3. Bölüm: "Duvarların Ötesinde."
"En kötüsü de sahip olmadığın şeylere ait olmandır." -Franz Kafka
3. Bölüm: "Duvarların Ötesinde."
Bundan birkaç yıl önce, gölde boğulurken genç bir adamın beni kurtarması ile yaşama dönmüştüm. O an... İşte tam o ana kadar, hayatın boş ve sevgiden yoksun olduğunu düşünmüştüm.
Bir iyilik binlerce yanlışı götürmüştü.
Tanrı gitmemi istemiyordu. Bana biçilen hayattan, ait olduğum aileden. Tam da o anda tamamlanmaya başlamıştı hayata tutunma çabam. Ölmediysem, değişebilirdim. Değiştirebilirdim.
Ama neyi?
Gözlerim, tavandaki örümcek ağalarına takılı kalarak ruhuma hapsolmuşluğu işliyor. Ağarmaya başlayan gün, içimde zerre heyecan uyandırmıyor.
Köreldiğimi sezerek, gözlerimi deviriyorum.
Ağzımdan verdiğim nefes, ince kırılgan saçlarımı dans ettirirken, kapının pervazlarından farelerin geçişi hızla kalkmamı sağlıyor.
"Ah... Tanrım!" Bir fısıltıyla sitem ediyorum.
Yatağımın kenarındaki tabağa ilişiyor gözlerim. Yere eğilip alıyorum.
Haşlanmış pirinç artıkları. Hafif tozlu bir biçimde hiç de iştah açıcı durmuyor. Bunu kapıdan geçen şahısların yediğini anlamam zaman almıyor. Fareler. Onları yemesi için getirdiğim dev kedinin, arkasına bile bakmadan kaçmasının eksiksiz suçluları.
Yüzümü buruşturarak tabağı yer yatağımın hemen yanındaki, yuvarlak ahşap masanın üzerine koyuyorum. Yemiyorum. Ağzımda yara çıkmasını istemem. Düşük vücut direncim, hastalığı çabuk kapsa da önlem almam gerektiğine inanıyorum.
Dışarı adımımı attığımda bana neşe getiren aynı hava, şimdi neşeden oldukça ırak. Sanırım bu, çevrenin ruha göre şekillenmesinin en belirgin örneği. Bugün, en temiz giysilerimi giymiş bulunmaktayım. Bayan Klozet'in bana oğlunun domateslerimi çalması adına verdiği eski elbise.
Diz kapaklarıma kadar inen, rengi ağarmış koyu kırmızı bir paçavradan ibaret benim için. Sanırım benimle dalga geçmek için vermişti.
Her gördüğümde kırmızı domateslerim aklıma geliyor. Ona Klozet diyorum, en az klozet kadar kötü kokuyor. Ona öfkeliyim. Keçilerini göle su içirmeye getirdiğinde burun kıvırır, en sevdiğim yer, gölden dahi vazgeçerek ormana kaçarım.
Göle ilerliyorum. Yarı yeşil yarı kurumuş ağaçların arasında, toprağın giderek aşınarak taşları meydana çıkaran dar patikada, sanırım ilk defa bu kadar yavaş ilerliyorum. Çöpleri karıştıran yaşlı adama bakarak duruyorum yerimde. Üzerinde var ile yok arasındaki ceketine diz kapaklarından itibaren yırtılan pantolonuna... Hiçbir şey bulamayacağı için üzülüyorum. Çöpler, her zaman burada kalıyor. Ve tek karıştıran o değil. Yükselmeye başlayan güneş, tenimden aşağı ter damlalarını süzerken göle varıyorum. Su içen iki ya da üç ördek beni görünce hızla uçarak kaçıyor. Onlara hak veriyorum. Hükümet her ne kadar tüfek ya da av silah kullanan birini yakalayıp öldürse de açlık, baskın geliyor. Gözleri kör eden bir virüs gibi. Akıbet, ne kadar kötü olsa da zorunda kalınıyor.
