X
X
İppolit, Vera Lebedeva'nın kendisine verdiği bir fincan çayla dudaklarını ıslatıp fincanı masaya bıraktı ve utanmış gibi, neredeyse telaşlı, birden çevresine bakındı.
— Şu fincanlara bakın Lizaveta Prokofyevna, dedi. Porselen galiba, hem sanırım en iyisinden... Hep Lebedev'in camlı dolabında kilitlidirler, hiç kullanılmaz... Öyle dururlar. Karısının çeyizinden kalmadırlar... Kimseye çay verilmez bu fincanlarla... Ama görüyorsunuz, o kadar sevinmiş ki, bizim şerefimize onları çıkardı...
Bir şeyler daha söylemek istiyordu, ama söyleyecek bir şey bulamadı. Yevgeniy Pavloviç fısıldadı prensin kulağına:
— Tahmin ettiğim gibi, sonunda utandı! Ama bu da tehlikeli, değil mi? Öfkesinden şimdi bir taşkınlık yapacağına dair kesin bir işaret bence; Lizaveta Prokofyevna da kalkıp gider herhalde.
Prens sorar gibi baktı ona. Yevgeniy Pavloviç,
— Taşkınlıklardan korkmuyor musunuz? diye sordu. Ben de... Hatta öyle şeyler olmasını isterim. Açıkçası, sevimli Lizaveta Prokofyevna'mızın cezasını çekmesini, hem de bugün, şu anda çekmesini isterim. Bunu görmeden buradan ayrılmak istemiyorum. Sanırım hastasınız siz? Titriyorsunuz.
Prens dalgın, hatta sabırsız,
— Sonra dedi, şimdi karıştırmayın bunu... Evet, hastayım.
Biraz öteden adının geçtiğini duymuştu, İppolit kendisinden söz ediyordu.
İsteri nöbeti gelmiş gibi gülüyordu İppolit.
— İnanmıyorsunuz, değil mi? dedi. Ama inanmalısınız, prens olsa hemen inanırdı, hiç de şaşırmazdı.
Lizaveta Prokofyevna prense döndü.
— Duyuyor musun prens? Duyuyor musun?
Herkes gülmeye başladı. Lebedev telaşla öne çıkmış, Lizaveta Prokofyevna'nın önünde dönüp duruyordu.
— Şu kırıtkan adam, ev sahibin... Biraz önce okunan, senin için yazılmış yazıyı kendisinin gözden geçirdiğini, düzelttiğini söylüyor.
Prens, şaşırmış gibi baktı Lebedev'e.
Lizaveta Prokofyevna ayaklarını yere vurarak,
— Niçin bir şey söylemiyorsun? dedi.
Prens Lebedev'e bakmayı sürdürerek,
— Evet, onun düzelttiğinin farkındayım, dedi.
Lizaveta Prokofyevna birden Lebedev'e döndü.
— Doğru mu bu?
Lebedev elini göğsünün üzerine koyup kararlı, kendine güven dolu bir tavırla doğruladı:
— Çok doğru, efendim!
Lizaveta Prokofyevna neredeyse ayağı fırlayacaktı.
— Bir de övünüyor!
Lebedev göğsünü yumruklayarak, başını giderek daha çok öne eğerek,
— Çok aşağılık biriyim, çok aşağılık! diye mırıldandı.
— Aşağılıksan bana ne bundan! Aşağılığım diyerek işin içinden sıyrılabileceğini mi sanıyorsun? Bak sana bir daha soruyorum prens, böyle zavallı insanlarla görüşmeye utanmıyor musun? Hiçbir zaman affetmeyeceğim seni!
Lebedev inandırıcı, yumuşak bir sesle,
— Prens bağışlayacaktır beni! dedi.
Birden öne atlayan Keller, Lizaveta Prokofyevna'ya doğru bağırdı:
— Küçük düşen arkadaşımın durumunu kurtarmak için hanımefendi, sizin de tanık olduğunuz gibi, biraz önce bizim kapı dışarı edilmemizi önermesine karşın, onun yazıyı düzelttiğini açıklamadım. Soyluluğumdan, efendiliğimden yaptım bunu. Gerçeğin ortaya çıkması için itiraf ederim, evet, gerçekten de altı ruble karşılığında yardım istedim kendisinden. Ama yazının düzeltisi için değil, olaylardan haberi olan biri olduğu için bazı gerçekleri öğrenmek amacıyla başvurmuştum kendisine. Potinleri, İsviçreli profesörün yanındaki iştahı, iki yüz elli ruble yerine zarftan elli ruble çıkması gibi konuları öğrenmek için verdim ona o altı rubleyi, yoksa yazı bütünüyle benimdir.
Lebedev, giderek çoğalan kahkahalar arasında sinirli bir sabırsızlık ve alttan alır bir tavırla araya girdi:
— Yalnız belirtmem gerek, ben yazının yalnızca birinci bölümünü düzelttim, ortalara geldiğimizde bir konuda tartıştığımız için ikinci bölümü düzeltmeyi bıraktım efendim, bu yüzden ikinci bölüm düzgün değildir (yanlışlarla doludur!), yani bunu da bana yüklemeyin lütfen efendim...
