XI
XI
Bir saat sonra Petersburg'daydı prens. Saat sekizi geçerken Rogojin'in oturduğu binanın ana kapısından girdi, Rogojin'in oturduğu bölümün kapısını çaldı. Uzun süre kapıyı açan olmadı. Sonunda açıldı kapı, yaşlı hanım Rogojina'nın oturduğu bölümün kapısı aralandı, temiz yüzlü, yaşlı bir hizmetçi kadın göründü. Kapının arasından,
— Parfyon Semyonoviç evde yok, dedi. Kimi aramıştınız?
— Parfyon Semyonoviç'i.
— Kendileri evde yok.
Hizmetçi kadın tuhaf bir merakla bakıyordu prense.
Prens,
— Hiç değilse şu kadarını söyleyin, dedi, gece evde miydi? Ve... dün yalnız mı geldi eve?
Hizmetçi kadın prense öyle bakmayı sürdürüyor, ama bir şey söylemiyordu.
— Dün akşam geldiğinde... Nastasya Filippovna yanında mıydı?
— İzninizle, kim olduğunuzu sorabilir miyim?
— Prens Lev Nikolayeviç Mışkin. Yakın dostuyum Bay Rogojin'in.
— Evde yoklar efendim.
Hizmetçi kadın başını öne eğdi.
— Ya Nastasya Filippovna? diye sordu prens.
— Öyle birini tanımıyorum efendim.
— Durun, bir dakika durun! Bay Rogojin ne zaman dönecek?
— Onu da bilmiyorum efendim.
Kapı kapandı.
Prens bir saat sonra buraya tekrar gelmeye karar verdi. Avluda etrafa göz atarken kapıcıyı gördü.
— Parfyon Semyonoviç evde mi?
— Evet efendim, evde.
— Nasıl olur, evde olmadığını söylediler şimdi?
— Kim söyledi, onun bölümünden biri mi?
— Hayır, annesinin bölümündeki hizmetçi kadın. Parfyon Semyonoviç'in kapısını çaldım, açan olmadı.
— Belki çıkmıştır, dedi kapıcı. Çıkarken haber vermez çünkü... Bazen anahtarı bile yanına alır, dairesi üç gün kapalı kalır.
— Herhalde biliyorsundur, dün gece evde miydi?
— Evdeydi. Bazen ana girişten girer, o zaman görmem onu.
— Peki, Nastasya Filippovna yanında değil miydi?
— Bilmiyorum. O pek sık gelmez buraya. Dün gelmiş olsaydı görürdüm.
Prens sokağa çıktı, bir süre dalgın dalgın dolaştı kaldırımda. Rogojin'in oturduğu bölümün pencerelerinin hepsi kapalıydı. Annesinin bölümünün pencerelerinin hemen hepsi ise açık. Güneşli, sıcak bir gündü. Prens karşı kaldırıma geçti, durup bir kez daha baktı Rogojin'in kaldığı bölümün pencerelerine. Kapalı olmaları bir yana, hemen hepsinin beyaz perdeleri de inikti.
Çok tuhaftır, bir dakika sonra perdelerden birinin ucu ansızın hafifçe kalkmış, bir an Rogojin'in yüzü görünmüş ve görünmesiyle kaybolması bir olmuş gibi geldi ona. Prens bir süre bekledi, gidip tekrar kapının çıngırağını çalacaktı ki, hemen vazgeçti, bunu bir saat sonraya erteledi: "Kim bilir, belki de bana öyle gelmiştir..."
Şimdi tek istediği, bir an önce, Nastasya Filippovna'nın yakın zamana kadar oturduğu İzmaylovskiy Mahallesi'ne gitmekti. Prens, Nastasya Filippovna'nın, onun isteği üzerine üç hafta önce Pavlovsk'tan oraya, evinin odalarını kiraya vererek geçimini sağlayan dürüst, saygıdeğer, iyi arkadaşı dul bir öğretmen eşinin evine taşındığını biliyordu. Arkadaşı dayalı döşeli bir oda vermişti ona. Nastasya Filippovna tekrar Pavlovsk'a taşınırken o odayı boşaltmamış olabilirdi. En azından dün Rogojin onu oraya bırakmış, Nastasya Filippovna da geceyi orada geçirmiş olabilirdi. Bir arabaya bindi prens. Yolda önce buraya gelmesi gerektiğini, çünkü Nastasya Filippovna'nın gece vakti doğrudan Rogojin'in evine gitmiş olamayacağını düşünüyordu. Bu ara kapıcının söylediklerini de hatırlıyordu: Nastasya Filippovna'nın oraya pek sık gelmediğini söylemişti kapıcı. Rogojin'in evine pek sık gitmediğine göre, gece neden orada kalacaktı? Prens kendini böyle avutmaya çalışarak nihayet İzmaylovskiy Mahallesi'ne geldi. Bitkin bir durumdaydı.