Peki onlarca yerine getirilmesi gereken şey varken, hükümet neden böyle şeylerle uğraşıyor? Kafa yoruyorum.
"Seni burada bulacağımı biliyordum." Arkamı döndüğümde, Bill'in gülümsemesiyle karşılaşıyorum.
"Neden?" Diyerek soruyorum anlamsızca.
"Bu eski kasabaya veda etme gereği duydun demek..."
"Kötü de olsa bunu ona borçluyum," omuzlarımı yukarı kaldırıp, istemsizce üst dudağımı alt dudağımın içine yerleştiriyorum.
Bakışlarım donuk bir hal alınca, aklımdaki soruyu yöneltiyorum ona, "gideceğimi nereden biliyorsun?"
"Hepimiz gidiyoruz," alnına birikmeye başlayan teri siliyor Bill gülümseyerek.
"Nasıl gülebildiğini anlayamıyorum."
Yüzündeki gülümseme dağılırken ellerini omuzlarıma koyuyor,
"her gülümsemenin ardında bir umut vardır," diyerek fısıldıyor kulağıma.
"Bir umudun olduğuna gerçekten inanıyor musun?" Ellerini omuzlarımdan çekiyorum.
Kuru Çalıların arasına oturuyor.
"Daima bir umut vardır," bakışlarını yerden alarak gözlerime çeviriyor. "Tıpkı, ölüm ve yaşam arasındaki çizgide nefes almaya çalışırken birinin seni gelip kurtarması gibi..."
Afallıyıyorum. Benim hakkımdaki uç noktaları nasıl biliyor?
"Hayatımı ortak yaşıyor gibiyiz."
"Ah, yapma Eliza. Çok karamsarsın!" Oturduğu yerden kalkıp göle bir adım atıyor.
"Karamsarlığın bilginin önüne geçiyor."
Bilgi, bilgi... sanırım Bayan Kathy'nin kasabadaki çocuklara kaçak şekilde verdiği dersler. Ya da vermeye çalıştığı. Düşüncelerim Bayan Kathy'nin cesedinin kıyıya vurmasını yokluyor.
"İntihar!" evet, onun için tam da bu kelimeyi söylemişlerdi. Ama ben, yaşama böyle bağlı bir kadının intihar ettiğine hiçbir zaman ve koşulda inanamıyorum.
Düşüncelerimden sıyrıldığımda, Bill göle bakarak konuşmasına devam ediyor.
"Kasabanın dışı Eliza, Oraya hiç çıktın mı?"
"Hayır, sadece şehrin duvarları," diyorum başımı iki yana sallayarak.
"Çöl! Tek bir canlı dahi yok. Peki şu göle bak," gölü işaret ediyor.
"Bu su hiç azalmıyor. Ya da ağaçlar, her ne kadar cansız olsa da kurumuyor."
Gözlerim şaşkınlıkla birbirinden ayrılmış biçimde ona bakıyorum. Şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Bu doğru! Ona hak veriyorum. Buna hayatımda kanaat getirmezdim ama anlattıkları, ona hayretler içinde bakmamı sağlıyor.
"Peki seni kurtaran adam kimdi Eliza?"
"Bilmiyorum, kasabada hiç..." duraksıyorum. O ise umutsuz vakaya bakar biçimde kafasını sağ ve sola sallıyor.
Devam ediyorum,
"O adamı kasabada hiç görmedim!"
"Bravo!" Alkışlıyor.
Alkış alaylı kahkası ile kesilirken, yerden taş alıp suya atıyor,
"bunu tam üç yıl sonra anlaman, beni bir miktar üzdü."
"Peki ya bana ne demeye çalışıyorsun Bill?" Beni birkaç gündür izlemesindeki amacı merak ediyorum.
Şaşkınlıkla bana dönüyor.
