VIII


VIII

— Baylar, diye başladı prens, sizleri beklemiyordum. Bu güne kadar hastaydım, (Antip Burdovskiy'e döndü.) sizin işinize bundan bir ay önce Gavrila Ardalionoviç İvolgin'i görevlendirmiş, bunu da size bildirmiştim. Bununla birlikte, size bizzat açıklama yapmaktan da kaçınmıyorum, ama kabul edersiniz ki, şu anda... Fazla uzun sürmeyecekse, bitişik odaya geçsek iyi olacak... Şu anda dostlarım var yanımda ve inanın...

Lebedev'in yeğeni akıl verir bir tavırla, ama sesini pek yükseltmeden birden kesti prensin sözün:

— Dostlarınız... evet, çok konuğunuz var, öyle olsa da, izninizle şunu söyleyeyim, bize daha saygılı davranabilirdiniz... uşak odanızda iki saat beklemek zorunda bırakmayabilirdiniz bizi...

Büyük bir heyecanla ansızın Antip Burdovskiy girdi araya:

— Hem elbette... hem ben... prense göre bir şey sizin bu yaptığınız! Ayrıca bu... belki generalsinizdir de! Ama bilesiniz ki, uşağınız değilim ben sizin! Hem ben, ben...

Dudakları titriyordu, sesinde gücenik bir kırılganlık vardı. Ağzında bir yırtık veya delik varmış gibi tükürükler saçarak konuşuyordu. Sonra birden telaşlandı, öyle çabuk konuşmaya başladı ki, söylediği on sözcükten sonrası anlaşılmaz olmuştu.

İppolit çatlak, tiz sesiyle haykırdı:

— Evet, prenslere yakışır bir davranış sizin bu yaptığınız!

Boksör homurdandı:

— Bunu bana yapacaktı ki... yani doğrudan bana yapmış olsaydı bunu... benim gibi soylu, onurlu birine... diyeceğim, Burdovskiy'in yerinde... ben olsaydım...

— Baylar, diye tekrarladı prens, burada olduğunuzu bir dakika önce duydum, yemin ederim...

Lebedev'in yeğeni tekrar girdi araya:

— Dostlarınızdan korktuğumuz yok bizim, kim olurlarsa olsunlar... Çünkü bizim de haklarımız var...

İppolit tekrar haykırdı çatlak, tiz sesiyle:

— İzninizle sorabilir miyim size, (ama bu kez aşırı derecede sinirliydi) Burdovskiy'in işini dostlarınızın kararına bırakmaya hakkınız var mıydı? Bakalım biz bu konuda dostlarınızın karar vermesini istiyor muyuz? Onların ne karar verecekleri apaçık ortada zaten!..

Konuşmanın böyle başlamasına çok şaşıran prens sonunda bir fırsatını bulup,

— Bay Burdovskiy, dedi, burada konuşmak istemiyorsanız tekrar söylüyorum, yan odaya geçelim, bir kez daha söylüyorum size, burada olduğunuzu yeni öğrendim...

Burdovskiy garip, ürkek bakışlarını çevresinde dolaştırarak (bu arada ürkekliği ile tuhaflığı arttıkça heyecanı da artıyordu), birden kekelemeye başladı:

— Ama hakkınız yok buna, hakkınız yok, hakkınız yok!.. Dostlarınız... İşte!.. Hiç hakkınız yok!

Böyle dedikten sonra öne doğru eğilip, biri sözünü kesmiş gibi birden sustu, miyop, aşırı patlak, kanlı gözlerini sorar gibi prensin yüzüne dikti. Bu kez prens o kadar şaşırmıştı ki, kendi de susmuş, gözlerini iri iri açıp, bir şey söylemeden ona bakmaya başlamıştı.

Birden seslendi ona Lizaveta Prokofyevna:

— Lev Nikolayeviç! Al şunu oku, hemen şimdi oku, hemen şimdi, doğrudan senin işinle ilgili.

Haftalık bir mizah gazetesini uzatmıştı ona, parmağıyla bir yazıyı gösteriyordu. Gençler içeri girdiklerinde Lebedev ilgisini çekmeye çalıştığı Lizaveta Prokofyevna'nın yanına sokulmuş, yan cebinden çıkardığı bu gazeteyi bir şey söylemeden, kalemle işaretli yazıyı göstererek hemen önüne bırakmıştı. Okuduğu bu yazı çok heyecanlandırmıştı Lizaveta Prokofyevna'yı.

Şaşırdı prens,

— Ama sessiz okusak daha iyi olmaz mı? diye mırıldandı. Yüksek sesle okumasak daha iyi olmaz mı? Yalnızken okurum... sonra...

Prens elini uzatmış, tam gazeteyi alıyordu ki, Lizaveta Prokofyevna sabırsızca çekti gazeteyi, sonra Kolya'ya döndü.

— İyisi mi sen oku, dedi. Hemen şimdi oku. Herkesin duyacağı kadar yüksek sesle oku.

Lizaveta Prokofyevna çabuk etki altında kalan, heyecanlı bir kadındı. Öyle ki açık denizde havanın nasıl olduğuna bakmadan, uzun uzadıya düşünmeden bir anda demir alır, limandan çıkardı... İvan Fyodoroviç huzursuzca şöyle bir kıpırdadı oturduğu yerde. İlk anda herkes ister istemez durmuş, merak içinde beklemeye başlamıştı. Gazeteyi açtı Kolya, hemen yanına gelen Lebedev'in gösterdiği yazıyı yüksek sesle okumaya başladı:

"Proleterler ve evlatları, günlük ve her günkü soygunlardan küçük örnekler! Gelişim! Reform! Adalet!