Dul öğretmen eşinin evinde Nastasya Filippovna'yı dün de, o gün de duyan, gören olmadığını öğrenince çok kötü oldu prens. Öyle ki onu görmek için odalarından çıkanlar bile olmuştu. Dul öğretmen eşinin kalabalık ailesi (yedi yaşından on beşe kadar kızlı, oğlanlı bir sürü çocuğu vardı) annelerinin arkasından dışarı çıkmış, prensin çevresini almış, ağızları açık, ona bakıyordu. Çocukların arkasından siyah entarili, sıska, yüzü sapsarı teyzeleri çıktı. Nihayet ailenin büyükannesi, gözlüklü, yaşlı bir kadın göründü. Dul kadın ısrarla içeri girip oturmasını rica etti prensten. Onun ricasını yerine getirdi prens. Oturur oturmaz, onun kim olduğunu, bir gün önce evlenmiş olması gerektiğini çok iyi bildiklerini, dünkü nikâhıyla, şu anda yanında olması gereken kişiyi onlara sormasındaki garipliği ölesiye merak ettiklerini anlamıştı. Nikâhla ilgili meraklarını kısaca bilgi vererek giderdi. Şaşırıp ah vah etmeye başladıklarında bu kez her şeyi, ama kuşkusuz, ana hatlarıyla anlatmak zorunda kaldı. Sonra heyecana kapılan aklı başında iki kadının önerisi üzerine, önce Rogojin'in kapısını çalıp ne olup bittiğini ona sorması gerektiğine karar verdi. Rogojin evde değilse (bunu kesinlikle öğrenmeliydi) veya bir açıklamada bulunmak istemezse Semyonovski Alayı Mahallesi'ne, Nastasya Filippovna'nın ahbabı, annesiyle birlikte oturan bir Alman asıllı kadına (kapıldığı büyük heyecanla, saklanmak için belki de oraya gitmişti Nastasya Filippovna) uğraması gerekiyordu. Sonunda kalktı prens. Çok bitkindi. Kadınların daha sonra anlattıklarına göre, "yüzünde renk diye bir şey yoktu". Gerçekten de bacakları titriyordu... Prens korkunç gürültülü bir sürü lakırdı arasında, kadınların da onunla birlikte bir şeyler yapmak istediğini, kentteki adresini sorduklarını nihayet anlamıştı. Belli bir adresi yoktu elbette; bir otele yerleşmesini söylüyorlardı. Prens daha önce kaldığı, beş hafta önce kriz geçirdiği otelin adresini verdi onlara. Sonra yine Rogojin'in evine gitti.
Bu kez Rogojin'in dairesinin kapısının yanında annesinin dairesinin kapısı da açılmadı. Prens avluya inip uzun süre aradıktan sonra kapıcıyı buldu. Kapıcı bir şeylerle meşguldü ve pek konuşmak istemiyordu, prensin yüzüne bile pek bakmıyordu. Ama yine de açıkça Parfyon Semyonoviç'in "sabah erken evden çıkıp Pavlovsk'a gittiğini, bugün dönmeyeceğini" söylemişti.
— Bekleyeceğim. Belki akşam gelir...
— Belki de bir hafta gelmez, kim bilir...
— Demek gece buradaydı?
— Burada olmasına buradaydı...
Kuşku verici, pis bir durum vardı ortada. Bu arada kapıcıya birtakım talimatlar verildiği belliydi: Prensin önceki gelişinde pek konuşkandı çünkü, oysa şimdi konuşmak istemiyordu. Prens iki saat sonra bir kez daha uğramaya, hatta gerekirse evi gözetlemeye karar verdi. Şimdilik tek umudu Alman asıllı kadının evindeydi. Bir arabaya atlayıp Semyonovski'ye gitti.
Ama orada anlamadılar bile onu. Arada geçen birkaç sözcükten prens, Alman asıllı güzel kadının üç hafta önce Nastasya Filippovna'yla kavga ettiğini, o günden bu yana onunla ilgili hiçbir şey duymadığını, "dünyanın bütün prensleriyle evlense bile" duymak da istemediğini anlamıştı.
Oradan çıkmak için acele etti prens. Bu arada şöyle bir düşünce geldi aklına: Nastasya Filippovna Moskova'ya gitmiş olabilirdi, Rogojin de onun arkasından veya onunla gitmişti. "Hiç değilse küçücük bir iz bulabilsem!" Ama otelde kalması gerektiğini hatırladı, doğru Liteynaya'ya gitti. Hemen bir oda verdiler ona. Kat görevlisi yemek isteyip istemediğini sordu. Pek dalgın, istediğini söyledi, ama düşününce, yemeğe yarım saat harcayacağı için çok kızdı kendine, sonra gelen yemeği öyle olduğu gibi, yemeden bırakabileceğini de anladı. Bu loş, havasız otelde tuhaf bir duyguya kapılmıştı. Değişik şeyler düşünmesine neden oluyordu bu duygu. Gelgelelim, öne çıkan bu düşüncesinin ne olduğunu bir türlü çıkaramıyordu. Sonunda kendini otelden dışarı attı. Başı dönüyordu. Peki ama, nereye gidecekti? Tekrar acele Rogojin'in evine gitti.
Rogojin hâlâ dönmemişti. Kapıyı açan olmadı. Anne Rogojina'nın kapısını çaldı. Açtılar, orada da Parfyon Semyonoviç'in evde olmadığını, belki üç gün de uğramayacağını söylediler. Yüzüne yine öyle tuhaf tuhaf bakmaları şaşırtmıştı prensi. Bu gelişinde kapıcıyı aradıysa da bulamadı. Önceki gelişinde olduğu gibi yine karşı kaldırıma geçti prens, pencerelere bakmaya başladı, bunaltıcı sıcak havada yarım saat kadar, belki daha uzun süre dolaştı kaldırımda. Bu kez bir şey kıpırdamadı, pencere açılmadı, beyaz perdenin ucu kalkmadı. Önceki gelişinde yanlış gördüğünden, yanıldığından kuşkusu kalmamıştı. Pencere camları öylesine donuktu, o kadar uzun zamandır silinmemişti ki, camdan bakan biri dışarıdan kesinlikle görünmezdi. Böyle düşününce sevindi, tekrar İzmaylovskiy'e, dul öğretmen eşine gitti.