— Düşündüğü şeye bakın! diye bağırdı Lizaveta Prokofyevna.
Yevgeniy Pavloviç, Keller'e döndü.
— İzninizle, yazıyı ne zaman düzelttiğinizi sorabilir miyim?
Keller rapor veriyormuş gibi,
— Dün sabah buluşup, bu sırrın ikimizin arasında kalacağına birbirimize söz vermiştik, dedi.
Lizaveta Prokofyevna,
— Gördün mü prens, dedi, senin önünde yerlerde sürünüp, sana sadık olduğunu söylerken arkandan ne numaralar çeviriyormuş! Aşağılık herif! Artık senin Puşkin'ini de istemiyorum, kızın da evime gelmesin!
Ayağa kalkmak istedi Lizaveta Prokofyevna, ama birden gülmeyi sürdüren İppolit'e döndü, öfkeyle.
— Ne o bayım, benimle alay etmeye mi çalışıyorsun?
İppolit'in dudaklarında çarpık bir gülümseme belirdi.
— Tanrı korusun! dedi. Ama beni en çok hayrete düşüren, sizin olağanüstü kişiliğiniz Lizaveta Prokofyevna,... İtiraf edeyim ki Lebedev'den kasten söz ettim. Bunun sizi nasıl etkileyeceğini biliyordum. Yalnızca sizi... çünkü prens kesinlikle bağışlayacaktır Lebedev'i, belki bağışlamıştır bile... Aklında onun için bir özür arayıp bulmuş da olabilir... Öyle değil mi, prens?
Tıkandı İppolit. Tuhaf bir heyecan içindeydi, konuştukça heyecanı da artıyordu.
Onun konuşma tarzına şaşan Lizaveta Prokofyevna öfkeyle,
— E-e?.. diye mırıldandı. Ne olmuş?
— Sizinle ilgili çok şey duydum, çok şey... çok sevindirdi beni duyduklarım... size karşı büyük saygı duymam da bundandır...
İppolit konuşmasını sürdürüyordu, ama söyledikleriyle başka bir şey anlatmak istiyordu sanki. Sözlerinde alaylı bir hava vardı ve aynı zamanda aşırı derecede heyecanlıydı da. Her sözcüğünü söylerken ne diyeceğini bilemiyor, şaşırıyor, kuşkulu kuşkulu çevresine bakınıyordu. Öyle ki veremli yüz ifadesi, ne olup bittiğini araştıran tuhaf, ışıltılı bakışı buna eklenince ister istemez dikkatleri onun üzerinde topluyordu. Konuşmasını sürdürüyordu:
— Yüksek tabaka insanlarını tanımasına tanımam (kabul ediyorum bunu), ama size hiç yakışmayan deminki topluluğun içinde bulunmanız bir yana, onların da... kızlarınızın da buradaki uygunsuz konuşmaları dinlemesine (aslında aynı şeyleri romanlarda okumuş olsalar da) izin vermenize şaşırdım doğrusu. Bununla birlikte, bilmiyorum... kafam yerinde değil çünkü, ama bir çocuğun (evet tekrar söylüyorum, bir çocuğun) istemesi üzerine, sizden başka kim kalmaya, akşamı onun yanında geçirmeye, olaya katılmaya ve... bu yaptığından ertesi gün utanç duymaya kim razı olurdu?.. (Evet, kabul ediyorum, anlatmak istediklerimi iyi anlatamıyorum.) Gerçi çok saygıdeğer eşinizin yüzünden bütün bunları doğru bulmadığı belli oluyorsa da... (Ne diyeceğini iyice şaşırınca güldü:) Hi-hi...
Sonra bir öksürük nöbeti geldi, iki dakika aralıksız öksürdü.
Lizaveta Prokofyevna merakla izliyordu onu. Soğuk, sert bir tavırla,
— Gördün işte, dedi, sonunda tıkandın! Ah güzel oğlum, yeter artık, geç oldu!
Artık sabrı tükenen İvan Fyodoroviç sinirli bir tavırla araya girdi.
— Sayın bayım, izin verin, şunu söyleyeyim size, eşim burada ortak dostumuz ve komşumuz Prens Lev Nikolayeviç'in evinde bulunuyor ve Lizaveta Prokofyevna'nın davranışlarını eleştiremezsiniz delikanlı, ayrıca benim yüzümün ifadesinden herkesin içinde yüksek sesle söz edemezsiniz. Evet efendim. (Giderek daha çok sinirleniyordu İvan Fyodoroviç.) Karım burada kaldıysa, daha çok şaşkınlığından, günümüzün tuhaf gençlerine duyduğu anlaşılır merakından kalmıştır. Ben de gitmedim, kaldım, tıpkı kimi zaman sokakta şeyleri... şeyleri... gördüğümde durup baktığım gibi... şeylere...
Yevgeniy Pavloviç generalin sözünün sonunu getirdi:
— Antika insanlara...