Kutsal dediğimiz Rusya'mızda şimdilerde tuhaf şeyler olmakta; hem de reformlar, toplumcu uzlaşmalar çağında, ulusalcılık ve yurtdışına her yıl milyonlarca mal gönderdiğimiz yüzyılımızda, sanayinin teşvik edildiği, işçi ellerinin felç olduğu vb. vb... hepsini saymanın olanağı yok baylar. Olanların hepsini saymak olanaksız olduğuna göre, hemen konuya girelim. Geçmişte kalan "soylu toprak sahipliği" devrinin (de profundis)beylerinden, dedeleri her şeyini rulette kaybetmiş, babaları askeri okullarda okumuş, orduda teğmenlik yapmak zorunda kalmış, genellikle masum bir yolsuzluk nedeniyle düştükleri cezaevinde ölmüş, evlatları da, öykümüzün kahramanı gibi ya bir budala olarak büyümüş ya da bir cinayete karışmış, sonra jürice öğütler verilerek temize çıkarılmış ve en sonunda toplumu şaşırtan bir olaya karışmış, çağımızın yüz karası olmuş evlatlarından birinin başından çok ilginç bir olay geçti. Sözünü ettiğimiz soylu evlat altı ay önce, ayağında yabancı malı potinler, sırtında astarsız bir pardösü, budalalık tedavisi gördüğü (evet, tam öyle!) İsviçre'den tir tir titreyerek Rusya'ya döndü. Bu arada şunu da belirtmek gerekir, yine de şansı vardı. İsviçre'de tedavi gördüğü ilginç hastalığının yanında (peki ama, budalalığın tedavisi olabilir miymiş, düşünebiliyor musunuz böyle bir şeyi?!!) 'malum insanların bahtı açıktır' Rus atasözünü doğrulayarak, Rusya'ya olan büyük bağlılığını da göstermeyi başarmıştı... Düşünebiliyor musunuz? Yüzbaşı olduğu söylenen babası bölüğün tüm parasını kumarda kaybettikten sonra, belki de erlerden birini kırbaçlarken biraz fazla kaçırdığı için (o zamanları hatırlayın baylar!) yargılanırken öldüğünde daha süt çocuğu olan prensimizi Rusya'nın varlıklı soylularından biri yanına almış. Bu varlıklı Rus toprak sahibinin (adını P. diyelim) o altın zamanlarda toprağa bağlı dört bin kölesi varmış. (Toprağa bağlı köle! Bunun ne anlama geldiğini biliyor musunuz baylar? Ben bilmiyorum. Bir Rusça sözlüğe bakmak gerekir: 'Rivayet yeni, ama inanılması zor') Bu büyük toprak sahibi anlaşılan, bomboş ömrünü yurtdışında, yazları kaplıcalarda, kışları büyük paralar bıraktıkları Paris'in Château de Fleurs'ünde geçiren, yan gelip yatmaya alışık Rus asalaklardan biri olmalıydı. Şunu kesinlikle söyleyebiliriz: Toprağı ve köleleri için ödemesi gereken yıllık verginin en azından üçte birini Paris'in Château de Fleurs'ünün patronuna (ne şans-lı adammış o patron!) bırakıyordu. Her neyse... Dünyayı umursamayan büyük toprak sahibi P. yanına aldığı kimsesiz küçük soylu çocuğunu tam bir prens gibi yetiştirmiş. Ona Paris'ten mürebbiler, mürebbiyeler (kuşkusuz en güzellerinden) getirtmiş. Ne var ki küçük soylu çocuk her soylu çocuğu gibi bir budalaymış. Château de Fleurs'den gelen öğretmenlerin bir yararı olmamış ona. Öyle ki bizim soylu prens yavrusu yirmi yaşına kadar, Rusça da dahil hiçbir dilde konuşmayı öğrenememiş. Aslında Rusçayı öğrenememiş olması bağışlanabilir de hani. Sonunda Rus toprak sahibi P.'nin aklında ilginç bir düşünce, budalanın İsviçre'de akıllandırılabileceği düşüncesi yer etti. Doğrusu mantıklı bir düşünceydi de bu. Öyle ya, asalak bir toprak sahibinin parayla pazardan alınır gibi akıl bile satın alınabileceğini düşünmesi son derece doğaldır. Hele İsviçre'de çok daha kolay... Prensimiz İsviçre' de ünlü bir profesörün yanında beş yıl tedavi gördü, binlerce ruble harcandı... Anlaşılacağı gibi, budala akıllanmadı, ama söylenenlere bakılırsa, yine de yarım yamalak insana benzemiş. Derken günün birinde P. ansızın öldü. Vasiyetname falan bırakmamıştı kuşkusuz. Her zaman olduğu gibi, miras işleri karmakarışık bir durum aldı. İsviçre'de kalıtımsal budalalığından tedavi gören budala soylu çocuğunu akıllarının ucundan geçirmeyen bir sürü açgözlü varis çıktı ortaya. Soylu çocuk budala olmasına budaladır ama, velinimetinin öldüğünü profesöründen gizleyip para vermeden iki yıl daha tedavi görür orada. Aslında profesör de tam bir şarlatandır. Sonunda para alamayacağından korktuğu, ayrıca daha çok da yirmi beş yaşında asalak hastasının iştahından yıldığı için, hastasının ayağına kendisinin eski potinlerini, sırtına eski püskü pardösüsünü giydirdiği gibi, hayrına cebine biraz da para koydu, üçüncü mevki tren biletini de alıp nach Russland, hoşça kal İsviçre, savdı onu başından! Talih kahramanımıza arkasını döndü diye düşünülebilir tabii. Ama hiç öyle olmadı efendim: Krılov'un kupkuru tarlanın üzerinden geçip suyunu okyanusa boşaltan Bulut'u gibi, talih de birçok bölgeyi açlıktan kırıp geçirirken bu kez bütün nimetini bu aristokrat çocuğun üzerine boşaltı. İsviçre'den Petersburg'a geldikten kısa bir süre sonra annesinin akrabalarından (büyük tüccar olsa gerek) biri Moskova'da öldü. Hiç evlenmemiş, çocuksuz, yalnız yaşayan, dinde ayrılıkçı bu zengin yaşlı tüccar arkasında temiz birkaç milyon (ah sizinle bizde olacak ki bu para, okuyucum!) bıraktı. Bu para bizim İsviçre'de budalalık tedavisi görmüş barona kaldı. İşte ondan sonra da işin rengi değişiverdi. Birinin kapatması güzel, ünlü bir yosmaya tutulan bizim potinli baronun çevresini çok geçmeden kalabalık bir dost, arkadaş kalabalığı sardı. Bir o kadar da akraba çıktı ortaya, daha çok da onunla evlenmek için can atan bir sürü soylu genç kız... Daha ne isteyebilirlerdi kızlar: Soylu bir aileden geliyordu, milyonerdi, budalaydı... Kadınların aradığı her özellik vardı onda, böyle kocayı mumla arasan bulamazsın... sipariş versen yaptıramazsın!.."

İvan Fyodoroviç büyük bir öfkeyle,

— Bu kadarını... bu kadarını anlayamıyorum artık! diye bağırdı.

Prens, yalvarmaklı bir sesle,

— Kesin artık Kolya! diye haykırdı.

Salonun her yanından sesler yükseldi.

Lizaveta Prokofyevna (kendini tutmaya çalıştığı belliydi) araya girdi.

— Okumaya devam et! Kim ne derse desin, okumaya devam et! Prens! Okumayı keserlerse bozuşuruz...

