VII


VII

Generalle gelen genç yirmi sekiz yaşlarında, uzun boylu, sağlam yapılıydı. Hoş, zekâ okunan bir yüzü vardı. Simsiyah, iri gözlerinin bakışı aydınlık, esprili, alaycıydı. Aglaya dönüp bakmamıştı bile ona. Gözlerini prensten ayırmadan, yalnızca onun için okuyormuş gibi, aynı gösterişli heyecanıyla şiirini okumayı sürdürmüştü. Prens, Aglaya'nın bunu özel bir amaçla yaptığını kavramaya başlamıştı. Ama en azından yeni konukların gelmesi biraz toparlanmasına yardımcı olmuştu. Onları görünce ayağa kalkmış, uzaktan kibarca başını eğerek generali selamlamış, şiirin okunmasını kesmemelerini işaret etmişti. Kendi de birkaç adım geri çekilip koltuğun arkasında durmuş, (şiiri koltukta oturarak dinlemekten daha uygun ve "komik" kaçmayacak biçimde dinlemiş olmak için) sol dirseğini koltuğun arkalığına dayayıp dinlemeye başlamıştı. Öte yandan Lizaveta Prokofyevna yeni gelenlere durmaları için emreder bir tavırla kolunu sallamıştı. Bu arada generalle birlikte gelen yeni konuğuna büyük bir ilgiyle bakıyordu prens. Onun Yevgeniy Pavloviç Radomskiy olduğunu hemen anlamıştı. Ondan söz edildiğini çok duymuş, hatta onunla ilgili birçok şey de düşün-müştü. Yalnız üzerindeki sivil giysi şaşırtmıştı onu. Yevgeniy Pavloviç'in subay olduğunu duymuştu çünkü. Aglaya şiir okuduğu sürece yeni konuğun dudaklarında bu "zavallı şövalye"den söz edildiğini daha önce duymuş gibi alaycı bir gülümseme dolaşmıştı.

Prens, "Belki de bana öyle geliyordur," diye geçirdi içinden.

Bu arada Aglaya da çok değişmişti. Şiir okumaya başladığında takındığı gösterişli heyecanını, coşkusunu okuduğu şiirin ruhuna, anlamına girmekteki başarısının arkasına gizlemiş, şiirin her sözcüğünü öylesine büyük bir yalınlıkla okumaya başlamıştı ki, okumayı bitirdiğinde dinleyenlerin yalnızca tüm dikkatini toplamakla kalmamış, şiirin ruhsal yüceliğini de, başlangıçta takındığı gösterişli heyecanı da anlamalarına yardımcı olmuştu. Yansıtmaya çalıştığı şeye olan saygısının sınırsızlığını, hatta belki de saflığını bu mağrur tavrında görmek mümkündü. Gözleri parlıyor, pek güzel yüzünden hafif, handiyse fark edilemeyecek kadar hafif bir heyecan, duygu titreşimi geçiyordu. Şiir şöyleydi:

Bir zamanlar zavallı bir şövalye vardı,

Sessiz ve sade,

Somurtkan ve solgun,

Cesur ve dürüst.

Bir hayale kapılmış,

Aklının almadığı,

Hiç unutamadığı,

Ta yüreğine işlemiş.

O gün bu gündür içi yandı,

Kadınlara dönüp bakmadı,

Ömür boyu konuşmamaya,

Kararlıydı hiçbiriyle.

Atkı yerine boynuna,

Bağlıyordu tespih,

Kaldırmıyordu kimsenin karşısında

Yüzündeki çelikten kafesi.

İçi saf sevgiyle dopdolu,

Tatlı hayaline sadık,

Kanıyla yazmıştı,

Kalkanına A.M.D. diye.

Ve Filistin çöllerinde

Kayalık kalelere,

Saldırmış soylu şövalyeler,

Haykırarak kadınlarının adını.

Ama o, Lumen coeli, sancta Rosa!

Diye bir nara attı çılgınca,

Gök gürültüsü gibiydi savaş narası,

Dağıttı tekmil Müslümanları.

