VIII
VIII
Prens için o sabah ağır önsezilerin etkisi altında başladı; elbette bu durum hastalığıyla açıklanabilirdi, ama çok belirsiz bir hüzün vardı içinde ve ona en büyük acıyı veren de buydu. Gerçi ağır, üzücü, apaçık gerçekler vardı önünde, ama hüznü düşüncelerinin, hatırladıklarının üzerindeydi. Kendi kendini avutamayacağını biliyordu. O gün kendisi için çok önemli, kesin bir şeyin olacağı önsezisi yavaş yavaş yer etmeye başlamıştı içinde. Dün akşam geçirdiği nöbet hafifti. Kaygıdan, başında hafif bir ağırlıktan, omuzlarında ağrıdan başka bir rahatsızlık hissetmiyordu. Ruhunda bir sıkıntı olsa da, kafası çok iyi çalışıyordu. Hayli geç kalkmış, kalkar kalkmaz da akşam olanları bütün ayrıntılarıyla hatırlamıştı. Tam açık seçik olmasa da, nöbetten yarım saat sonra onu eve getirdiklerini de hatırlıyordu. Yepançinler'in adam yollayıp sağlık durumunu sordurduklarını öğrendi. Saat on bir buçukta bir adam daha yolladılar. Bu hoşuna gitti. İlk ziyaretçisi ona yardıma gelen Vera Lebedeva idi. Onu görür görmez ağlamaya başladı Vera Lebedeva, ama prens onu yatıştırınca bu kez güldü. Vera Lebedeva'nın gösterdiği yakınlık çok duygulandırmıştı prensi. Tutup ellerini öptü kızın. Vera kulaklarına kadar kızardı. Birden elini çekip korku içinde haykırdı:
— Ah, ne yapıyorsunuz, siz ne yapıyorsunuz!
Tuhaf bir şaşkınlık içinde çabucak çıkıp gitti odadan. Gitmeden, söz arasında babasının "merhum"un (babası general için hep böyle diyormuş) gece ölüp ölmediğini öğrenmek için gün doğmadan kalkıp İvolginler'e gittiğini, herkesin onun yakında öleceğini söylediğini anlatmıştı. On ikiden sonra döndü Lebedev ve sırf "kendilerinin değerli sağlık durumlarının nasıl olduğunu öğrenmek için bir dakikalığına" vb. prensin yanına uğradığını söyledi. Bu arada "dolapçığa" da bir göz atacaktı... Çok ahlayıp ofluyordu. Prens hemen başından savdı onu. Ama yine de prense dün akşamki nöbetiyle ilgili bir şeyler sormayı başarmıştı. Oysa bu konuda her şeyi bildiği belliydi... Lebedev'in arkasından Kolya geldi koşarak. O da bir dakikalığına uğramıştı. Gerçekten acelesi vardı Kolya'nın ve çok telaşlı, üzgündü. Babasıyla ilgili kendisinden saklanan her şeyi ona anlatması için yalvardı prense. Olayı dün duyduğunu söyledi.
Prens olan biteni Kolya'ya elinden geldiğince içten, eksiksiz, ayrıntılarıyla anlattı... Zavallı delikanlı yıldırım çarpmışa döndü. Bir şey söyleyemiyor, sessizce ağlıyordu. Prens o anın Kolya için hiçbir zaman unutamayacağı, delikanlının hayatında bir kırılma noktası olduğunun farkındaydı. Acele ederek bu olayla ilgili düşüncesini anlattı Kolya'ya. Ona göre yaşlı babası bu yaptığı hatanın üzüntüsünden ölmüştü ki, herkeste görülmeyen soylu bir özellikti bu... Prensi dinlerken Kolya'nın gözlerinin içi ışımaya başlamıştı.
— Gavrila'nın da, Varvara'nın da, Ptitsın'ın da Tanrı cezasını versin! Onlara bir şey söylemeyeceğim, ama bundan böyle yollarımız ayrıdır! Ah prens, dünden beri şimdiye kadar hissetmediğim öyle çok şey hissettim ki! Bir ders olsun bana bu! Varvara'nın yanında annemin rahatı yerinde, ama bu durumda annemi de oradan almam gerektiğini düşünüyorum. Ama şu da var...
Kendisini beklediklerini hatırlayınca yerinden fırladı, ayaküstü prensin sağlığını sordu, cevabı aldıktan sonra aceleyle ekledi:
— Başka bir şey yok mu? Duyduğuma göre, dün... (ancak sormaya hakkım yok bunu) ancak herhangi bir zaman, herhangi bir konuda güvenilir bir dosta ihtiyacınız olursa, o dostunuz şu anda karşınızda... Sanırım ikimiz de pek mutlu sayılmayız, öyle değil mi? Ama... bir şey sormayacağım size, sormayacağım...
Kolya çıktı. Prens daha da derin düşüncelere daldı: Herkes bir şeyler olmasını bekliyordu, herkes kendince bir sonuca varmış, onun bilmediği bir şeyler biliyormuş gibi bakıyordu yüzüne. Lebedev ağzından laf almaya çalışıyor, Kolya imalı konuşuyor, Vera ağlıyordu. Sonunda "adam sen de" der gibi salladı kolunu prens, "Hep şu pis hastalığım yüzünden böyle şeyler geliyor aklıma," diye geçirdi içinden. Saat ikiden sonra "bir dakikalığına" ziyaretine gelen Yepançinler'i görünce yüzü aydınlandı. Gerçekten de bir dakikalığına uğramışlardı. Kahvaltıdan kalktıklarında Lizaveta Prokofyevna "hemen" dolaşmaya çıkacaklarını söylemişti. Emir verir gibi soğuk, kesin, başka bir açıklamada bulunmadan söylemişti bunu. Hepsi birlikte, yani anne, kızlar, Prens Ş. çıkmışlardı. Lizaveta Prokofyevna her zaman gittiği yönün tam tersi yöne yürümüştü. Herkes hemen anlamıştı durumu, itiraz etmekten korktukları için sesini çıkaran olmamıştı. Lizaveta Prokofyevna ise, birtakım imalı sözlerden, itirazlardan kurtulmak için arkasına bakmadan, önden koşar adımlarla yürüyordu. Sonunda dayanamamıştı Adelaida, yürüyüşe çıktıklarına göre böyle koşturmalarının hiç gerekmediğini, annesine yetişemediğini söylemişti.
Birden arkaya dönmüştü Lizaveta Prokofyevna,
— Beni dinleyin, demişti, Şimdi onun evinin önünden geçeceğiz. Aglaya dün akşam ne dediyse dedi, sonra neler olduysa oldu, yine de yabancımız değildir, üstelik şimdi üzgün ve mutsuz... Ne olursa olsun, uğrayacağım yanına. İsteyen benimle gelir, istemeyen gelmez, yoluna devam eder, kimseye kapalı değil yol...
Kuşkusuz herkes izlemişti onu.
Doğal olarak, prens hemen dün akşam kırdığı vazo ve... çıkan skandal için özür diledi.