Orada bekliyorlardı onu. Dul kadın bu arada üç dört yere gitmiş, Rogojin'e bile uğramış, ama hiçbir şey öğrenemeden dönmüştü. Prens sessizce dinledi dul kadının anlattıklarını, sonra odaya girdi, divana oturup, ne söylediklerini anlamıyormuş gibi bakmaya başladı odadakilerin yüzüne. Tuhaftır: Kâh son derece dikkatli oluyordu, kâh inanılmaz derecede dalgın. Evdekiler daha sonra, o gün onun "şaşılacak derecede" tuhaf olduğunu, her şeyin o zamandan "göründüğünü" söylüyordu. Neden sonra kalktı, ona Nastasya Filippovna'nın kaldığı odaları göstermelerini istedi. Yüksek tavanlı, aydınlık, geniş, oldukça güzel döşeli, kiraları hayli yüksek iki odası vardı Nastasya Filippovna'nın. Hanımlar daha sonra prensin odalarda her şeyi inceden inceye gözden geçirdiğini, sehpanın üzerinde halk kütüphanesinden alınmış, yarım okunup açık bırakılmış "Madame Bovary"yi fark ettiğini, kitabın açık sayfasının kenarını kıvırdığını, kitabı yanında götürmek için hanımlardan izin istediğini, ama olumsuz cevabı beklemeden (kitap halk kütüphanesinindi çünkü) cebine koyduğunu anlattılar. Sonra açık pencerenin önüne oturmuş, gözüne üzeri tebeşirle yazılı oyun sehpası ilişince "Kim oynuyordu burada?" diye sormuş. Nastasya Filippovna'nın her akşam Rogojin'le yanık, pişti, papazkaçtı, vint, prafa ve daha birçok oyun oynadığını söylemişler ona. Nastasya Filippovna Pavlovsk'tan Petersburg'a döndükten sonra çıkmış bu kâğıtlar ortaya. Rogojin akşamları sürekli susup oturduğu, konuşacak bir şey bulamadığı için yakınıp duruyormuş Nastasya Filippovna, sık sık ağlıyormuş da, işte bunun üzerine bir akşam geldiğinde cebinden bir deste iskambil kâğıdı çıkarmış Rogojin. Gülmeye başlamış Nastasya Filippovna, oynamaya başlamışlar. Oynadıkları kâğıtların nerede olduğunu sormuş prens. Ama yokmuş, Rogojin her akşam yanında götürüyormuş onları, her akşam yeni bir desteyle geliyor, giderken cebine koyup götürüyormuş onları.
Bayanlar tekrar Rogojin'e gitmesini söylemişler ona, ama hemen şimdi değil de, akşam: "Belki akşam gelir evine." Bu arada dul kadın, akşam olmadan Pavlovsk'a gidip Darya Alekseyevna'ya uğramayı, ondan bilgi almayı düşündüğünü söylemiş. Ne olur ne olmaz, yarın neler yapacaklarını kararlaştırmak için prensin akşam saat ondan sonra onlara uğramasını rica etmişler. Bütün bu teselli edici, umut veren sözlere karşın, prensin hiç umudu kalmamıştı. Anlatılamaz bir hüzün içinde otele kadar yürüdü. Petersburg'un tozlu, boğucu yaz havası şakaklarını bir mengene gibi sıkıyordu. Asık suratlı, sarhoş insanların arasında dolaşmış, amaçsız yüzlerine bakmış, bu arada yolu da galiba hayli uzatmıştı. Odasına girdiğinde çoktan akşam olmuştu. Biraz dinlenmek, sonra kararlaştırıldığı gibi yine Rogojin'in evine gitmek niyetindeydi. Divana oturdu, dirseklerini masaya dayadı, düşünmeye başladı.
Ne kadar zaman düşündüğünü, neler düşündüğünü Tanrı bilir... Çok şeyden korkuyor ve çok korktuğunu hissedince de dayanılmaz, dehşetli bir ıstırap duyuyordu. Vera Lebedeva'yı hatırladı. Sonra Lebedev'in bu konuda belki de bir şeyler bilebileceği, bilmese bile, ondan daha çabuk ve kolay birtakım bilgilere ulaşabileceği geldi aklına. Sonra İppolit'i düşündü, Rogojin'in Lebedev'i ziyaretlerini hatırladı. Sonra da Rogojin'i... Önce cenaze töreninde, sonra parkta, daha sonra birden burada, otelde, köşede ondan saklandığını, elinde bıçakla gelirken onu beklediğini... Onun gözlerini hatırlıyordu şimdi, karanlıkta onu arayan gözlerini. Ürperdi prens. Biraz önce üste çıkmaya çalışan düşüncesi şimdi birden gelmişti aklına.
Bu düşüncesi şöyleydi: Rogojin Petersburg'daysa, bir zaman için saklansa bile, eninde sonunda, iyi veya kötü niyetle de olsa, kesinlikle ona, prense gelecekti. En azından Rogojin herhangi bir nedenle onu görmek isterse, buradan başka bir yerde aramayacaktı onu, yine bu koridora gelecekti... Başka bir adres yoktu onda, dolayısıyla prensin yine aynı otelde olduğunu düşünüp buraya gelecekti, en azından burada bulmayı deneyecekti onu... Çok gerekirse kuşkusuz... Kim bilir, bakarsın çok gerekli olurdu Rogojin'e...