Yapılabilecek bir şey yoktu. Heyecanlı, yüzü kıpkırmızı, okumayı sürdürdü Kolya:

"Bu arada birden milyoner oluveren kahramanımız bulutların üzerinde uçarken ansızın çok tuhaf bir şey oldu. Güzel bir günün sabahı sakin, ciddi yüzlü, kibar tavırlı, pek ağırbaşlı, temiz ve sade giyimli, ilerici düşünceleri olduğu belli biri geldi evine, ziyaretinin nedenini birkaç sözcükle kısaca açıkladı: Ünlü bir avukattı ve kendisine yetki veren bir gencin adına onunla görüşmeye gelmişti. Bu genç başka bir soyadı taşıyor olsa da, öyle veya böyle, ölen P.'nin oğluymuş. Kadınlara pek düşkün biri olan P. gençliğinde evinde hizmetçilik eden dürüst, yoksul, ama Avrupa'da öğrenim görmüş bir kızcağızı baştan çıkarmış (kuşkusuz, artık devri kapanmış olan toprak sahipliği hukukunun da bir ölçüde etkisi olmuştu bunda), ne var ki bu ilişkisinin yakın ve kaçınılmaz sonucunu fark edince kızı öteden beri onda gözü olan kişilik sahibi, dürüst bir çalışanıyla hemen evlendirivermiş. Başlangıçta yeni evlilere yardım ediyormuş. Ne var ki kızın kişilik sahibi, dürüst kocası bir süre sonra onun yardımını kabul etmez olmuş. Aradan biraz zaman geçtikten sonra P. kızı da, onunla ilişkisinden olan oğlunu da unutup gitmiş. Daha sonra da bilindiği gibi P. mirası konusunda herhangi bir düzenleme yapmadan ansızın öldü. Bu arada resmen evli bir çiftin çocuğu olarak dünyaya gelen bizim küçük, gerçek babasınınkinden başka bir soyadı taşıyarak büyüdü. Annesinin kişilik sahibi, dürüst, onu evlat edinmiş kocasının bir süre sonra ölmesi üzerine, hasta, kötürüm annesiyle bir başına kalan çocuk çok zor günler yaşamaya başladı. Başkentte gece gündüz çalışarak, tüccar çocuklarına ders vererek kazandığı kısıtlı paranın büyük bölümünü uzak illerden birinde yaşayan kötürüm annesine yolluyordu. Kazandığı paranın kendisine kalan kadarıyla önce liseyi bitirdi, sonra üniversitede amacına ulaşmasına yardımcı olabilecek bazı dersleri izlemeyi başardı. Gelgelelim, Rus tüccarların ders saati başına verdiği üç beş kapik nedir ki? Kötürüm annesinin ölümünden sonra bile parasal durumu hemen hiç düzelmedi. Şimdi sorun şuydu: Bizim küçük baron ne yapmalıydı? Sevgili okuyucular, herhalde siz onun şöyle düşündüğünü sanıyorsunuzdur: 'P. ömrü boyunca bana baktı, eğitimime, öğretmenlerime, İsviçre'de budalalık hastalığım için tedaviye dünyanın parasını akıttı. Şimdi bir milyonerim ben, gerçek oğlunun varlığıyla uzaktan yakından ilgilenmeyen P.'nin dürüst oğlu duygusuz babasının yaptıklarında hiçbir suçu yokken, onun bunun çocuğuna ders vererek yokluk içinde yaşıyor. Oysa P.'nin benim için harcadığı onca para aslında onundu, ona kalacaktı. Benim için harcanan bu büyük paralar gerçekte benim değil. Kör talihin yaptığı bir yanlışlıktır bu, o kadar... Hepsi P.'nin oğlunun olmalıydı. Onun için harcanmalıydı, benim için değil... Düşüncesiz, uçarı P.'nin geçici heveslerinin bir sonucuydu o... Ben dürüst, hak tanır, ince düşünen biri olsam bana kalan bu mirasın yarısını ona verirdim. Ama önce hesabını kitabını bilen bir insan olduğum ve burada yasal bir zorunluluğumun olmadığını bildiğim için milyonlarımın yarısını ona vermeyeceğim. Gelgelelim, P.'nin budalalığımın tedavisi için harcadığı onlarca bin rubleyi onun oğluna iade etmemem benim için en azından utanmazca, alçakça (bu arada bunun hesap kitap işi olduğunu unutuyordu beyefendi) bir davranış olacaktır. Burada yalnızca vicdan ve hak tanırlıktır söz konusu olan! Peki, P. yanına almamış olsaydı beni, benim yerime oğluyla ilgilenseydi şu anda ne durumda olacaktım?'

Ama hayır baylar! Bizim soylu evlatlar böyle düşünmez. Genç adamın neredeyse istememesine karşın, bu görevi yalnızca dostluk adına üstlenen avukatı, müvekkilini ona ne kadar anlattıysa, ona onurdan, sorumluluktan, dürüstlükten, hak tanırlılıktan, hatta basitçe hesap kitaptan ne kadar söz ettiyse de İsviçre'de eğitim görmüş budala dediğinden dönmedi. Elden ne gelirdi? Bu bir şey değildi daha. Gerçekten bağışlanamayacak, hiçbir hastalıktan ötürü hoş görülemeyecek bir şey daha vardı: İsviçreli profesörün potinlerini ayağından yeni çıkarmış milyonerimiz, tüccar çocuklarına ders verirken büyük sıkıntılar çeken kişilik sahibi, dürüst bu gencin adına ondan sadaka dilenmek veya yardım istemek için gelmediğinin, hatta hukuksal da olsa, bir iddiası bulunmadığının, yalnızca dostuna yardım etmeye çalıştığının farkına bile varmamıştı. Hiçbir ceza görme korkusu olmadan milyonlarından büyük haz duyarak insanları ezmek olanağını elde etmiş olan bizim torun ellilik bir banknot çıkarıyor ve sadaka gibi, soylu, kişilik sahibi gence göndermeye kalkışıyor küstahça... İnanmadınız, değil mi baylar? Şaşırdınız, gururunuza dokundu, nefretle bağırıyorsunuz, değil mi? Ne var ki yaptı bunu! Yolladığı para kendisine iade edildi kuşkusuz, daha doğrusu yüzüne fırlatıldı. Peki, bu sorunu çözmek için geriye ne kalıyordu? Hukuk yolu tıkalı olduğuna göre, durumun topluma açıklanması kalıyordu! Biz de doğruluğuna kefil olduğumuz bu olayı halkın bilgisine sunmaya karar verdik. Duyduğumuza göre, ünlü bir mizah yazarımız bu olayla ilgili, nasıl insanlar olduğumuz üzerine, yalnızca taşra illerinde değil, başkent dergilerinde bile yer alabilecek nefis bir taşlama yazmış.

Şneyder'in paltosu sırtında,

Tam beş yıl oyalandı durdu Lyova

Sıradan, sıkıcı işlerle,

Doldurdu günlerini.

Ayağına dar gelen potinlerle dönünce,

Milyonluk bir mirasa kondu,

Tanrı'ya dualar etti Rusça,

Ama yine de soydu öğrencileri."