Aradığı sözcüğün Yevgeniy'in söylediği sözcük olup olmadığında biraz kararsız, sevindi general.
— Harika ve çok doğru, dedi. Tam antika olanlara... Ne var ki beni en çok şaşırtan ve hatta (deyim yerindeyse) acı veren de, Lizaveta Prokofyevna'nın yanınızda kalmasının nedeninin hastalığınız ve belki de gerçekten öleceğiniz olduğunu bile anlayamamanızdır delikanlı. Yani acıklı konuşmanız etkilemiştir kendisini, dolayısıyla bunun için kimse suçlayamaz onu, kişiliğini küçümseyemez... (Generalin yüzü kıpkırmızı olmuştu. Karısına döndü:) Lizaveta Prokofyevna! Artık gitmek istiyorsan sevgili dostumuz prensle vedalaşalım ve...
İppolit beklenmedik anda araya girdi, generale dalgın, ciddi bir tavırla bakarak,
— Verdiğiniz bu ders için çok teşekkürler general, dedi.
Aglaya ayağa kalkıp sabırsız, öfkeli,
— Gidelim maman, daha ne kadar sürecek bu!..
Lizaveta Prokofyevna kocasına döndü, ağırbaşlı bir tavırla,.
— İzin verirsen, iki dakikacık daha sevgili İvan Fyodoroviç, dedi. Sanırım ateşi var, baksana, sayıklıyor... Gözlerinden anladım, böyle bırakamayız onu. Lev Nikolayeviç! Bu gece Petersburg'a sürüklemeseler onu, sende kalsa olmaz mı? (Nedense birden Prens Ş.'ye döndü.) Cher prince, sıkılmıyorsunuz, değil mi? Buraya gel Aleksandra, saçlarını düzelt canım.
Kızının saçlarının düzeltilmeye hiç de ihtiyacı olmamasına karşın, yine de düzeltti saçlarını, sonra öptü onu, zaten yanına bunun için çağırmıştı.
Dalgınlığından kurtulan İppolit tekrar konuşmaya başladı:
— Gelişime açık olan biri olarak gördüm sizi. Evet! (Birden hatırlamış gibi sevindi.) İşte bunu söylemek istiyordum... Burdovskiy annesini içtenlikle savunmak istiyor, değil mi? Ama öyle oluyor ki, sanki küçük düşürüyor kadıncağızı. Bakın, prens yardım etmek istiyor, Burdovskiy'e bütün içtenliğiyle elini uzatıyor ona, para vermek istiyor, belki içinizde yalnızca o nefret etmiyor Burdovskiy'den. Ama bakın, nasıl da iki düşman gibi karşılıklı dikiliyorlar... Ha-ha-ha! Size göre annesine kötü, çirkin davrandığı için hepiniz nefret ediyorsunuz Burdovskiy'den, öyle değil mi? Evet, öyle değil mi? Yanılıyor muyum? Evet, biçimsel incelik, güzelliktir sizin için önemli olan, yalnızca bunlar. (Uzun zamandır bundan kuşkulanıyordum!) Ama şunu bilesiniz ki, belki hiçbirimiz Burdovskiy'in annesini sevdiği kadar sevmiyoruz annelerimizi! Haberim var prens, Gavrila ile para yolladınız Burdovskiy'in annesine. Bahse girerim. (İsterik kahkahalar attı:) Ha-ha-ha! Bahse girerim, şimdi de Burdovskiy annesini küçük düşürdüğünüz, ona saygısızlık ettiğiniz için suçlayacaktır sizi. Yemin ederim... Ha-ha-ha!
Yine tıkandı, öksürmeye başladı.
Endişeli bakışını İppolit'ten ayırmayan Lizaveta Prokofyevna sabırsızca,
— Hepsi bu kadar mı? dedi. Bitirdin mi? Hadi git yat şimdi, hastasın. Tanrım! Hâlâ konuşuyor!
İppolit sinirli, huzursuz bir tavırla birden Yevgeniy Pavloviç'e döndü.
— Yanılmıyorsam gülüyorsunuz? dedi. (Gerçekten gülüyordu Yevgeniy Pavloviç.) Neden hep gülerek bakıyorsunuz bana? Fark ettim, bana bakarak durmadan gülüyorsunuz.
— Yalnızca sormak istiyordum size Bay... İppolit... bağışlayın, soyadınızı unutmuşum.
Prens,
— Bay Terentyev, dedi.
— Evet, Terentyev... Teşekkür ederim prens, demin söylemişlerdi, ama çıkmış aklımdan... Sormak istiyordum size Bay Terentyev, duyduğuma göre, bir pencereden insanlara on beş dakika konuşacak olsanız, hepsinin her dediğinizi hemen kabulleneceğini, arkanızdan koşacağını söylüyormuşsunuz, doğru mu duymuşum?
Hatırlamaya çalışıyormuş gibi bir an düşündükten sonra karşılık verdi İppolit:
— Söylemiş olabilirim... (Sonra birden canlanıp, Yevgeniy Pavloviç'e dik dik bakarak ekledi:) Kesin söylemişimdir! Neden sordunuz?