"Adımı biliyorsun!" öksürüyor.
Bunun gerçek bir öksürme olmadığına yemin edebilirim.
"Kimseye ne koşulda olursa olsun, güvenme. Ve onaltı yaşına gelmemiş çocukları neden istediklerini de unutma."
"Kendine iyi bak Bill." Tebessüm ediyorum.
"Kendine iyi bak, karamsar yengeç." Göz kırpıyor ezginlikle. Düşük omuzlarım ardında onu geride bırakıyorum.
Karamsar yengeç? Bu çocuğun beni benden daha çok tanımasını idrak etmeye çalışıyor, fakat başarısız oluyorum.
Eve vardığımda, kapıda beni almak için gelen aracı görüyorum. Siyah parlayan metali, filmli geniş bir arka kısımları olan camlara sahip. Tavan kısmında düz yassı aynaya benzer cisimler mevcut. Sanırım, güneşi absorbe ediyor.
Tedirgin adımlarla annemin yanına varıyorum. Ardından içeriye, kardeşimin yanına girerek onu öpüyorum.
"Kendine iyi bak Jack." Yanaklarıma yol izleyen gözyaşları kardeşimin tenine damlarken, gözleriyle bana 'elveda' dediğini seziyorum.
"Bilmeni istiyorum Jack, annemin o gün sana şiddet uygulamayacağını bilseydim eğer..." sözümü tamamlamadan susarak gözyaşlarımı elimle siliyorum. Anneme karşı kin beslemesini istemiyorum.
Dış Kapının pervazına omzunu yaslamış annem, beni almaya gelen iki adamı baştan aşağı süzerken yanına ilerliyorum.
"Sarılmayacak mısın?" Kollarım, sarılmak için hazırda onu bekliyor. Ama o, tepki vermiyor ya da konuşmuyor. Hayal kırıklığına uğruyorum. Merhamet, zerresini dahi bırakmadan bir insandan bu denli kaçabilir mi?
Düşünüyorum. Acaba
Doktor Chester, gerçekleri mi söylüyor?
Bir insanın merhamet ve sevgiden bu kadar uzak olması normal bir insanın davranışları, bu olabilir mi?
Yanımda tepkisiz hissiyat dahi barındırmayan kas yığını adam, kapıyı binmem için açarken diğeri öne geçiyor.
Camdan dışarıya, kulübeye bakıyorum. Üvey babamın bizi güzel vaatler ile getirdiği özgürlük hapishanesine, son kez. Ardından önümdeki şeffaf cama. Cam beni diğer iki adamdan soyutlar biçimde dizayn edilmiş. Bunun bir araba oluğunu biliyorum. Hurdalıkta olanlara benziyor. Sanırım daha modern. Direksiyon yok. Kodlama ile gidiyor.
Bunlara kafa yormak istemiyorum.
Yürüdüğüm patikaları bir araç üstünde giderken, herhangi bir duygudan yoksun olduğumu düşünüyorum. Aksine, giriş kapısını görmem ile heyecan beliriyor içimde.
Görkemli şehrin, görkemli kapısı.
Dört ya da beş metreden daha uzun olduğunu tahmin ettiğim şehri saran beton duvarlar, ürkmem için yeterli oluyor.
Şehir, üç kısımdan oluşuyor. Birinci halka, en dış tarafta yer alıyor. burada tek ya da iki katlı evler mevcut.
İkinci halka yeşil ağaçlar ve tanımlandıramadığım küçük kulübeler bulunduruyor.
Son halka, merkezde tam on üç adet görkemli gökdelen bulunduruyor. Her birinin en tepesinde, ait olduğu burcun simgesi bulunuyor. On iki bina, bir binanın çevresine inşa edilmiş. Çatısında on iki simgenin de bulunduğu, en heyecan verici gözüken binanın hemen çevresine. Buranın yönetim kısmı olduğunu umuyorum. Yani öyle olması gerekir ki tam da oraya doğru yol alıyoruz.
