VII
VII
Prens sözünü bitirdiğinde herkes, Aglaya bile neşeyle ona bakıyordu, ama en çok da Lizaveta Prokofyevna.
— Sınavdan geçirdiniz onu işte! diye haykırdı Lizaveta Prokofyevna. Evet, sevgili hanımefendiler, bir garibanmış gibi korumanız altına alacağınızı düşünüyordunuz onu, oysa ziyaretinize seyrek geleceğini söyleyerek size tenezzül eden o oldu... Hepimiz aptalız, en aptalımız da İvan Fyodoroviç. Yaşayın prens. Demin sizi sınavdan geçirmelerini söylemişti İvan Fyodoroviç. Ayrıca benim yüzüm için söyledikleriniz tam anlamıyla doğru: Bir çocuğum ben, biliyorum. Siz söylemeden de biliyordum bunu. Tek sözcükle açıkladınız düşüncemi. Birbirimize çok benziyoruz. Sevindim buna. Bir elmanın iki yarısı gibi benziyoruz birbirimize. Yalnızca siz erkeksiniz, ben kadın... bir de İsviçre'ye hiç gitmedim. Aramızdaki bütün fark bu işte.
Aglaya kesti annesinin sözünü:
— Bir dakika maman, acele etmeyin, bütün bunları anlatırken kendine göre bir düşündüğü olduğunu söylüyor prens.
Öteki kız kardeşler güldüler.
— Evet, evet...
— Hemen gülmeyin bakalım sevgili kızlarım, prens üçünüzden de kurnazdır belki. Görürsünüz. Peki ama, Aglaya için bir şey söylemediniz prens... Bekliyor Aglaya, ben de bekliyorum.
— Şu anda bir şey söyleyemem. Sonra söyleyeceğim.
— Neden? Onun yüzünden de bir şeyler anlamış olmalısınız.
— Evet, anladım. Çok güzelsiniz Aglaya İvanovna. O kadar güzelsiniz ki, yüzünüze bakınca korkuyor insan.
Lizaveta Prokofyevna ısrar etti:
— Hepsi o kadar mı? Ya özellikleri?
— Güzelliği anlatmak zordur, henüz hazır değilim. Güzellik bir gizemdir.
Adelaida,
— Demek Aglaya'nın bir gizem olduğunu söylüyorsunuz, dedi. Gizemli Aglaya! Ama çok güzel, değil mi prens, çok güzel?
Prens, Aglaya'ya hayran hayran bakarak heyecanlı bir tavırla karşılık verdi:
— Harika! Yüzü biraz değişik olsa da, Nastasya Filippovna'nınki gibi harika!..
Herkes şaşkınlık içinde birbirinin yüzüne baktı.
Lizaveta Prokofyevna uzatarak sordu:
— Ki-i-mi-in ki gibi? Hangi Nastasya Filippovna'dan söz ediyorsunuz? Nastasya Filippovna'yı nerede gördünüz siz? Hangi Nastasya Filippovna bu?
— Az önce Gavrila Ardalionoviç resmini İvan Fyodoroviç'e gösteriyordu.
— Nasıl? Resmini İvan Fyodoroviç'e mi getirmiş?
— Göstermek için. Nastasya Filippovna bugün bir resmini hediye etmiş Gavrila Ardalionoviç'e, o da göstermek için getirmiş.
Lizaveta Prokofyevna sesini yükseltip,
— Görmek istiyorum o resmi! dedi. Nerede o resim? Gavrila Ardalionoviç'e hediye ettiğine göre, şu anda yanında olmalı. Sanırım kendisi hâlâ generalin çalışma odasındadır. Her çarşamba gelir, çalışır orada ve dörtten önce gitmez. Hemen Gavrila Ardalionoviç'i çağırın bana! Hayır, onun yüzünü görmek heveslisi değilim. Lütfen, sevgili prens, çalışma odasına gidiverin, resmi alın ve bana getirin. Benim görmek istediğimi söyleyin. Lütfen...
Prens çıkınca Adelaida arkasından,
— İyi biri, ama biraz fazla saf.
Aleksandra onayladı:
— Evet, biraz fazla. Biraz komik bile.