Kolya okumayı bitirince gazeteyi hemen prense verdi ve bir şey söylemeden çabuk adımlarla odanın köşesine yürüdü, iyice köşeye girip ellerini yüzüne kapadı. Dayanılmaz bir utanç duyuyordu. Böylesi çirkeflere alışık olmayan çocuk ruhu aşırı derecede etkilenmiş, altüst olmuştu. Olağanüstü bir şey olmuş, her şey bir anda parçalanmış, mektubu yüksek sesle okumakla buna biraz da kendisi neden olmuş gibi geliyordu ona.

Ne var ki hemen herkesin buna benzer bir şeyler düşündüğü belliydi.

Kızlar çok rahatsız olmuş, utanıyorlardı. Lizaveta Prokofyevna büyük öfkesini bastırmaya çalışıyor, bu işe karıştığı için belki de acı bir pişmanlık duyuyor, susuyordu. Prens ise, aşırı utangaç insanlarda böyle durumlarda çoğu zaman görüldüğü gibi, başkalarının yaptıkları için utanıyordu. Konukları adına öylesine utanmıştı ki, bir süre korkmuştu başını kaldırıp onlara bakmaya. Ptitsın, Varvara, Gavrila, hatta Lebedev sanki biraz mahcup görünüyordu. En tuhafı da İppolit ile "Pavlişçev'in oğlu"nun bir nedenle şaşırmış gibi durmalarıydı. Lebedev'in yeğeninin de durumdan hoşnut olmadığı belliydi. Yalnızca boksör, mağrur bakışını hafifçe önüne indirmiş (ama utandığından değil, tersine, sanki soylu alçakgönüllülüğünden ve aşırı derecede açık olan üstünlüğünden yapıyordu bunu), bıyıklarını burarak, son derece sakin oturuyordu. Okunan yazıdan pek çok hoşlandığı belliydi.

İvan Fyodoroviç alçak sesle söylendi:

— Ne biçim şeydir bu?.. Sanki bir şey yazmış olmak için elli uşak toplanmış, kafa kafaya verip bir şeyler karalamış.

İppolit titreyerek girdi araya:

— İ... izninizle sorabilir miyim sayın bayım, böyle şeyler söyleyerek ne hakla rencide edebiliyorsunuz insanları?

— Bu, bu soylu bir insan için... açıkça hakarettir general! diye atıldı boksör. Nedense o da titremeye başlamıştı, bir yandan da bıyıklarını burmayı sürdürüyor, omuzlarını, bütün bedenini oynatıyordu.

İvan Fyodoroviç sert bir tavırla yükseltti sesini:

— Önce "sayın bay"ınız değilim ben sizin. Sonra herhangi bir açıklama yapmak niyetinde de değilim size.

Öfkelenmeye başlamıştı. Ayağa kalktı, bir şey söylemeden verandanın çıkışına yürüdü, arkası içeridekilere dönük, merdivenin en üst basamağında durdu. Böyle bir anda bile yerinden kıpırdamayı düşünmeyen Lizaveta Prokofyevna'ya karşı içinde büyük bir öfke vardı.

Prens heyecanlı, üzgün, haykırdı:

— Baylar, baylar, bir şey söylememe izin verin... Gelin sakin olalım, birbirimizi anlayabileceğimiz gibi konuşalım. Bu yazı için söyleyecek fazla bir şeyim yok baylar. Yalnız yazılanların hepsi yanlış, dahası ayıp; bunu kendiniz de bildiğiniz için söylüyorum. Bunu yazan içinizden biriyse, gerçekten çok şaşırırım.

İppolit,

— Şu dakikaya kadar bu yazıdan hiç haberim yoktu, dedi. Ben doğru bulmuyorum bu yazıyı.

Lebedev'in yeğeni ekledi:

— Gerçi böyle bir yazının olduğunu biliyordum ama... Onun gazeteye verilmesini ben de istemiyordum. Zamanı gelmemişti çünkü...

"Pavlişçev'in oğlu" mırıldandı:

— Ben biliyordum, ama şuna da hakkım var ki... ben...

Prens merakla Burdovskiy'in yüzüne bakarak,

— Demek öyle? Demek siz yazdınız bütün bunları? diye sordu. Olacak şey değil!

Lebedev'in yeğeni söze karıştı:

— Bal gibi olabilir, ancak böyle sorular sormaya hakkınızın olmadığını düşünüyorum.

— Yalnızca Bay Burdovskiy'in bunu yapabilmiş olması şaşırttı beni... Ama... şunu sormak isterdim size, bu yazıyı gazeteye verdiğinize göre, demin konuklarıma bundan söz etmeme neden gücendiniz?

Lizaveta Prokofyevna canı sıkkın, mırıldandı:

— Nihayet!

Lebedev sandalyelerin arasından çabucak geçip, neredeyse sıtma nöbetine tutulmuş gibi, sabırsızca karıştı:

— Hatta unuttunuz prens hazretleri, unuttunuz efendim, onların içeri alınmalarına, burada konuşmalarına yüce gönüllüğünüzden, sınırsız iyi yürekliliğinizden izin verdiğinizi unuttunuz değerli prensimiz. Ayrıca sizden bir şey talep etmeye haklarının olmadığını, hem sonra bu işi yine bütün iyi niyetinizle Gavrila Ardalionoviç'e havale ettiğinizi de unutuyorsunuz. Şimdi ise, çok değerli prensimiz, saygıdeğer konuklarınızın yanında bu insanların ileri geri konuşmalarına izin vermeyebilir, bu beyleri, nasıl diyeyim, hemen şimdi kapı dışarı ettirebilirdiniz... ki ben de ev sahibi olarak büyük bir zevkle yapardım bunu efendim...

Odanın derinliklerinden General İvolgin gürledi birden:

— Çok da iyi ederdiniz!

Prens,

— Tamam Lebedev, tamam, yeter... diye başlayacak oldu.

Ama nefret dolu haykırışlar arasında sesi duyulmadı.

