2. Bölüm: "Kâbuslar."
"Yanlış düşün bu sorun değil. Ama her zaman kendin düşün" -Gotthold Ephraim Lessing.
Keyifli okumalar diliyorum. Siz de bir "huh..." Diyeceksiniz!
2. Bölüm: "Kâbuslar."
Bir melodi eşliğinde, uzun yeşil çimlerin arasında koşuyorum. Erkek kardeşimin kahkaları dolduruyor kulaklarımı. Neşe ve mutluluk dolu. Sarı saçları güneşte parlıyor, ensesine kadar inen uzun ve yumuşak saçlar... Yanına ilerliyorum, gözlerimin kenarlarının kırıştığına bahse girebilirim. Saçlarını okşuyorum. Bir sağ ve bir sol. Gözleri gülerken kısılıyor, ortası biribirinden ayrık dişleri tekrar gülümsememe neden oluyor. Ufak bedenini çimlere uzatıyor ona eşlik ediyorum.
Sevgiyi hissediyorum. Sıcaklığı, merhameti.
"Eliza, Jack? Haydi aç olduğunuzu umuyorum çocuklar!" Diyerek sesleniyor annem, daha önce fark etmediğim uzun gövdeli geniş yapraklı incir ağacı altında. Gülerek bize bakıyor. Tepede beliren güneş, seyrek ışınlarının göz bebeklerine işlediğinde gözlerini hafifçe kısarak bakışlarını sürdürüyor.
"Geliyorum anne," diyor Jack. Hızla kalkarak, annemin yanına koşmaya başlıyor. Koşuyor, koşuyor ve koşmaya devam ediyor. Sanki annemin bulunduğu yer, giderek uzaklaşıyor. Koşarken hızla yere çakılıyor Jack. Düştüğü yer giderek bataklık olmaya devam ederken, az önce olgunlaşmamış olan incirler birer taş oluyor. Annemin üzerine düşmeye başlıyor. Ama o gülüyor. Kımıldamıyor, ya da herhangi bir kelime sarfetmiyor. Sadece gülüyor. Çimlerin üzerinden sıçrar biçimde kalkmaya çalışsam da hareketlerim yavaş, ağır.
Güneşin, bir cesedin kanının çekilmesini anımsatırca gökyüzünden çekildiği zaman biriminde, koca koyu gri bulutlar birikiyor üzerimize. Her biri, her zerresi biraz daha bedenime ağırlık yapıyor. Olanları idrak edemiyorum. Zihnim, bunları algılamakta güçlük çekiyor.
Gözlerimi kapıyorum. Ağlıyorum. Burun kenarlarımdan süzülen ılık nemli sıvı, gözlerimi açtığımda kana bürünüyor. Dehşete kapılıyorum. Ağlamak, bunu bastırmıyor. Ailem yok, ağaç ve çimler, güneş... Sadece duvarlar, küflü sert duvarlar arasından tiz bir çığlık yayılıyor. Yankı, yankı ve daha çok yankı. Sesin bir insana ait olup olmadığını zihnimde biçimlendirmeye çalışıyorum, duyduğum hiçbir sese benzemiyor çünkü.
Önümde bana bakan koridorun karanlığına dalıyorum, belirginleşmeye başlayan bir çift gözün sahibine. Çehresini seçemiyorum. Yaklaştığını seziyorum ama kaçamıyorum. Dürtülerim beni yerimde kilitliyor.
Soluk alıp verişlerim ciğerlerimi yakıyor. Titriyorum, yavaştan hızlıya yol izliyor bu böyle. Çehre, zihnimde belirginleşmeye başlarken korku, aldığım nefesle saç uçlarıma yol izliyor. Öfkeyle harmanlanmış korkuyla saçlarımı yoluyorum. Bu sefer, koridorda yankılanan çığlığın kime ait olduğu açık.
Bana!
Nefesim ciğerlerime hapsolduğu sırada, dehşetle gözlerimi açıyorum.