Uzak ellerden dönünce,

Kapandı şatosuna,

Sessiz sedasız, hüzünlü,

Yaşadı ve öldü bir çılgın gibi...

Daha sonra o dakikaları hatırladığında şu soru olağanüstü bir şaşkınlık içinde uzun süre acı verecekti prense: Böylesine içten, güzel bir duygu böylesine açık, kötü niyetli bir alayla bir arada nasıl bulunabiliyordu? Alay edildiğinden kuşkusu yoktu. Açıkça farkındaydı bunun ve böyle düşünmek için nedeni de vardı: Şiiri okurken Aglaya A. M. D. Harflerini N. F. B. olarak değiştirmişti. Bunda yanılmış veya Aglaya'nın okuduğunu yanlış duymuş olamazdı. Bundan kuşkusu yoktu (daha sonra da öyle olduğu anlaşılmıştı). Evet, Aglaya'nın bu yaptığı biraz sivri ve düşüncesizce olsa da, önceden hazırlanmış bir şakaydı. Bir aydır herkes "zavallı şövalye"den söz ediyor, (onunla ilgili "şakalaşıyordu"). Öte yandan, daha sonra prens her hatırladığında, Aglaya'nın bu harfleri özel bir amaçla veya alayla, hatta gizli anlamlarını daha bir belirgin ortaya çıkarmak için değil, tersine tam bir ciddiyetle, içten ve temiz yüreklilikle, bu harflerin şiirde böyle olduklarının düşünüleceği biçimde okuduğunu düşünüyor ve o anlarda ağır, tatsız bir duyguya kapılıyordu. Lizaveta Prokofyevna'nın harflerin değiştiğinin de, bununla yapılmak istenen imanın da farkına olmadığı belliydi kuşkusuz. General İvan Fyodoroviç'in anladığı, yalnızca bir şiirin okunduğuydu. Öteki dinleyicilerin büyük çoğunluğu Aglaya'nın bu çıkışındaki cesareti de, niyeti de anlıyor, buna şaşıyorlardı, ama susuyor, renk vermemeye çalışıyorlardı. Ancak Yevgeniy Pavloviç (ki prens bu konuda bahse girmeye hazırdı) durumu yalnızca anlamakla kalmıyor, dahası, anladığını göstermeye bile çalışıyordu: Alaylı alaylı gülümsüyordu.

Aglaya'nın okuması bitince Lizaveta Prokofyevna içten bir hayranlıkla haykırdı:

— Ne harika! Kimin bu şiir?

— Puşkin'in, anneciğim! dedi Adelaida. Utandırmayın bizi, çok ayıp doğrusu!

Lizaveta Prokofyevna pek üzgün, karşılık verdi:

— İnsanın kafasını karıştırıyorsunuz! Rezillik! Eve döndüğümüzde Puşkin'in bu şiirinin olduğu kitabını hemen getirip vereceksiniz bana!

— Sanırım Puşkin'in hiç kitabı yok bizde, anneciğim.

— Yıllardan beri eski püskü iki kitabı dolaşır durur ortalarda, diye ekledi Aleksandra.

— Hemen Fyodor'u veya Aleksey'i ilk trenle kente yollasınlar... Aleksey'i yollarlarsa daha iyi olur. Aglaya, buraya gel! Öp beni. Çok güzel okudun şiiri... (Sesini alçaltıp neredeyse fısıldayarak ekledi:) Ama şiiri içinde hissederek okuduysan acırım sana: Yok eğer onunla alay etmek için okuduysan, duygularını doğru bulmuyorum. O zaman hiç okumasaydın daha iyi ederdin... Anladın mı beni? Hadi şimdi çekil bakalım başımdan küçük hanım, sonra konuşacağım seninle. Biz de oturup kaldık burada...

Bu arada prens, General İvan Fyodoroviç'le selamlaş-
mış, general de onu Yevgeniy Pavloviç Radomskiy ile tanıştırmıştı.

— Yolda yakaladım onu, trenden yeni inmişti. Bizimkilerin de burada olduğunu öğrenince...