— Hiç... Sadece duyduğumun doğru olup olmadığını öğrenmek için sormuştum.
Yevgeniy Pavloviç sustu, ama İppolit sabırsız bir bekleyişle ona bakmayı sürdürüyordu.
Lizaveta Prokofyevna, Yevgeniy Pavloviç'e döndü.
— Ee, bitirdin mi? diye sordu. Bitirmedinse, çabuk bitir canım, yatıp uyuması gerekiyor. Daha söyleyeceğin var mı?
Lizaveta Prokofyevna'nın canının çok sıkkın olduğu belliydi.
Yevgeniy Pavloviç gülümseyerek sürdürdü konuşmasını:
— Şunu da söylemeden edemeyeceğim, Bay Terentyev, arkadaşlarınızdan duyduklarım ve sizin şimdi öylesine tartışılmaz bir yetkinlikle açıkladıklarınız, bana soracak olursanız, her şeyden önce ve her şeyin yanı sıra, hatta belki de araştırılmasından bile bağımsız olarak, hakkın zaferi olarak özetlenebilir. Öyle değil mi? Yanılıyor muyum?
— Elbette yanılıyorsunuz. Anlayamıyorum bile sizi... Sonra?
Köşeden de homurtular yükseldi. Lebedev'in yeğeni alçak sesle bir şeyler mırıldandı.
— Şimdi bitiriyorum, dedi Yevgeniy Pavloviç. Daha sonra bunun güç kullanma hakkına, yani yumruğunu kullanma hakkına ve en sonunda dünyanın her yerinde çok sık görülen, bir şeyi istediği gibi yapma hakkına atlayacağını söylemek istemiştim, o kadar. Proudhon da durmuştur gücün hakkı üzerinde. Amerikan iç savaşında en ilerici liberallerin çoğu bile zenciler siyah ırktandır, beyazlardan aşağıdırlar, öyleyse güç kullanma hakkı beyazlardadır diyerek çiftlik sahiplerinden yana olmuştur.
— Ee?
— Yani güçlünün haklı olduğunu yadsımıyorsunuz.
— Başka?
— Mantıklı bir insansınız... Yalnızca şunu söylemek istemiştim: Güçlünün hakkı kaplan ve timsah hakkına, hatta Danilov ve Gorskiy'in hakkına pek uzak değildir.
— Bilmiyorum. Başka?
İppolit, Yevgeniy Pavloviç'in ne dediğini pek dinlemiyordu. Arada bir e? veya başka? diyordu, ama dikkat ettiği veya meraklandığı için değil, sırf konuşma alışkanlığından.
— Hepsi bu kadar... başkası yok.
İppolit, farkında değilmiş gibi elini Yevgeniy Pavloviç'e uzatarak (o anda gülümsemişti bile) birden şöyle dedi:
— Yine de size kızmıyorum.
Yevgeniy Pavloviç şaşırmıştı. Karşısındakinin özrünü kabul ediyormuş gibi, ciddi bir tavırla dokundu kendisine uzatılan ele. Tıpkı iki anlama gelebilecek gibi, saygılı bir tavırla,
— Söylemeden edemeyeceğim, dedi, konuşmama izin vermekle, beni dikkatle dinlemekle gösterdiğiniz ilgiye minnettarım. Çünkü birçok gözlemime göre liberallerimiz karşısındaki insanın kendine özgü düşünceleri olmasına izin verecek ve karşı düşüncede insanlara küfür etmekten veya daha ağır bir şey yapmaktan kendini alıkoyabilecek yapıda değildir.
General İvan Fyodoroviç,
— Çok doğru söylüyorsunuz, dedi.
Sonra ellerini arkasında bağlayıp, canı son derece sıkkın, verandanın çıkışına doğru çekildi, birkaç kez esnedi orada.
Lizaveta Prokofyevna birden Yevgeniy Pavloviç'e döndü.
— Yeter ama canım, sıktınız artık...
İppolit heyecanlı, neredeyse korkuyla ayağa kalkıp çevresine şaşkın şaşkın bakınarak,
— Geç oldu! dedi. Bu saate kadar alıkoydum sizi, her şeyi anlatmak istedim size... öyle sanıyordum ki hepiniz... son kez... ama olmayacak bir hayaldi bu...
Neredeyse gerçek bir sayıklamadan zaman zaman birkaç dakikalığına ansızın ayıldığı, karyolasında tek başına, hasta yatarken sıkıntılı, uykusuz geçen saatler boyu düşündüğü birçok şeyi parça parça hatırlayıp anlattığı belliydi. Birden,
— Haydi, hoşça kalın! dedi. Size hoşça kalın demenin benim için kolay olduğunu mu sanıyorsunuz? (Bu saçma sorusuna canı sıkıldığı için gülümsedi:) Ha-ha! (Anlatmak istediği şeyleri açıklıkla anlatamadığı için kendi kendine ifrit oluyormuş gibi ekledi:) Ekselansları! Sizi cenaze törenime davet etmek benim için bir onurdur... beni bu onurdan yoksun bırakmazsınız sanırım ve... generalle birlikte hepiniz de davetlisiniz baylar!..