Böyle düşünüyordu prens ve nedense çok olası geliyordu ona düşüncesi. "Sözgelimi, birden gerekli olamaz mıydı Rogojin'e, eninde sonunda bir araya gelemezler miydi?" düşüncesini hiç de yersiz bulmuyordu. Ama şu düşünce ağır geliyordu ona: "Keyfi yerindeyse ne diye gelsin bana? Durumu iyi değilse gelir, ama sanırım iyi değildir de durumu..."
Elbette, böyle düşünüyorsa Rogojin'i yerinde, yani otel odasında beklemesi gerekirdi. Ne var ki bu son düşüncesi dayanamayacağı kadar ağır geldi ona, ayağa fırladı, şapkasını aldığı gibi koşarak çıktı odasından. Koridor neredeyse karanlıktı. Çok iyi hatırladığı yere yaklaşınca "Ya şu anda o köşeden çıkar, merdivende önümü keserse?" diye geçti aklından. Ama çıkan olmadı oradan. Merdivenden indi, otelin ana kapısından sokağa çıktı. Günbatımıyla birlikte (tatil günleri Petersburg'da her zaman olduğu gibi) sokağa dökülmüş kalabalığı görünce şaşırdı ve Gorohova yönüne doğru yürüdü. Otelden elli adım uzaklaşmıştı ki, ilk sokak başında kalabalığın içinden biri ansızın koluna dokundu, kulağına eğilip alçak sesle şöyle dedi:
— Lev Nikolayeviç, gel benimle kardeşim, çok önemli...
Rogojin'di bunu söyleyen.
Çok tuhaftır: Prens hemen sevinç içinde, kekeleyerek, cümlelerinin sonunu neredeyse getiremeden biraz önce onu koridorda, otel odasında nasıl beklediğini anlatmaya başladı.
Rogojin prensin hiç beklemediği bir cevap verdi:
— Oradaydım.
Bu cevap şaşırttı prensi. Ama ancak iki dakika sonra Rogojin'in cevabının ne anlama geldiğini kavrayabildiği zaman şaşırdı. Kavradığı anda bir korku da düştü içine, Rogojin'e bakmaya başlamıştı. Rogojin yaklaşık yarım adım önünde, başı önünde, karşılaştığı insanlara başını kaldırıp bakmadan, herkese hemen yana çekilip yol vererek yürüyordu.
Birden sordu prens:
— Madem oteldeydin... odamda olup olmadığımı neden sormadın?
Rogojin durdu, durup prensin yüzüne baktı, bir an düşündü, prensin sorusunu anlamamış gibi,
— Bak ne diyeceğim Lev Nikolayeviç, dedi, sen bu kaldırımdan benim eve kadar yürü, evin yolunu biliyorsun, değil mi? Ben de karşı kaldırımdan yürüyeceğim. Ama dikkat et, aynı anda varalım oraya...
Rogojin böyle dedikten sonra karşı kaldırıma geçti, dönüp prensin yürüyüp yürümediğine baktı, onun olduğu yerde durmuş, gözlerini ayırmadan kendisine baktığını görünce, kolunu Gorohova yönünde salladı ona ve yürüdü. Sık sık dönüp prense bakıyor, onun da yürümesini işaret ediyordu. Prensin onu anladığı, karşı kaldırımda yürümeyi sürdürdüğü için memnun olduğu belliydi. Prens, Rogojin'in birini görmek istediğini, gözden kaçırmamaya çalıştığını, bu nedenle karşı kaldırıma geçtiğini düşünmeye başlamıştı. "Peki ama, kimi gözden kaçırmak istemediğini neden söylemedi bana?" Böyle beş yüz adım kadar yürüdüler. Birden nedense titremeye başladı prens. Rogojin, şimdi daha bir seyrek olsa da, dönüp ona bakmayı sürdürüyordu. Artık dayanamadı prens, kolunu sallayarak işaret etti ona. Rogojin hemen prensin olduğu kaldırıma geçti.
— Nastasya Filippovna senin evde mi? diye sordu prens.
— Evet.
— Bugün perdeyi aralayıp bakan sen miydin bana?
— Bendim...
— Nasıl oldu da sen...
Ama sorusunun sonunu nasıl getireceğini bilemedi prens. Öte yandan kalbi öylesine hızlı çarpıyordu ki, konuşmakta zorlanıyordu. Rogojin de susuyor, önce olduğu gibi bakıyordu ona, yani bir şeyler düşünüyormuş gibi...
Tekrar karşı kaldırıma geçmeye hazırlanırken,
— Neyse, dedi, ben karşıya geçiyorum, sen bu kaldırımda yürü. Bir arada görünmesek... daha iyi... Ayrı kaldırımlarda yürüyelim... Göreceksin, böylesi daha iyi...
Sonunda ayrı kaldırımlardan Gorohova Sokağı'na sapıp Rogojin'in evine geldiklerinde prensin bacakları yine titremeye başladı. Öyle ki yürümekte zorlanıyordu. Saat akşamın dokuzunu geçiyordu. Yaşlı kadının oturduğu bölümde pencereler daha önce olduğu gibi açık, Rogojin'in bölümünde kapalıydı. Beyaz perdeler karanlıkta sanki daha bir koyu görünüyordu. Prens karşı kaldırımdan eve doğru yürüdü. Rogojin merdivenden dış kapının önüne çıktı, prense elini salladı. Prens onun yanına gitti.