Ağzım açık kalmış bir biçimde sembollerle bakarken, kapının açılması ile irkiliyorum.
"Beni takip edin lütfen."
Aşağı inerken, arabanın tabanına birkaç çamur hediyesi bırakıyorum. Yüzüm kızarıyor. Fakat gören biri olmadığı için kıkırdıyorum.
Kısa siyaha yakın saçlarımı, kulağımın arkasına sıkıştırarak insem de esen rüzgarla bağımsızlığını ilan ediyorlar.
Çevreme bakıyorum. Asfalt yolun, kenarlarının meyve ağaçları ile dolu olduğu sağ ve soluma. Yol, merkez binanın giriş kısmına kadar uzanıyor.
Kasabadan kaçıp delik ya da çatlak yerlerinden izlediğim şehir, kalabalık ve gençler ile kaplıydı. Şimdi ise benden başka kimse yok.
Bu, korkmam gerektiği anlamına mı geliyor?
Korkuyorum hep yaptığım gibi.
İki adamdan biri önümde, diğeri arkamda ilerlerken merkez binanın kapısına erişiyoruz.
Önümdeki adam cebinden çıkarttığı kart ile girişi açarken, duyulan 'click' sesi yüzümde buse oluşmasına neden olarak gülümsetiyor beni.
İçeri girmem ile birlikte beni karşılayan uzun koridorun sonuna kadar yürümeye devam ediyoruz.
Kapı açılıyor.
Yanımda eşlik eden iki adam içeriye girmiyor ve elime '24' sayısının yazılı olduğu kağıt parçasını veriyor.
"Koltuk numaran," diyor alçak bir sesle.
Herhangi bir kayıt işlemi ya da tanıtım olmayacak mı?
İki adam ilerlemem için arkamda beklerken, titreyen bacalarımı dindirmeye çalışarak karanlık koridorun sonuna ilerliyorum.
Karşımda bana bakmakta olan onlarca kişinin bakışlarından rahatsız olarak, başımı öne eğiyorum. Hızlı ve tedirgin adımlar beni numaramın bulunduğu koltuğa çıkarırken, başımı karşıdaki meydana kaldırıyorum.
Oturduğumuz koltuklar, meydanı daire biçimde bırakacak düzeyde dizayn edilmiş.
Topuk sesleri derin sessizliği yararken karşıda ince zayıf adam, gözlüklerini takarak bütün salonu süzüyor. Gözlüğün, bir göz problemi dışında takıldığını seziyorum. Farklı. Farklılıktan öte, camında yanıp sönen yeşil ışık ürkmeme zemin hazırlıyor.
"Hepiniz hoşgeldiniz! Tedirgin olduğunuzu biliyorum. Korkmayın. Yarınızdan çoğu henüz on altı yaşına daha erişmedi ya da çok küçük," boğazını temizliyor, "bunu biliyor ve sizi apar topar buraya getirmemizden dolayı özür diliyorum. Ben doktor Chester." Gülümsüyor.
Bir an için samimi geliyor. Beyaza kaçan saç tellerinin yaşlılıktan olmadığını varsayıyorum. Oldukça genç ve yüzünde herhangi kırışık göremiyorum.
Ben onu incelemeye devam ederken o, konuşmasını sürdürüyor.
"Sizi o çöplüklerden kurtardığımız için bize minnettar olmalısınız."
Ellerini iki yana açıyor söylediklerini pekiştirir biçimde.
"Çöplük?" Hiddetlenmeme engel olamayarak ona bakıyor ve kaşlarımı çatıyorum.
"Bunun sorumlusunun sizler olmasına karşın," salona göz gezdiriyor, konuşmamı tamamlamak için Chester'e dönüyorum.
"Oraya çöplük tasvirini nasıl uygun bulursunuz?"