Tekrar güldü İppolit. Ama bu bir deli gülüşüydü. Lizaveta Prokofyevna korku içinde yaklaştı ona, kolundan tuttu. İppolit yüzünde donup kalmış, ama artık devam etmeyen gülüşüyle dik dik bakıyordu Lizaveta Prokofyevna'ya.
— Buraya ağaçları görmek için geldiğimi biliyor muydunuz? diye sordu. İşte, şu ağaçları... (Parktaki ağaçları gösteriyordu.) Komik bu, değil mi? (Ağırbaşlı bir tavırla sordu Lizaveta Prokofyevna'ya:) Komik bir şey yok bunda, değil mi? (Sonra birden daldı, bir dakika sonra kaldırdı başını, meraklı bakışlarla kalabalıkta birini aramaya koyuldu. Hiç de uzağında olmayan, uzun süredir hemen sağında ayakta duran Yevgeniy Pavloviç'i arıyordu. Ama onun orada olduğunu unutmuş, arıyordu. Sonunda buldu Yevgeniy Pavloviç'i.) Ah, daha buradasınız demek! Pencerede on beş dakika konuşmak istediğime gülüyordunuz demin. Hem biliyor musunuz, on sekiz yaşında değilim ben... Şu yastığa başımı öylesine çok koydum ki, şu pencereden dışarı o kadar çok baktım, her şeyi... o kadar çok düşündüm ki... Bilirsiniz, ölünün yaşı olmaz. Geçen hafta düşünüyordum bunu, gece uyanmıştım... En çok neden korktuğunuzu biliyor musunuz siz? Bizleri küçümsüyor olsanız da, en çok bizlerin içtenliğinden korkuyorsunuz! Bunu da gece başım yastıktayken düşündüm... Lizaveta Prokofyevna, biraz önce sizinle alay ettiğimi sanıyordunuz, değil mi? Yo, hayır, alay etmiyordum sizinle, yalnızca övmek istemiştim sizi, o kadar. Prensin sizi çocuk gibi gördüğünü söylüyordu Kolya... Güzel bir şey bu... Çok güzel... Sahi bir şey daha... Bir şey daha söylemek istiyordum size.
Yüzünü elleriyle kapayıp bir süre düşündükten sonra konuşmasını sürdürdü:
— Bakın ne diyeceğim: Az önce kalkmıştınız, vedalaşıyordunuz, o anda birden şöyle bir şey geldi aklıma: Bu insanları bir daha görmeyeceğim! Bu ağaçları da... Yalnızca kırmızı tuğla bir duvar ve Meyer'in evi olacak... penceremin karşısında... Hadi anlat onlara bütün bunları... Anlatmaya çalış... Şu güzeller güzeli kız... Ama bir ölüsün sen artık, ölü olduğunu açıkla, "Ölü bir adam her şeyi söyleyebilir..." de. "Prenses Marya Alekseyevna kızmaz nasılsa," de, ha-ha!.. (Kuşkuyla baktı herkesin yüzüne.) Gülmüyorsunuz ya? Biliyor musunuz, yatarken çok şey geliyordu aklıma... Size bir şey söyleyeyim mi, doğanın çok komik olduğunu düşünüyordum... Demin benim tanrıtanımaz olduğumu söylüyordunuz, peki doğanın ne olduğunu biliyor musunuz? Niçin yine gülüyorsunuz? (Herkesin yüzüne hüzünlü bir öfkeyle bakarak ekledi:) Çok katı yürekli, acımasızsınız! (Yine bir şeyi hatırlamış gibi, ciddi, bambaşka bir tavırla bitirdi konuşmasını:) Kolya'yı yoldan çıkarmaya çalışmıyordum ben.
Lizaveta Prokofyevna çok üzgün,
— Burada hiç kimse, hiç kimse alay etmiyor seninle, için rahat olsun! dedi. Yarın yeni bir doktor gelecek. Öteki yanıldı. Hadi otur, ayakta durma! Sayıklıyorsun sen... Ah, ne yapacağız şimdi?
Telaşla koltuğa oturtmaya çalışıyordu İppolit'i. Bir damla gözyaşı belirmişti yanağında..