— Hiç önemli değil, dedi Lizaveta Prokofyevna. Vazoyu boş ver, ben senin için üzülüyorum. Bir skandal olduğunun farkındasın demek? Eh, hep "hemen ertesi sabah" fark edilir zaten... Geldi geçti işte... Onun da önemi yok. Çünkü kimse suçlamıyor seni. Neyse, hoşça kal. Kendini iyi hissediyorsan çık dolaş biraz, sonra gel yat yine, sana tavsiyem budur. Aklına gelirse, şimdiye kadar olduğu gibi uğra bize yine. Şunu hiç unutma, ne olmuş, ne sonuç vermiş olursa olsun, her zaman ailemizin bir dostu olarak kalacaksın, en azından benim... En azından kendim için söyleyebilirim bunu...
Lizaveta Prokofyevna'nın duygularını paylaştığını söyledi herkes. Sonra gittiler. Ama hastaya gönül alıcı, moral verici bir şeyler söylemekte gösterdiği bu acelecikte Lizaveta Prokofyevna'nın da farkına varmadığı hayli sert bir şeylerin gizli olduğunu prens hissedememişti. Aldığı "şimdiye kadar olduğu gibi" davette de, "en azından benim için" sözünde de yine gizli bir kehanet var gibiydi. Aglaya'yı düşünmeye başlamıştı prens. Evet, odaya girerken de, odadan çıkarken de çok hoş gülümseyerek bakmıştı ona Aglaya.
Ama iki kez gözlerinin içine bakmış olmasına karşın, herkes yine dost olduklarını söylerken o ağzını açıp bir şey söylememişti bile. Her zamankinden soluktu yüzü, sanki bir gecede zayıflamıştı... Prens "şimdiye kadar olduğu gibi" akşam onlara gitmeye karar vermişti. Heyecanla saate baktı. Yepançinler'in arkasından tam üç dakika sonra Vera girdi.
— Lev Nikolayeviç, dedi, Aglaya İvanovna size iletmem için gizlice...
Ürperdi prens.
— Pusula mı verdi?
— Hayır efendim. Sözlü olarak iletmemi söyledi. Onu bile güçlükle söyleyebildi. Bugün evden bir dakika bile ayrılmamanızı, akşam saat yediye ya da... tam duyamadım, dokuza kadar evde kalmanızı rica ediyor.
— Peki ama,... neden? Ne olacak?
— Hiçbir fikrim yok efendim. Yalnız kesinlikle iletmemi emretti, o kadar.
— Demek "kesinlikle" dedi, öyle mi?
— Hayır efendim, tam öyle demedi. Tam dönüp öyle diyecekti ki, o anda korkup geri çekildim. Ama yüzünden öyle demek istediğini anladım. Yüzüme öyle bir bakış baktı ki, kalbim duracak sandım...
Daha başka sorular da sormasına karşın, Vera'dan bir şey öğrenemedi prens; kızcağızın heyecanının artmasından başka bir şeye yaramamıştı soruları. Yalnız kaldıktan sonra divana uzandı, tekrar düşünmeye başladı. Sonunda, "Belki bu akşam saat dokuza kadar birileri olacaktır onlarda, konukların yanında yine bir saçmalık yapacağımdan korkuyordur," diye düşündü ve sık sık saate bakarak sabırsızca akşamı beklemeye koyuldu. Ne var ki bilmece akşamdan çok daha önce, yine yeni bir konuğun gelmesiyle çözüldü. Bu çözüm acılı başka bir bilmeceyi de beraberinde getirmişti: Yepançinler'in çıkmasından tam yarım saat sonra İppolit girdi odasına. Öylesine yorgun, bitkindi ki, girer girmez bir şey söylemeden kendini koltuğa atmış, kendinde değilmiş gibi dayanılmaz bir öksürük nöbetine tutulmuştu. Ağzından kan gelene kadar öksürdü. Gözleri parlıyordu, yanaklarında kırmızı lekeler belirmişti. Mırıldanarak bir şey söyleyecek oldu ona prens, ama İppolit cevap vermedi, daha sonra da uzun süre bir şey söylemeden, onu şimdilik rahatsız etmemesi için kolunu salladı prense. Neden sonra geldi kendine. Zorlanarak, hırıltılı bir sesle,
— Gidiyorum! dedi.
Prens yerinden hafifçe doğrulup,
— İsterseniz götüreyim sizi, dedi.
Ama evden ayrılmaması için biraz önce aldığı emri hatırlayınca hemen sustu.
İppolit gülmeye başladı. Güçlükle soluk alırken hırıltılı bir sesle,
— Buradan gitmiyorum, dedi. Tersine, bir iş için özellikle gelmeyi düşündüm buraya... Yoksa rahatsız etmezdim sizi. Oraya gidiyorum ben, hem sanırım bu kez kesin. Bitti! İnanın, bana acıyasınız diye söylemiyorum bunu... Bu sabah saat onda o ana kadar kalkmamak üzere yatmıştım, ama sonra vazgeçtim, size gelmek için tekrar kalktım... Gerekiyordu çünkü...
— Size bakınca içim burkuluyor. Buraya kadar zahmet edeceğinize çağırsaydınız ya beni...
— Bu kadarı yeter işte. Sosyete nezaketi için içinizin burkulması yeter... Sahi, unuttum, sizin sağlığınız nasıl?
— İyiyim. Dün biraz... ama çok değil...
— Duydum, duydum. Olan Çin vazosuna olmuş. Ne yazık ki ben yoktum orada! Bir iş için geldim size. Önce bugün Gavrila Ardalionoviç'i görmek mutluluğuna erdim. Yeşil bankta Aglaya İvanovna ile oturuyordu. Şaşırdım doğrusu, bir insanda o kadar aptal bir görünüm olamaz... Gavrila Ardalionoviç'in ayrılmasından sonra Aglaya İvanovna'nın kendisine de söyledim bunu... (İppolit prensin sakin yüzüne bakarak, buna inanmıyormuş gibi sürdürdü konuşmasını:) Sanırım hiçbir şeye şaşmıyorsunuz siz prens. Hiçbir şeye şaşmamak çok zeki olmanın işaretidir derler. Bence aynı ölçüde aptallığın da işaretidir... Ama kusura bakmayın... sizin için söylemiyorum bunu. Bugün hep yanlış konuşuyorum.
— Dünden biliyordum ben Gavrila Ardalionoviç'in...
Ne söyleyeceğini bilemediğinden olacak, sözünün sonunu getiremedi prens. Oysa İppolit onun neden şaşırmadığına üzülüyordu.
— Biliyordunuz demek! Bu ilginç işte! Ama anlatmak istemezsiniz belki... Peki, bugünkü randevuya tanık oldunuz mu?
— Siz orada olduğunuza göre, benim orada olmadığımı bilmeniz gerekir.
— Eh, belki bir çalının arkasına saklanmışsınızdır... Bununla birlikte, ne olursa olsun, sevindim, sizin adınıza kuşkusuz... Çünkü Gavrila Ardalionoviç'i tercih etti diye düşünüyordum!
— Rica ederim, bu konuda bana bir şey söylemeyin İppolit. Hem bu tür bir ifadeyle...