Yevgeniy Pavloviç kesti generalin sözünü:

— Sizin de burada olduğunuzu öğrenince... uzun zamandır sizinle yalnızca tanışmak değil, dost da olmayı istediğim için zaman kaybetmek istemedim. Rahatsız mıydınız? Demin öğrendim bunu...

Lev Nikolayeviç elini uzatarak cevap verdi Yevgeniy Pavloviç'e:

— Sağlığım yerinde, sizinle tanıştığıma da çok sevindim... Sizinle ilgili çok şey duydum, hatta Prens Ş. ile çok söz ettik sizden.

Karşılıklı iltifatlar ettiler birbirine, el sıkıştılar, birbirinin gözlerinin içine baktılar. O ara herkes konuşmaya başladı. Prens farkındaydı (artık her şeyi, belki olmayan şeyleri bile büyük bir açıklıkla hemen fark etmeye başlamıştı): Yevgeniy Pavloviç'in sivil giysisi genel ve olağanüstü güçlü bir şaşkınlık yaratmış, bu şaşkınlık da geri kalan tüm düşünceleri unutturup silmişti. Bu giysi değişikliğinin çok önemli olduğu düşünülebilirdi. Adelaida ile Aleksandra şaşkınlık içinde sorular soruyordu Yevgeniy Pavloviç'e. Onun akrabası olan Prens Ş. tedirgin bile olmuştu çoktan. General ise konuşurken epey heyecanlıydı. Yalnız Aglaya merakla, ama son derece sakin, ona subay giysisinin mi, sivil giysinin mi daha çok yakıştığını anlamaya çalışıyormuş gibi bir dakika kadar bakmıştı Yevgeniy Pavloviç'e, ama bir dakika sonra başını öte yana çevirmiş, bir daha dönüp bakmamıştı. Lizaveta Prokofyevna ise, görünüşte biraz huzursuz da olsa, bir şey sormak istemiyordu. Lizaveta Prokofyevna, Yevgeniy Pavloviç'ten pek hoşlanmıyor gibi gelmişti prense.

İvan Fyodoroviç her soruya aynı cevabı veriyordu:

— Öyle şaşırdım ki, anlatamam! Gözlerime inanamadım. Daha dün Petersburg'da görmüştüm onu. Bu kadar aceleye ne gerek vardı sanki? Oysa düne kadar biraz oturalım oturduğumuz yerde diye bağıran kendisiydi.

Konuşmalardan anlaşıldığına göre, ordudan ayrılacağını Yevgeniy Pavloviç çok önce kendisi söylemişti. Gelgelelim, hiç ciddi olarak söz etmemişti bundan. Öyle ki inanmak olanaksızdı sözüne. Zaten en ciddi konulardan bile hep şakacı bir tavırla söz ederdi, bu yüzden, özellikle anlaşılmak istemediği zamanlar anlamak çok zor olurdu onu.

Gülümseyerek şöyle diyordu Yevgeniy Pavloviç:

— Bir süreliğine, birkaç ay, en çok bir yıl ayrı kalacağım ordudan.

General hâlâ heyecanlıydı.

— En azından, işlerinizin durumunu bildiğim kadarıyla, buna hiç gerek yok.

— Ama mülklerimi dolaşmam gerekiyor. Siz de öyle demiyor muydunuz? Ayrıca yurtdışına çıkmak niyetim de var...

Ama konuşma az sonra yön değiştirdi. Yine de iyi bir gözlemci olan prens, epey özel ve hâlâ devam eden bir huzursuzluk hissediyordu; besbelli özel bir şey vardı ortada.

Yevgeniy Pavloviç, Aglaya'nın yanına gidip,

— Demek "zavallı şövalye" yine sahnede? dedi.

Aglaya'nın Yevgeniy Pavloviç'in yüzüne aralarında "zavallı şövalye" üzerine bir konuşma geçmiş olamayacağı, hatta onun sorusunu bile anlamadığını anlatmak ister gibi baktığını fark edince çok şaşırdı prens.