Bir rüya. Evet bir rüya. Buna rüya diyebilmek için binlerce şahide ihtiyacım olur, hayır. Bu bir kâbus.
Bilinçaltım bana oyun oynuyor olmalı ki huzurlu değil de ağlayarak uyumuş olmamdan kaynaklı böyle şeyler görüyorum.
Yatağın içinde yarı oturur biçimde çatlak ahşaptan sızan günışığına, ardından ifşa edilen onlarca havada uçuşan toz zerresine dalıyorum. Terlemiş olmalıyım ki tenimin buz gibi soğuk olduğunu seziyorum. Başımı öne eğdiğim vakit, ıslak olan montumu görmem beni şaşırtmıyor.
Saat sabahın beşi. Sızan günışığına karşın oda soğuk ve gırtlağımı yakan küf kokusuna sahip. Gördüğüm kâbus ile birlikte ensemin ardını güç bir şekilde kapayan kısa saçlarım, nemli ve kaygan.
Temizlenmeye ihtiyacım var. Her ne kadar zihinsel olarak temizlenme gereği duysam da bedenen de buna mecbur hissediyorum.
Kapıyı ufak hamleler ile açtığımda annemin hasta kardeşimin yanına kıvrandığını görüyorum. Dün gece benim yüzümden aç yatmış olmalılar. Jack, annemin kolları arasına sıkıştırılmış, üzerine örtüldüğü eski gri paçavranın altında sağlıklı görünüyor. En azından bir anlık onu sağlıklı görüyorum. Tebessüm ediyorum. Gözlerim, birkaç saniye boyunca onun solgun sarı saçlarını süzüyor. Yüzümdeki tebessüm, alaşağı olurken göz kapaklarımı acıyla buruşturuyorum.
Onun yürüyebilmesindeki engel benim. Yaptığım hata, onun bir çift gözünün, kin ve nefretle bakacak olmasının kanıtı.
İnsanlar beni bir 'çatlak' olarak nitelendiriyor. Davranışlarım, karakterim ya da sahip olduğum ruhun onlara uyumlu olmadığını savunuyor. Kardeşime yaptıklarım için mi? Ya da beni gerçekten sevmedikleri için mi? bilmiyorum. Yüzümdeki tebessüm yerini daha çok kedere bırakırken, çamurlu botları da giyerek hızla göle ilerliyorum.
Baharın gelişi beni mutlu ediyor. En azından soğuktan titremek, veya ciğerin sökülür biçimde öksürmek yok. Soğuktan uyuyamamak...
Toprak yolun ortasında durup botlarıma bakıyorum.
Keşke, havadar ve daha hafif ayakkabılara sahip olabilseydim. Tüm yaz boyunca ter ve mantarla yüzleşmek zorunda olduğumu anlayarak hızla nefes veriyorum. Ama ona sitem etmeye hakkım yok. Her ne kadar sevmiyor olsam da bir kış boyunca sıcak tutmuş olması beni ona borçlu hissettiriyor.
Göle vardığımda, üzerimdekileri hızla çıkarıp yıkamaya başlıyorum. Çamur ve ter... Bir kir topluluğu halin alıp akış yönüne doğru ilerliyor. Alnımı siliyorum. Doğrularak yıkadığım eşyalarımı uzun gövdeli, yaşlı meşe ağacının çıkıntılarına asıyorum. Kuruyana kadar bedenimi temizlemem gerek.
Sağıma ve soluma bakarak suya kendimi bırakıyorum. Saat ilerlemeden bu işi bitirmem gerkiyor. Başıma sapık ve tacizcilerin gelmesini istemem. Kadına şiddet ve tacizin en üst noktalara çıktığı bir dönemde olmaktan utanç duyuyorum.
Köprücük kemiğimin sınırlarına gelen suda bedenimi kötü koku ve kirden arındırıyorum. İçime serinlik kısa bir yol izliyor. Saçlarımın ıslaklığını iki elimle de sürdüğüm sırada, bir dalın kırılması ile dehşetle göz bebeklerim büyüyor.