Adelaida da, Aleksandra da prens konusunda düşündüklerinin tümünü açıklamamışlardı sanki.
Aglaya,
— Ama yüzlerimizi anlatma işinden iyi sıyrıldı, dedi. Hepimizin gönlünü hoş etti, mamanın bile.
Lizaveta Prokofyevna,
— Ukalalık etme lütfen, dedi. O hoş etmedi benim gönlümü, kendim hoş ettim.
Adelaida,
— Sen sıyrıldığını mı sanıyorsun? diye sordu.
— Onun pek saf olduğunu sanmıyorum.
Lizaveta Prokofyevna öfkeli,
— Yeter ama! dedi. Bana sorarsanız, siz ondan daha komiksiniz. Biraz saf ama akıllı, iyi anlamda kuşkusuz... Benim gibi.
Çalışma odasına giderken kendi kendine söyleniyordu prens: "Resimden söz etmem kötü oldu... Ama... belki de iyi oldu..." Tuhaf bir düşünce belirmeye başlamıştı kafasında. Ama henüz pek belirsiz bir düşünceydi bu.
Gavrila Ardalionoviç hâlâ çalışma odasındaydı, kâğıtlarla uğraşıyordu. Besbelli şirket ona boşuna maaş bağlamamıştı. Prens ona resmi sorduğunda çok şaşırdı Gavrila Ardalionoviç ve içeridekilerin resimden nasıl haberdar olduklarını sordu. Öfkeli,
— E-e-eh! dedi. Ne diye boşboğazlık ettiniz ki orada? Bir şey bilmeden gevezelik ediyorsunuz... (Kendi kendine söylendi:) Budala!
— Suçluyum. Öyle kaçıverdi ağzımdan. Aglaya'nın neredeyse Nastasya Filippovna kadar güzel olduğunu söyleyiverdim.
Gavrila Ardalionoviç prensin durumu ayrıntılı anlatmasını istedi. Prens anlattı. Gavrila Ardalionoviç tekrar alaylı alaylı gülümsedi.
— Takmışsınız Nastasya Filippovna'ya... diye mırıldandı, ama sözünün sonunu getirmeden düşünceye daldı. (Bir kaygısı olduğu belliydi. Prens içeride resmi beklediklerini hatırlatınca, aklına bir şey gelmiş gibi birden şöyle ekledi:) Büyük bir ricam olacak sizden... Ama nasıl diyeceğimi bilemiyorum...
Ne söyleyeceğini şaşırdı Gavrila Ardalionoviç, sözünün arkasını getiremedi. Bir karar vermeye çalışıyor, kendi kendiyle savaşıyor gibiydi. Bir şey söylemeden bekliyordu onu prens. Gavrila Ardalionoviç soru dolu, dikkatli bakışını prensin yüzüne doğrultup, tekrar,
— Prens, diye başladı, şimdi orada bana... hiç de suçlu olmadığım... çok tuhaf... hem de gülünç bir olay yüzünden... kızıyorlar, sözün kısası, neyse, önemli değil... sanırım biraz kızıyorlar bana orada, öyle ki çağrılmadan bir süredir gitmek istemiyorum oraya... Oysa Aglaya İvanovna ile konuşmam gerekiyor. Ne olur ne olmaz diye birkaç satır yazdım (katlı küçük bir kâğıt belirmişti elinde), ama bunu ona nasıl ulaştıracağımı bilemiyorum. Şu kâğıdı Aglaya İvanovna'ya ulaştırabilir misiniz prens? Ama yalnızca Aglaya İvanovna'ya... yani kimse görmeden, anlatabildim mi? Öyle gizli bir şey değil, öylesine... ama... yapar mısınız bunu?
— Hiç hoşuma gitmedi bu, dedi prens.
Gavrila Ardalionoviç yalvarmaya başladı:
— Ah prens, çok önemli bu benim için! Bakarsınız cevap yazar... İnanın, bu kadar çaresiz olmasaydım yardımınızı istemezdim... Başka kiminle göndereyim?.. Çok önemli... Benim için çok çok önemli...
Prensin "hayır" diyeceğinden çok korkuyordu Gavrila Ardalionoviç. Onun gözlerinin içine yalvarırcasına, ürkek bakıyordu.