Kolya, Lizaveta Prokofyevna ile zorlu bir tartışmaya girişmişti:

— Evet ama, bu saatte Puşkin'in kitabını aldırmak için Petersburg'a adam yollamak olmaz, çok geç! Yüz kez söyledim size: Geç oldu artık!

Aglaya'nın yanından hemen uzaklaşan Yevgeniy Pavloviç araya girdi:

— Gerçekten de bu saatte kente adam yollamak olmaz. Sanırım Petersburg'da dükkânlar bile kapanmıştır. (Saatini çıkarıp baktıktan sonra ekledi:) Baksanıza, saat dokuz olmuş.

Adelaida karıştı söze:

— Bunca zaman aklınıza gelmedi, yarına kadar da bekleyebilirsiniz.

Kolya,

— Ayrıca seçkin çevreden insanların edebiyatla aşırı ilgilenmeleri de hiç yakışık almaz, dedi. İsterseniz Yevgeniy Pavloviç'e sorun. Kırmızı tekerlekli sarı bir arabayla ilgilenmek çok daha uygun olur.

Adelaida,

— Yine kitaplardan alıntılar yapıyorsunuz Kolya, dedi.

Yevgeniy Pavloviç destekledi Adelaida'yı:

— Kitaplardan alıntılar yapmadan konuşamaz zaten. Eleştiri yazılarından ezberlediği cümleleri tekrarlar durur. Nikolay Ardalionoviç'in konuşma biçimini eskiden beri bilirim. Bu mutluluğu tatmışımdır. Ama bu kez kitaplardan alıntı değil söylediği. Nikolay Ardalionoviç doğrudan doğruya benim kırmızı tekerlekli sarı arabamı ima ediyor. Ama geç kaldınız dostum, çoktan sattım ben o arabayı.

Radomskiy'i ilgiyle dinliyordu prens... Onun çok hoş, alçakgönüllü, neşeli biri olduğunu düşünüyordu. En çok beğendiği yanıysa, kendisine takılan Kolya'ya karşı dengiymiş gibi dostça davranmasıydı.

Lizaveta Prokofyevna elinde yeni sayılabilecek pek güzel ciltli kalın birkaç kitapla gelip karşısında duran Lebedev'in kızı Vera'ya sordu:

— Nedir bunlar?

— Puşkin, dedi Vera. Bizim Puşkin ciltlerimiz. Babam onları size vermemi söyledi.

— Nasıl olur? dedi Lizaveta Prokofyevna. Olur mu öyle şey?

Lebedev kızının omzunun üzerinden başını uzattı.

— Armağan değil efendim! Armağan değil! Öyle bir şeye cüret edebilir miyim hiç! Parasıyla efendim. Atadan kalma, ailemizin Puşkin kitaplarıdır bunlar. Annenkov'un yayınladıklarından, günümüzde bulmak imkânsızdır bunları. Maliyetine vereceğim size onları saygıdeğer hanımefendiciğim... Saygılarımla sunuyorum bunları efendim, amacım bunları size satmakla soylu edebiyat duygularınızın sabırsızlığını gidermektir efendim.

— Satıyorsan, o zaman olur. Teşekkür ederim. Zararlı çıkmazsın bu satıştan. Yalnız öyle kırıtıp durma karşımda lütfen azizim. Senin çok okuyan biri olduğunu duymuştum, öyle diyorlardı. Bir gün sohbet edelim seninle. Bu kitapları kendin getir bana, olur mu?

Lebedev kitapları kızının elinden kapıp son derece mutlu, ezilip büzülerek,

— Büyük bir mutlulukla ve... saygıyla! dedi.

Lizaveta Prokofyevna,

— Başlarına bir şey gelmeden getir de, saygıyla olmasa da olur, dedi. (Lebedev'i yukarıdan aşağı sertçe süzdükten sonra ekledi:) Yalnız bir koşulla, ancak kapıya kadar gelmene izin veririm, bugün kabul etmek niyetinde değilim seni. Ama kızın Vera'yı hemen şimdi yollayabilirsin, çok sevdim onu.