— Öyle ya, her şeyi bildiğinize göre...
— Yanılıyorsunuz. Hiçbir şey bildiğim yok. Bilmediğimi Aglaya İvanovna da biliyordur kuşkusuz. Buluşacaklarından da haberim yoktu... Buluştular mı diyorsunuz? Tamam, çok güzel, kapatalım artık bu konuyu...
— Peki ama, nasıl oluyor bu, hem biliyordunuz, hem haberiniz yoktu? "Kapatalım artık bu konuyu," diyorsunuz, öyle mi? Hayır, bu kadar safdil olmayın! Özellikle de bir şey bilmiyorsanız. Güveniyorsunuz, çünkü bir şey bildiğiniz yok. Peki, o ağabeyle kız kardeşin hesaplarından haberiniz var mı? Belki birtakım kuşkular vardır içinizde? (Prensin sabırsız bir hareketini görünce ekledi İppolit:) Pekâlâ, pekâlâ, kapatıyorum konuyu... Ama ben buraya önemli bir iş için geldim ve size açıklamak istiyorum onu. Lanet olsun, açıklama yapmadan ölmek çok zor. Açıklama yapmayı öyle çok istiyorum ki! Dinlemek istiyor musunuz beni?
— Anlatın, dinliyorum.
— Gelgelelim, değiştirdim yine fikrimi: Yine de Gavrila denen adamdan başlayacağım. Düşünebiliyor musunuz, bugün bana da yeşil bankta randevu verilmişti. Ama size yalan söylemek istemiyorum: Ben ısrarla istemiştim bu randevuyu, bir sırrı kendisine açacağıma söz vermiştim... Oraya çok erken mi gittim, bilmiyorum (sanıyorum öyle), ama tam Aglaya İvanovna'nın yanına oturmuştum ki, baktım Gavrila Ardalionoviç ile Varvara Ardalionovna, dolaşmaya çıkmış gibi, kol kola geliyorlar. Beni görünce çok şaşırdılar gibi geldi bana. Böyle bir şey beklemiyorlardı. Bozulmuşlardı bile. Aglaya İvanovna, ister inanın ister inanmayın, ben orada olduğum için midir, yoksa Gavrila Ardalionoviç'i gördüğü için midir (o anda çok yakışıklıydı çünkü), biraz paniğe kapıldı, yüzü kıpkırmızı oldu ve bir saniyede çok komik bir biçimde bitirdi işi: Hemen ayağa kalktı, Gavrila Ardalionoviç'in selamına da, Varvara Ardalionovna'nın yapmacık gülümsemesine de öne eğilerek karşılık verdi ve hemen kesip attı: "Dostça, içten duygularınız için teşekkürlerimi bildirmek amacıyla görmek istemiştim sizi, bir gün bu duygularınıza ihtiyacım olursa, bilesiniz ki..." Böyle dedikten sonra tekrar öne eğilerek selam verdi ve Gavrila Ardalionoviç ile Varvara Ardalionovna'yı yolcu etti. Onlar da gitti. Ama bozuk mu, mağrur mu gittiklerini bilemiyorum. Gavrila'nın bozuk olduğu kesindi, bir şey anlayamamış, ıstakoz gibi kıpkırmızı olmuştu (yüz ifadeleri bazen çok tuhaf oluyor!). Varvara Ardalionovna hemen toz olmalarının gerektiğini, Aglaya İvanovna için bunun gerekli olduğunu hemen anlamış olacak, hemen uzaklaştırmıştı ağabeyini. Ondan daha zeki, eminim şu anda da pek mağrurdur. Ben ise Aglaya İvanovna'ya Nastasya Filippovna ile görüşmesi üzerine bir şeyler söylemek için oradaydım.
— Nastasya Filippovna ile mi? diye haykırdı prens.
— Vay! Yanılmıyorsam soğukkanlılığınızı yitirmeye, şaşırmaya başladınız? Olağan bir insana dönüşmek istemenize çok sevindim. Bunun için güleceğiniz bir şey anlatacağım size. Yüce ruhlu genç kızlara hizmet etmenin karşılığı buymuş işte: Bugün bir tokat yedim kendisinden!
Elinde olmadan sordu prens:
— Ma-nevi tokat mı?
— Evet, fiziki değildi! Benim gibi birine kimsenin elinin kalkacağını sanmam. Bir kadın bile vurmaz bana... Gavrila ise hiç vurmaz! Gerçi dün bir ara üzerime yürüyeceğini sanmıştım ya neyse... Bahse girerim, şu anda ne düşündüğünüzü biliyorum; şöyle düşünüyorsunuz: "Tut ki dövmek olmaz onu, ama uyurken yüzüne bir yastık veya ıslak bir bez parçası bastırıp pekâlâ öldürülebilir, öyle de olması gerekir..." Böyle düşündüğünüz yüzünüzden belli, şu dakikada böyle düşünüyorsunuz.
Prens nefretle,
— Hiçbir zaman öyle düşünmedim! dedi.
— Bilmiyorum, bu gece rüyamda biri ıslak bez parçasıyla boğuyordu beni... Bunu kimin yaptığını söyleyebilirim size: Düşünebiliyor musunuz? Rogojin boğmaya çalışıyordu beni! Ne dersiniz, ıslak bezle boğmak mümkün müdür insanı?
— Bilmiyorum.
— Ben mümkün olduğunu duydum. Pekâlâ, bırakalım bu konuyu. Eh, neden bir dedikoducuymuşum ben? Neden Aglaya İvanovna dedikodu yapmakla suçladı beni bugün? Hem de düşünebiliyor musunuz, söylediklerimi son sözcüğüne kadar dinledikten, bazı şeyleri tekrar tekrar sorduktan sonra... Kadınlar böyledir işte! Onun için Rogojin'le, o tuhaf adamla bile görüştüm. Aglaya İvanovna'nın çıkarı için, Nastasya Filippovna ile baş başa bir buluşma da ayarladım. Nastasya Filippovna'nın "artıklarına mı kaldığı" gibi bir şeyler söylememe mi gücendi acaba? Oysa kendi iyiliği için anlatmaya çalışıyordum bunu ona. Kabul ediyorum, bu konuda iki de mektup yazmıştım ona. İşte bugün de üçüncüsü, buluşmamız... Önce bunun onu küçük düşüreceğini söyledim kendisine... Ayrıca o "artıklar" sözcüğü de benim değildir. En azından Gavrila'nın evinde herkesin dilinde... Nastasya Filippovna da aynı şeyi söylüyor. Öyleyse neden dedikoducu oluyormuşum? Evet, farkındayım, farkındayım: Çok komik buluyorsunuz beni. Hem bahse girerim, Puşkin'in şu aptal mısralarını geçiriyorsunuzdur içinizden:
"Ve belki de hüzünlü son günümde,
Bir veda gülümsemesiyle ışıldar aşk."
Ha-ha-ha! (Birden nöbet gelmiş gibi gülmeye, arkasından öksürmeye başladı. Boğulurca öksürürken hırlayarak sürdürdü konuşmasını:) Görüyor musunuz şu Gavrila'yı: "Artıklar" diyor, sonra bu artıkları kendi elde etmeye çalışıyor!