Lebedev'in yeğeni neredeyse bağırarak bastırdı bütün sesleri:

— Hayır, bağışlayın prens, bağışlayın ama, yetmez!.. Burada olayın olanca açıklığıyla ortaya konulması gerekiyor. Çünkü durumun anlaşılamadığının farkındayım. Hukuksal birtakım haklardan söz ediyorlar ve bu yolla kapı dışarı etmekle gözdağı vererek bizleri sindirmeye çalışıyorlar. Prens, siz bizi hukuk yoluyla bir şey elde edemeyeceğimizi, hukuk yoluna başvuracak olursak, yasal olarak sizden tek kapik talep edemeyeceğimizi bilmeyecek kadar saf mı sanıyorsunuz? Evet, burada yasal olarak bir alacağımızın olamayacağını bilmekle birlikte, insani, doğal bir hakkımızın olduğunu da bilmekteyiz. Doğrusunu isterseniz, bizim bu hakkımız insanoğlunun o çürümüş yasa kitaplarının hiçbirinde yer almıyor olsa da, bir sağduyu ve vicdan sorunudur. Yani sağduyu sahibi her insan yasalarda ne yazarsa yazsın, dürüst ve soylu olmak zorundadır. İşte bu yüzden, (demin dedikleri gibi) bizi kapı dışarı edeceklerinden korkmadan, rica etmek için değil, talep etmek için geldik buraya. Üstelik bu geç saatte (gerçi geç gelmemiştik, siz uşak odasında beklettiniz bizi) gelmekle kabalık etmiş olacağımızdan da hiç çekinmedik, çünkü sizin sağduyulu, yani onurlu, vicdanlı bir insan olduğunuzu düşünüyorduk. Evet, doğrudur, biraz gürültülü girdik yanınıza. Dalkavuklarınız, çanak yalayıcılarınız gibi süklüm püklüm değil, özgür insanlar gibi başımız dik ve kesinlikle ricada bulunmak amacıyla değil, gururlu, özgür insanlar gibi talepte bulunmak için (duyuyor musunuz, rica etmek değil, talep etmek için, buna dikkatinizi çekerim!) geldik. Gururumuzla ve açıkça soruyoruz size: Burdovskiy olayında haklı olduğunuzu mu düşünüyorsunuz? Pavlişçev'in size büyük iyiliklerinin dokunduğunu, hatta sizi ölümden kurtardığını kabul ediyor musunuz? Kabul ediyorsanız (ki apaçık bir şeydir bu), vicdan sahibi bir insan olarak, şimdi milyonlara konmuşken, Burdovskiy soyadını taşısa da, Pavlişçev'in şu anda yoksul olan oğluna yardım etmeyi düşünüyor musunuz, düşünmüyor musunuz? Evet veya hayır! Evet diyorsanız, başka bir deyişle, sizin dilinizde onur ve vicdan denen şeyler varsa (bizler ise sağduyu diyoruz buna), o durumda istediğimizi yapın ve konu kapansın. Bizden herhangi bir yakarma veya teşekkür beklemeden yapın bunu, böyle şeyler beklemeyin bizden, çünkü bizim için yapmayacaksınız bunu, hak tanırlık adına yapacaksınız... Dediğimizi yapmaz, yani hayır derseniz hemen kalkıp gideceğiz ve konu kapanacak. Ama ondan önce, konuklarınızın yanında yüzünüze karşı kaba düşünceli, dar görüşlü biri olduğunuzu, bundan böyle kendinizi dürüst ve onurlu bir insan sayamayacağınızı, bu hakkı çok ucuza kazanmaya hakkınızın olamadığını haykıracağız. Benim söyleyeceklerim bu kadar. Bir soru sordum size. Cesaretiniz varsa şimdi kapı dışarı edin bizi. Bunu yapabilirsiniz, gücünüz var buna. Ama yine de şunu unutmayın, talep ediyoruz sizden, yalvarmıyoruz...

Konuşması sırasında büyük bir heyecanla konuşan Lebedev'in yeğeni sonunda sustu.

Burdovskiy,

— Talep ediyoruz, talep ediyoruz, talep ediyoruz, yalvarmıyoruz!.. diye kekeledi.

Lebedev'in yeğeninin konuşmasından sonra odada bir hareketlenme oldu. Sıtma nöbetine tutulmuş gibi titreyen Lebedev dışında kimsenin olaya karışmak istemediği belli olsa da homurdananlar bile vardı. (Tuhaftır, prensten yana olduğu besbelli Lebedev, yeğeninin konuşmasından sonra şimdi ailesiyle gurur duyuyormuş gibiydi; en azından şimdi bir parça hoşnut bakıyordu konukların yüzüne.)

Prens oldukça sakin bir tavırla,

— Bence, dedi, bana sorarsanız Bay Doktorenko, şu anda söylediklerinizin yarısında tam anlamıyla haklısınız, hatta yarısından fazlasında bile haklı olduğunuzu kabul edebilirim, ne var ki sözlerinizde bir şeyi atlamamış olsaydınız ben de sizinle aynı fikirde olabilirdim. Neyi atladığınızı size net bir biçimde açıklayacak gücüm de yok, durumum da. Ancak, sözlerinizin tam haklı olabilmesi için bir şeyin eksikliği de kesin... Neyse, şimdi konumuza gelelim: Baylar, söyler misiniz, neden gazeteye verdiniz bu yazıyı? Baştan sona iftira bu yazı, bu yaptığınız alçaklık.

Dört bir yandan sesler yükseldi:

— Bir dakika!..

— Beyefendi!..

— Bu... bu... bu...

İppolit tiz sesini yükseltti:

— Bu yazıyı... bu yazıyı benim de, öbür arkadaşların da onaylamadığını söyledim size! Şu yazdı onu (hemen yanında oturan boksörü gösteriyordu), çok kabaca yazmış, kabul ediyorum, çok yanlışlar var yazıda. Onun gibi ordudan ayrılmışlar hep böyle cahilce yazarlar. Aptaldır, düzenbazın tekidir, kabul ediyorum, her gün yüzüne karşı söylüyorum bunu zaten, ama öyleyken, yine de yarı yarıya haklı bu yazdıklarında: Bir şeyi toplumun bilgisine sunmak herkesin yasal hakkıdır. Bu arada elbette Burdovskiy'in de... Yaptığı saçmalıklara gelince, varsın kendisi versin bunun cevabını. Demin hepimizin adına, konuklarınızı protesto etmem üzerine ise siz değerli bay ve bayanlara şu açıklamayı yapmayı gerekli görüyorum: Tek amacım haklarımızın olduğunu dile getirmekti. Aslında tanıklarımızın olmasını biz de istiyorduk. Demin dışarıda beklerken dördümüz buna karar vermiştik. Konuklarınız kim olursa olsun, hatta isterse hepsi yakın dostunuz olsun, Burdovskiy'in hakkını inkâr edemeyeceklerine göre (çünkü onun bu hakkı matematiksel kesinliktedir), tanıkların dostlarınız olması belki daha bile iyi olmuştur. Böylelikle gerçekler daha iyi anlaşılacaktır.

Lebedev'in yeğeni onayladı İppolit'i:

— Doğru söylüyor, öyle kararlaştırmıştık.

Prens şaşırmıştı.

— Madem bunu istiyordunuz, demin neden hemen öyle bağırıp çağırmaya başladınız? diye sordu.