Vera sabırsızca döndü babasına.

— Onların geldiğini neden söylemiyorsunuz? diye sordu. Yoksa kendiliklerinden dalacaklar içeri. Baksanıza, gürültü etmeye bile başladılar. (Bu arada şapkasını eline alan prense döndü.) Lev Nikolayeviç, konuklarınız var, birileri sizi görmeye gelmiş, bizim bölümde bekliyor, ileri geri konuşuyorlar. Dört kişiler. Babam yanınıza girmelerine izin vermiyor.

— Kimmiş bu konuklar? dedi prens.

— İş için geldiklerini söylüyorlar. Ama öyle tipler ki, şimdi onları içeri almazsak yolda önümüzü keserler... İyisi mi söyleyin içeri alsınlar onları Lev Nikolayeviç. İçeri alıp başınızdan savarsınız, olur biter. Deminden beri Gavrila Ardalionoviç ile Ptitsın dil döküyorlar onlara, ama sözden anlayacak gibi değiller.

Lebedev elini kolunu sallıyordu.

— Pavlişçev'in oğlu! Pavlişçev'in oğlu! Dinlemeye değmez onları efendim. Boşuna sıkacaksınız canınızı değerli prensimiz! Doğrusu da bu! Karşınıza almaya değmezler...

Şaşırmıştı prens. Yüksek sesle,

— Pavlişçev'in oğlu ha! dedi. Aman Tanrım! Hatırladım... Ama ben... ben bu işi Gavrila Ardalionoviç'e havale etmiştim. Demin kendisinin bana dediğine göre...

Bu arada Gavrila Ardalionoviç iç odadan verandaya çıkmıştı, Ptitsın da arkasındaydı. Bitişik odadan gürültüler geliyor, General İvolgin'in sanki bağıranların sesini bastırmaya çalışıyormuş gibi yüksek sesle bağırdığı duyuluyordu. Kolya gürültüye koştu.

Yevgeniy Pavloviç,

— Çok ilginç! dedi.

Prens, "Demek olayı biliyor!" diye geçirdi içinden.

General İvan Fyodoroviç herkesin yüzüne merakla bakıp, bu yeni olaydan yalnızca kendisinin haberi olmadığını anlayınca şaşkınlık içinde sordu:

— Kimmiş bu Pavlişçev'in oğlu? Hem... Pavlişçev'in oğlu nasıl olabilirmiş?

Gerçekten de herkes büyük bir heyecan içindeydi. Prens yalnızca kendisiyle ilgili bir işin herkesi böylesine ilgilendirmesine şaşıyordu.

Aglaya pek ağırbaşlı bir tavırla prensin yanına gelip,

— Bu olayı hemen şimdi ve kendiniz sona erdirirseniz çok iyi olacak, dedi. İzin verin, biz hepimiz de tanığınız olalım. Sizi karalamak istiyorlar prens, cesaretle temize çıkarmalısınız kendinizi, bunu başaracağınızı bildiğim için sizin adınıza seviniyorum.

Lizaveta Prokofyevna birden yükseltti sesini:

— Bu can sıkıcı küstahlığın bir an önce sonuçlanmasını ben de çok istiyorum! Hiç acıma onlara prens! Çok başımı ağrıttı bu olay! Senin yüzünden az sıkıntı çekmedim! Doğrusu çok tuhaf. Çağır onları, gelsinler, biz de burada olacağız. Çok iyi söyledi Aglaya. (Prens Ş.'ye döndü Lizaveta Prokofyevna.) Bu konudan haberiniz var mıydı sizin prens?

— Elbette vardı. Sizin evdeyken öğrenmiştim, dedi Prens Ş.. Ama bu gençleri görmeyi özellikle istiyorum.

— Şu nihilist dediklerinden değil mi bunlar?