Rogojin dudaklarında kurnaz, neredeyse mutlu bir gülümsemeyle,
— Eve döndüğümden kapıcının bile haberi yok, dedi. Dün ona Pavlovsk'a gideceğimi söyledim. Annem de öyle biliyor. Sessizce gireceğiz, evde olduğumuzdan kimsenin haberi olmayacak.
Anahtar elindeydi. Üst kata çıkarken prense döndü, sessiz yürümesi için uyardı onu. Oturduğu bölümün kapısını sessizce açtı, prensi önden içeri aldı, arkasından sessizce kendi girdi, kapıyı kilitleyip anahtarı cebine koydu.
— Gel, diye fısıldadı.
Liteynaya'dan beri fısıldayarak konuşuyordu. Sakin görünmesine karşın, ruhunun derinlerinde büyük bir endişe olduğu belliydi. Salona girdiklerinde, çalışma odasına açılan kapının yanındaki pencerenin önünde durdu Rogojin, gizemli bir el hareketiyle prensi yanına çağırdı.
— Bugün kapıyı çaldığında, gelenin sen olduğunu hemen anladım. Parmaklarımın ucuna basarak kapıya kadar yürüdüm, Pafnutyevna ile konuşmanı dinledim. Sabah erkenden uyarmıştım onu: Sen veya senin yolladığın biri, kim olursa olsun, gelip kapımı çalacak olursa evde olduğumu kesinlikle söylemeyecekti. Özellikle sen gelip, kim olduğunu ona söylesen bile... Sonra sen gidince şöyle düşündüm: "Ya şu anda karşı kaldırımda durmuş, buraya bakıyorsa? Evi gözetliyorsa?" İşte o zaman bu pencereye geldim, perdeyi aralayıp baktım, orada durmuş, doğrudan bana bakıyordun... Öyle oldu işte...
Prens tıkanıyormuş gibi,
— Nastasya Filippovna nerede? diye sordu.
Rogojin cevap vermek için bir an bekledikten sonra tane tane,
— O mu... burada... dedi.
— Nerede?
Rogojin gözlerini prensin yüzüne dikip bir süre baktı.
— Gidelim... dedi.
Rogojin hep alçak sesle, hiç acele etmeden konuşuyordu. Daha önce olduğu gibi üzerinde tuhaf bir dalgınlık vardı. Perdeden söz ederken bile, anlattığı şeyin gerilimine karşın, başka bir şeyden söz ediyor gibiydi.
Odaya girdiler. Prensin gördüğünden bu yana odada birtakım değişiklikler olmuştu: Oda yeşil ipek bir perdeyle boydan boya ikiye bölünmüş, perdenin iki ucunda Rogojin'in yatağının olduğu bölüme geçmek için iki aralık bırakılmıştı. Ağır perde yere kadar indirilmiş, iki uçtaki girişler de kapatılmıştı. Odanın içi çok karanlıktı. Petersburg'un "beyaz" yaz geceleri hafifçe kararmıştı. Dolunay olmasaydı, Rogojin'in perdeleri inik odasında bir şey görmek olanaksız olurdu. Aslında yüzleri seçmek yine de zor oluyordu. Rogojin'in yüzü her zaman olduğu gibi soluktu. Gözlerini prensin yüzüne dikmişti. Sabit bakışında tuhaf bir ışık vardı.
— Mumu yaksaydın? dedi prens.
— Gerekmez, diye karşılık verdi Rogojin. (Kolundan tutup bir sandalyeye oturttu prensi, bir sandalye çekip kendi de prensin karşısına oturdu; sandalyeyi öylesine yakın koymuştu ki, dizleri neredeyse prensin dizlerine değecekti; aralarında, biraz kenarda yuvarlak bir sehpa vardı, prensi oturmaya razı etmeye çalışıyormuş gibi ekledi:) Biraz oturalım! (Bir süre sustular. Sonra genellikle asıl konuya girmeden önce insanların bambaşka ilgisiz bir şeylerden söz ettikleri gibi sürdürdü konuşmasını:) O otelde olduğunu biliyordum. Koridora çıktığımda şöyle geçiriyordum içimden: "Şu anda belki de odasındadır, benim onu beklediğim gibi o da beni bekliyordur... Dul öğretmen eşine uğradın mı?
— Uğradım.
Prens kalbinin çarpıntısından konuşmakta zorlanıyordu.
Rogojin,
— Ben de öyle tahmin etmiştim, dedi. Konuşmamız gerektiğini düşünüyordum... Sonra kendi kendime şöyle dedim: Buraya getiririm onu, bu gece burada kalırız...
Prens birden ayağa kalktı.
— Rogojin! Nastasya Filippovna nerede? diye fısıldadı.
Eli ayağı titriyordu. Rogojin de ayağa kalktı.
Başıyla perdeyi göstererek fısıldadı:
— Orada.
— Uyuyor mu? diye fısıldadı prens.
Rogojin tekrar deminki gibi, gözlerini ayırmadan baktı prensin yüzüne.
— Eh, gel benimle!.. dedi. Yalnız sen... neyse, hadi gel!