Prens,
— Olur, veririm, dedi.
Buna çok sevinen Gavrila Ardalionoviç yalvardı:
— Ama kimsenin fark etmemesi gerekiyor... Size güvenebilirim, değil mi prens?
— Kimse görmeden vereceğim pusulanızı Aglaya İvanovna'ya.
— Pusula kapalı değil... diye başlayacak oldu Gavrila Ardalionoviç, söylediğinden utanıp sustu.
Prens mektubu alırken son derece rahat,
— Yo, korkmayın, okumam, dedi.
Yalnız kalınca başını ellerinin arasına aldı Gavrila Ardalionoviç.
— Bir sözcük söylesin ve ben... ve ben belki kesinlikle koparıp atarım!..
Heyecanından, sabırsızlığından tekrar kâğıtların başına oturamamış, çalışma odasının içinde bir köşeden ötekine dolaşmaya başlamıştı.
Prens konuk salonuna doğru dalgın dalgın yürüyordu. Üzerine aldığı görev de, Gavrila Ardalionoviç'in Aglaya İvanovna'ya yazdığı mektup da canını sıkıyordu. Konuk salonuna varması için önünde daha iki oda vardı ki, bir şey hatırlamış gibi ansızın durdu, çevresine bakındı, ışığa, pencereye gitti ve orada Nastasya Filippovna'nın resmine bakmaya başladı.
Biraz önce onu öylesine etkileyen bu yüzde gizli bir şeyi anlamaya çalışıyor gibiydi. Resmi ilk gördüğünde hissettikleri hemen hiç değişmemişti, şimdi ise daha değişik bir şey arıyordu bu yüzde. Olağanüstü güzelliğinin yanı sıra, daha değişik, daha güçlü bir şeyler şimdi daha çok şaşırtmıştı onu. Bu yüzde sınırsız bir gurur, küçümseme, neredeyse nefret, aynı zamanda da güven veren şaşırtıcı bir saflık vardı sanki. Bu yüze bakınca ondaki bu karşıtlık insanda hüzne benzer bir duygu bile uyandırıyordu sanki. Bu soluk yüzün, hafifçe çökük yanakların ve ışıl ışıl gözlerin göz kamaştırıcı güzelliği neredeyse dayanılmazdı: Tuhaf bir güzellikti bu! Bir dakika kadar baktı bu yüze prens, sonra birden kendine gelmiş gibi silkinip çevresine bakındı, aceleyle dudaklarına götürdü resmi ve öptü. Bir dakika sonra konuk salonuna girdiğinde son derece sakindi.
Ama konuk salonundan bir önceki yemek odasının kapısında Aglaya ile burun buruna geldi. Yalnızdı Aglaya.
Prens elindeki pusulayı Aglaya'ya verirken,
— Gavrila Ardalionoviç bunu size vermemi rica etti, dedi.
Aglaya durdu, kâğıdı aldı ve tuhaf tuhaf baktı prensin yüzüne. Bakışında en küçük bir sıkılma yoktu. Sanki yalnızca biraz şaşkınlık vardı, bu da yalnızca prensle ilgili gibiydi. Bakışıyla prensten onun bu işte nasıl olup da Gavrila Ardalionoviç'le birlikte hareket ettiğinin cevabını bekliyordu sanki. Hem de son derece sakin ve yukarıdan bakarak... Birbirlerinin karşısında birkaç saniye durdular; sonra alaycı bir ifade belirdi Aglaya'nın yüzünde ve hafifçe gülümseyerek yürüyüp uzaklaştı.
Lizaveta Prokofyevna kolunu uzatarak oldukça uzağında tuttuğu Nastasya Filippovna'nın resmine bir süre sessizce, sanki küçümseyerek baktıktan sonra mırıldandı:
— Evet, güzelmiş, dedi, hatta çok... İki kez gördüm onu, ama uzaktan. (Birden prense döndü.) Böyle bir güzelliğe değer veriyorsunuz demek, öyle mi?
Prens kendini zorlayarak karşılık verdi:
— Evet... veriyorum...
— Yani böylesine mi?
— Özellikle böylesine...