İppolit şaşırmış, kalakalmıştı. Elini kaldırdı, çekinerek uzanıp o gözyaşı damlasına dokundu. Çocuksu bir gülümseme vardı yüzünde. Neşelenmiş gibi,
— Ben... Sizi... diye başladı. Biliyorsunuz, sizi ne çok... Her zaman öylesine heyecanlı söz ediyordu ki sizden... İşte o, Kolya... Çok seviyorum onu. Ben yoldan çıkarmaya falan çalışmadım onu! Arkamda da yalnızca o kalacak... Kalan çok olsun isterdim, ama kimse yoktu yanımda, hiç kimse yoktu... Bir eylem adamı olmak istiyordum, hakkım vardı buna... Ah, ne çok şey istiyordum! Ama şimdi hiçbir şey istemiyorum! İstemek de istemiyorum! Böyle bir söz verdim kendime, artık hiçbir şey istemeyeceğim. Varsın bensiz arasınlar gerçeği! Evet, doğa alay ediyor insanlarla! (Birden heyecanla yükseltti sesini.) Sonra alay edecekse ne diye yaratıyor en üstün varlıkları? Öyle yapmış ki, yeryüzünde kusursuz diye bilinen varlığı... Evet, öyle yapmış ki, o kusursuz varlığı insanların karşısına çıkarıp ona onca kanın akmasına neden olan şeyleri söylemek görevini vermiş. Hem akan kan o kadar çok ki, bir seferde akacak olsaydı, tüm insanlığı boğardı! Oh, iyi ki ölüyorum! Belki ben de öyle korkunç bir yalan söyleyebilirdim! Bakarsınız buna doğa zorlardı beni!.. Kimseyi kötü yola itmedim ben... İnsanların mutluluğu için, gerçeğin ortaya çıkması, yücelmesi için çalıştım... Penceremden Meyer'in evinin duvarına bakarken, yalnızca on beş dakika konuşup herkesi, herkesi inandırmayı düşündüm hep ve ilk defa hayata karıştığımdaysa... diğerlerini değilse bile sizi buldum karşımda! Ama sonuç ne oldu? Bir hiç! Beni küçümsediniz! Demek bir aptalım, kimsenin işine yaramayan, gereksiz biriyim, demek zamanım geldi artık! Hem arkamda en küçük bir anı da bırakamadım! Ne bir ses, ne bir iz, ne bir eser... tek bir düşünceyi bile yayamadım!.. Gülmeyin bu aptala! Unutun gitsin! Hepsini unutun... unutun lütfen, bu kadar acımasız olmayın! Biliyor musunuz, şu verem olmasaydı, kendimi ben öldürebilirdim...
Daha uzun süre konuşmak istediği belliydi, ama konuşamayıp koltuğa attı kendini, elleriyle kapadı yüzünü ve küçük bir çocuk gibi ağlamaya başladı.
Lizaveta Prokofyevna,
— Şimdi ne yapacağız? diye haykırdı.
Yanına koştu, başını kollarının arasına alıp olanca gücüyle göğsünün üzerine bastırdı. İppolit sarsıla sarsıla ağlıyordu.
Sürdürdü konuşmasını Lizaveta Prokofyevna:
— Hadi, hadi! Ağlama artık, yeter, ağlama! İyi bir çocuksun sen... Bilmeden yaptıklarını bağışlayacaktır Tanrı. Yeter hadi, metin ol... Sonra kendin de utanacaksın böyle ağladığın için...
İppolit güçlükle kaldırdı başını.
— Orada benim bir... diye başladı. Orada bir erkek kardeşimle kız kardeşlerim var, çok küçükler, yoksul ve masum çocuklar... O kadın bozacaktır onları! Siz bir azizesiniz... Kendiniz de bir çocuk kadar günahsızsınız... Kurtarın onları! O kadının, o utanmazın elinden alın onları... Ne olur yardım edin onlara. Tanrı yapacağınız bu iyiliğin karşılığını misliyle verecektir size. Ne olur, Tanrı için, İsa için yardım edin onlara!..
Lizaveta Prokofyevna büyük bir öfkeyle haykırdı:
— Şimdi ne yapalım, söyleyin bakalım İvan Fyodoroviç! İnsaf edin de o gösterişli sessizliğinizi bozun artık lütfen! Bir şey söylemezseniz, bilesiniz ki geceyi burada geçireceğim. Yeterince baskı altında tuttunuz beni!
Çok heyecanlı, öfkeliydi Lizaveta Prokofyevna. Kocasının cevabını ısrarla bekliyordu. Ne var ki böyle durumlarda genellikle herkes soruyu kendi üzerine almadan, susarak, pasif bir merakla karşılık verir ve aradan uzun bir süre geçtikten sonra açıklar düşüncesini. Bu akşam da orada bulunanlar arasında tek sözcük söylemeden sabaha kadar bile olsa oturmaya hazır kimseler vardı. Sözgelimi, bütün akşam boyunca uzak bir köşede oturup hiç söze karışmayan, konuşmaları büyük bir merakla dinleyen (belki bunun için birtakım nedenleri de vardı), hep susan Varvara Ardalionovna bunlardan biriydi.
General,
— Bana sorarsan Lizaveta Prokofyevna, burada bizim heyecanımızdan daha çok bir hastabakıcıya, bir de güvenilir, uyanık birine ihtiyaç var. Ama önce prense sormalıyız ve... hemen bırakmalıyız, dinlensin hasta... Yarın yine geliriz.
Doktorenko hırçın, öfkeli bir tavırla prense döndü.
— Saat on iki oldu, dedi. Biz gidelim artık. İppolit bizimle gelecek mi, gelmeyecek mi?
— İstiyorsanız siz de kalın, dedi prens. Yerimiz var.