Perdenin ucunu kaldırdı, durup prense döndü. Önden prensin gitmesini başıyla işaret ederek yol gösterdi ona "Gir haydi!" dedi. Prens girdi.
— Burası çok karanlık, dedi.
— Gözün karanlığa alışınca göreceksin! diye mırıldandı Rogojin...
— Yavaş vavaş görür gibiyim... bir karyola var.
Rogojin alçak sesle,
— Yaklaş karyolaya, dedi.
Prens bir adım attı, bir daha ve durdu. Olduğu yerde bir veya iki dakika baktı. Rogojin de, prens de karyolanın hemen önünde, konuşmadan öylece duruyorlardı. Prensin kalbi odanın ölüm sessizliği içinde sesi duyuluyormuş gibi çarpıyordu. Ama şimdi gözleri karanlığa alışmıştı, karyolayı bütünüyle görüyordu. Biri derin bir uykuya dalmış, kıpırdamadan yatıyordu karyolada. Ne en küçük bir hışırtı, ne de bir soluk duyuluyordu. Uyuyan kişi beyaz çarşafı başına çekmişti, beden hatları belirsiz de olsa seçilebiliyordu. Çarşafın aldığı biçimden, orada bir insanın yattığı anlaşılıyordu. Odanın içi karmakarışıktı. Karyolanın hemen ayakucundaki koltuğun üzerinde, hatta yerlerde çabucak çıkarılıp atılmış giysiler, pahalı cinsinden beyaz ipek bir gelinlik, çiçekler, kurdeleler vardı. Başucundaki sehpanın üzerinde yine çıkarılıp gelişigüzel atılmış pırlantalar parlıyordu. Ayakucunda yumak yapılıp atılmış danteller, beyaz dantellerin arasında ise çarşaftan çıkmış çıplak bir ayağın ucu göze çarpıyordu. Mermerden oyma bir ayaktı sanki ve korkunç bir kıpırtısızlığı vardı. Prens bakıyor ve ne kadar çok bakarsa odanın içine o kadar derin bir ölüm sessizliğinin çöktüğünü hissediyordu. Uyanan bir sineğin vızıltısı duyuldu ansızın. Karyolanın üzerinde uçmaya başladı, sonra başucuna kondu, sustu. Ürperdi prens.
Arkadan koluna dokundu Rogojin.
— Çıkalım.
Çıktılar perdenin arkasından, tekrar aynı sandalyelere karşılıklı oturdular. Prens giderek daha çok titriyor, soran bakışlarını Rogojin'in yüzünden ayırmıyordu.
Sonunda konuştu Rogojin:
— Titriyorsun Lev Nikolayeviç. Hastalanacağın zamanlar olduğu gibi titriyorsun... Hatırlıyorsun, değil mi? Moskova'da olduğu gibi... Yine bir kez nöbet geldiğinde olduğu gibi... Bu durumda ne yapmam gerektiğini bilemiyorum...
Rogojin'in dediklerini anlamak için zorluyordu kendini prens. Soran bakışlarını Rogojin'in yüzünden ayıramıyordu bir türlü.
Sonunda başıyla perdeyi göstererek sordu:
— Bunu sen mi?
Rogojin,
— Evet... ben... diye fısıldadı.
Başını önüne eğdi. Beş dakika kadar sustular. Sonra konuşmasına hiç ara vermemiş gibi ekledi Rogojin:
— Çünkü... çünkü hastalanırsan, nöbet gelirse, bağırmaya başlarsan, belki sokaktan, avludan birileri duyar, burada olduğumuz anlaşılır. Kapıyı çalarlar, içeri girerler... Çünkü herkes evde olmadığımı düşünüyor. Sokaktan ve avludan görüp evde olduğumu anlamasınlar diye mum bile yakmadım. Çünkü ben evde değilsem anahtarları her zaman yanıma alırım. Ben yokken ortalığı toplamak için bile üç dört gün kimse içeri giremez. Böyle bir düzen vardır burada. Bu yüzden bu gece burada olduğumuzu kimse bilmemeli.
Prens,
— Bir dakika, dedi, geldiğimde kapıcıyla yaşlı kadına Nastasya Filippovna'nın gece burada olup olmadığını sormuştum. Sanırım onlar biliyor, değil mi?
— Onlara sorduğundan haberim var. Pafnutyevna'ya Nastasya Filippovna'nın dün uğradığını, on dakika kalıp sonra Pavlovsk'a döndüğünü söylemiştim. Gece burada kaldığını bilmiyorlar, kimse bilmiyor. Dün sessizce, bugün seninle yaptığımız gibi, gizlice girdik içeri. Yolda hep onun eve gizlice girmemize karşı çıkacağını düşünüyordum. Ama hiç de öyle olmadı... Fısıltıyla konuşuyor, parmaklarının ucuna basarak yürüyordu. Hışırtı çıkmasın diye eteklerini bile toplamış, elinde tutuyordu. Merdivenlerde sessiz olmam için işaret bile ediyordu bana. Senden çok korkuyordu. Trende korkudan deli gibiydi, geceyi burada, benim yanımda geçirmek istiyordu. Önce öğretmen eşinin evine götürmeyi düşündüm onu, istemedi! "Sabah erken gelip bulur beni orada, diyordu. Sen evinde sakla beni, yarın ortalık aydınlanır aydınlanmaz doğru Moskova'ya..." Oradan da Orel'de bir yere gitmek istiyordu. Yatıncaya kadar Orel'i sayıklayıp durdu...
