VII
VII
Prens Lev Nikolayeviç, Prens N. ve Yevgeniy Pavloviç'le hoş bir sohbete dalmış olan Aglaya'yı hazla izlerken birden, öte köşede "yüksek devlet görevlisine" heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatmakta olan İngilizci yaşlı adamın Nikolay Andreyeviç Pavlişçev'den söz ettiğini duydu.
Konu *** ilinde toprak sahiplerinin çiftliklerinde uygulanmakta olan yeni düzen ve görülen aksaklıklardı. İngilizcinin anlattıklarında komik bir şeyler olsa gerekti, çünkü içindeki zehri heyecanla dökmeye çalışan İngilizcinin anlattıklarına sonunda gülümsemeye başlamıştı ihtiyar. İngilizci tekdüze bir sesle, yüzünü buruşturarak, sözcükleri uzata uzata, sesli harfleri incelterek, *** ilindeki toprağını bu yeni düzen yüzünden, paraya hiç de ihtiyacı olmamasına karşın, yarı fiyatına satmasının, öte yandan harap, zarar eden, mahkemelik bir yeri elinde tutmasının, oraya para yatırmak zorunda kalmasının nedenlerini anlatıyordu. Şöyle diyordu: "Bir de Pavlişçev çiftliği yüzünden mahkemelik olmamak için bırakıp kaçtım. Böyle bir iki miras daha kalırsa düpedüz iflas ederim. Aslında üç bin hektar harika bir toprak kalmıştı bana orada!"
Birden prensin yanına gelen, onun bu konuşmayı büyük bir dikkatle dinlediğini fark eden İvan Fyodoroviç alçak sesle şöyle dedi ona:
— Evet, böyle işte... İvan Petroviç, toprağı bol olsun Nikolay Andreyeviç Pavlişçev'in akrabasıydı... Yanılmıyorsam onun akrabalarını arıyordun sen...
İvan Fyodoroviç o ana kadar amiri generalle ilgileniyordu ve bir süredir Lev Nikolayeviç'in pek yalnız kaldığını fark etmekteydi, bu huzursuz ediyordu onu. Prensi belli ölçüde bu konuşmaya sokmak, böylece onu "yüksek kişilere" bir kez daha tanıtmak istemişti.
İvan Petroviç'le göz göze gelince ekledi:
— Anne babasının ölümünden sonra Lev Nikolayeviç'i Nikolay Andreyeviç Pavlişçev evlatlık almıştı.
İvan Petroviç,
— Tanıştığımıza çok sevindim, dedi. Hatırlıyorum sizi. Demin İvan Fyodoroviç tanıştırdığında hemen hatırladım sizi, yüzünüz bile yabancı gelmedi bana. Gerçi sizi gördüğümde daha bebek sayılırdınız, on veya on bir yaşlarındaydınız. Ama pek değişmemişsiniz. Yüz çizgileriniz aynı...
Prens hayret içinde,
— Demek çocukken gördünüz beni? diye sordu.
İvan Petroviç,
— Ah, çok uzun zaman önceydi, diye sürdürdü konuşmasını. Zlatoverhovo'da kuzinlerimin yanında kalıyordunuz. Eskiden sık giderdim oraya. Siz beni hatırlıyor musunuz? Büyük olasılıkla hatırlamazsınız... O zamanlar sizin... bir hastalığınız vardı. Bir gün çok şaşırtmıştınız beni...
Büyük bir heyecanla karşılık verdi prens:
— Hiç hatırlamıyorum!
İvan Petroviç'in son derece sakin, prensin ise şaşırtıcı derecede heyecanlı birkaç sözcükle açıklamasından sonra anlaşıldı ki, ölen Pavlişçev'in Zlatoverhovo'da yaşayan, prensin eğitimiyle görevlendirdiği hiç evlenmemiş yaşlı iki kız akrabası İvan Petroviç'in kuzinleriydi. Pavlişçev'in evlatlığı küçük prense bu kadar düşkün olmasının nedenleri konusunda herkes gibi İvan Petroviç de hemen hiçbir açıklamada bulunamıyordu. "Evet, bunun nedenini sormak hiç aklıma gelmemişti." Ama yine de çok güçlü bir belleğinin olduğu anlaşılıyordu. Çünkü abla olan kuzin Marfa Nikitişna'nın küçük çocuğa çok sert davrandığını bile hatırlıyordu. "Hatta uyguladığı eğitim sistemi yüzünden sizin için bir gün tartışmıştım bile kendisiyle. Küçücük çocuğu durmadan sopayla cezalandırıyordu. Kabul edersiniz ki bu..." İvan Petroviç küçük kız kardeş Natalya Nikitişna'nın ise zavallı çocuğa tersine, çok iyi davrandığını söylüyordu... "Şimdi ikisi de *** ilinde yaşıyorlar. Hayatta olup olmadıklarını bilmiyorum. Pavlişçev orada onlara oldukça güzel, küçük bir çiftlik bıraktı. Yanılmıyorsam Marfa Nikitişna manastıra kapanmak istiyordu, ama kesin bilmiyorum... Başka biri için de duymuş olabilirim bunu... Evet, galiba doktorun karısı için öyle diyorlardı..."
Prens heyecanla ışıl ışıl gözlerle dinliyordu. Duygulanmıştı. Olağanüstü bir coşkuyla, Rusya içlerinde yaptığı altı aylık gezisi sırasında bir fırsat yaratıp, kendisini eğiten yaşlı iki kadını ziyaret etmediği için kendini hiçbir zaman affetmeyeceğini söyledi. Her gün onları görmeye gitmek istemiş, ama her seferinde bir engel çıkmış... Ama şimdi söz veriyordu kendine... *** iline bile olsa, kesinlikle... gidip bulacaktı onları... "Demek tanıyorsunuz Natalya Nikitişna'yı? Ne harika, ne yüce ruhlu bir kadındı! Ama Marfa Nikitişna da... bağışlayın ama, tanımıyorsunuz onu siz, Marfa Nikitişna konusunda yanılıyorsunuz! Evet sertti, ama... sabrının taşmaması da olanaksızdı... benim gibi bir budala... Dayanılacak gibi değildim o zamanlar... (hi-hi!) Evet, tam bir budalaydım, inanmıyorsunuz, değil mi? (hi-hi!) Evet... evet, o zaman beni görmüş olduğunuza göre... Nasıl oluyor da hatırlamıyorum sizi, söyler misiniz? Demek siz... Aman Tanrım, gerçekten Nikolay Andreyeviç Pavlişçev'in akrabası mısınız siz?
Gülümseyen İvan Petroviç, prensi yukarıdan aşağı süzerek,
— İ-na-nın, dedi.