Uzun süredir susuyordu prens.
Neden sonra mırıldanarak sordu:
— Nastasya Filippovna ile buluşacağını mı söylediniz?
— Sahi, Aglaya İvanovna'nın bugün Nastasya Filippovna ile buluşacağını, Aglaya İvanovna'nın daveti, benim çabam sonucu Rogojin'in Nastasya Filippovna'yı bu amaçla Petersburg'dan buraya getirdiğini, Nastasya Filippovna'nın şu anda Rogojin'le birlikte sizin çok yakınınızda, şu içten pazarlıklı Bayan Darya Alekseyevna'nın evinde olduğunu bilmiyorsunuz demek... Aglaya İvanovna bugün Nastasya Filippovna ile dostça konuşmak, birtakım sorunları çözmek için oraya, o içten pazarlıklı bayanın evine gidecek. Aritmetik problemleri çözecekler. Bilmiyor muydunuz? Gerçekten mi bilmiyorsunuz?
— İnanılacak gibi değil!
— İnanılacak gibi değilse iyi. Hem siz nereden bileceksiniz ki? Gerçi burada sinek uçsa herkesin haberi oluyor ya... öyle bir yer işte burası! Ama uyardım ben sizi, bana teşekkür etmelisiniz. Neyse, hoşça kalın. Görüşmek üzere... öteki dünyada kuşkusuz... Şu da var: Alçakça davrandım size çünkü... ne için alçaklık etmiş olayım ki? Siz söyleyin. Sizin çıkarınıza mı? Evet, "itiraflarımı" ona adadım ben (biliyor muydunuz bunu?) Evet, seve seve karşıladı bunu! He-he! Ne var ki ona karşı alçaklık etmedim, ona karşı hiçbir suçum yok. Ama küçük düşürdü beni, oyuna getirdi... Öte yandan size karşı da suçlu değilim. Orada "artıklar"dan, bazı şeylerden söz ettiysem, yine de şimdi buluşma gününü, saatini, yerini söylüyorum size, bütün oyunu açık ediyorum... elbette can sıkıntımdan, dürüstlüğümden değil. Hoşça kalın. Bir kekeme veya veremli gibi çok gevezelik ettim... Dikkat edin, zaman geçirmeden önleminizi alın, insanım diyorsanız kuşkusuz... Bu akşam buluşacaklar, orası kesin.
Kapıya yürüdü İppolit, ama prens seslendi arkasından, kapıda durdu İppolit.
— Demek Aglaya İvanovna'nın bu akşam Nastasya Filippovna ile buluşmaya gideceğini söylüyorsunuz? diye sordu prens, alnında, yanaklarında kırmızı lekeler oluşmuştu.
İppolit arkaya yarım dönüp,
— Kesin bilmiyorum, ama herhalde öyle, diye karşılık verdi. Hem başka türlü de olamaz. Nastasya Filippovna onlara gidecek değil ya... Gavrila'nın evinde de görüşemezler, neredeyse ölüm döşeğinde biri var orada çünkü. Generalin durumu için siz ne diyorsunuz?
— Olacak şey değil! dedi prens. İstese bile, nasıl çıkar evden? O evdeki... kuralları bilmiyorsunuz siz: Tek başına evden çıkıp Nastasya Filippovna'ya gidemez. Saçma!
— Görüyorsunuz işte prens: Durduk yerde kimse atlamaz pencereden, ama yangın çıksa en kibarından bir beyefendi de, hanımefendi de pencereden atar kendini. Zorunlu olduktan sonra yapacak bir şey kalmaz, bizim küçük hanım da Nastasya Filippovna ile görüşmeye gidecektir. Sizin küçük hanımların bir yere gitmelerine gerçekten izin vermiyorlar mı?
— Hayır, onu demek istememiştim...
— Eh, onu demek istememişseniz, küçük hanım da verandadan inip yoluna gidebilir demektir, isterse bir daha da dönmeyebilir. Bazen öyle olur ki, gemileri de yakarsınız, bir daha eve dönmezsiniz... Hayat yalnızca kahvaltılar, akşam yemekleri, Prens Ş.'ler falan değildir. Bana öyle geliyor ki, siz Aglaya İvanovna'yı küçük bir kız veya bir yatılı okul öğrencisi sanıyorsunuz. Bunu ona da söyledim; sanırım hak verdi bana. Saat yediye veya sekize kadar bekleyin... Sizin yerinizde olsam, kapıdan çıktığı anda haberimin olması için gözcü yollardım oraya. Hiç değilse Kolya'yı yollayın. Seve seve casusluk yapar sizin için. Kuşkunuz olmasın bundan, Yani sizin için yapar bunu... Göreceli şeylerdir bunlar çünkü... Ha-ha!
Çıktı İppolit. Casusluk yapması için prensin kimseye ricada bulunmasına gerek yoktu. Bunu kendi de yapabilirdi. Aglaya'nın, akşama kadar evden çıkmamasıyla ilgili verdiği emrin nedeni belliydi artık: Belki uğrayıp alacaktı onu, belki de prensin oraya gelmesini istemiyordu, bu yüzden evde kalmasını söylemişti... İkisi de olabilirdi. Başı dönüyordu prensin. Odanın içinde her şey dönüyordu. Divana uzanıp gözlerini kapadı.
Öyle veya böyle, olay kesindi bu kez ve sonuçlanacaktı. Hayır, prens küçük bir kız veya yatılı okul öğrencisi gibi görmüyordu Aglaya'yı. Uzun zamandır korktuğunun veya buna benzer bir şeyler hissettiğinin farkındaydı. Peki ama, neden Nastasya Filippovna'yı görmek istiyordu Aglaya? Bir ürperti geçti bedeninden, yine ateşi çıktı.