— Dur biraz Parfyon, şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?
— Seni merak ediyorum, zangır zangır titriyorsun çünkü. Geceyi burada geçirelim. Ondan başka yatak yok, ben şöyle düşündüm, iki divanın minderlerini alalım, şuraya, perdenin dibine, karyolanın yanına serelim, orada yatalım. Çünkü gelen olursa etrafa bakar, görürler onu, hemen alıp götürürler. Sorguya çekerler beni, ben de anlatırım, benim yaptığımı söylerim, hemen beni de alıp götürürler. O yüzden yanımızda, seninle benim yanımızda yatsın...
Heyecanla onayladı prens:
— Evet, evet!
— Demek itiraf etmeyeceğiz, onu götürmelerine izin vermeyeceğiz...
— Kesinlikle, dedi prens. Kesinlikle!
— Ben de öyle düşündüm. Kesinlikle hiç kimseye vermeyeceğiz onu dostum, hiç kimseye! Bu gece sakin sakin uyuyalım burada. Bu sabah yalnızca bir saatliğine çıktım evden, yoksa sürekli onun yanındaydım. Bir de akşamüzeri senin için çıktım. Ama hava çok sıcak, kokudan korkuyorum. Koku geliyor mu burnuna?
— Belki de geliyordur, bilmiyorum. Ama sabaha kadar sanırım artar.
— Muşambayla güzelce sarıp sarmaladım onu, Amerikan muşambasıyla... Muşambanın üzerine tıpası çıkarılmış dört şişe koku giderici Jdanov Sıvısı yerleştirdim, sonra çarşafı serdim. Şişeler orada şimdi.
— Tıpkı... Şu Moskovalı gibi mi?
— Çünkü koku bu kardeşim, kötü koku... Şu anda pek güzel yatıyor orada... Sabah ortalık aydınlanınca göreceksin. (Prensin çok titremeye başladığını, oturduğu yerden kalkamadığını görünce şaşkınlık ve korkuyla sordu Rogojin:) Ne o, ayağa kalkamıyor musun?
— Bacaklarımı kıpırdatamıyorum, diye mırıldandı prens. Korkudan bu... biliyorum... Korkum geçince kalkabileceğim...
— Sen dur, yatağımızı hazırlayayım, uzanırsın... Ben de senin yanına... Dikkatle sesleri dinleriz... Çünkü şu anda bilmiyorum dostum... Hiçbir şey bilmiyorum dostum... dolayısıyla her şeyden haberinin olması için önceden söylüyorum sana...
Yatacakları yeri hazırlarken böyle anlaşılmaz şeyler söylüyordu Rogojin.
Bu yatak işini belki de daha sabahtan kararlaştırdığı belliydi. Bir önceki gece divanda yatmıştı. Ama iki kişinin yatması olanaksızdı divanda, yere minder sermek istiyordu, bunun için şimdi iki divanın kocaman minderini güçlükle kaldırıp, odanın öteki ucundan perdenin açık bölümüne taşımıştı. Sonunda hazırdı yatak. Prensin yanına gitti, sevgiyle, heyecanla koluna girip kaldırdı onu, hazırladığı yatağa götürdü. Prens yürüyebiliyordu şimdi. Demek "korkusu geçmişti", ama titremesi sürüyordu.
Rogojin prensi daha iyi olan soldaki mindere yatırdıktan sonra kendi soyunmadan sağdakine uzandı, ellerini başını altına aldıktan sonra,
— Çünkü kardeş... dedi, hava çok sıcak, bildiğin gibi, sıcakta koku... Pencere açmaya korkuyorum, annemde saksı saksı bir sürü çiçek var, çok da güzel kokuyorlar. Buraya taşımayı düşündüm onları, ama Pafnutyevna hemen farkına varır, çok meraklıdır çünkü.
— Evet, çok meraklı... dedi prens.
— Yoksa çiçekçiden çiçek mi alsak... Her yanına serpiştirsek çiçekleri, ne dersin? Evet dostum, yazık... çiçekler içinde!..
Prens bir şey sormak istiyor da, soracağı şeyi unutmuş gibi,
— Ne diyeceğim... dedi. Söyler misin: Onu neyle? Bıçakla mı? Aynı bıçakla mı?
— Evet, aynı bıçakla...
— Dur! Bir şey daha sormak istiyorum sana Parfyon... Soracağım çok şey var sana... Ama iyisi mi bilmem için en başta şunu söyle sen bana: Evlenmemizden önce, kiliseye girmeden, kilisenin kapısında bıçakla öldürmek istiyordun onu değil mi? İstiyor muydun, istemiyor muydun?
Rogojin soğuk bir tavırla, hatta bu soruya biraz şaşırmış, prensin neden söz ettiğini anlayamamış gibi cevap verdi:
— Bunu isteyip istemediğimi bilemiyorum.
— Pavlovsk'a gelirken bıçağı hiç yanına almıyor muydun?
— Hiç almıyordum. (Bir an sustuktan sonra ekledi:) Bu bıçakla ilgili yalnızca şunu söyleyebilirim sana Lev Nikolayeviç... Kilitli sandıktan dün sabah çıkardım onu. Çünkü her şey dün gece saat üçten sonra oldu. Bir kitabın arasındaydı bıçak... Ve... ve... ve tuhafıma giden ne, biliyor musun: Beş altı santim girdi bıçağın ucu... tam sol memesinin altına... kan da ancak yarım çorba kaşığı bulaştı giysisine. Hepsi o kadarcık...