— Yo, hayır, size... inanmadığım için sormadım... Hiç kuşku duyulabilir mi bundan (he-he!)... Yani herhangi bir şekilde! (he-he!) Benim söylemek istediğim, toprağı bol olsun Nikolay Andreyeviç Pavlişçev'in harika bir insan olduğuydu! İnanın, yüce gönüllü bir insandı Nikolay Andreyeviç Pavlişçev!
Konuşurken prensin soluğu kesilir gibi oluyordu ya da Adelaida'nın ertesi sabah nişanlısı Prens Ş. ile konuşurken dediği gibi "tertemiz yüreğinin heyecanından tıkanıyordu."
Güldü İvan Petroviç.
— Aman Tanrım! Yüce gönüllü bir insanın akrabası olamaz mıyım yani?
— Eyvah! diye haykırdı prens. (Giderek daha çok mahcup oluyor, telaşlanıyor, heyecanlanıyordu.) Ben... ben saçmaladım yine, ama... olağan da bu, çünkü benim... benim... benim asıl söylemek istediğim yine o değildi! Hem söyler misiniz lütfen, öyle ilişkiler... öyle büyük ilişkiler bana göre mi? Üstelik öylesine yüce gönüllü bir insanın karşısında! Yüce gönüllü bir insandı o, değil mi? Öyle değil miydi?
Neredeyse tepeden tırnağa titremeye başlamıştı prens. Ortada bir şey yokken, konuşmanın konusuyla orantısız olarak neden birden öyle heyecanlanmıştı, neden öylesine duygulu bir coşkuya kapılmıştı? Anlamak zordu. O anda çok değişik bir ruhsal durum içindeydi. Hatta birilerine, her nedense bir şey için aşırı minnettarlık duyuyordu. Belki de İvan Petroviç'e veya bütün konuklara... Fazlasıyla "mutluydu". İvan Petroviç bir süre sonra çok daha dikkatli bakmaya başlamıştı ona. "Yüksek devlet görevlisi" de öyle bakıyordu. Belokonskaya öfkeli bakışını prense dikmiş, dudaklarını ısırıyordu. Prens N., Yevgeniy Pavloviç, Prens Ş., kızlar, herkes susmuş, onu dinliyordu. Aglaya korkmuş gibiydi, Lizaveta Prokofyevna ise korkudan ne yapacağını bilemez durumdaydı. Kızlarla annelerinin durumunda bir tuhaflık vardı: Prensin söze hiç karışmaması, toplantı boyunca susup oturması gerektiğini düşünmüş, öyle karar vermişlerdi, ama onu bir köşede bir başına, kaderine boyun eğmiş otururken görünce telaşlanmaya başlamışlardı. Hatta Aleksandra onun yanına gitmek, bütün salonu usulca karşıdan karşıya geçip Belokonskaya'nın yanındaki gruba (Prens N.'nin grubuna) katmak istiyordu ki, tam o sırada prens konuşmaya başlayınca, anneyle kızların endişesi bu kez daha da artmıştı.
İvan Petroviç, ağırbaşlı, ciddi bir tavırla, ama bu kez gülümsemeden,
— Çok haklısınız, dedi, gerçekten harika bir insandı! (Bir an sustuktan sonra ekledi:) Evet... evet... mükemmel bir insandı! Büyük saygıya değer bir insandı diyebilirim. (Bir kez daha sustuktan sonra daha da ağırbaşlı, ciddi bir tavırla ekledi:) Ve... ve sizin de böyle düşündüğünüzü görmek çok güzel...
"Yüksek devlet görevlisi" bir şeyi hatırlamaya çalışıyormuş gibi,
— Şu... bir papazla... papazın adını hatırlamıyorum... tuhaf bir... o zamanlar sözü çok edilen bir öyküsü olan Pavlişçev mi bu?
İvan Petroviç anımsattı:
— Cizvit Papaz Guro olayı... Evet efendim, bizim önde gelen, önemli yurttaşlarımız böyle işte! Ne de olsa soylu, varlıklı, göreve devam etse sarayda mabeyinci olabilecek biri... Katolikliğe geçip Cizvit olmak için durup dururken görevinden ayrılıyor. Hem de neredeyse açıkça, kimseden gizlemeden, bir çeşit coşkuyla yapıyor bunu. Neyse ki öldü de... O sıralar herkesin dilindeydi...
Prens kendinde değildi. Dehşet içinde haykırdı:
— Pavlişçev... Katolikliğe mi geçti Pavlişçev? Olamaz!
İvan Petroviç pek ciddi,
— "Olamaz" mı? diye homurdandı. Kabul edersiniz ki, sevgili prens... çok iddialı bir söz bu! Demek öylesine değerliydi gözünüzde Pavlişçev. Gerçekten de son derece iyi yürekli bir insandı. Ben daha çok o düzenbaz Guro'nun yüzünden o yola saptığını düşünüyorum... Siz bana sorun... bana sorun bu olay yüzünden daha sonra ne kadar uğraştığımı o... Guro ile, neler çektiğimi! Düşünebiliyor musunuz, (Birden ihtiyara dön-müştü.) Pavlişçev'in mirasından bile hak iddia etmeye kalkıştılar, hatta yola gelmeleri için önlemler almak zorunda kaldım... Çünkü işin ustasıydı adamlar! Hem de şaşılacak derecede! Neyse ki Moskova'da oluyordu bütün bunlar, hemen konta koştum kuşkusuz, kısa sürede yola geldiler...
Tekrar haykırdı prens:
— Beni ne kadar üzdüğünüzü, şaşırttığınızı bilemezsiniz!
— Bağışlayın! Açık söylemek gerekirse, boş şeylerdi bütün bunlar, her zaman olduğu gibi bir sonuç da vermezdi. Bundan kuşkum yoktu. (Tekrar ihtiyara döndü.) Dediklerine göre, geçen yaz Kontes K. bile yurtdışında bir Katolik manastırına girmiş. Tutamıyor kendilerini bizimkiler, o... düzenbazların oyununa bir kez kaptırdılar mı kendilerini, bir daha kurtulamıyorlar... hele yurtdışındaysalar...
İhtiyar, otoriter bir tavırla mırıldandı:
— Sanırım bütün bunlar bizim... yorgunluğumuzdan, bir de onların inançlarını yaymaktaki... ve göz korkutmaktaki... büyük ustalıkları... İnanın,1832'de Viyana'da bana da gözdağı vermeye kalkıştılar; ama kaptırmadım kendimi, kaçtım onlardan, ha-ha! Düpedüz tabanları yağladım...