Hayır, çocuk olarak görmüyordu Aglaya'yı! Son zamanlarda onun bazı bakışları, bazı sözleri korkutuyordu prensi. Aglaya sanki aşırı derecede cesaretlenmiş, ciddileşmişti. Prens bunun kendisini korkuttuğunu hatırlıyordu. Evet, bu son günlerde böyle şeyler düşünmemeye, bu ağır düşünceleri kafasından atmaya çalışıyordu. Ama neler gizliydi bu kızın ruhunda? Onun ruh temizliğinden kuşkusu yoktu, ama bu soru yine de acı veriyordu ona. Evet, işte bugün cevaplarını bulacaktı bu sorular, her şey açıklığa kavuşacaktı. Korkunç bir düşünceydi bu! Gelgelelim, yine "şu kadın" çıkmıştı ortaya! Prens neden acaba bu kadının her zaman kaderinin belli olacağı son anda ortaya çıkacağını, her şeyi berbat edeceğini, çürük bir iplik gibi parçalayacağını düşünüyordu? Şu anda uyukluyor olsa da, içinde böyle bir duygunun her zaman var olduğuna yemin edebilirdi. Son günler onu unutmaya çalışmasının tek nedeni ondan korkmasıydı. Peki, seviyor muydu bu kadını, yoksa nefret mi ediyordu ondan? Bu soruyu ilk kez o gün sormuyordu kendine, bu konuda içi rahattı: Kimi sevdiğini biliyordu... İkisinin görüşecek olmasından da, bu görüşmenin tuhaflığından da, bilmediği nedenlerinden de, çıkacak (nasıl olursa olsun) sonuçtan da korktuğu yoktu, ama Nastasya Filippovna'dan korkuyordu... Aradan birkaç gün geçtikten sonra, o hummalı saatlerde hemen her an onun gözlerinin, bakışının gözünün önünde olduğunu, kulaklarında hep onun söylediği (ama o hummalı, hüzünlü saatler geçtikten sonra hemen hiçbirini hatırlamadığı) tuhaf birtakım sözcüklerin çınladığını hissediyordu. Sözgelimi, Vera'nın ona yemek getirdiğini, yemeğini yediğini hayal meyal hatırlıyordu, ama yemekten sonra uyuyup uyumadığını hatırlamıyordu. Ne var ki akşam Aglaya'nın verandanın merdivenlerinden çıkıp odaya girdiği, kendisinin divandan ayağa fırlayıp Aglaya'yı karşılamak için odanın ortasına koştuğu andan sonra olanları açık seçik hatırlıyordu. Saat yediyi çeyrek geçiyordu. Yalnızdı Aglaya. Çok acele giyinmiş gibiydi. Kıyafeti sadeydi. Hafif bir pelerin almıştı omzuna. Yüzü dün olduğu gibi soluktu. Gözlerinde kuru bir parlaklık vardı. Prens onun gözlerini hiç böyle görmemişti. Gözlerini kırpmadan bakıyordu prensin yüzüne. Sakinmiş gibi, durgun bir tavırla,
— Hazırlanmışsınız, dedi. Giyiniksiniz, şapkanız da elinizde. Demek haber vermişler size. Kimin haber verdiğini biliyorum: İppolit, değil mi?..
Dili tutulmuş gibi mırıldandı prens:
— Evet, bir şeyler anlattı bana...
— Gidelim: Bana eşlik etmek zorunda olduğunuzu biliyorsunuz. Sanırım evden çıkacak gücünüz vardır?
— Var, ama... doğru mu bu yaptığınız?
Bir anda kesildi sesi, artık bir şey söyleyemez oldu. Çılgın kızı durdurmak için tek çabasıydı bu, sonra bir köle gibi yürüdü arkası sıra. Düşünceleri ne denli bulanık, karışık olursa olsun, ona eşlik etse de etmese de Aglaya'nın oraya gideceğini biliyordu. Öyleyse ne olursa olsun, ona eşlik etmek zorundaydı. Genç kızın ne kadar kararlı olduğunun farkındaydı. Böylesine bir heyecanı, taşkınlığı durdurmak onun yapabileceği bir şey değildi. Konuşmadan yürüyorlardı. Yol boyunca aralarında tek sözcük etmediler. Ancak Aglaya'nın yolu çok iyi bildiğinin farkındaydı prens; tenha olduğu için yolu uzatarak başka bir sokaktan dolaşmalarını önerdiğinde Aglaya gergin bir dikkatle dinlemişti onu, kararlı bir sesle kısaca cevap vermişti: "İkisi de aynı!" Darya Alekseyevna'nın evine iyice yaklaştıklarında (kocaman, eski, ahşap bir evdi bu) pek şık giyimli bir bayanla genç bir kız çıktı kapıdan. Aralarında yüksek sesle konuşup gülüşerek, eve doğru yürümekte olanları fark etmemiş gibi, merdivenlerin hemen dibinde bekleyen gösterişli kupa arabasına bindiler. Kupa arabası uzaklaşır uzaklaşmaz evin kapısı bir kez daha açıldı, Rogojin Aglaya ile prensi bekledi, onlar içeri girdikten sonra kapıyı kapadı.
Prensin yüzüne tuhaf tuhaf bakarak yüksek sesle,
— Evde dördümüzden başka kimse yok, dedi.
Nastasya Filippovna ilk odada bekliyordu. O da oldukça sade giyinmişti. Tepeden tırnağa siyahlar içindeydi. Prensle Aglaya'yı karşılamak için ayağa kalktı, ama gülümsemiyordu, prense elini bile uzatmamıştı.
Tedirgin, huzursuz bakışını sabırsızca Aglaya'ya doğrultmuştu. Birbirlerine uzak oturuyorlardı. Aglaya köşedeki sedire, Nastasya Filippovna pencerenin önüne oturmuştu. Prens ile Rogojin ayaktaydı, oturmalarını öneren bile olmamıştı. Prens şaşkın, acı çeker gibi bir kez daha baktı Rogojin'e, ama beriki sadece gülümsüyordu. Sessizlik birkaç dakika daha sürdü.
Sonra kötüye işaret bir ifade belirdi Nastasya Filippovna'nın yüzünde. Israrlı, katı, neredeyse nefret dolu bakışı Aglaya'nın üzerinden bir an ayrılmıyordu. Aglaya'nın hafif mahcup durduğu belliydi, ama kesinlikle korku yoktu bu duruşunda. Odaya girdiğinde şöyle bir bakmıştı rakibesine, oturduktan sonra ise derin düşüncelere dalmış gibi hep önüne bakmaya bakmıştı. Farkında değilmiş gibi, iki kez başını kaldırıp odayı gözden geçirmiş, üzerine burada pislik bulaşacağından çekiniyormuş gibi yüzünü buruşturmuştu. İkide bir giysisinin sağını solunu düzeltiyordu. Bir ara huzursuzca, sedirin ucuna doğru yerini bile değiştirmişti. Ne yaptığının farkında değilmiş gibiydi. Bu daha da tedirgin ediyordu onu. Sonunda başını kaldırıp kararlı bir tavırla Nastasya Filippovna'nın gözlerinin içine baktı ve o anda rakibesinin öfkeli bakışında parlayan her şeyi açıkça gördü. Birbirlerini anlıyorlardı. Ürperdi Aglaya.
Neden sonra çok sakin,
— Sizinle neden görüşmek istediğimi sanırım biliyorsunuz, dedi.
Bu kısacık cümleyi söylerken bile iki kez duraklamıştı.
Nastasya Filippovna soğuk, kısaca karşılık verdi:
— Hayır, bir şey bildiğim yok.
Aglaya'nın yüzü kızardı. Belki de o anda bu kadınla "bu kadının" evinde oturması, onun cevabını beklemesi son derece tuhaf ve inanılmaz gelmişti ona. Nastasya Filippovna'nın sesini duyduğu anda bütün bedeninde bir ürperti dolaşmıştı. Besbelli "bu kadın" da çok rahat fark etmişti bunu.
Aglaya ısrarla önüne, yere bakarak neredeyse fısıldadı:
— Her şeyin farkındasınız... ama ne olup bittiğini... anlayamıyor gibi... yapıyorsunuz.
Nastasya Filippovna belli belirsiz gülümsedi.
— Nereden çıkardınız bunu?