Lafa karışmak için can atan boksör hoş bir biçimde canlanarak (besbelli konukların arasında bayanların bulunmasından etkilenmişti) söze karıştı:

— Prens, yazı konusunda... her ne kadar, zayıf yaradılışı nedeniyle kendisini her zaman bağışlama alışkanlığım olan hasta arkadaşım şimdi yazımı eleştiriyor olsa da, ne yalan söyleyeyim, gerçekten ben yazdım o yazıyı. Evet, yazdım ve yakın bir dostumun gazetesine verdim, haber olarak bastılar. Bir tek o şiir benim değil. Ünlü bir mizah yazarının eseridir. Yazdığım yazıyı Burdovskiy'e okudum, ama hepsini değil, gazeteye vermek için izin istedim ondan, onay verdi, ama kabul edersiniz ki, onun iznini almadan da yapabilirdim bunu. Bir olayı toplumun bilgisine sunmak genel, soylu ve yararlı bir haktır. Umarım, bunu yadsımayacak kadar ilerici bir insansınızdır prens...

— Bir şeyi yadsıyacak değilim, ama kabul edersiniz ki yazınız...

— Biraz sert mi kaçtı, demek istiyorsunuz? Ama nasıl desem, kabul edersiniz ki, toplum için bir yarar söz konusu burada; hem sonra böylesine önemli bir olayı es geçmek olur muydu? Böylece sonuç suçlular için kötü olacaksa da, toplumun yararı her şeyin önünde gelir. Birtakım yanlışlıklara, yani abartmalara gelince, şunu da kabul etmelisiniz ki, öncülük etmek, amaç ve niyet her şeyden önde gelir. En önemli olan yararlı örnek olmaktır. Ondan sonrasını, yani ayrıntıları, yazımın havasını, haydi mizahi yanını diyelim, sonra irdelemeliyiz kabul edersiniz ki! Ha-ha-ha!

— İyi ama çok yanlış bir yöntem! diye haykırdı prens. Bay Burdovskiy'in isteğini yerine getirmeye yanaşmayacağımı düşünerek gazeteye verdiğinize eminim bu yazıyı. Güya beni korkutacak, damgalayacaktınız. Ama nereden biliyordunuz bunu? Belki yerine getirecektim Bay Burdovskiy'in isteğini? Şu anda herkesin önünde açıkça söylüyorum size, onun isteğini yerine getireceğim.

Boksör yüksek sesle,

— İşte nihayet, kafası çalışan, soylu bir insandan beklenen akıllıca ve soylu bir söz! dedi.

Lizaveta Prokofyevna elinde olmadan haykırdı:

— Aman Tanrım!

— Bu kadarına da dayanılmaz yani! diye söylendi general.

Prens yalvarır gibi,

— İzin verin baylar, izin verin anlatayım... diye başladı. Bay Burdovskiy, size yardım etmeye çalışan vekiliniz Çebarov bundan beş hafta önce gelip Z.'de buldu beni. (Prens birden gülmeye başlayan boksöre döndü.) Bay Keller, yazınızda bu Çebarov'la ilgili çok hoş şeyler yazmışsınız. Gelgelelim, ben hiç hoşlanmadım ondan. Anlattıklarını dinleyince, Çebarov denen o adamın tek düşüncesinin iş olduğunu, açık konuşacak olursak, belki de saflığınızdan yararlanıp sizi bu işin içine sokmaya çalıştığını hemen anladım Bay Burdovskiy.

Burdovskiy heyecanla,

— Böyle konuşmaya hakkınız yok... ben... o kadar basit biri değilim... bu... diye kekeledi.

Lebedev'in yeğeni akıl verir bir tavırla söze karıştı:

— Böyle varsayımlarda bulunmaya hiç hakkınız yok...

— Son derece ayıp bir şey bu! diye cırladı İppolit. Çok aşağılayıcı bir düşünce! Yalan yanlış ve konumuzla ilgisi olmayan şeyler söylüyorsunuz!

Telaşlı bir tavırla özür diledi prens:

— Bağışlayın baylar, bağışlayın... lütfen bağışlayın beni. Birbirimize karşı tam anlamıyla açıkyürekli olmamızın daha doğru olacağını düşündüğüm için böyle söyledim. Çebarov'a Petersburg dışında olduğum için, bu konuyla hemen ilgilenmesini bir dostumdan rica edeceğimi, bundan sizi de haberdar edeceğimi söyledim Bay Burdovskiy. Açıkça söylüyorum size baylar, bu işte bir dalavere var gibi gelmişti bana, özellikle de işin içinde Çebarov olduğu için... (Burdovskiy'in alınmış gibi birtakım hareketler yaptığını, ötekilerin ise heyecanlandığını, homurdanmaya başladıklarını fark edince korkuya kapıldı prens, sesini yükseltip sürdürdü konuşmasını:) Lütfen gücenmeyin baylar! Bu işte bir dalaverenin olduğunu sezinlemem sizinle ilgili değil! Biliyorsunuz, o zaman hiçbirinizi tanımıyordum, kimlerden olduğunuzu da bilmiyordum. Yalnızca Çebarov'u görünce bu kanıya varmıştım. Ortadan konuşuyorum, çünkü... mirası almamdan sonra ne kötü aldattılar beni, bilseydiniz!

Lebedev'in yeğeni alaycı bir tavırla,

— Çok safsınız prens, dedi.

İppolit girdi araya:

— Üstelik hem prens, hem de milyoner! Kendi açınızdan gerçekten iyi niyetli ve temiz kalpli olabilirsiniz, ama kuşkusuz yine de genel kuralların dışına çıkamazsınız.

Prens hemen karşılık verdi:

— Hangi genel kuraldan söz ettiğinizi bilmesem de mümkündür baylar, gayet mümkündür... ne var ki yine aynı şeyi söyleyeceğim, boşuna gücenmeyin bana, yemin ederim, sizi aşağılamak gibi en küçük bir niyetim yok. Gerçekten de, ne oluyor, anlayamıyorum: Size içtenlikle bir şey söylemeye gelmiyor, hemen alınıyorsunuz! Önce "Pavlişçev'in oğlu" diye birisinin olması ve Çebarov'un bana anlattığı gibi, kötü bir durumda bulunması son derece şaşırttı beni. Pavlişçev benim velinimetim ve babamın yakın dostuydu. (Ah Bay Keller, neden babamla ilgili öylesine korkunç bir yalana yer verdiniz yazınızda? Babam ne bölüğün parasını zimmetine geçirmiştir, ne de astlarını aşağılamıştır. Kesinkes biliyorum bunu. Hem sonra böylesine iğrenç bir iftirayı yazarken eliniz hiç mi titremedi?) Pavlişçev için yazdıklarınıza gelince, dayanılacak şeyler değil: Bu son derece soylu, son derece dürüst insan için, bildiğiniz bir gerçeği açıklıyormuşsunuz gibi, kadınlara düşkün biri olduğunu büyük bir cesaretle yazıyorsunuz... oysa o dünyanın en temiz yürekli insanlarından biriydi! Üstelik tanınmış bir bilim adamıydı; pek çok saygın bilim kurumunun üyesiydi ve bilim için çok para harcamıştı. Onun temiz yürekliliğine, yaptığı iyi işlere gelince, evet, bu konuda yazdıklarınız çok doğru; ayrıca o zamanlar benim neredeyse bir budala olduğum, kafamın hiç çalışmadığı (gerçi yine de Rusça konuşabiliyor, anlayabiliyordum) konusunda da doğru şeyler yazmışsınız; ama hatırladığım her şeyi değerlendirebiliyorum şimdi...