Keller bir anda heyecanla koştu generalin yanına.
— Ekselansları, dedi, gece için güvenilir birine ihtiyacınız varsa, arkadaşım için... seve seve kalabilirim efendim! Benim gözümde büyük bir insandır kendisi! Kuşkusuz, eğitimimi biraz boşladım ben efendim, ama o konuşmaya başladı mı ağzından inciler dökülür efendim!..
General umutsuzca öte yana çevirdi başını.
Lizaveta Prokofyevna'nın sinirli sorularına cevap verdi prens:
— Geceyi burada geçirirse sevinirim. Petersburg'a dönmesi zor olacak bence.
— Ne o, uyuyor musun? İstemiyorsan açık söyle canım, bizim eve götürürüm onu! Aman Tanrım, kendi zor ayakta duruyor zaten! Hasta mısın sen?
Geldiğinde prensi ölüm döşeğinde bulamayan Lizaveta Prokofyevna, onun dış görünüşüne bakarak sağlıklı olduğunu pek abartmıştı herhalde. Oysa prensin kısa süre önceki hastalığı, hastalığına eşlik eden acı hatıraları, bu akşamın telaşı, "Pavlişçev'in oğlu" olayı, en sonunda da İppolit... Bütün bunlar prensin hasta duyarlılığını gerçekten de neredeyse hummalı bir duruma sokmuştu. Öte yandan, şimdi başka bir endişe, hatta korku da vardı bakışında. Ondan başka bir olay daha bekliyormuş gibi telaşlı bakıyordu İppolit'e.
Birden ayağa kalktı İppolit. Çarpılmış, korkunç derecede bembeyaz olmuş yüzünde umutsuzluk derecesinde bir utanç vardı. Oradakilerin üzerinde nefretle ve korkuyla dolaşan bakışları da, titreyen çarpık dudaklarında dolaşan ürkek gülümseme de ruhsal durumunu ele veriyordu. Hemen önüne indirdi bakışını, yalpalayarak (gülümsemeyi hâlâ sürdürüyordu), verandanın merdiveninin başında duran Burdovskiy ile Doktorenko'nun yanına yürüdü. Anlaşılan, onlarla birlikte gitmeye hazırlanıyordu.
Prens,
— Ben de bundan korkuyordum işte! diye haykırdı. Olacağı buydu!
İppolit dönüp büyük bir öfkeyle baktı prense. Yüzünün her çizgisi şöyle diyordu sanki:
— Demek bundan korkuyordunuz? Demek "olacağı buydu" ha? Şunu bilmenizi isterim (sesi hırıltılı, tiz çıkıyor, ağzından tükürükler saçılıyordu), burada en çok nefret ettiğim insan sizsiniz... Cizvit, aşırı tatlı ruhlu, budala, iyilik budalası milyoner... en çok sizden nefret ediyorum, hatta dünyada en çok!.. Uzun zamandır biliyorum sizi ve nefret ediyorum... Sizden söz edildiğini duyduğumdan beri bütün varlığımla nefret ediyorum sizden... Olayı buraya siz getirdiniz! Sizin yüzünüzden kriz geldi bana! Ölmek üzere olan bir insanı küçük düşürdünüz. Siz, siz, sizsiniz küçük düşmemin suçlusu! Ölmeyecek olsaydım, öldürürdüm sizi! Yardımlarınıza ihtiyacım yok, kimsenin yardımını istemiyorum, duyuyor musunuz, hiç kimsenin! Kendimde değildim demin, gururlanmayın hemen!.. Hepinizi sonsuza dek lanetliyorum, hepinizi!
İyice tıkandı, sesi kesildi.
Lebedev fısıldadı Lizaveta Prokofyevna'ya:
— Ağladığı için utandı! "Olacağı buydu!" Ah prens! Nasıl da anlamışsın...
Ama Lizaveta Prokofyevna dönüp bakmaya bile değer görmedi onu. Mağrur bir tavırla başını arkaya atarak şöyle bir doğruldu, küçümser bir merakla baktı bu "küçük insanlara". İppolit konuşmasını bitirince general omuz silkecek oldu. Lizaveta Prokofyevna bu yaptığının hesabını soruyormuş gibi aşağıdan yukarı öfkeyle süzdü onu, arkasından hemen prense döndü.
— Sevgili aile dostumuz prens, bizlere bağışladığınız bu hoş akşam için size çok teşekkür ederim. Budalalıklarınıza ailemizi de karıştırdığınız için seviniyorsunuzdur şimdi... Bu kadarı yeter sevgili dostum, sonunda sizi iyice tanımamıza yardım ettiğiniz için teşekkürler!..
"Onların" gitmesini beklerken sinirli sinirli mantosunu düzeltmeye başladı. Doktorenko'nun araba çağırması için bir süre önce gönderdiği Lebedev'in oğlu lise öğrencisinin çağırdığı kiralık araba "onları" almak için kapıya yanaşmıştı. General, karısının hemen arkasından,
— Gerçekten de prens, hiç beklemezdim sizden... dedi. Her şeyden, dostça ilişkimizden sonra... hem ayrıca, Lizaveta Prokofyevna...