— Neden?
Prens, soruya isteksiz cevap veriyormuş gibi değil de, kendi kendine konuşuyormuş gibi,
— Bu yüzde... çok acı var... dedi.
Lizaveta Prokofyevna,
— Sayıklıyorsunuz sanki, dedi.
Önemsemez bir tavırla resmi masanın üzerine attı. Aleksandra aldı masanın üzerinden resmi. Adelaida Aleksandra'nın yanına geldi, ikisi birlikte resme bakmaya başladılar. Tam o sırada Aglaya konuk salonuna döndü.
Adelaida kız kardeşinin omzunun üzerinden resme büyük bir ilgiyle bakarak,
— Bu ne güç öyle! diye haykırdı.
Lizaveta Prokofyevna sert bir tavırla sordu:
— Ne gücü? Ne gücünden söz ediyorsun sen?
Adelaida heyecanla karşılık verdi:
— Böyle bir güzellik güçtür... Böyle bir güzellikle dünyanın altını üstüne getirmek olasıdır!
Dalgın, düşünceliydi. Sehpasının başına geçti. Aglaya resme göz ucuyla şöyle bir bakmış, dudak bükmüş, köşeye çekilip oturmuş, kollarını göğsünün üzerinde kavuşturmuştu.
Lizaveta Prokofyevna çıngırağın kordonunu çekti. Gelen uşağa,
— Gavrila Ardalionoviç buraya gelsin, dedi.
Aleksandra pek anlamlı,
— Maman! diye yükseltti sesini.
Lizaveta Prokofyevna hemen kesti kızının itirazını:
— İki kelime söyleyeceğim ona, o kadar! (Öfkeli olduğu belliydi.) Gördüğünüz gibi prens, şimdilerde burada her şey pek gizemli... Her şeyde bir gizem var! Böyle işte, aptalca şeyler. Oysa durum daha çok içtenlik, açıklık, dürüstlük gerektiriyor. Evlenmeyi düşünenler var, oysa hiç hoşlanmam bu tür evliliklerden...
Yine susturmaya çalıştı onu Aleksandra:
— Maman, neler söylüyorsun?
— Sana ne oluyor tatlım? Sen hoşlanıyor musun ortada dönen bütün bu olanlardan? Varsın duysun prens. Yabancı değil. En azından benim yabancım değil. Tanrı elbette iyi insanları sever, kötüleri, kaprislileri sevmez. Özellikle de bugün böyle, yarın başka türlü söyleyen kaprislileri... Anlayabiliyor musun beni Aleksandra İvanovna? Bunlar benim tuhaf bir kadın olduğumu söylerler prens. Ama iyiyi kötüden ayırmayı bilirim ben. Çünkü yürektir önemli olan, gerisi boştur. Akıl da gereklidir kuşkusuz... belki en önemli olan da akıldır. Gülme Aglaya, kendimle çelişen bir şey söylemiyorum: İyi kalpli ama akılsız bir aptal da, akıllı ama kötü kalpli bir aptal kadar mutsuzdur. Eski bir gerçektir bu. İşte ben iyi yürekli, ama akılsız bir aptal, sense akıllı ama kötü kalpli bir aptalsın. İkimiz de mutsuzuz, ikimiz de acı çekiyoruz.
Neşesini kaybetmemiş tek kişi gibi görünen Adelaida tutamadı kendini,
— Neden o kadar mutsuzsunuz maman? diye sordu.
Lizaveta Prokofyevna kesti kızının sözünü:
— Önce her şeyi bilen kızlarımın yüzünden. Aslında yalnızca bu bile yeter mutsuz olmama. Gerisini söylememe gerek bile yok... Fazla söze ne gerek! Bakalım siz ikiniz (Aglaya'yı saymıyorum) aklınızla, o dilbazlığınızla ne yapacaksınız? Evet, pek saygıdeğer Aleksandra İvanovna, bakalım pek saygıdeğer eşinizle mutlu olabilecek misiniz?... (O anda konuk salonuna giren Gavrila Ardalionoviç'i görünce haykırdı:) A!.. İşte size evlilik kampından biri daha! (Gavrila Ardalionoviç'in selamına karşılık verdi, oturmasını söyledi.) Merhabalar! Evleniyormuşsunuz, öyle mi?