Birden Belokonskaya girdi araya:
— Duyduğuma göre sen o zaman Cizvitlerden değil, güzeller güzeli Kontes Levitskaya ile Viyana'dan Paris'e kaçmıştın.
O hoş anısını hatırlayınca gülerek karşılık verdi ihtiyar:
— Eh, aslında Cizvitlerden kaçıyordum... (Sonra şaşkınlığını hâlâ üzerinden atamamış, ağzı açık, konuşmaları dinleyen Prens Lev Nikolayeviç'e döndü, yumuşak bir sesle:) Sanırım siz çok dindarsınız, dedi. Günümüzde gençler arasında çok az sizin gibiler...
İhtiyarın prensi daha yakından tanımak istediği belliydi. Birtakım nedenlerle çok yakından ilgilenmeye başlamıştı onunla.
Prens birden,
— Pavlişçev'in ışıl ışıl bir zekâsı vardı, kusursuz, gerçek bir Hıristiyan'dı, dedi. Hıristiyanlık dışında bir inanışa geçmiş olamaz!.. (Birden gözleri parladı. Salonda herkesin yüzüne tek tek baktıktan sonra ekledi:) Kim ne derse desin, Katoliklik Hıristiyanlık dışı bir dindir!
— O kadar da değil, diye mırıldandı ihtiyar.
Şaşkın şaşkın İvan Fyodoroviç'e baktı.
İvan Petroviç oturduğu yerde şöyle bir döndükten sonra,
— Nasıl Hıristiyanlık dışı bir dinmiş Katoliklik? diye mırıldandı.
Prens son derece heyecanlı, aşırı kararlı bir tavırla tekrar etti:
— Hıristiyanlık dışı bir dindir, bu bir! Sonra Roma Katolikliği tanrıtanımazlıktan da kötüdür... ben öyle düşünüyorum. Evet! Benim düşüncem budur! Tanrıtanımazlığın öğretisi hiçliktir, Katoliklik ise daha ileri gider: İsa'yı çarpıtır, karalar, aşağılar, deccalı yüceltir! Yemin ediyorum size, deccalı vazederler, inanın bana! Çok eski, kişisel bir inancımdır bu benim ve çok acı vermiştir bana... Roma Katolikliği bir dünya devleti olmadan kilisenin ayakta kalamayacağına inanır ve şöyle haykırır: Non possumus! Bana sorarsanız, Roma Katolikliği bir din bile değildir; inancından başlayarak, bütün özü düpedüz Batı Roma İmparatorluğu'nun devamıdır... Papa yeryüzünü ele geçirdi, tahtına oturdu, kılıcı da yakaladı... o günden bu yana öyle sürüp gidiyor. Yalnız kılıca yalan dolanı, hileyi, aldatmayı, fanatizmi, bağnazlığı, acımasızlığı eklediler; halkın en kutsal bildiği şeylerle, doğrularıyla, içtenliğiyle, coşkun duygularıyla oynamaya başladılar; her şeyini, her şeyini paraya, bayağı dünya hâkimiyetine çevirdiler. Bu öğreti deccallık değil de nedir? Tanrıtanımazlığa götürmez mi insanlığı bu? Tanrıtanımazlık onlardan, Roma Katolikliğinden çıktı işte! Oradan başladı tanrıtanımazlık: İnsanlar nasıl inanabilirlerdi onlara? Onlara duyulan nefretten doğmuştur tanrıtanımazlık. Onların yalanlarının, din adamlarının güçsüzlüğünün eseridir tanrıtanımazlık! Yevgeniy Pavloviç'in çok yerinde söylediği gibi, bizde inanmayanlar köklerini yitirmiş bir kesimdir yalnızca... Orada, Avrupa'da halkın büyük çoğunluğu önce cahillikten, yalan dolandan inanmamaya başlamış, şimdi ise fanatizmden, kiliseye ve Hıristiyanlığa olan nefretinden inanmıyor!
Soluklanmak için durdu prens. Çok hızlı konuşuyordu. Yüzü bembeyaz olmuştu, soluk soluğaydı. Herkes birbirine bakıyordu. Sonunda ihtiyar açıkça gülmüştü. Prens N. saplı gözlüğünü çıkarıp dikkatle bakmaya başladı prense. Alman ozan oturduğu köşeden çıkıp, dudaklarında hain bir gülümsemeyle masaya yaklaştı.
İvan Petroviç canı biraz sıkkın, hatta üzgün, sözcükleri uzatarak,
— Çok bü-yü-tü-yorsunuz, dedi. Oranın kilisesinde de her türlü saygıyı hak eden, erdemli din adamları vardır...
— Ben bazı kiliselerin özel temsilcileri için söylemiyorum bunu. Roma Katolikliğinden, özellikle de Roma'dan söz ediyorum... Yoksa kiliseyi tümden yok saymak olacak şey midir? Hiçbir zaman böyle bir şey söylemedim.
— Katılıyorum, ama bütün bunlar bilinen ve hatta gereksiz şeyler... ayrıca din bilimiyle ilgili şeyler...
— Yo hayır, hayır! Yalnız din bilimiyle değil, inanın öyle değil! Sizin düşündüğünüzden daha çok ilgilendiriyor bizi bu! Bütün yanlışımız da burada işte, bunun yalnızca din bilimiyle ilgili bir şey olduğunu sanıyoruz! Bilindiği gibi, sosyalizm Katolikliğin ve Katolik gerçeğin bir ürünüdür! O da kardeşi tanrıtanımazlık gibi, umutsuzluktan, dinin kaybolan etik değerinin yerini almak, içi yanan insanların ateşini söndürmek ve onları İsa ile değil, yine zorbalıkla kurtarmak için doğmuştur! Bu da zorbalık yoluyla bir özgürlük, kılıç ve kanla bir birleşmedir! "Sakın Tanrı'ya inanayım deme, sakın mal mülk sahibi olayım, özgür olayım deme, fraternité ou la mort ve iki milyon baş!" Kitabın dediği gibi, yaptıklarından tanıyacaksınız onları! Bütün bunların bizler için masum, tehlikesiz şeyler olduğunu düşünmeyin. Karşı koymaya ihtiyacımız var bizim, hemen şimdi, çok acele! Bizim yaşattığımız, onların ise tanımadığı İsa'mızın batıya karşı parlayıp kendini göstermesi gerekiyor! Cizvitlerin oltalarına köleler gibi takılmadan, bizim Rus uygarlığımızı onlara götürmeli, karşılarına dikilmeliyiz. Bundan böyle bizde hiç kimse, şimdi olduğu gibi, onların öğretisinin bizimkinden daha güzel olduğunu söylememeli...