Adelaida,
— Peki, nasıl, nasıl olabilir böyle bir şey? diye haykırdı.
Çabuk adımlarla prensin yanına gitti, elini uzattı ona.
Prens, Adelaida'ya şaşkın şaşkın gülümsedi. O anda sımsıcak, çabuk bir fısıltı yaktı kulağını:
— Bu iğrenç insanlarla hemen şimdi ilişkinizi kesmezseniz, hayatımın sonuna kadar, hayatımın sonuna kadar nefret edeceğim sizden!
Aglaya idi bunu söyleyen. Çıldırmış gibiydi. Ama prens dönüp ona bakıncaya kadar uzaklaşmıştı. Ne var ki bir şeyle veya bir kimseyle ilişkisini kesmesi gerekmiyordu artık prensin: Bu arada hasta İppolit'i şöyle veya böyle arabaya bindirmişler, araba hareket etmişti. Lizaveta Prokofyevna,
— Ee, daha bekleyecek miyim İvan Fyodoroviç? dedi. Bu kötü insanların arasında daha uzun süre durmak zorunda mı kalacağım?
— İyi ama canım, ben... Sanırım hazırım ben ve prens...
İvan Fyodoroviç elini uzattı prense, ama sıkmadan, o sırada öfkeyle bağırıp çağırarak verandadan çıkmakta olan Lizaveta Prokofyevna'nın arkasından koştu. Adelaida, nişanlısı ve Aleksandra içtenlikle vedalaştılar prensle. Yevgeniy Pavloviç de öyle... Yalnızca onun neşesi yerindeydi. Pek sevecen bir gülümsemeyle fısıldadı prense:
— Olacağı buydu! Ne yazık ki, olan size oldu, boş yere acı çektiniz.
Aglaya prensle vedalaşmadan çıktı.
Gelgelelim, o akşamın serüveni henüz bitmemişti. Lizaveta Prokofyevna'nın hiç beklenmedik bir karşılaşmaya daha katlanması gerekiyordu.
Merdivenlerden parkı çevreleyen yola yeni inmişti ki, beyaz iki atın koşulu olduğu pırıl pırıl bir kupa arabası birden hızla geçti prensin yazlığının önünden. Arabada gözalıcı iki kadın vardı. Evi beş on adım geçtikten sonra birden durdu kupa arabası. Kadınlardan biri kendisi için çok gerekli bir tanıdığını görmüş gibi çabucak döndü. Çın çın öten çok tatlı bir sesle,
— Yevgeniy Pavloviç! haykırdı. Sen misin? Sonunda seni bulduğuma ne kadar sevindim bilemezsin! Kente adam yolladım sana. Hem de iki kişi! Sabahtan beri seni arıyorlar!
Yevgeniy Pavloviç yıldırım çarpmış gibi, büyük bir şaşkınlık içinde merdivenin basamaklarında kalakalmıştı. Lizaveta Prokofyevna da olduğu yerde durmuştu. Ama Yevgeniy Pavloviç gibi şaşırmışa veya korkmuşa benzemiyordu. Bu küstah kadına beş dakika önce içeride "küçük insanlara" baktığı gibi mağrur, aşağılar bir tavırla baktı ve bakışını hemen Yevgeniy Pavloviç'e çevirdi.
Çın çın öten ses devam ediyordu:
— Yeni haber! Kupferov'un senetlerini takma kafana. Rogojin'e söyledim, otuz bin verip geri aldı onları. En azından üç ay rahat olabilirsin. Biskup ve öteki pisliklere gelince, tanıdıklar aracılığıyla onları da hallederiz! Yani her şey yolunda. Canını sıkma. Yarın görüşürüz!
Kupa arabası hareket edip hızla gözden kayboldu
Yevgeniy Pavloviç öfkeden yüzü kıpkırmızı, şaşkın şaşkın çevresine bakınarak,
— Deli mi ne bu kadın? diye bağırdı. Ne dediğini hiç anlamadım! Ne senetleriymiş? Kimdi, onu da anlayamadım...
Lizaveta Prokofyevna iki saniye daha baktı ona; sonra birden döndü, evine doğru yürüdü. Ötekiler de arkasından...
Tam bir dakika sonra Yevgeniy Pavloviç aşırı telaşlı, verandaya prensin yanına döndü.
— Prens, bütün bunlar ne demek, gerçekten bilmiyor musunuz?
— Hayır, bilmiyorum, dedi prens.
Kendisi de olağanüstü gergin, hastalıklı bir ruh hali içindeydi.
— Hayır mı?
— Hayır.
Birden gülmeye başladı Yevgeniy Pavloviç.
— Ben de bilmiyorum. Yemin ederim, o senetlerle en küçük bir ilgim yok. Doğru söylüyorum, inanın bana!.. Peki ama, ne oluyorsunuz? Fenalaşıyor musunuz?
— Yo, hayır, hayır, inanın bir şeyim yok...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top