"Kim var orada?" Bağırıyorum çatallı bir sesle.
Ardından iki elimle de mahramiyetimi kapatarak kıyıya doğru yürüyorum.
"Anne sana biraz daha geç gelmeni söylemiştim," diyerek tekrar bağırıyorum. Umarım bu gelmiş ya da gelecek olan kişinin kaçması için yeterli olur.
Yaprakların birbirine sürtünme sesleri doluyor kulaklarıma. Her seste daha da acele ederek üzerimi giyiyorum.
Serinletici nem gıdıklanmama neden olurken, oturarak botlarımın bağını bağlamak için yeltendiğim vakit, toprağa yansıyan gölge nefesimin boğazımı yakması için zemin hazırlıyor. Belli etmesem de korkuyorum.
"Kimsin?" Yüzüne bakmaya cesaret edemiyorum.
"Zekisin, bir o kadar da aptal." Diyerek, cevap veriyor ukala bir tavırla. Bunu ses tonundan anlamamam neredeyse imkansız olur.
Bir erkek sesi olması şaşırmamamı sağlıyor. Söylediklerinin, iltifat, ya da hakaret mi? oluşunu kavramaya çalışıyorum.
Hiddetle yüzüne bakıyorum. Alaycı yarım bir gülümseme.
İroni, evet ironi yaptığına yemin edebilirim.
Onu tanıyorum. Kıvırcık siyah saçlarını. Sıcağa birkaç saniye dahi katlanamayan beyaz tenini, yeşile daha yakın olan ela gözlerini.
İki kaşının ortasından alnına yol izleyen yassı ince doğum lekesi bulunuyor. Onu bunca yıl incelememin tek sebebi bu leke.
Çünkü, aynısını sırtımda taşıyorum.
"Zeki olmamı düşündüren şey nedir?" Sorumu yöneltmem ile birlikte ayağa kalkıyorum. Böyle düşünmesinin tek nedeni, gölden çıkarken bağırmış olmam. Ama yine de cevabını merak ediyor, bakışlarımı ona çeviriyorum.
Gülümsüyor,
"aptal olduğunu da söylememe rağmen neden zeki oluşunu sorgulaman." Kollarını birbirine kenet yaparak sırtını ağacın gövdesine yaslıyor.
"Neden aptal olduğumu düşündün?"
Alnımın anlamsız bir biçimde kırıştığına bahse girebilirim.
"Zeki olduğunu bilmene rağmen, neden aptal olduğunu düşündüğümü sorgulaman?" Kollarını birbirinden ayırıyor ve ekliyor, "aptal insanlar kuşkuya düşer. Zeki ise emindir"
Bir bilmece gibi konuşması, aklı dengemi sorguluyor. Ben mi anlamıyorum? Yoksa o mu kendini ifade edemiyor? Düşünceleri sarıyor zihnimin her köşesini.
Duraksıyorum,
"Nesin sen?"
"Ne önemi var?" Diyor kendinden emin bir biçimde.
Başımı iki yana sallıyorum, "hayattaki tek vasfı, babasının parasından faydalanarak hayat süren birinden beni anlamasını beklemem aptallık olur. Şimdi izninle gideceğim!"
"Hey, du-"
Koşarak uzaklaşıyorum. Belki beni oyalıyor, işe geç kalmamı sağlayarak babasının beni kovmasını hedefliyor.
Saatler kavuran güneşin altında kavramını yıla çevirirken, belimden mataramı çıkarıp bir yudum su içiyorum mavi gökyüzü altında. Güneşin altında her bir hücremin fokurdar biçimde buharlaşması yakın.
Ter damlalarım bedenimi hızla terk ederken, Bill tarlanın hemen karşısında belirerek hızla yanıma geliyor. Yüzünün kaskatı kesildiğini görüyorum. Sabah söylediklerim gururuna dokunmuş olmalı ki katı bir sesle,
"bu kaçıncı ara verişin? Babama hasılatından kesmesini söyleyeceğim!" Diyerek çıkışıyor bana.