İvan Petroviç,
— Ama izninizle, izninizle, dedi. (Çok telaşlıydı, endişeyle konuklara bakıyordu. Korkmuş gibiydi.) Bütün bu düşünceleriniz övgüye değer kuşkusuz ve hepsi yurtseverlik dolu, ne var ki biraz abartılı... iyisi mi kapatalım bu konuyu artık...
— Hayır, abarttığım falan yok. Az bile söylüyorum. Özellikle az söylüyorum, çünkü tüm duygularımı anlatamıyorum, ama...
— Bir da-ki-ka!
Prens sustu. İvan Petroviç'in yüzüne ateş saçan gözlerle bakarak kıpırdamadan, dimdik oturuyordu sandalyesinde.
İhtiyar sükûnetini koruyarak, sevecen bir tavırla,
— Yanılmıyorsam velinimetinizin kaybı derinden etkilemiş sizi, dedi. Belki de yalnızlığın verdiği duyguyla bu kadar ateşlisiniz... İnsanların arasında daha çok bulunursanız, sanırım, ilginç bir genç olarak sosyetede daha bir hoş karşılayacaklar sizi, o zaman heyecanınız yatışacak, her şeyin hiç de öyle karışık olmadığını... üstelik böyle şeylere sık rastlanmadığını... bana sorarsanız, bir bakıma bizim aşırı doymuşluğumuzdan, biraz da can sıkıntımızdan kaynaklandığını göreceksiniz...
— Evet öyle, öyle! diye haykırdı prens. Çok doğru söylediniz! Evet, "can sıkıntısından, bizim can sıkıntımızdan," ama kesinlikle aşırı doymuşluğumuzdan değil, tersine susuzluğumuzdan... aşırı doymuşluğumuzdan değil, bu konuda yanıldınız! Üstelik sadece susuzluğumuzdan da değil, içimizi kavuran susuzluğumuzdan! Sakın... bunun öyle küçük, gülüp geçilebilecek bir susuzluk olduğunu sanmayın... Bağışlayın, ama sezinlemek gerekir bunu! Bizimkiler kıyıya geldiklerini ancak kıyıya vardıklarında anlarlar, işte o zaman sevinirler... Neden? Bakın, Pavlişçev'e şaşıyorsunuz şimdi, her şeyi onun deliliğine veya iyi yürekliliğine veriyorsunuz, ama hiç de öyle değil! Ayrıca böyle durumlarda bizim Rus tuhaflığımız yalnızca bizi değil, Avrupa'yı da şaşırtır. Bizde Katolikliğe geçen biri kesinlikle Cizvitliğe, hem de en gizli Cizvitliğe vardırır işi. Tanrıtanımaz olursa, Tanrı'ya inancın kökünü zor kullanarak, yani kılıçla kazımaya kalkışır! Neden böyledir, nedendir bu taşkınlık, çılgınlık? Bilmiyor musunuz yoksa? Çünkü vatanını burada bulmuş, sevmiştir. Kıyıyı, karayı görmüş, onu öpmek için atılmıştır! Rus tanrıtanımazlarının, Cizvitlerinin doğuşu yalnızca kendini beğenmişlikten, bütün o iğrenç kibir duygularından değildir; iç acısından, ruhsal doyumsuzluktan, büyük şeyler yapmak tutkusundan, sağlam kıyıya, artık inanmadıkları (çünkü hiçbir zaman tanımamışlardır onu) vatanlarına kavuşmak özlemindendir. Rus insanı kolaylıkla tanrıtanımaz olabilir, hem dünyadaki öteki insanların tümünden daha kolay! Gelgelelim, bizimkiler boşuna tanrıtanımaz olmuyorlar, yeni bir inanç biçimi olarak içtenlikle, yokluğa inandıklarından hiç kuşku duymadan tanrıtanımaz oluyorlar. Bizim doyumsuzluğumuz da bu işte! "Ayağının altında toprağı olmayanın Tanrı'sı da olmaz." Benim sözüm değildir bu. Rusya'da dolaşırken karşılaştığım eski dine bağlı bir tüccarın sözüdür. Tam böyle söylememişti kuşkusuz, şöyle demişti: "Öz yurdunu reddeden kişi Tanrı'sını da reddetmiştir." İyi eğitim görmüş insanlarımızın bile Hlıstovculuğa, daha kötüsü, nihilizme, hatta Cizvitliğe girdiğini de biliyoruz.... Öyleyse Hlıstovculuk neden Cizvitlikten, tanrıtanımazlıktan daha kötü olsun? Düşünce yönünden belki onlardan daha bile derindir! Özlem insanı nerelere götürüyor, görüyorsunuz işte!.. Kolomb'un içleri özlemle yanıp tutuşan yol arkadaşlarının önünde "Yeni Dünya'nın" kıyılarını açın, Rus insanının önünde Rus "dünyasını" açın, toprağın altında gizlenmiş bu altını, o hazineyi bulması için yardımcı olun ona! Gelecekte insanlığın belki de yalnızca Rus düşüncesiyle, Rus Tanrı'sıyla, İsa'sıyla tümden değişeceğini, yeniden doğacağını gösterin ona; o zaman görün nasıl bir dev, dürüst, zeki ve sevecen bir dev, şaşırmış dünyanın, şaşırmış ve korkmuş bir dünyanın karşısında doğrulacaktır. Çünkü onlar bizden yalnızca kılıç, kılıç ve zorbalık beklemektedir, çünkü bizi barbarlık olmaksızın anmamaktadır. Bugüne kadar böyleydi ve giderek artarak devam da edecek! Ve...
Ama tam o anda bir şey oldu ve prensin konuşması hiç beklenmedik bir biçimde kesildi.