— Evlenmek mi?.. Nasıl yani?.. Ne evlenmesi?.. diye mırıldandı Gavrila Ardalionoviç.
Şaşırmıştı, ne söyleyeceğini bilemiyordu.
— O ifadeyi sevmiyorsanız, şöyle sorayım, dünya evine giriyormuşsunuz, öyle mi?
Gavrila Ardalionoviç'in yüzü kıpkırmızı olmuştu. Yalan söyledi:
— Hayır... ben... yo, hayır...
Bir kenarda oturan Aglaya'dan yana çabucak bir göz attı, hemen kaçırdı bakışını. Aglaya soğuk, sakin bakışını dikmiş ona bakıyor, şaşkınlığını izliyordu. Acımasız Lizaveta Prokofyevna ısrarla sürdürüyordu sormayı:
— Hayır mı? Hayır mı dediniz? Tamam, unutmayacağım bunu, bugün, çarşamba günü soruma "hayır" diye cevap verdiniz. Sahi, bugün çarşamba mıydı?
— Sanırım çarşamba maman, dedi Adelaida.
— Günleri bile bilmezler... Ayın kaçı?
Gavrila Ardalionoviç karşılık verdi:
— Yirmi yedisi.
— Yirmi yedisi mi? Bazı nedenlerle çok iyi bu. Size iyi günler, sanırım çok işiniz vardır. Benim de şimdi gidip giyinmem gerekiyor. Şu resminizi de alın. Talihsiz Nina Aleksandrovna'ya selamlarımı iletin. Hoşça kal sevgili prens! Sık sık uğra bize. Özellikle gidip, yaşlı prenses Belokonskaya sizden söz edeceğim. Hem bakın ne diyeceğim canım: Tanrı'nın sizi İsviçre'den Petersburg'a sırf benim için yolladığına inanıyorum. Bu arada belki başka işleriniz de vardır. Ama özellikle benim için buradasınız. Tanrı böyle karar verdi. Hoşça kalın canlarım. Aleksandra, sen odama gel yavrum.
Lizaveta Prokofyevna konuk salonundan çıktı. Gavrila Ardalionoviç yıkılmış, perişan bir durumdaydı. Ne yapacağını bilmeden öfkeyle aldı masanın üzerinden resmi ve dudaklarında acı bir gülümseme, prense döndü.
— Ben eve gidiyorum prens. Bizim eve yerleşme kararınızı değiştirmediyseniz, götüreyim sizi. Adresi bilmediğinize göre...
Aglaya birden kalktı oturduğu koltuktan.
— Bir dakika prens. Hatıra defterime bir şeyler yazmanızı istiyorum. Babam yazınızın çok güzel olduğunu söylüyordu. Hemen getiriyorum...
Ve çıktı.
— Hoşça kalın prens, ben de çıkıyorum, dedi Adelaida.
Kuvvetlice sıktı prensin elini. Ona içtenlikle tatlı tatlı gülümsedi ve çıktı. Gavrila Ardalionoviç'e dönüp bakmamıştı bile.
Herkes çıkınca Gavrila Ardalionoviç dişlerini gıcırdatarak yürüdü prensin üzerine. Sesini alçaltıp yüzünde çılgın bir ifade, gözlerinde nefret dolu bir öfke parıltısıyla,
— Siz, evet siz yumurtladınız onlara evleneceğimi! dedi. Utanmaz geveze!
Prens sakin, kibar bir tavırla karşılık verdi:
— İnanın, yanılıyorsunuz. Sizin evleneceğinizden haberim bile yoktu.
— İvan Fyodoroviç bu akşam Nastasya Filippovna'nın evinde her şeyin kararının verileceğini söylerken yanımızdaydınız, haberi gelip buraya yetiştirdiniz! Yalan söylüyorsunuz! Başka kimden öğrenmiş olabilirler? Sizden başka kim söylemiş olabilir onlara bunu? Demin kocakarı laf dokundurmadı mı bana?