Lebedev (heyecandan o da neredeyse titremeye başlamıştı.) bir adım öne çıkıp,

— Hayır efendim, dedi, nihilist değil bunlar. Nihilistlerden başka bir şey bunlar... Yeğenimin dediğine göre, nihilistlerden çok daha aşırılar efendim... Burada bulunmakla onları sindireceğinizi boşuna düşünüyorsunuz efendim. Kimseyi umursamazlar... Nihilistler arasında kimi zaman okumuş, hatta bilgili insanlar bile vardır, ama bunlar onlardan çok daha ileri gitmişler efendim. Çünkü önce eylem adamıdırlar. Gerçi nihilizmin bir sonucu gibiler, ama doğrudan değil de dolaylı olarak... Ve herhangi bir dergide duyuru yoluyla değil, eylemleriyle gösterirler kendilerini. Örneğin Puşkin'in saçmalığından veya Rusya'nın parçalara ayrılmasının gerekliliğinden söz etmeyi bir hak bilirler kendilerine. Yok efendim, bir şeyi hak saydıklarında, çok istediklerindeyse hiçbir engelin önünde duraksamazlar. Amaçlarına varmak için gerekirse sekiz cana kıyarlar. Ama yine de prens, isterdim ki siz...

Oysa bu arada prens, gelenlere kapıyı açmaya gidiyordu. Gülümseyerek,

— İftira ediyorsunuz çocuklara Lebedev, dedi. Yeğeniniz canınızı sıktığı için böyle söylüyorsunuz. İnanmayın siz ona Lizaveta Prokofyevna. Emin olun, Gorskiyler, Danilovlar çok seyrek rastlananlarındandır... Bunlar ise... yanılıyorlar... Yalnız burada, sizlerin yanında olmasını istemezdim bunun. Bağışlayın Lizaveta Prokofyevna, buraya geldiklerinde göstereceğim onları size, sonra da göndereceğim... Buyurun baylar!

Bu arada içini kemiren başka bir kuşku tedirgin etmeye başlamıştı prensi: Acaba birileri bu olayı, özellikle de tam bu saatte ve bu tanıkların önünde zafer kazanmasını değil de, küçük düşmesini umarak mı tezgâhlamıştı? Gelgelelim, bu "muazzam, kötümser kuşkuculuğu" yüzünden de canı sıkılmıştı. Böyle şeyler düşündüğünü birilerinin öğrenmesindense, ölmeyi yeğlerdi herhalde. Yeni konukları kapıdan girdikleri anda ahlak yönünden kendini orada bulunanların arasında en aşağı insan saymaya içtenlikle hazırdı.

Kapıdan beş kişi girdi, dördü yeni konuklardı, beşinci ise en arkadaki alı al moru mor, heyecanlı mı heyecanlı, coşku içinde bir şeyler söyleyen General İvolgin... Prens gülümseyerek "Kesin, benden yanadır!" diye geçirdi içinden. Kolya hemen arkalarından süzülmüştü içeri. Yeni konuklardan İppolit'e heyecanlı bir şeyler anlatıyor, İppolit de gülümseyerek dinliyordu.

Prens yer gösterip oturttu konukları. Hepsi de çok genç, neredeyse çocuk yaştaydı, o kadar ki, öylesine gürültü koparan bir olayın kahramanları olmalarına şaşmamak elde değildi. Örneğin, hiçbir şeyden haberi olmayan ve söz konusu "yeni sorun"u hiç anlamayan İvan Fyodoroviç Yepançin bu gençleri görünce kızmıştı bile, prensin özel işlerine karşı eşinin pek garipsediği tuhaf heyecanı onu durdurmasaydı, herhangi bir şekilde protesto da edebilirdi onları. Ayrıca biraz merakı, biraz da iyi yürekliliğinden sesini çıkarmadı: Bakarsınız bir yardımı dokunabilir, belki bilgisine gereksinim duyulabilirdi. Fakat kapıdan giren General İvolgin'in onu uzaktan selamlaması tekrar bozmuştu sinirini. Kaşlarını çattı, bir şeye karışmamaya, susmaya karar verdi.