Bu alışılmadık söylev, bütün bu tuhaf, telaşlı sözcükler sağanağı, bir kargaşa içinde, birbirinin önüne geçmeye çalışır gibi düzensiz bir biçimde ortaya dökülen bu düşünceler bir tehlikenin, genç adamın ortada bir neden yokken birden kabarabilecek öfkesinin habercisi gibiydi. Konuk salonunda bulunanlardan prensi tanıyanlar, onu ürkek (hatta utangaç) biliyorlar ve onun bu çıkışını hayretle izliyorlardı. Bu prens, bir gün öncesinin ürkek (hatta bazı durumlarda çekingen), içgüdüsel bir önsezisi olan, son derece kibar prensinden çok farklıydı. Bunun nedenini bilemiyorlardı. Nedeni Pavlişçev'le ilgili yeni öğrendiği şey olabilir miydi? Hanımların oturduğu köşeden deliymiş gibi bakıyorlardı ona. Belokonskaya ise sonradan, "bir dakika daha devam etseydi kaçacaktım," diyecekti. "Yaşlılar" şaşkınlıklarından ne yapacaklarını şaşırmıştı. Amir general oturduğu yerden kötü kötü bakıyordu. Teknik albay kıpırdamadan oturuyordu yerinde. Almanın yüzü bile bembeyaz olmuştu, ama konukların ne tepki vereceklerine bakarken yapmacık gülümsemesi hâlâ dudaklarındaydı. Ne var ki bu "skandal" belki de bir dakika içinde son derece olağan, doğal bir biçimde sonuçlanabilirdi. Çok şaşıran, ama yine de kendini konuklardan önce toparlayan İvan Fyodoroviç birkaç kez susturmayı denemişti prensi. Ama bunu başaramayınca kesin kararlı, prensin yanına gitmişti. Aradan bir dakika daha geçseydi ve gerekli olsaydı, İvan Fyodoroviç, hastalığını öne sürerek prensi salondan bile çıkarabilirdi... Ama olay başka biçimde gelişti.
Prens daha başta, salona girdiğinde, Aglaya'nın onu öylesine korkuttuğu Çin vazosunun olabildiğince uzağına oturmuştu. Aglaya'nın dünkü sözlerinden sonra prensin içinde ertesi gün ne kadar uzağa oturursa otursun, ne kadar kaçarsa kaçsın, o vazoyu yine de kıracağı, bu felaketten kaçamayacağına ilişkin şaşılası, inanılmaz, silinmesi olanaksız bir önsezi yer etmişti! Öyle de oldu. Toplantı süresince güçlü, aydınlık, ışıltılı başka izlenimler ruhuna dolmaya başlamıştı: Bunları anlatmıştık. O yüzden önsezisini unutup gitmişti. Pavlişçev'den söz edildiğini duyunca, bu arada İvan Fyodoroviç de tanıştırmak için onu İvan Petroviç'in yanına götürünce geçip masaya yakın bir yere, özel bir kaidenin üzerinde duran kocaman, o çok güzel Çin vazosunun hemen yanındaki koltuğa (öyle ki dirseği neredeyse arkadan dokunuyordu vazoya) oturmuştu.
Sözünü bitirirken birden ayağa kalktı, kolunu dikkatsizce omzundan salladı ve... o anda salondakilerden topluca bir çığlık yükseldi... Vazo ihtiyarlardan birinin başına düşeyim mi, düşmeyeyim mi, kararsız, şöyle bir sallandı, sonra birden tam tersi yöne, korkuyla kendini geriye atan Almanın bulunduğu yana yatıp düştü. Büyük bir şangırtı, çığlıklar, halının üzerine dağılan değerli parçalar, korku, şaşkınlık... Ah, o anda prensin durumunu, hem zor, hem de gereksiz, ama onu şaşkına çeviren, öteki bulanık, korku dolu duygularının tümünün üstüne çıkan çok tuhaf bir duygusunu anlatmadan edemeyeceğiz: Utanma duygusu değildi bu, rezalet, korku ya da olayın aniliği de değildi onu öylesine şaşkına çeviren... Onu etkileyen, Aglaya'nın kehanetinin gerçekleşmesiydi! Bundan neden öylesine etkilenmişti, bilemiyordu: Yalnız kalbinin şaşkınlıkla sarsıldığını, içine mistik bir korkunun dolduğunu hissediyordu, o kadar. Bir an önünde her şey açılır, aydınlanır gibi oldu. Kapıldığı dehşet duygusunun yerini bir ışık, sevinç, coşku aldı. Soluk alamaz oldu ve... bir anda geçti. Tanrı'ya şükür, nöbet değildi! Derin bir soluk aldı, çevresine bakındı.
Çevresindeki kargaşayı anlayamıyordu, aslında çok iyi anlıyor, her şeyi de görüyordu, ama masaldaki görülmeyen adam gibi sanki salona yeni girmiş, oradaki yabancı, ilginç insanları bu kargaşaya karışmadan, ayakta izliyordu. Yerlerden vazonun parçalarını topladıklarını görüyor, çabuk konuşmalar duyuyor, yüzü bembeyaz, ona tuhaf tuhaf bakan Aglaya'yı görüyordu. Öfke de, nefret de yoktu Aglaya'nın ona bakışında. Korku vardı, ama öylesine sevecendi... Ancak konuklara bakışında şimşekler çakıyordu... Birden sızladı yüreği. Sonra konukların bir şey olmamış gibi yerlerine oturduğunu, güldüğünü fark edince tuhaf bir şaşkınlığa kapıldı. Bir dakika sonra gülüşmeler arttı: Artık ona, onun donup kalmış duruşuna bakarak gülüyorlardı. Ama gülüşmeler dostça, neşeliydi. Çoğu kimse, (en başta da Lizaveta Prokofyevna) konuşmaya başlamıştı onunla, dostça, sevecendi konuşmaları. Lizaveta Prokofyevna gülümseyerek ve pek bir hoş konuşuyordu. Prens birden İvan Fyodoroviç'in sevecen bir tavırla, dostça omzuna dokunduğunu hissetti. İvan Petroviç de gülümsüyordu. En hoş, içten, sempatik gülümseyen de ihtiyardı. Prensin elini tutmuş, hafifçe sıkarak, öteki elinin avuç içiyle onun elinin üzerine dokunarak, ürkmüş bir çocuğu avutmak ister gibi yatıştırmaya çalışıyordu onu. Bu çok hoşuna gitmişti prensin. İhtiyar sonunda çekeleyerek yanına oturttu onu. Prens sevgiyle, mutlulukla baktı ihtiyarın yüzüne. Ama nedense hâlâ konuşmaya gücü yoktu. Soluğu kesilir gibi oluyordu. Öylesine hoşuna gidiyordu ihtiyarın yüzüne bakmak.
Sonunda mırıldanabildi:
— Nasıl? Bu yaptığım için bağışlıyor musunuz beni? Ya... siz Lizaveta Prokofyevna?
Gülüşmeler arttı, prensin gözlerinde yaşlar belirdi. İnanamıyordu, hayretler içindeydi. İvan Petroviç,
— Kuşkusuz, harika bir vazoydu, dedi. Hatırlıyorum, on beş... evet on beş yıldır... orada duruyordu.
Lizaveta Prokofyevna yüksek sesle,
— Aman ne büyük felaket! dedi. İnsan bile ölürken, düşüp kırılan bir kil çanak için mi üzüleceğiz! (Prense dönüp endişeli, ekledi:) Korktun mu yoksa Lev Nikolayeviç? Önemli değil canım, üzülme! Doğrusu, korkuttun beni. Oldu bitti işte...
