilen beyaz yataklar, bana bir şeyi anımsatıyor. Ama neyi anımsattığını zihnimde tamamlayamıyorum. Her birinin önünde uzunca masa bulunuyor. Üzerlerinde ise losyon ve kremlerin bulunduğu masalar... bu yapılan şeyler o kadar mutlu ediyor ki beni, içim taşıyor, insanlara sarılma hissi giderek artıyor içimde.

Yüzüstü, beyaz masaya uzanıyorum. Sırtımda hissettiğim parmaklar, süzülür biçimde bedenimin her yanına yayılıyor. Nemli saçlarım, köklerinden sıyrılarak kopuyor sanki.  Topluklarımın ölü derileri kalıplar halini alarak minik küvete yol izliyor. Ciğerlerime dolan papatya kokusu, bana bir şeyi armağan bırakıyor. Çimlerin arasında koşan kardeşimi. Bir sağ ve bir sola dalgalanan sarı saçlarını... Güneşin, dağların ardındaki doğuşunu...

"E?" Anna'nın ince sesi kulaklarıma dolduğunda, uzun kirpiklerimi aralıyorum. "Gitmemiz gerek..."

O, bana acıyor.
Peki ya ben?
Kendime acıyor muyum?
Ah, hayır. Ben kopmakta olan kalın bir halatın kalan tek ip tanesiyim. Artık olacaklar, kararan gözümü daha da karartarak gelecekteki kaosu durdurmaz. Olacak, bundan sonra benim. Tam da kendim.

Binlerce elbisenin bulunduğu odaya girdiğimizde, parıltılar eşliğinde karşımda asılı beni bekleyen koyu kırmızı elbiseye bakıyorum. Büyüsüne kapılmış gibiyim, bakışlarımı ondan alamıyorum.

"Dene," diyor kolumu bırakarak. "Seni olgun gösterecek, tıpkı yaşadıkların gibi."

Adımlarım, beyaz duvarda asılı koyu kırmızı elbisenin hemen önünü bulduğunda, parmak uçlarımda dikleşerek alıyorum onu. Birkaç dakika sonundaysa kendimi içinde bularak aynaya bakıyorum. Neredeyse otuz santimi geçen yırtığı beyaz tenimi bir makas misali kesiyor sanki. Dekoltesi, köprücük kemiklerimi meydana çıkarmış, sırtımın arka kısmından göbeğime erişen siyah kemer, soluklarıma gardiyan görevi üstlenerek zorlanmama neden oluyor. Kilolu olmamama karşın hem de. Gözlerim, aynaya yansıyan Anna'ya iliştiğinde, birkaç saniye onun solgun yüzüne bakıyorum. Ardından öksürüyorum elimi ağzıma yumruk yaparak.

O, elindeki siyah inci kolyeyi boğazıma takarken ağladığını sessiz hıçkırıklarından anlamam zaman almıyor.
Ardından, yerdeki on beş santimlik siyah topuklu ayakkabıları elime vererek, "yakışacaktır." diyor. Göz altlarını silerek bana bakarken, ayakkabıları giyiyorum.

"Hazırsın," diyor ezgin bir edayla, "hazırsın karamsar yengeç."

Ona sarılıyorum. Ellerim sırtında beliriyor onun. Ona neden sarıldığımı bilmesem de içime huzur doluyor birkaç saniye.

Yüzüne bakıyorum. Bir fısıltıyla, "Tek şey, her şeyi katledecek!" diyorum.

"Ve ben, tekim."

-Burç Savaşları 8. Bölüm Sonu.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top