Aglaya komik, beceriksiz bir tavırla ekledi:
— Sizin evinizde... bulunduğum için benim durumumdan yararlanmak istiyorsunuz...
Nastasya Filippovna birden yükseltti sesini:
— Bu durumunuzun suçlusu ben değilim, sizsiniz! Bu görüşmeyi ben istemedim, siz istediniz! Nedenini de hâlâ bilmiyorum!
Aglaya gururla kaldırdı başını.
— Ağzınızdan çıkanı kulağınız duysun, ben buraya sizinle, sizin silahınızla savaşmak için gelmedim...
— Ya! Ama yine de "savaşmaya" geldiniz, öyle mi? Biliyor musunuz, sizin daha... zeki olduğunuzu sanıyordum.
İkisi de karşılıklı hıncını artık gizlemeden bakıyorlardı birbirinin yüzüne. Oysa bu iki kadından biri kısa süre önce ötekine nasıl mektuplar yazmıştı! Ama işte daha ilk anda, konuşmaya başlar başlamaz her şey açığa çıkmıştı. Ne oluyordu? Odada bulunan dört kişiden hiçbiri durumu o anda yadırgamıyordu. Dün böyle bir şeyi rüyasında bile görebileceğine inanmayan prens, uzun zamandır bunun olacağını hissediyormuş gibi ayakta duruyor, izliyor, dinliyordu. En fantastik rüyası ansızın son derece açık seçik, gerçeğin ta kendisi olarak çıkmıştı karşısına. Bu kadınlardan biri ötekinden öylesine nefret ediyor, bunu onun yüzüne haykırmayı öylesine çok istiyordu ki (ertesi gün Rogojin'in dediği gibi, belki de sırf bunun için gelmişti buraya), ötekinin (karışmış aklıyla, hasta ruhuyla ne denli değişik biri olursa olsun) buraya gelirkenki düşünceleri, rakibesinin bu kadınca nefreti ve tiksintisi karşısında direnemez, ister istemez değişirdi. Prens, Nastasya Filippovna'nın mektuplardan söz açmayacağına emindi. Onun kıvılcımlar saçan gözlerinden bu mektupların şimdi ona neye mal olacağını anlamıştı. Aglaya'nın ise şimdi o mektuplardan söz etmemesi için prens ömrünün yarısını vermeye hazırdı.
Ama Aglaya birden toparladı kendini.
— Yanlış anladınız, dedi, her ne kadar sevmiyorsam da sizi... buraya sizinle tartışmak için gelmedim. Ben... ben buraya sizinle insanca konuşmaya geldim. Bu görüşmeyi teklif ederken size neler söyleyeceğimi kararlaştırmıştım, ama beni yanlış anlamış olsanız da, kararımı değiştirmeyeceğim. Bu benden çok sizin için kötü olacak. Bana yazdıklarınıza cevap vermek istedim, hem de sözlü olarak, böyle yapmamın daha uygun olacağını düşündüm. Dinleyin, mektuplarınızın hepsine topluca cevap veriyorum: İlk kez kendisiyle tanıştığım gün acıdım Prens Lev Nikolayeviç'e, sonra bir de evinizde verdiğiniz davette olup bitenleri duyduğumda. Acıdım, çünkü sizin gibi bir insanla... mutlu olabileceğine... inanabilecek kadar temiz yürekli ve saf bir insandır. Onun adına korktuğum şey gerçekleşti sonunda: Sevemezdiniz onu; acı çektirdiniz ve fırlatıp attınız... Aşırı gururlu biri olduğunuz için sevemezdiniz onu... Yo, hayır, gururlu değilsiniz siz, yanlış söyledim, kendinizi beğenmiş olduğunuzdan sevemezdiniz onu... O bile değil: Siz handiyse... deliliğe varan bir aşk duyuyorsunuz kendinize, bunun en kesin delili de bana yazdığınız mektuplar. Böylesine sade bir insanı sevemezdiniz. Hatta belki için için küçümsediniz de onu, alay ettiniz onunla... Yüz kızartıcı duruma düşmekten, aşağılanmaktan haz duyuyor da olabilirdiniz. Daha az ayıplanacak bir duruma düşmüş olsaydınız ya da hiç böyle bir şey olmasaydı daha mutsuz bile hissederdiniz kendinizi... (Aglaya böyle bir görüşme daha söz konusu değilken düşünüp hazırladığı bu konuşmayı büyük haz duyarak sürdürürken, bir yandan da Nastasya Filippovna'nın heyecandan değişmiş yüzüne sözlerinin onun üzerindeki etkisini anlamak için alaylı alaylı bakıyordu.) Hatırlıyor musunuz, o zaman bir mektup yazmıştı bana prens, mektuptan sizin haberiniz olduğunu, hatta onu okuduğunuzu söylüyordu? O mektup her şeyi anlattı bana, hem de çok doğru olarak. Geçen gün Lev Nikolayeviç aynı şeyi tekrar söyledi bana, yani şimdi sözcüğü sözcüğüne size anlattıklarımı... O mektubu aldıktan sonra beklemeye başladım. Buraya geleceğinizi tahmin ediyordum, Petersburg'dan başka bir yerde duramazdınız çünkü. Taşrada kalamayacak kadar genç ve güzelsiniz... Ayrıca bu da benim sözüm değildir. (Bunu söylerken kıpkırmızı oldu Aglaya'nın yüzü. O andan sonra da sözünü bitirinceye kadar bir daha gitmedi yüzündeki bu kızarıklık.) Prensi bir sonraki görüşümde onun adına hem çok üzüldüm, hem çok utandım. Sakın gülmeyin! Gülecekseniz bunu anlayabilecek insan değilsiniz demektir...
Nastasya Filippovna hüzünlü, ama sert bir tavırla karşılık verdi:
— Görüyorsunuz, gülmüyorum.
— Aslında benim için hiç önemli değil, ister gülün, ister gülmeyin. Kendisine sorduğumda, uzun zamandır sizi sevmediğini, sizi hatırlamanın bile ona ıstırap verdiğini, hatırladıkça size acıdığını, "yüreğinin sızladığını" söyledi. Size şunu da söyleyeyim, ömrümde onun kadar temiz yürekli, dürüst ve her şeye çabucak inanan bir insan tanımadım ben. Onu dinledikten sonra, isteyen herkesin onu kolaylıkla aldatabileceğini, kendisini aldatan herkesi aradan bir süre geçtikten sonra bağışlayabileceğini öğrendim ve işte bunun için de sevdim onu...
Aglaya, böyle bir şey söyleyebildiğine inanamıyormuş gibi şaşırdı, bir an sustu. Ama o anda sınırsız bir gururun parıltısı vardı bakışlarında. Şimdi "bu kadın" onun itiraflarına gülüyor olmasına karşın, bunu artık hiç önemsemiyor gibiydi.
— Her şeyi anlattım size, sanırım şu anda sizden ne istediğimi anlamışsınızdır?
Nastasya Filippovna alçak sesle karşılık verdi:
— Belki anlamışımdır... ama bunu siz söyleyin.