— Her şey için mi bağışlıyorsunuz beni? dedi prens. Vazonun dışında her şey için de mi?
Birden ayağa kalkacak olmuştu, ama ihtiyar tekrar kolundan yakalayıp oturtmuştu onu. Yanından ayrılmasını istemiyordu.
Masada karşısında oturan İvan Petroviç'e fısıldadı:
— C'est trés curieux et c'est trés sérieux!
Ama hayli yüksek sesle fısıldamıştı; öyle ki prens belki de duymuştu onu.
— Kimseyi kırmış olmadım mı yani? Bunun için ne kadar mutlu olduğumu bilemezsiniz, öyle olması da gerekir zaten! Burada herhangi bir kimseye nasıl kırıcı davranabilirim? Böyle düşünmekle bile gücendirmiş oluyorumdur sizleri.
— Sakin olun dostum, olayı büyütüyorsunuz... Teşekkür etmenizi gerektirecek bir şey de yok ortada. Hoş bir duygu sizinki, ama büyütüyorsunuz.
— Size teşekkür etmiyorum, yalnızca... size bakarken sevgi duyuyorum, mutlu oluyorum. Belki aptalca konuşuyorum, ama konuşmalı, açıklamalıyım... hiç değilse kendime olan saygımdan yapmalıyım bunu.
Her şeyi taşkın, bulanık ve heyecanlıydı prensin. Çok olasıdır, söyledikleri asıl söylemek istediği şeyler değildi. Bakışlarıyla şöyle soruyordu sanki: "İzin verirseniz konuşabilir miyim?" Bir ara Belokonskaya ile göz göze geldi.
— Önemli değil cancağızım, dedi Belokonskaya. Devam et sen, devam et... Demin soluğun kesildi, ama şimdi rahatsın. Korkma, konuş. Bu baylar senden çok daha gariplerini gördüler, onun için, şaşırtamazsın onları. Oldukça zeki bir gençsin, gelgelelim, vazoyu kırdın, korkuttun bizi.
Prens gülümseyerek dinliyordu onu. Birden ihtiyara döndü.
— Sahi, bundan üç ay önce üniversite öğrencisi Podkumov ile devlet memuru Şvabrin'i sürgünden kurtaran sizdiniz, değil mi? Sizdiniz?
İhtiyarın yüzü biraz kızarmıştı. Mırıldanarak sakin olmasını söyledi prense.
Prens hemen İvan Petroviç'e döndü.
— Evet, sizinle ilgili de*** ilinde özgürlüğünü verdiğiniz, ama sonra başınıza tatsız işler açmış köylülerinize evleri yanınca inşaat için bedava kereste dağıttığınızı duydum, doğru mu bu?
İvan Petroviç,
— Bü-yü-tüyorsunuz, diye mırıldandı.
Ama böyle derken hoş, mağrur bir tavır takınmaktan da geri kalmamıştı. Ne var ki "bu büyütme" konusunda bu kez bütünüyle haklıydı. Prensin kulağına kadar gelmiş bu söylenti doğru değildi.
Prens sonra aydınlık bir gülümsemeyle Belokonskaya'ya döndü:
— Altı ay önce Lizaveta Prokofyevna'nın mektubuyla Moskova'da size geldiğimde nasıl öz oğlunuz gibi karşılamıştınız, evinize kabul etmiştiniz beni prenses. Gerçekten öz oğlunuz gibi karşılamıştınız ve ömrüm boyunca unutmayacağım bir öğüt vermiştiniz bana! Hatırlıyor musunuz?
Belokonskaya canı sıkkın,
— Neden paralayıp duruyorsun kendini canım? diye mırıldandı. İyi bir insansın, ama komik oluyorsun: Bir parçacık yakınlık gösteriyorlar sana, hayatını bağışlamışlar gibi teşekkürler edip duruyorsun insanlara. Bunun övünülecek bir şey olduğunu sanıyorsun, ama sıkıyorsun insanları.
Büsbütün öfkelenecekti yaşlı kadın, ama birden gülmeye başladı. Bu kez hoş, içten gülüyordu. Lizaveta Prokofyevna'nın da yüzü aydınlandı, İvan Fyodoroviç gülümsedi. Duygulu bir sevinçle, Belokonskaya'nın onu etkileyen söylediklerini tekrarladı:
— Lev Nikolayeviç'in iyi bir insan olduğunu söylemiştim... iyidir... sözcüğün tam anlamıyla iyidir, bir de prensesin dediği gibi konuşurken tıkanmasa...
Yalnızca Aglaya biraz üzgün gibiydi. Ancak yüzü (belki de öfkeden) biraz kızarmıştı.
İhtiyar tekrar fısıldadı İvan Petroviç'e:
— Gerçekten, çok hoş bir genç.
Prens artan bir heyecanla sürdürdü konuşmasını:
— Yüreğimde acılarla geldim buraya. Ben... ben korkuyordum sizden, kendimden korkuyordum. (Giderek daha çabuk, daha tuhaf, daha duygulu konuşuyordu.) Daha çok da kendimden korkuyordum. Buraya Petersburg'a dönerken söz vermiştim kendime, geldiğim aile sebebiyle benim de aralarında bulunduğum soylularla, toplumun önde gelen, deneyimli, özgün kişileriyle tanışacaktım. Evet, kendim gibi prenslerin arasındayım şimdi, öyle değil mi? Tanımak istiyordum sizleri, gerekliydi benim için bu. Çok, pek çok gerekliydi!.. Çok fazla kötü şey duymuştum sizlerle ilgili, pek az da iyi şey... Küçük merakların insanları olduğunuzdan, geri kalmışlığınızdan, kültürsüzlüğünüzden, komik alışkanlıklarınızdan söz ediyorlardı. Ah, öylesine çok şey yazıyor, söylüyorlar ki sizinle ilgili! Bugün büyük bir merak ve heyecan içinde geldim buraya: Rus halkının bu yüksek tabakası gerçekten işe yaramaz, devri geçmiş, boş, elinden yalnızca ölmek gelebilen, ölmekte olduklarını bile fark etmeden geleceğin insanlarıyla kıskançlık içinde didişen insanlar mıydı, bizzat görmem, anlamam gerekiyordu. Şimdiye kadar tam olarak inanmıyordum bu söylenenlere, çünkü saraydaki üniformalıların veya... oraya rastlantı sonucu yükselmişlerin dışında yüksek tabakadan insanlar yoktu bizde, şimdi bütünüyle yok oldular, öyle değil mi, öyle değil mi?
İvan Petroviç alaylı gülümseyerek,
— Aslında hiç de öyle değil, dedi.