Hasılat, gün içinde kazdığımız toprak karşılığında aldığımız erzak. Genellikle bir miktar pirinç, fasulye ya da ekmek oluyor. Bayat bir ekmeğe denk gelmiş olmam, şanslı günün habercisi olur.
Pek çalışma imkanı yok. Küçük ve leş bir içkihane ve burası arasında seçim yapmam gerekiyordu.
Birinin zihnimi, diğerinin bedenimi yoracağını bilmeme rağmen seçimimi yapmıştım.
Bedenimi çürümeye mahkum ettiğim saatler ilerliyor. Bedenim, bu ağırlığı kaldıramayacağımı söylese de zihnim ona taviz vermemekte direniyor.
"Eliza, buraya gel seni haylaz!"
Ardımda duyduğum katı ses, beni düşüncelerim içinden sıyırıp atıyor. O adamdan korkuyorum. Kel kafasının kenarlarında kalmış birkaç tutam saç telini her zaman özenle tarıyor. Kaba bıyıkları ardında sinsice gülen şişman yağ tabakası, sapık.
Buraya sahip olmasa kulübe kenarlarında çöp karıştıracağına emin olduğum, fakat sahip oldukları ile her saniyesini rahatlık ile yaşayan vahşi yaratık.
Sömürgelerde malının bir kısmı mutlak alınmasına sevinsem de acısını artık bizden bildiğinden dolayı üzülüyorum artık.
Başım öne eğik, oturduğu ağaç altındaki masanın yanına ilerliyorum.
"Buyrun efendim," Sesim kuş boğazlıyormuşcasına kısık çıkıyor.
Başımı yukarı kaldırır gibi göz ucuyla ona bakıyorum.
"Bill bugün..." sözü öksürüğü ile kesiliyor. Ben ise içimden Bill'e karşı küfür etmeye başlıyorum. Elini ağzına kapıyor öksürmeye devam ederek.
Derin bir nefes alıyor.
"Bill bugün çok çalıştığını söyledi. Ummuyordum doğrusu, sonuçta," üzerimi birkaç saniye baştan aşağı süzerek sözlerine devam ediyor.
"Sonuçta cılız ve çelimsizsin."
"Teşekkür ederim efendim."
Böyle bir şey söylediği için, ondan iğrenmiyorum. İgrendiğim şey, ona teşekkkür etmem.
Erzağımı elime veriyor. Hızla batmaya başlayan güneş altında koşmaya çalışıyorum.
Diz kapaklarımın tutmadığı açık. Sabahtan bu yana çeyrek ekmek yiyip su içtim.
"Ah, alabildiğim vitaminler dolup taşıyor..."
Küçük bir gülümseme ile kendimle dalga geçiyorum.
Bunu neden yapıyorum? Monotonlaşmış sıkıcı hayatıma neşe getirmek ya da hiçbir arkadaşım olmadığı için eksikliğimi tamamlamaya çalıştığımdan dolayı mı? Bilmiyorum, ne kadar cevap türetsem de olmuyor.
'Ben' kelimesi bu işte, kendini ne kadar sevmesen de terk edemez, ne kadar küs olsan dahi barışmadan edemiyor olmak.
Çalışmaktan döndüğümde yaptığım tek şey işte bu, düşüncelerimi sadece düşünce olarak bırakmak.
Kapıyı açtığımda annem durgun bir biçimde bana bakıyor.
Genellikle sadece kasvetli ve kızgın olurdu. Azarlardı belki. Ama bugün, sadece durgun. Karşımda giydiği uzun yeşil elbisesi ile her ne kadar güzel gözükse de donuk bakıyor. Sebebini sormuyorum.
"Jack nasıl?" Sorunun Jack olabileceğini düşünerek, elimdekileri anneme vererek hızla erkek kardeşimin yanına ilerliyorum telaşla. Yatağının kenarında yarı dolu tabaktaki suyla ıslatılmış ekmeğe bakıyorum. Ardından kardeşimin yüzüne. Alnına elimi koyuyorum.