Şaşkınlıkla kaşlarını yukarıya kaldırıyor. Az önce pürüzsüz olan alnı ortadan ikiye kırışıyor.
"Sakin ol yengeç. Düşmanın olmak istemem." Kahkaha atıyor.
Yengeç olduğumu nereden bildiği hakkında fikrim yok. Bu durum karşısında şaşırmamış olmam tuhaf olur. Ama konu bu değil. Konu, onların yaşadığımız yer hakkında böyle düşünmesi.
"Komik olduğunu düşünmüyorum bay Chester." Hayatımda hiç olmadığın kadar ciddi, yüzüm somurtma kelimesinin biçim bulmuş haliyle ona bakmayı sürdürüyorum.
Chester'ın gülen yüzü tersine yol alırken, konuşmalarıma devam ediyorum.
"Buraya gelmemizdeki amacın aslı nedir?"
"Aslı?" Dikkat çekmemeye çalışarak sahtece gülümsüyor.
"Her neyse Yengeç, bunu sonra detaylı konuşacağımızı bilmeni isterim."
Derin bir nefes alıyor. Sıcak olmalı ki yakasının düğmesini açıyor.
"Semboller lütfen!" Öfkeyle parlıyor adeta.
Kürsünün önüne, tam on iki kadın geliyor. Yan sıra halinde ellerindeki kara kutu ile beklemeye başlıyorlar.
"Bir numara, buraya gel lütfen."
Bir numara ayağa kalkıp hızla kadınların yanına ilerlerken bacaklarının titrediğini görebiliyorum. Arkasına ördüğü uzun kumral saçları, kilosuna oranla üzerinde bol duran sarı giysi ile uyumlu duruyor.
Bir an kıskanıyorum. O kadar uzun saçları tek başına örmüş olamaz diyerek düşünüyorum. Annesi yapmış olmalı. Eğer benim annem de böyle örüyor olsaydı, hiçbir zaman saçlarımı kesmezdim.
Parmağımın arkası ile gözümün altını siliyorum. İçimden bu kadar duygusal olduğum için lanet okuyorum.
"İki..."
"Üç, dört, beş, altı..."
"Yirmi dört!" Sıra bana geliyor.
Basamakları güç bir şekilde inerken arkamdan onlarca kişinin bakışları beni tedirgin etse de burç sembolümün yanına gidiyorum. Yakasında 'anna' yazıyor. Kutuyu açıp, içinden çıkardığı aleti bileğime baskı yaptığı sırada binlerce iğnenin tenime batışına şahitlik ederek inliyorum.
"Nefes al sadece birkaç saniye. Bunu senin için özel seçtim."
Yeşil büyük gözleri, gözlerimi bulduğunda gülümsüyorum,
"bunu herkese söylediğine bahse girebilirim."
Benimle birlikte o da gülümsemeye başlıyor.
Kulağıma yakın duruyor.
Neden böyle yaptığını sezmeye çalışıyorken, ince dudaklarının bir şeyler söylediğini anlayarak biraz daha yaklaşıyorum.
"Seni duydum." Diyor, Yutkunarak.
"Hasta biriymiş gibi davran."
Yüzümdeki sırıtış, ciddi bir hal alarak gözlerimi büyütüyor.
Chester yanımıza gelirken,
"Evet! Şimdi bitti yengeç kızımız. Umarım beğenirsin." Diyerek kulağımdan uzaklaşıyor Anna.
Dikkat çekmemeye çalışıyor. Ama ne konuda olduğunu anlamıyorum.
Bileğimdeki yengece bakıyorum hızla. Ortadan ikiye çizgi geçen bir tasarım. Yengeci ikiye bölmüş biçimde gösteriyor. Bir gözünde gözyaşı olduğunu anlıyorum. Diğerinde ise sinirli bakıyor.
Damarımın hemen üzerinde ise bir yazı.
"B.A.A. (Y)"
"Bu nedir Anna?" bileğimdeki yazıyı gösteriyorum.