Cırlak sesiyle atıldı İppolit:

— İzninizle prens, biraz fazla duygulu konuşmuyor musunuz? Çocuk değiliz biz. Doğrudan konuya gireceğinizi söylüyordunuz, ama unutmayın, saat dokuzu geçiyor.

Hemen suçunu kabul etti prens:

— Bir dakika baylar, bir dakika... İlk anda duyduğum o güvensizlikten sonra yanılmış olabileceğimi, Pavlişçev'in gerçekten de bir oğlunun olabileceğini düşündüm. Ama sonra Pavlişçev'in bu oğlunun böyle kolayca, yani şunu söylemek istiyorum, kendisinin dünyaya nasıl geldiğini herkese rahatlıkla açıklayacağını, en önemlisi de annesini karalayacağını düşününce şaşırdım... Çünkü Çebarov daha o zaman bunları açıklayacağını söyleyerek gözdağı vermişti bana...

— Ne saçmalık! diye haykırdı Lebedev'in yeğeni.

Burdovskiy bağırdı:

— Böyle konuşmaya hakkınız yok sizin... Hakkınız yok!

İppolit cırlak sesiyle atıldı:

— Babasının ahlaksızlığından oğlunu sorumlu tutamazsınız, ayrıca annesinin de bunda bir suçu yoktu...

Prens ürkekçe,

— Öte yandan, ona yardım etmek de istiyordum...

Lebedev'in yeğeni kötü kötü gülümsedi.

— Siz yalnızca saf değil, sanırım saftan da öte bir şeysiniz prens.

İppolit hiç de doğal olmayan cırlak bir sesle haykırdı:

— Ne hakkınız vardı buna!..

Aceleyle cevap verdi prens:

— Yoktu, yoktu! Kabul ediyorum, bunda haklısınız, ama elimde olmadan düşünmüştüm öyle. Hemen arkasından da, kendime kişisel duygularımın bu işte bir etkisinin olmaması gerektiğini söyledim. Çünkü Pavlişçev'e olan duygularım nedeniyle kendimi Bay Burdovskiy'in isteklerini yerine getirmekte zorunlu hissedersem, Bay Burdovskiy'e saygım olsa da, olmasa da aynı şeyi her konuda yapmam gerekirdi. İşte yalnızca bu nedenle baylar, önce, olayın bana olağandışı görünmesinden ve oğlunun annesinin sırrını açığa vurmasından başladım... Sözün kısası, bu nedenle Çebarov'un bir sahtekâr olduğunu, Bay Burdovskiy'i de aldatıp böyle kirli bir işe ortak ettiğini düşündüm.

Her yandan sesler yükseldi. Konukların bazıları sandalyelerinden ayağa bile fırlamışlardı.

— Baylar! Şanssız Bay Burdovskiy'in saf, savunmasız, dolandırıcılara kolay kanıverecek bir insan olabileceğini düşündüğüm için kendisine "Pavlişçev'in oğlu" olarak yardım etmeye karar vermiştim. Böylece hem Çebarov'dan kurtaracaktım onu, hem yakınlığımla, dostluğumla yardımcı olacaktım kendisine, hem de on bin ruble, yani benim hesabıma göre, Pavlişçev'in benim için harcadığı on bin rubleyi ödeyecektim...

— Nasıl! diye haykırdı İppolit. Yalnızca on bin ruble mi?

Lebedev'in yeğeni bağırdı:

— Evet, anlaşılan matematiğiniz çok zayıf prens ya da saf görünmenize karşın, çok kuvvetli...

— On bine razı değilim, dedi Burdovskiy.

Boksör, İppolit'in sandalyesinin arkalığının üzerinden öne uzanıp herkesin duyabileceği bir sesle,

— Antip! Kabul et! diye fısıldadı. Şimdi kabul et, sonra bakarız!

İppolit cırlak sesiyle,

— Bakın Bay Mışkin! dedi. Şunu unutmayın, aptal değiliz biz. Konuklarınızın, bize öylesine nefretle gülümseyerek bakan bütün şu hanımların, özellikle (Yevgeniy Pavloviç'i gösterdi) kim olduğunu öğrenme onuruna erişmediğim, ama sanırım kendisiyle ilgili birtakım şeyler duyduğum şu mağrur beyefendinin de belki sandığı gibi aşağılık aptallar değiliz...

Prens heyecan içinde döndü onlara.

— İzin verin, izin verin baylar, yine anlamadınız beni! dedi. Önce siz Bay Keller, yazınızda para durumumla ilgili son derece yanlış şeyler yazmışsınız. Milyonlar falan geçmedi benim elime. Bende olduğunu düşündüğünüz paranın sekizde veya onda biri var bende. Ayrıca İsviçre'de öyle on binler falan da harcanmadı benim için. Şneyder benim için yılda altı yüz ruble alıyordu, o da yalnızca ilk yıllar için. Sonra güzel mürebbiyeler için hiçbir zaman Paris'e gitmedi Pavlişçev. Hepsi iftira bunların. Bence Pavlişçev benim için on bin rubleden çok çok az harcamıştır. Ama ben on bin dedim. Kabul edersiniz ki, kendisini çok sevmiş olsam da, borcumu öderken, sırf incelik olsun diye Bay Burdovskiy'e sadaka veriyormuş gibi fazladan para öneremezdim. Bunu nasıl anlayamıyorsunuz, aklım almıyor doğrusu! Aslında daha sonra dostluğumla, yakın ilgimle ona yardımcı olmayı düşünüyordum. Çünkü düpedüz aldatmışlardı zavallı Bay Burdovskiy'i. Aldatılmış olmasaydı, Bay Keller'in bu yazısında annesine böyle bir kara çalınmasına razı olmazdı... Yine heyecanlanıyorsunuz baylar! Böyle giderse birbirimizi hiç anlayamayacağız! Sonunda benim dediğim oldu işte! Tahminimde yanılmadığımı görüyorum.

Heyecanlanan prens gençlerin heyecanını yatıştırmaya çalışırken, ateşli konuşmasıyla onları daha da heyecanlandırdığının farkında değildi.

Hepsi birden neredeyse çılgın gibi konuşmaya başlamıştı,

— Nasıl? Hangi tahmininizde yanılmamışsınız?