Belokonskaya tutamadı kendini, mırıldandı:
— İşte başladı yine!
İhtiyar tekrar araya girdi, alçak sesle,
— Laissez le dire Baksanıza, tir tir titriyor bile.
Gerçekten de kendinde değildi prens.
— Ne oldu sonra? Harika, içten, zeki insanlar gördüm. Benim gibi bir çocuğa sevecen davranan, onu dinleyen saygın bir yaşlı insan gördüm... Karşısındakini anlayan, bağışlayabilen insanlar gördüm. Rusya içlerinde karşılaştığım samimi, temiz yürekli insanlardan aşağı kalmayan samimi, temiz yürekli, harika insanlar gördüm. Buna ne kadar sevindiğimi bilemezsiniz! İzin verin duygularımı anlatayım! Dünyada her şeyin biçim, köhne bir şekilcilik olduğunu, özün kuruyup tükendiğini daha önce gördüm, biliyorum. Ama bunun bizde olamayacağını anlıyorum şimdi. Başka herhangi bir yerde olabilir, ama bizde hayır... Yani sizler Cizvit misiniz şimdi, yalancı mısınız? Prens N.'nin demin anlattıklarını dinledim. İçtenlik, temiz yüreklilik, insani coşkulu bir mizah, gerçek bir saflık değil de neydi onunki? Canlılığını yitirmiş, yüreği ve sanatsal duyguları kurumuş bir insanın ağzından çıkacak sözcükler miydi onlar? Ölü insanlar sizlerin bana davrandığınız gibi davranabilirler miydi? Gelecek için, umutlar için bir ışık değil midir bu? Böyle insanların anlayamaması, geri kalması olası mıdır?
"Yüksek devlet görevlisi" gülümsedi.
— Bir kez daha rica ediyorum dostum, sakin olun. Bütün bunları başka bir zaman konuşuruz ve ben seve seve...
İvan Petroviç tuhaf bir ses çıkararak şöyle bir döndü oturduğu koltukta.
İvan Fyodoroviç de olduğu yerde kıpırdamaya başlamıştı. İvan Fyodoroviç'in amiri general, prensle hiç ilgilenmeden "yüksek devlet görevlisinin" eşiyle konuşuyordu. Oysa "yüksek devlet görevlisinin" eşi prensin anlattıklarına sık sık kulak kabartıyor, o yana bakıyordu.
Prens ihtiyara dönüp büyük bir heyecanla anlatmayı sürdürdü:
— Biliyor musunuz, konuşursam daha iyi olacak! (Ona özel bir güven duyuyor, bir sırrı onunla paylaşıyor gibiydi.) Dün burada konuşmamı yasaklamıştı Aglaya İvanovna, konuşamayacağım konuları bile belirlemişti. O konulara girince komik olduğumu söylüyor! Yirmi yedi yaşındayım, ama bir çocuk gibi olduğumun farkındayım. Bir düşüncemi açıklama hakkım yok, daha önce de söylemiştim bunu. Ancak Moskova'da Rogojin'le konuşurken açıklayabiliyordum düşüncelerimi... Birlikte Puşkin'i okuyorduk, bütün eserlerini okuduk. Rogojin'in bir şey bildiği yoktu, Puşkin'in adını bile duymamıştı... Komik görünümüm yüzünden düşüncelerimin, en önemli fikirlerimin basitleşeceğinden korkuyorum. Davranışlarım iyi değil. Her zaman yanlış şeyler yapıyorum. Dinleyenlerin gülmesine neden oluyor bu, düşüncemi basitleştiriyor. Ölçü duygum da yok. Önemli olan ise bu. Hatta en önemli olan... Biliyorum, en iyisi susup oturmam. Bir köşede sesimi çıkarmadan oturduğum zaman akıllı görünüyorum, etraflıca düşünebiliyorum da. Ama şimdi konuşursam daha iyi olacak. Bana çok hoş baktığınız için konuşmaya başladım. Harika bir yüzünüz var! Oysa hiç konuşmayacağım diye dün söz vermiştim Aglaya İvanovna'ya.
İhtiyar gülümsedi.
— Vraiment?
— Ama arada bir haksız olduğumu düşündüğüm de oluyor. Şöyle geçiriyorum içimden: "İçtenlik davranışın önünde gelir." Öyle değil mi? Öyle değil mi?
— Kimi zaman öyledir.
— Her şeyi anlatmak istiyorum, her şeyi, her şeyi! Ah, evet! Benim düşüncelerimi bir hayalcinin veya siyaset adamının düşünceleri olarak mı görüyorsunuz? Yo, hayır, inanın yok öyle bir şey, son derece sıradandır benim düşüncelerim... İnanmıyor musunuz bu dediğime? Gülüyorsunuz, öyle mi? Biliyor musunuz, inancımı yitirdiğim zamanlar alçaklık ettiğim oluyor kimi kez. Demin buraya gelirken şöyle geçiriyordum içimden: "Peki ama, nasıl konuşacağım onlarla? Söyleyeceklerimden hiç değilse bir şeyler anlamaları için söze nasıl başlamalıyım?" Çok korkuyordum, en çok da sizden... Çok, çok korkuyordum sizden! Bununla birlikte, korkarsam ayıp olmaz mıydı? Ya bir öncünün hiç de iyi olmayan, çağdışı, dipsiz bir uçurum olduğunu görseydim ne olurdu? İşte benim sevincim de, burada hiç de bir uçurum falan bulmamak, aksine gayet canlı bir materyalle karşı karşıya olduğumdan emin olmaktır! Komikliğimiz yüzünden mahcup olmanın gereği yok, öyle değil mi? Evet, gerçekten öyle, komiğiz bizler, düşüncesiziz, kötü alışkanlıklarımız var, canımız sıkılıyor, gerçeği görme, anlama yeteneğimiz yok. Evet, öyle, hepimiz, siz de, ben de, onlar da! Ama komik olduğunuzu yüzünüze karşı söylediğim için gücenmediniz ya bana? Gücendiyseniz, o materyale ait değilsiniz demektir. Size bir şey söyleyeyim mi, bence komik olmak kimi zaman iyidir, hatta daha iyidir: Birbirinizi daha çabuk bağışlayabilirsiniz, daha kolay barışırsınız. Bir anda her şeyi anlamak gerekmez, doğrudan mükemmellikten başlamak da gerekmez! Mükemmelliğe ulaşmak için önce çok şeyi anlamamak gerekir. Gereğinden fazlasını anlarsak belki iyi anlayamayız. Size söylüyorum bunu, çok şeyi anlamış ve... anlamamış olanlara. Sizin adınıza korkmuyorum artık. Bir çocuğun size böyle şeyler söylemesine umarım kızmıyorsunuzdur? Elbette kızmazsınız! Evet, sizi incitenleri, hiçbir şekilde incitmeyenleri de unutabilir, bağışlayabilirsiniz siz. Çünkü en zoru da sizi incitmeyenleri bağışlamaktır. En zorudur, çünkü yakınmamızın bir nedeni yoktur. Benim büyük insanlardan beklediğim budur işte, buraya gelirken bütün bunları sizlere söylemek için acele etmemin nedeni de buydu. Oysa nasıl söyleyeceğimi de bilemiyordum... Gülüyor musunuz İvan Petroviç? Yoksa ötekiler adına korktuğumu, onların avukatlığını yaptığımı, demokrasi ve eşitlik söylevi çektiğimi mi sanıyorsunuz? (Sinirli sinirli güldü prens. Konuşurken zaten sürekli kesik kesik, coşkulu gülüyordu.) Sizin adınıza, hepinizin ve hepimizin adına korkuyorum. Doğuştan bir prensim ben ve burada prenslerle birlikte oturuyorum. Hepimizi kurtarmak için söylüyorum bunları, prensler sınıfının karanlıklar içinde, bir şeyin farkında olmadan, sürekli sövüp sayarak, hep kaybederek yok olup gitmemesi için söylüyorum bunları. En önde olmak ve en büyük olmak varken neden başkalarına bırakalım yerimizi? Önde olunca büyük de olacağız. Büyük olmak için önce uşak olalım.