"Burç Akademisi Avrupa, Yengeç. Aitlik damgan." Acıklı bir şekilde gülümsüyor.
"Bu arada Sembole bayıldım. Mükemmel ötesi!"
Teşekkür eder biçimde başımı öne arkaya eğerek, yerime ilerliyorum.
Tek kelime ile berbat ötesi.
"Zevksiz." Diyorum yerime memnuniyetsiz bir yüzle yerime oturarak.
Saatler hızla ilerlerken açlığım daha da açık veriyor sessiz ortamda. Chester, konuşmak için beyaz ceketini düzeltiyor.
Boğazını temizliyor. Temizlediği sırada yüzüğü dikkatimi çekiyor. Yüzükten öte üzerindeki simge. Çarpı şeklini andırıyor çarpıyı ikiye bölen kırmızı bir çizgi geçiyor. Bunu biliyorum.
Zihnimi yokluyorum. Bunu daha önce gördüğüme eminim. Düşünüyorum. Her ne kadar sınırlarımı zorlasam da etkisiz.
Alnıma "aptal," diyerek şaplak atıyorum. Ses koca odada yankılanıp tüm gözleri üzerime çekiyor. Sahtece gülümsüyor elimle yüzüme destek alarak kapatıyorum.
"Doğu, Batı, Kuzey ve Güney. Tüm ülkeler tanık oldu bu savaşa. Her ebeveyn, çocuklarının katliamına şahitlik etti. Uzun bir süre değil bu. Yakın geçmiş! Acının ve vahşetin izlerini ruhumuzda taşımamıza neden oldu. Hükümet, bulunan tedaviden sonra insanların ve doğan bebeklerin normale döneceğine inandı.
Ama inanmak, kurtuluş değildi bu iş için. Yetişkinler ya çok çocuk, ya da duygusuz olarak kaldı. Gelişim olmadı. Doğan bireyler ya fiziksel olarak sağlıklı, ya da zihinsel olarak sağlıklıydı. Dünya üzerinde neredeyse birkaç bin kadar sağlıklı olarak nitelendirebileceğimiz çocuk ve insan var. Onlardan bir kısmı da sizlersiniz.
Hükümet, yeni nesli sağlıklı ve has bir insan ırkı olarak devam ettirmek için buraları inşa etti.
Amaç; insan ırkının son kalelerini korumak ve ırkın yeniden dirilişini hedef almak olacaktı. Her şey kusursuzdu. Ama yüzyıllarca insan ırkının haberdar olduğu burç, burç akademilerinin açılması ile karanlık yönünün açığa çıkmasına neden oldu."
İç geçirerek alnını ovuyor Chester ve konuşmasına devam ediyor, "Ona Kara Harita diyorlar! Tam on iki kısımdan oluşan kara harita. İçinde bir kod olduğunu ya da bir çağrı olduğunu söylüyorlar."
"Neyin çağrısı bu?" Diyor kalabalıktan bir ses.
"Son iki varlığın çağrısı." Gözlerini çocuktan alarak kalabalığa çeviriyor. "Kutsal kitaplarda tam yedi varlık olduğu kayda geçiyor. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, kötü ruhlar ve melek olarak adlandırılan varlıklar. Peki ya ikisi?
Günümüzde ortaya çıkan bu harita, on iki kişinin açabileceği bir kilit sistemine sahip. Her burç kendi kilidini açar. Her burcun kendi kilidini açması için değişime uğramamış insan olmaya ihtiyacı vardır."
Duyduklarım karşısında dehşete düşüyorum. Kurumuş dudaklarım arasından duymaya korktuğum cevabın soruları dökülüyor,
"Peki kaç kişi tamamlandı?"
Omuzları düşüyor Chester'ın. Derin bir nefes alıyor. Kalın dudaklarını aralayarak cevap veriyor bana
"Altı."
Yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top