Prens birden korkunç bir heyecanla doğruldu yattığı yerden.
— Bu, bu, bu... biliyorum, biliyorum bunu, bir yerde okumuştum... İç kanama diyorlar buna... Hiç kan akmadığı bile olurmuş. Demek doğrudan kalbine gelmiş bıçak...
Rogojin birden prensin sözünü kesti:
— Dur, duyuyor musun? Duyuyor musun?
Rogojin'in yüzüne korkuyla bakarak aynı çabuklukla cevap verdi prens:
— Hayır, duymuyorum!
— Gelen var! Duymuyor musun? Salonda...
İkisi de kulak kesildi.
Kararlı bir sesle fısıldadı prens:
— Duydum.
— Geliyor mu?
— Geliyor.
— Kapıyı kilitlesek mi, ne dersin?
— Kilitleyelim...
Kapıyı kilitleyip tekrar yattılar. Uzun süre sessiz kaldılar.
Prens birden tekrar hatırlamış, ama unutmaktan korkar gibi yattığı yerden fırladı, aynı heyecanlı, telaşlı sesiyle fısıldadı:
— Ah, evet! Evet... evet... şu iskambil kâğıtlarını sormak istiyordum sana... şu iskambil kâğıtlarını! Kâğıtları! Onunla kâğıt oynadığını söylüyorlar, doğru mu bu?
Rogojin bir süre sustuktan sonra,
— Evet, dedi.
— Nerede... nerede o kâğıtlar?
Bu kez daha uzun süre sustuktan sonra karşılık verdi Rogojin:
— Buradalar... İşte...
Kâğıda sarılı bir deste iskambil kâğıdı çıkardı cebinden, prense uzattı. Prens aldı desteyi. Ama şaşırmış gibiydi. Yepyeni, hüzün dolu, sıkıntılı bir duygu dolmuştu içine. Birden şu anda da, uzun zamandan beri de söylemesi gerekeni söylemediğini, yapması gerekeni yapmadığını anlamıştı. İşte şu anda elinde tuttuğu, eline aldığı için öylesine sevindiği bu iskambil kâğıtlarının da bir yararı olamazdı artık. Yattığı yerden doğrulup ellerini çırptı. Rogojin neler yaptığını fark etmiyormuş, görmüyormuş gibi kıpırdamadan yatıyordu. Ama karanlıkta gözleri parlıyordu. İri iri açıktı gözleri, bakışları da donuk. Prens kalkıp bir sandalyeye oturdu ve korku içinde bakmaya başladı ona. Yarım saat geçti aradan. Rogojin birden sessiz olması gerektiğini unutmuş gibi yüksek sesle bağırmaya, kahkahalar atmaya başladı.
— O subayı, subayı... hatırlıyor musun, konserde nasıl şaklatmıştı o subaya kırbacı... Hatırlıyor musun, ha-ha-ha! Hele o subay adayı öğrenci... hemen koşmuştu yanına...
Prens oturduğu sandalyeden yepyeni bir korkuyla ayağa fırladı. Rogojin susunca (birden susmuştu), prens usulca eğildi üzerine, hemen yanına oturdu, kalbi duracak gibi çarparken, sık sık soluyarak yüzüne bakmaya başladı. Rogojin başını ondan yana çevirmiyordu, sanki onun orada olduğunu bile unutmuştu. Prens ona bakıyor, bekliyordu. Zaman geçiyordu. Ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Rogojin arada bir mırıldanmaya başlıyor, yüksek sesle, kesik kesik, birbiriyle ilgisi olmayan şeyler söylüyordu. Sonra birden bağırmaya, kahkahalar atmaya başlıyordu. Prens titreyen elini uzatıyordu ona, usulca başına, saçlarına dokunuyor, saçlarını, yanaklarını okşuyordu... Başka bir şey gelmiyordu elinden! Tekrar titremeye başlamıştı, bacakları tutmaz olmuştu yine. Yepyeni, dayanılmaz bir sızı saplanmıştı yüreğine. Bu arada ortalık da iyice aydınlanmıştı. Sonunda bitkin bir durumda, umutsuz, uzandı mindere, yüzünü Rogojin'in kıpırtısız yüzüne bastırdı. Gözyaşları Rogojin'in yanaklarına akıyordu. Ancak belki de gözyaşı döktüğünün farkında değildi o anda, bilmiyordu ağladığını...
Saatler sonra kapı açıldı, insanlar girdi odaya. Katili bulduklarında bilinci yerinde değildi, ateşler içinde yanıyordu. Prens onun yanında minderde kıpırdamadan, sessizce oturuyor, hasta her bağırmaya veya sayıklamaya başladığında hemen titreyen elini uzatıp onu sakinleştirmek ister gibi saçlarını, yanaklarını okşuyordu. Ama artık hiçbir şey anlamıyordu, kendisine neler sorulduğunu da fark edemiyordu; odaya girenlerin, çevresini kuşatmış olanların hiçbirini de tanımıyordu. Şimdi Şneyder gelmiş olsaydı İsviçre'den, eski öğrencisi ve hastasını böyle görseydi, İsviçre'de onu tedavi etmeye başladığı ilk yılda bazen böyle olduğunu söyler, elini sallayıp o zaman söylediğinin aynısını söylerdi: "Budala!"
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top