— Lizaveta Prokofyevna'nın size laf dokundurduğunu düşünüyorsanız, bunu ona kimin yetiştirdiğini de bilmeniz gerekir. Ben bu konuda tek kelime etmedim burada.
Gavrila Ardalionoviç heyecanlı bir sabırsızlıkla kesti prensin sözünü:
— Pusulayı verdiniz mi? Cevap?
Ama tam o anda Aglaya girdi salona. Dolayısıyla Gavrila Ardalionoviç'in sorusuna cevap veremedi prens.
Aglaya hatıra defterini masanın üzerine koyarken,
— Buyurun prens, dedi. İstediğiniz sayfaya bir şeyler yazın benim için. Alın size yepyeni bir divit. Çelik divit olmasının sakıncası yok, değil mi? Kaligrafi ustaları çelik uçla yazmazlar diye duymuştum da...
Prensle konuşurken Gavrila Ardalionoviç'in orada olduğunun farkında değilmiş gibi yapıyordu. Prens divit ucunu ayarlayıp hatıra defterinde boş bir sayfaya yazmaya hazırlanırken Gavrila Ardalionoviç prensin hemen sağındaki şöminenin önünde duran Aglaya'nın yanına gitmiş ve titrek bir sesle kesik kesik konuşarak neredeyse kulağına fısıldamıştı:
— Bir sözcük, yalnızca tek bir sözcük söyleyin bana, kurtulacağım...
Prens birden dönüp baktı onlara. Gavrila Ardalionoviç'in yüzünde tam bir umutsuzluk vardı. Bu sözlerini bir şey düşünmeden, heyecandan ne söylediğini bilmeden söylediği belliydi. Aglaya, biraz önce prense baktığı o son derece sakin, şaşkın bakışıyla birkaç saniye baktı Gavrila Ardalionoviç'in yüzüne. Onun bu sakin şaşkınlığı, kendisine söylenenden hiçbir şey anlayamamış gibi hayreti o anda Gavrila Ardalionoviç için en ağır aşağılanmadan da ağır, korkunç olmalıydı.
— Ne yazayım? diye sordu prens.
Prense döndü Aglaya.
— Söyleyeyim, yazın, dedi. Hazır mısınız? Yazın bakalım: "Ben pazarlık etmem." Şimdi tarih atın altına. Görebilir miyim?
Prens defteri kaldırıp gösterdi ona.
— Çok güzel! Harika olmuş. Yazınız inanılmayacak kadar güzel! Teşekkür ederim. Güle güle prens... (Ansızın bir şeyi hatırlamış gibi ekledi:) Durun... Benimle gelin, hatıra olarak bir şey vermek istiyorum size.
Prens Aglaya'nın arkasından yürüdü. Yemek odasına girdiklerinde Aglaya durdu. Gavrila Ardalionoviç'in pusulasını prense uzatıp,
— Okuyun şunu, dedi.
Prens kâğıdı aldı, anlayamamış gibi baktı Aglaya'nın yüzüne.
— Bunu okumadığınızı biliyorum, dedi Aglaya, o adamın sırdaşı olamazsınız siz... Okuyun hadi. Okumanızı istiyorum.
Pusulanın aceleyle yazıldı belliydi:
"Bugün kaderim belli olacak, nasıl olacağını biliyorsunuz... Bugün bir daha dönmemek üzere son sözümü söyleyeceğim. Sizin ilginizi beklemeye hiç hakkım yok, herhangi bir umut beslemeye cesaret de edemiyorum. Ama bir zamanlar bir sözcük söylemiştiniz bana... yalnızca bir sözcük... ve o sözcük yaşamımın karanlık gecesini aydınlatmış, benim için bir deniz feneri olmuştu. Şimdi öyle bir sözcük daha söyleyin... ve felaketten kurtarın beni! Yalnızca "Her şeyi kes at" deyin, bugün kesip atayım... Ah, bu sözcüğü söylemek çok mu zor sizin için? Bu sözcükten durumla ilgilendiğiniz, bana acıdığınız anlamını çıkaracağım. Yalnızca bunu bekliyorum, yalnızca! Başka hiçbir şey, hiçbir şey! Bir umut beslemeye cesaret edemiyorum. Çünkü değmiyorum buna. Ama o sözcüğünüzden sonra tekrar yoksul yaşamıma döneceğim, umutsuz durumuma neşeyle katlanacağım. Savaşacağım, savaşmak mutluluk verecek bana, savaşın içinden yepyeni güçlerle yeniden doğacağım!