Aglaya'nın yüzü öfkeyle kaplandı. Kararlı bir tavırla, tane tane konuşarak,
— Şunu öğrenmek istiyorum sizden, dedi, prensin bana olan duygularına siz ne hakla karışıyorsunuz? Ne hakla yazabildiniz bana o mektupları? Onu terk etmişken, öylesine aşağılayarak yüzüstü bırakmışken... hangi hakla ona ve bana ikide bir onu sevdiğinizi anlatmaya çalışıyordunuz?
Nastasya Filippovna kendini zorlayarak cevap verdi:
— Ona da, size de onu sevdiğimi açıklamadım, (duyulur duyulmaz bir sesle ekledi:) Evet... haklısınız, bırakıp kaçtım onu...
— Nasıl "ona da, bana da" açıklamadınız! diye haykırdı Aglaya. Ya o mektuplarınız? Kim bizi evlendirmenizi, beni onunla evlenmeye razı etmenizi istedi sizden? Bu açıklama değil de nedir? Neden bu kadar düşüyorsunuz üzerimize? Önceleri tersine, bende ona karşı bir nefret uyandırmaya, onu terk etmem için aramıza girmeye çalıştığınızı düşünüyordum. Ama sonra anladım durumu: Bütün bu kıvırmalarınızla büyük bir özveride bulunduğunuzu, kahramanlık yaptığınızı hayal ediyordunuz... Peki ama, kendinizi bu kadar beğeniyorken, böylesine kibirliyken, nasıl sevebilirdiniz onu? Bana o komik mektupları yazacak yerde neden çekip gitmediniz buradan? Sizi o kadar seven, size evlenme önerisinde bulunarak onurlandıran o dürüst insanla neden evlenmiyorsunuz? Nedeni çok açık: Rogojin'le evlenirseniz yüz karanız silinip gidecek, değil mi? Üstelik şerefli bir kadın olacaksınız! Yevgeniy Pavloviç söyledi sizin için, çok şiir okuyormuşsunuz ve "fazlasıyla kültürlüymüşsünüz... durumunuza göre"; çok kitap okuyan, çok aylak biriymişsiniz... Buna bir de kibrinizi ekleyin, neden ortada işte...
— Peki, siz aylak değil misiniz?
Olay bu beklenmedik noktaya aşırı derecede çabuk gelmişti. Çünkü Nastasya Filippovna Pavlovsk'a gelirken yolda iyi bir şeylerden çok, kötü bir şeylerin olacağını tahmin ediyordu. Aglaya ise tam anlamıyla büyük bir heyecana kaptırmıştı kendini, önüne geçemediği korkunç bir öç alma heyecanı vardı içinde. Aglaya'yı böyle görmek Nastasya Filippovna'nın tuhafına bile gitmişti. Onun yüzüne bakıyor ve sanki gözlerine inanamıyordu. İlk anda gerçekten şaşırmıştı. Peki, Yevgeniy Pavloviç'in düşündüğü gibi, gerçekten çok şiir, kitap okuyan bir kadın mıydı Nastasya Filippovna, yoksa prensin inandığı gibi düpedüz bir çılgın... ama ne olursa olsun, (kimi zaman böylesine hayasız, küstah olan) bu kadın gerçekte kendisi için düşünülebileceğinden çok daha utangaç, hassas ve saftı. Evet, kitaplardan, hayallerden oluşan, içe kapanık ve fantastik bir dünyası vardı ve güçlü, derin bir dünyaydı bu... Prens anlıyordu bunu, şimdi de derin bir acı ifadesi belirmişti yüzünde. Bunu fark edince öfkesinden titredi Aglaya. Nastasya Filippovna'ya anlatılamaz bir kibirlenmeyle karşılık verdi:
— Benimle nasıl böyle konuşabiliyorsunuz?
Nastasya Filippovna şaşırmış gibi,
— Yanlış duydunuz galiba... dedi, nasıl konuşmuşum sizinle?
Aglaya durup dururken, birden sordu:
— Onurlu bir kadın olmak istiyorduysanız, sizi baştan çıkaran Totskiy'i neden sade bir biçimde değil de... tiyatro sahnesindeymişsiniz gibi ortalığı ayağa kaldırarak terk ettiniz?
Titredi Nastasya Filippovna, yüzü bembeyaz oldu.
— Benimle ilgili ne biliyorsunuz ki yargılamaya kalkışıyorsunuz beni? dedi.
— Gidip çalışacak yerde, düşmüş melek rolü oynayıp para babası Rogojin'e kaçtınız. Düşmüş meleğin arkasından Totskiy'in kendini vurmaya kalkışması hiç şaşırtmadı beni!
Nastasya Filippovna nefretle, tiksiniyor gibi,
— Kesin artık! dedi. Siz ancak... Darya Alekseyevna'nın oda hizmetçisi, evleneceği erkekle geçenlerde mahkemelik olan şu hizmetçi kızın anlayabildiği kadar anlayabiliyorsunuz beni... Hatta o daha bile iyi anlıyor...
— O kız dürüst biri olsa gerek, kendi emeğiyle de geçiniyordur. Neden öyle küçümser bir tavırla söz ediyorsunuz kızcağızdan?
— Emeği küçümsediğim yok benim. Sizin için öyle söyledim.
— Temiz, namuslu bir kadın olmayı isteseydiniz, gider çamaşırcılık yapardınız.
İkisi de ayağa kalkmış, yüzleri bembeyaz, birbirine bakıyordu.
Prens kendini kaybetmiş gibi,
— Aglaya, dur! diye haykırdı. Haksızlık ediyorsun...
Rogojin gülümsemiyordu artık, kollarını göğsünün üzerinde çapraz yapmış, dudaklarını büzmüş, dinliyordu.
Nastasya Filippovna öfkeden titreyerek,
— Görüyorsunuz işte, dedi. Görüyorsunuz küçük hanımı! Oysa ben onun bir melek olduğunu düşünüyordum! Oda hizmetçinizi yanınıza almadan, yalnız geldiniz buraya Aglaya İvanovna... Peki, ister misiniz... ister misiniz, açıkça, sözü döndürüp dolaştırmadan söyleyeyim size neden buraya geldiğinizi? Korktuğunuz için geldiniz...
Aglaya, Nastasya Filippovna'nın kendisiyle böyle konuşmaya cesaret etmesine gerçekten çok şaşırmış, sinirlenmiş gibi,
— Sizden mi korkmuşum? diye sordu.
— Elbette benden! Buraya gelmeye karar verdiğinize göre, korktunuz benden. İnsan birinden korkuyorsa, onu küçük göremez. Ayrıca düşünün ki, saygı duyuyordum size, hatta şu dakikaya kadar! Hem neden korkuyorsunuz benden, şu anda asıl amacınız nedir, biliyor musunuz? Beni sizden çok sevip sevmediğini kendiniz gelip görmek istediniz, çünkü çok kıskanıyorsunuz...
Neredeyse mırıldandı Aglaya:
— Bana sizden nefret ettiğini söyledi zaten...