"Eliza?"
Annem, kapının kenarına omzunu yaslamış biçimde bana sesleniyor.
'Evet' der biçimde ona bakıyorum. Ardından elindeki, bu kasabadan çıkmayacak kadar temiz beyaz kağıda. Bana uzatıyor. Onu ilk defa bu kadar çaresiz görüyorum.
Bunun iyi ya da kötü bir şey mi? olduğunu anlamdıramıyorum.
"Bu da nedir?" Gözlerimi kâğıttan ayırmayarak ekliyorum, "ikimiz de bu günün geleceğini biliyorduk." Gözlerim dolu bir biçimde gülümsüyorum.
"Ama henüz iki hafta vardı."
Az önce duyduğum yorgunluk, açlık vücudumdan hızla kaçıyor.
Susuyorum. Tek kelime dahi yok. Omuzlarım düşük biçimde yatağıma gidiyorum.
"Sevgili Eliza, on altı yaşını kutlamaktan onur duyarız. Yeni yaşında bizlerle olacağından heyecanlı olduğumuzu bilmeni isterim. Her neyse, Sadete gelelim. Bundan yıllar önce 3. Dünya Savaşı çıktığında, bunun kaos getireceğini bütün ülkelerin başkanları biliyordu.
Yıkım!
Düşünceler, ordular, savaş uçakları, kimyasal silahların olabileceği kanısındaydı. Kim bilebilirdi elimizdeki teknolojik aletlerin en büyük kaybımızın etmeni olabileceğini?
Savaş, üç aşamadan oluştu.
1. Aşama, henüz aklı dengeye erişmemiş çocukları intihara sürükleyecek oyunlar koyarak büyük bir katliama başlangıç vermekti. Öyle de oldu. Patlak veren onlarca oyun, tarihteki en büyük çocuk katliamına sebebiyet verdi.
2. Aşama, normale oranla bin kat daha yayılan radyasyon dalgasıydı. Amaç; genetik sorunlara yol açmak, hücresel dengeyi bozarak ölümlere neden olmaktı. Artan hastalıklar, bulunamayan tedaviler, bunun başarılı olduğunun kanıtıydı. Artan fiyat, ilaç şirketlerinin mirasına miras katacaktı. Ama umulan olmadı. Halk her bir ölümü, bir fabrikayı yakarak intikam aldı.
3. Aşama ise, hayatta kalanlar için son bir kurşundu. Doğurgan her kadın, rahmi tetikleyen bir virüs ile doğurma yeteneklerinden mahrum bırakıldı. Doğum yoksa yaşam yok. Yaşlı nüfus giderek azalıyor. Doğan son bebekler ortadan bir bir kaybolurken, bilim insanlarımız rahmi tetikleyen virüse tedavi buldu.
Tedavi, parçalanan insanlığın tekrar bir bütün olabileceğini göstermiş olacaktı. Fakat umulan olmadı, doğan her bir çocuk ya sadece fiziksel açıdan bir insandı ya sa Sakat doğum, iki başlı, dört kollu çocuklar radyasyon etkisiyle de kaynaklı doğumlar gerçekleşiyor yaşamları kısa oluyordu.
Her çocuğu ailelerinden ayırmayarak 16 yaşına kadar yanlarında kalmalarına izin veriyoruz. Amacımız bir burç katagorisi.
Her burca, her cinse ait çocukları bulup duyguları kontrol etmek ve ihtiyacımız olanı almak.
Bizimle kalma sözü verirsen eğer, insanlığın yiyecek dahi bulamadığı bu yüzyılda, ailenin yiyecek ve giyecek ihtiyacını karşılayacağız. Tabi bizim senin kalmanı istememiz gerkiyor. Sence seni farklı kılan bir şey var mı Eliza? Yarın görüşmek üzere.
Dr. Chester. Burç Akademisi Yönetim Kurulu Başkanı."
-Düşüncelerini eksik etme lütfen, haydi yaz bir şeyler.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top