Bu dört genç konuk arasında, "Rogojin'in takımından boksör ve kendisinden para dilenen herkese on beş ruble veren", ordudan ayrılmış otuz yaşlarında teğmen de vardı. Anlaşıldığına göre buraya diğerlerine cesaret vermek, yakın arkadaş olarak da gerekirse destek olmak için gelmişti. Ötekiler arasında en çok dikkati çeken, kendisini Antip Burdovskiy olarak tanıtmış olsa da, grupta herkesin "Pavlişçev'in oğlu" dediği gençti. Yoksul, özensiz ve pasaklı giyimli, redingotunun kol ağızları yağdan ayna gibi parlayan, düğmeleri boydan boya ilikli yeleği kir pas içinde, gömleği arada bir yerlere kaybolmuş, boynundaki siyah ipek eşarbı yağdan inanılmayacak derecede simsiyah kesilip urgana dönmüş, elleri kirli, çopur yüzlü, sarışın ve hani deyim yerindeyse masum-küstah yüzlü bir delikanlıydı. Kısa boylu sayılmazdı; zayıftı, yirmi iki yaşlarında gösteriyordu. Yüzünde en küçük bir alaycı ifade de, bir canlılık ifadesi de yoktu. Tersine, haklılığına körü körüne bir inanmışlığın ve aynı zamanda kendini sürekli haksızlığa uğramış hissetme ihtiyacının tuhaf bir ifadesi vardı yüzünde. Heyecanlı, çabuk çabuk ve konuşma özürlüymüş veya Rus kökenli olmasına karşın, bir yabancıymış gibi kekeleyerek, duraklayarak konuşuyordu.

Yanında okuyucunun önceden tanıdığı Lebedev'in yeğeni ile İppolit vardı. İppolit on yedi, en çok on sekiz yaşlarında bir gençti. Bir hastalığın korkunç izlerini taşıyan yüzü zeki ama sürekli sinirli bir ifadeyle kaplıydı. Bir iskelet gibi sıska, sapsarıydı. Gözleri alev alev parlıyordu. İki yanağında iki kıpkırmızı leke vardı. Sürekli öksürüyor, ağzından çıkan her sözcüğü, aldığı her soluğu bir hırıltı izliyordu. Veremin son döneminde olduğu belliydi. İki üç haftalık bir ömrü kalmış gibiydi. Çok bitkindi, kimsenin oturmasını beklemeden hemen bir sandalyeye çökmüştü. Ötekiler birden şaşırmış, sıkılıyormuş gibi kapıda bir an duralamıştı. Ama öte yandan besbelli, değerlerinin herhangi bir şekilde alçaltılmasından korkar gibi mağrur bakıyorlardı. Bu tavırları, yüksek çevrelerin değersiz alışkanlıklarını, önyargılarını, kendi çıkarlarına olanın dışında her şeyi yadsıyan o tuhaf ünlerine ters düşen bir görünümdü.

"Pavlişçev'in oğlu" telaşlı bir tavırla kekeledi:

— Antip Burdovskiy...

Lebedev'in yeğeni tane tane konuşarak, "Doktorenko" olduğu için övünüyormuş gibi tanıttı kendini:

— Vladimir Doktorenko.

Ordudan ayrılmış teğmen,

— Keller! diye mırıldandı.

Sonuncusu hiç beklenmedik bir biçimde cırlak bir sesle,

— İppolit Terentyev, dedi.

Kendilerini tanıttıktan sonra prensin karşısında dizili sandalyelere oturdular, oturur oturmaz da kaşlarını çatıp somurtmaya başladılar. Cesaret toplamak için hepsi de şapkasını bir elinden ötekine aktarıp duruyor, bir şey söylemeye hazırlanıyor, ama gözdağı verir tavırlarla sanki şöyle diyordu: "Hayır kardeş, yalan söyleyeyim deme, kandıramazsın bizi!" Biri konuşmaya başlasa, ilk sözcüğü söylese arkasının çorap söküğü gibi geleceği, birbirinin sözünü keserek hep bir ağızdan konuşmaya başlayacakları seziliyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top