— Olabilir. Belki nefret etmesine değmem bile; yalnız... yalnız, sanırım yalan söylüyorsunuz! Benden nefret edemez o... böyle bir şey de söylemiş olamaz! Bununla birlikte, durumunuzu göz önüne alarak... her şeyinizi bağışlayabilirim. Şu da var, sizin hakkınızda hep iyi şeyler düşünüyordum. Daha zeki, hatta Tanrı biliyor ya, daha güzel olduğunuzu sanıyordum!.. Neyse, alın sizin olsun hazineniz... Görüyor musunuz, size bakıyor, kendinde değil, alın sizin olsun, ama bir koşulla: Hemen alın götürün onu buradan! Hemen şu anda!
Koltuğa çöktü, gözyaşları boşaldı. Ama birden yeni bir şey parladı bakışında. Israrla, gözlerini kırpmadan bakmaya başladı Aglaya'nın yüzüne. Yerinden kalktı.
— Peki, istiyor musun, şu anda... em-re-de-yim, duyuyor musun beni? Yalnızca em-re-de-yim, hemen bıraksın seni, bir daha ayrılmamak üzere bana gelsin, evlensin benimle, sen de evine yalnız dön? Söyle, istiyor musun, bunu istiyor musun?
Nastasya Filippovna çıldırmış gibi bağırıyordu. Belki de o anda bunları kendisinin söylediğine neredeyse inanamıyordu bile.
Aglaya dehşet içinde kapıya koştu, ama kapıda birden çakılmış gibi durdu, Nastasya Filippovna'nın söylediklerini dinlemeye başladı:
— İster misin, Rogojin'ini de kovayım? Senin keyfin olsun diye Rogojin'le evlendiğimi sanıyordun, değil mi? İşte şimdi senin yanında "Git Rogojin!" diye haykıracağım, prense, "Bana ne söz verdiğini hatırlıyor musun?" diye soracağım! Tanrım! Neden bunların karşısında böylesine küçük düşürdüm kendimi? Prens, başıma ne gelirse gelsin, beni hiçbir zaman bırakmayacağına söz veren sen değil miydin? Beni seveceğini, ne yaparsam yapayım bana saygı... duyacağını? Evet, bunu da söyledin sen! Ve sırf özgür bırakmak için kaçtım senden... Ama şimdi bir kez daha yapmak istemiyorum bunu! Neden hafif bir kadınmışım gibi konuştu benimle bu kız? Hafif bir kadın mıyım ben, sor Rogojin'e, söyleyecektir sana! Bu kız beni, hem de senin yanında böylesine aşağıladıktan sonra bana arkanı döneceksin, onu koluna takıp götüreceksin ha? Bir tek sana bu kadar inanmışken bunu yapacaksın bana ha? Lanet olsun! (Kendinde değilmiş gibi bağırdı:) Sen git Rogojin! (Konuşmakta güçlük çekiyordu. Yüzü çarpılmış, dudakları kurumuştu. Bağırıp çağırmasına kendisinin de inanmadığı belliydi. Ama bir dakika daha olsun kendini aldatmayı sürdürmeyi istediği de belliydi. Öylesine şiddetli bir patlamaydı ki bu, belki oracıkta düşüp ölebilirdi de... En azından prense öyle geliyordu! Kolunu uzatıp prensi göstererek bağırdı Aglaya'ya:) İşte o, bak! Şu anda yanıma gelmezse, seni terk edip beni buradan götürmezse, al senin olsun, izin veriyorum, ben istemiyorum onu artık...
Nastasya Filippovna da, Aglaya da durmuş bekliyordu. İkisi de aklını yitirmiş gibi prense bakıyordu. Ne var ki prens bu meydan okumanın ne denli güçlü bir meydan okuma olduğunun farkında değil gibiydi. Belki gerçekten farkında değildi. Şimdi karşısında bir zamanlar Aglaya'ya sözünü ettiği "görüntüsü yüreğini dağlayan" umutsuz, çılgın o yüzü görüyordu yalnızca. Fazlasına dayanamadı, Nastasya Filippovna'yı göstererek, yalvarma ve sitem dolu bakışını Aglaya'ya çevirdi:
— Olamaz! dedi. Aklı başında... değil!
Aglaya'nın korkunç bakışı karşısında donup kaldığı için yalnızca bu kadar söyleyebilmişti. Bu bakışta öylesine büyük bir acı ve aynı zamanda sınırsız bir nefret vardı ki, ellerini çırparak bir çığlık atıp ona doğru koştu prens, ama çok geçti artık! Aglaya onun bir anlık duraksamasına bile dayanamamış, yüzünü elleriyle kapayıp "Aman Tanrım!" diye haykırarak kendini odadan dışarı atmıştı. Arkasından ona sokak kapısının sürgüsünü açmak için Rogojin koştu. Prens de koşacak oldu, ama kapının eşiğinde arkadan iki kol sarıldı ona. Nastasya Filippovna ölgün, çarpılmış bir yüzle dosdoğru onun gözlerinin içine bakıyordu. Morarmış dudaklarından şu sözcükler döküldü:
— Onun peşinden mi gidiyorsun? Onun peşinden ha?
Kendini kaybedip prensin kollarına yığıldı. Prens yakalayıp odaya götürdü onu, koltuğa oturttu, ne yapacağını bilemez bir durumda başında beklemeye başladı. Masada su dolu bir bardak vardı. Odaya dönen Rogojin bardağı kapıp Nastasya Filippovna'nın yüzüne serpti, gözlerini açtı Nastasya Filippovna, bir süre ne olup bittiğini anlayamadı, ama sonra birden çevresine bakındı, ürperdi, bir çığlık atıp prense doğru atıldı.
— Benimsin! Benimsin! diye bağırdı. Kendini beğenmiş küçük hanım gitti mi? (Kriz geçiriyor gibi kahkahalar atmaya başladı:) Ha-ha-ha! Küçük hanıma bırakacaktım onu ha! Peki ama, neden? Ne akılla? Deliyim ben! Deli!.. Defol buradan Rogojin... ha-ha-ha!
Rogojin gözlerini kırpmadan bir süre baktı onlara, bir şey söylemeden şapkasını alıp çıktı. On dakika sonra prens Nastasya Filippovna'nın yanında oturuyor, gözlerini ayırmadan gözlerinin içine bakıyor, küçük bir bebeği sever gibi, iki eliyle başını, yanaklarını okşuyordu. Nastasya Filippovna kahkahalar attıkça o da kahkahalar atıyordu. Gözyaşı döktüğünde ağlamaya hazırdı. Susuyor, Nastasya Filippovna'nın kopuk kopuk, karışık, heyecanlı konuşmasını dinliyordu. Onun söylediklerinden bir şey anladığı kuşkuluydu, ama sakin sakin gülümsüyordu. Nastasya Filippovna tekrar üzülmeye veya ağlamaya, sitemler etmeye veya yakınmaya başlayacak gibi olduğunda hemen bir bebekmiş gibi onu avutmaya, yatıştırmaya çalışıyor, başını okşamaya, ellerini yanaklarında yumuşakça dolaştırmaya başlıyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top