İkide bir koltuktan fırlayıp ayağa kalkmaya çalışıyordu, ama ihtiyar giderek artan bir huzursuzluk içinde yüzüne bakarak sürekli engel oluyordu ona.
— Bakın ne diyeceğim! Yalnızca konuşmanın yetmeyeceğini biliyorum: Basit bir örnek ya da basitçe bir başlangıç... daha iyidir, ben de başladım... Hem sonra, gerçekten mutsuz olabilir mi bir insan? Ah, mutlu olmaya gücüm varsa, hüzün ve felaketin ne anlamı olabilir? Biliyor musunuz, bir ağacın yanından geçeceksiniz, onu göreceksiniz ve mutlu olmayacaksınız ha, işte bunu aklım almaz! Sevdiğiniz bir insanla konuşacaksınız ve mutlu olmayacaksınız! Ah, anlatamıyorum... kötü durumda bir insanın bile adım başı göreceği öylesine çok güzel şey varken mi mutlu olamayacaksınız? Bir çocuğa bakın, güneşin doğuşuna bakın, bir otun boy atışına bakın, sizi seven insanların gözlerinizin içine bakışına bakın...
Uzun süredir ayakta konuşuyordu. İhtiyar korkarak bakıyordu ona. Durumu herkesten önce fark eden Lizaveta Prokofyevna ellerini çırparak "Aman Tanrım!" diye haykırdı. Aglaya prensin yanına koşup onu yakaladı ve o anda yüzü acıyla allak bullak olmuş, zavallı hastanın vahşi çığlığını duydu; "Cin, onu yere vurup şiddetle sarstı."Boylu boyunca halının üzerine uzanmıştı prens.
Biri çabucak bir yastık getirip koymuştu başının altına.
Böyle bir şeyi hiç kimse beklemiyordu. On beş dakika sonra Prens N., Yevgeniy Pavloviç, ihtiyar toplantıyı tekrar canlandırmaya çalıştılar, ama yarım saat sonra herkes arabalarına binip dağılmıştı. Duygulu çok şey söylendi, yakınanlar, üzüntülerini, düşüncelerini belirtenler oldu. Bu arada İvan Petroviç "Bu genç bir Slavcı veya buna benzer bir şey... yine de tehlikesi yok," dedi. İhtiyar bir şey söylemedi. Ne var ki ertesi gün ve bir sonraki gün, hemen herkes biraz gücenikti. İvan Petroviç'in canı bile sıkılmıştı, ama çok değil... Amir general bir süre biraz soğuk durmuştu İvan Fyodoroviç'e. Ailenin "koruyucusu" yüksek devlet görevlisi ise aile babasına yumuşak bir dille de olsa, ima yollu, Aglaya'nın geleceği konusunda çok çok endişeli olduğunu söylemişti. Oldukça iyi yürekli biriydi. Toplantı süresince prense ilgisi daha çok prensin Nastasya Filippovna ile olan eski yakınlığınaydı. İkisinin bu yakınlığı üzerine bir şeyler duymuş ve bu çok ilgisini çekmişti. Hatta prense bu olayla ilgili birtakım sorular sormak istemişti.
Belokonskaya ayrılırken Lizaveta Prokofyevna'ya şöyle demişti:
— Ne diyeyim, hem iyi, hem kötü... Benim ne düşündüğümü öğrenmek istiyorsan, daha çok, kötü... Nasıl biri olduğunu kendin de gördün, düpedüz hasta!
Lizaveta Prokofyevna kararını vermişti, prens kesinlikle damat adayı "olamazdı". Bütün gece düşünmüş, sonunda kararını vermişti: "Ben hayatta olduğum sürece Aglaya'nın kocası olamaz." Sabahleyin kalktığında da kararı öyleydi. Ama bir saat sonra kahvaltıda kendi kendiyle tuhaf bir çelişkiye düştü.
Ablalarının şaşırtıcı, ama çekinerek sordukları bir soruya Aglaya, onların sözünü soğuk, ama küstah bir tavırla birden kesip karşılık vermişti:
— Hiçbir zaman, hiçbir söz vermedim ben ona, hayatımda bir an bile kocam olarak da düşünmedim onu. Herhangi bir yabancıdan başka bir kimse değildir o benim için.
O anda kıpkırmızı olmuştu Lizaveta Prokofyevna'nın yüzü. Pek üzgün,
— Senden hiç beklemiyordum bunu, demişti. Seninle evlenebilecek biri değil, biliyorum, böyle olduğu için de Tanrı'ya şükrediyorum. Ama böyle bir şey söylemeni hiç beklemiyordum! Başka şeyler söyleyeceğini bekliyordum. Dünkü bütün o konukları kovardım da, yalnız onu ağırlardım, öyle bir insandır işte o!
Bu söylediğinden korkup birden susmuştu Lizaveta Prokofyevna. Ya o anda kızına ne büyük bir haksızlık ettiğini bilseydi? Oysa Aglaya'nın kafasında kesin kararı biçimlenmişti bile. Yalnızca her şeyin belli olacağı anı bekliyordu ve bu konuda her türlü ima, yarasına dikkatsizce her dokunuş yüreğini parçalıyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top