— Bir dakika izin verin, önce Bay Burdovskiy'i enine boyuna inceledim, artık biliyorum ki... o... iyi niyetli, herkesin aldattığı masum bir insandır! Kendini savunamıyor... bu nedenle yardım etmeliyim ona. Hem sonra bu konuyla ilgilenmesini rica ettiğim Gavrila Ardalionoviç (yolda olduğum, arkasından Petersburg'da üç gün hasta yattığım için uzun zamandır bir haber alamadığım Gavrila Ardalionoviç), bundan topu topu bir saat önceki ilk buluşmamızda bana Çebarov'un niyetinin ne olduğunu öğrendiğini, kanıtlarının bulunduğunu ve onunla ilgili tahminimde yanılmadığını söyledi. Size şunu söyleyeyim ki baylar, birçok kişinin budala olduğumu düşündüğünü biliyorum. Bu arada Çebarov da, her önüme gelene para dağıttığımı, Pavlişçev'e olan duygularımı da bildiği için olacak, beni kolayca aldatabileceğini düşünmüş. Ancak en önemlisi de, (dinleyin baylar, anlatacaklarımı sonuna kadar dinleyin!) en önemlisi de şimdi ortaya çıktı: Bay Burdovskiy, Pavlişçev'in oğlu falan değilmiş! Bay Gavrila Ardalionoviç yeni söyledi bunu bana, elinde kesin kanıtların olduğunu söylüyor. Bakalım şimdi ne diyeceksiniz? Öyle ya, bütün bu yaptıklarınızdan sonra inanmak çok zor buna! Kesin kanıtları olduğunu söylüyor Gavrila Ardalionoviç! İnanın, hâlâ inanamıyorum, inanın inanamıyorum. Hâlâ bir kuşku var içimde, çünkü Gavrila Ardalionoviç henüz bütün ayrıntıları açıklamadı bana. Ama Çebarov'un bir sahtekâr olduğundan kuşku duyulamaz. Zavallı Bay Burdovskiy'i de, arkadaşınızı dürüstçe savunmaya gelen (gerçekten de yardıma ihtiyacı var onun, farkındayım!) sizleri de baylar, hepinizi kandırdı, hepinizi bu dolandırıcılık olayına bulaştırdı. Çünkü tam anlamıyla bir dolandırıcılık olayıdır bu.

Burdovskiy'in takımı tarifsiz bir şaşkınlık içindeydi. Her kafadan bir ses çıkıyordu:

— Dolandırıcılık ha!.. "Pavlişçev'in oğlu" değil miymiş?.. Olacak şey değil bu!..

— Evet, dolandırıcılık! Öyle ya, Bay Burdovskiy'in "Pavlişçev'in oğlu" olmadığı anlaşılırsa, o durumda Bay Burdovskiy'in benden para talep etmesi (gerçeği biliyorsa kuşkusuz!) doğrudan doğruya dolandırıcılık olur. Ama gerçek şu ki, aldattılar onu, bu yüzden ısrarla onun temize çıkarılmasını istiyorum. Bu yüzden onun yardıma ihtiyacı olduğunu söylüyorum, çünkü saf bir insandır, yardım edeni bile yoktur belki... Yoksa bu dolandırıcılık işine onun da katıldığını kabul etmek gerekir. Evet, ben onun bir şeyin farkında olmadığına inanıyorum! İsviçre'ye gitmeden önce ben de aynı durumdaydım. Ben de onun gibi birbiriyle ilgisi olmayan şeyler kekeleyip duruyordum. Bir şey anlatmak istiyordum, anlatamıyordum... Hak veriyorum ona, yardım etmeye de hazırım kendisine, çünkü aşağı yukarı ben de aynı durumdayım, dolayısıyla böyle konuşmaya hakkım var. Hem sonra "Pavlişçev'in oğlu" diye birinin olmadığı, her şeyin bir aldatmaca olduğu anlaşılmış olsa da kararımı değiştirmiyorum, Pavlişçev'in anısına kendisine on bin rubleyi vermeye hazırım. Bay Burdovskiy'den önce bu on bin rubleyi Pavlişçev'in anısına bir okula bağışlamayı düşünüyordum, şimdi bir şey değişmeyecek, ha okula vermişim ha Bay Burdovskiy'e, çünkü Bay Burdovskiy "Pavlişçev'in oğlu" olmasa da "Pavlişçev'in oğlu" gibi: Öylesine acımasızca aldatmışlar ki onu, gerçekten onun oğlu sanmış kendini! Baylar, şimdi bir de Gavrila Ardalionoviç'i dinleyin ve kapatalım bu konuyu. Kızmayın hemen, heyecanlanmayın, oturun lütfen! Şimdi her şeyi anlatacak bize Gavrila Ardalionoviç. Ne yalan söyleyeyim, ayrıntıları şimdi ben de sizinle birlikte öğreneceğim. Çok istiyorum bunu. Bay Burdovskiy, annenizi görmeye Pskov'a bile gittiğini söylüyor Gavrila Ardalionoviç. Demin okunan yazıda öldüğü yazılı (buna göz yummak zorunda bırakmış olacaklar sizi) anneniz yaşıyor Bay Burdovskiy... Oturunuz baylar, oturunuz!

Prens oturdu, Burdovskiy'in biraz önce ayağa fırlamış arkadaşlarını da tekrar oturmaya ikna etti. Son on veya yirmi dakikadır heyecanlı, yüksek sesle, çok çabuk, kendini kaptırmış, herkesin sözünü keserek, herkesten daha yüksek sesle konuşuyordu. Bu arada elbette sonradan acı acı pişmanlık duyduğu birtakım ifadeler de kaçırmıştı ağzından. Gençler kızdırmasalardı onu, kendini kaybetmesine neden olmasalardı, bazı şeyleri öylesine gereksizce açık ve çabuk dile getirmezdi... Ne var ki yerine oturur oturmaz, acıtırcasına yakan bir pişmanlık saplanmıştı yüreğine sanki: İsviçre'de tedavi gördüğü hastalığının onda da olduğunu ima ederek Burdovskiy'i "incitmişti"; ayrıca okula bağışlamayı düşündüğü on bin rubleyi ona vermek düşüncesinin de bir çeşit sadaka havası taşıdığı, üstelik bunu herkesin içinde yüksek sesle dillendirmesinin de kaba kaçtığını düşünüyordu. Şimdi şöyle düşünüyordu prens: "Beklemem, bu öneriyi ona yarın yapmam gerekiyordu. Ama durumu düzeltmenin olanağı yok artık! Evet, bir budalayım ben, su katılmamış bir budala!" Yaptığından utanç duyuyordu. Aşırı derecede üzgündü.

O ana kadar bir kenarda sesini çıkarmadan duran Gavrila Ardalionoviç, prensin daveti üzerine öne çıktı, gelip onun yanında sakince durdu, prensin kendisine verdiği işle ilgili açıklama yapmaya başladı. Bir anda herkes susmuştu. Herkes büyük bir merakla dinlemeye başlamıştı onu, özellikle de Burdovskiy'in takımı.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top