O merhamet dolu sözcüğü gönderin bana lütfen (yalnızca merhamet yemin ederim)! Kendini felaketten kurtarmak için son çabasını harcayan bu çılgının, batmak üzere olan zavallının küstahlığını bağışlayın.
G. İ."
Prens okumayı bitirince Aglaya sert bir tavırla,
— Bu adam "her şeyi kes at" sözünün beni küçük düşürmeyeceğini ve hiçbir şekilde bağlamayacağını düşünüyor. Gördüğünüz gibi, bunun güvencesini de bu pusulayla yazılı olarak veriyor bana. Dikkat edin, bazı sözcükleri ne acemi bir acelecilikle yazmış ve gizli niyeti nasıl kabaca sırıtıyor aradan. Öte yandan, benim ne diyeceğimi beklemeden, hatta bunu bana söylemeden, benden hiçbir umudu olmadan o ilişkisine son verirse, ona karşı olan duygularımın değişeceğini, belki onunla dost bile olacağımı çok iyi biliyor. Kesinlikle biliyor bunu! Ama ruhu kirli adamın: Bunu bilmesine karşın kararını veremiyor. Biliyor, ama yine de güvence istiyor. İnandığı şeye karar verecek durumda değil. Yüz bin rubleye karşılık benim kendisine umut vermemi istiyor. Pusulasında sözünü ettiği, sözde yaşamını aydınlatacak sözüm konusunda alçakça yalan söylüyor. Bir gün acımıştım ona. Ama çok küstah ve utanmazdır: Hemen bir umudun olabileceği düşüncesini çıkarmıştı bundan. Hemen anlamıştım niyetini. O günden beri avlamaya çalışıyor beni. Şimdi de aynı şeyi yapıyor. Ama yeter artık. Alın şu pusulasını, geri verin ona. Hemen, evden çıktıktan sonra kuşkusuz, daha önce değil...
— Peki, cevap olarak ne diyeyim kendisine?
— Elbette hiçbir şey. En iyi cevap bu olacaktır. Sahi, onların evinde kalmayı düşünüyorsunuz, değil mi?
Prens,
— Demin İvan Fyodoroviç bunu salık verdi bana.
— Uyarıyorum sizi, sakının ondan. Pusulasını ona geri vermenizi bağışlamayacaktır.
Aglaya hafifçe sıktı prensin elini ve çıktı. Yüzü ciddi, hatta asıktı. Başını eğerek "hoşça kalın" derken bile gülümsememişti.
Prens, Gavrila Ardalionoviç'e,
— Çıkınımı alayım, hemen çıkalım, dedi.
Gavrila Ardalionoviç'in içi içine sığmıyordu. Öfkeden yüzü bile mosmordu. Prens çıkınını aldı, çıktılar.
Hemen sordu Gavrila:
— Cevap? Cevap? Ne söyledi size? Mektubumu verdiniz mi kendisine?
Prens bir şey söylemeden uzattı ona pusulasını. Gavrila Ardalionoviç donup kalmıştı sanki.
— Nasıl? diye haykırdı. Benim pusulam bu! Adam vermemiş bile onu! Ah, anlamam gerekirdi! Ah, lanet olasıca... Deminki sakin duruşundan belliydi zaten! Peki ama, nasıl, nasıl, nasıl vermemiş olabilirsiniz? Kahrolası...
— Bağışlayın, ama tersine, pusulanızı bir fırsatını bulup, dediğiniz gibi kimse görmeden verdim kendisine. Şimdi yine bende olmasının nedeni ise Aglaya İvanovna'nın biraz önce onu bana geri vermesidir.
— Ne zaman? Ne zaman?
— Hatıra defterine yazacağımı yazdıktan sonra beni yemek odasına çağırdığında. (Duymadınız mı?) Yemek odasında pusulanızı geri verdi bana. Okumamı istedi ve onu size geri vermemi söyledi.
Gavrila Ardalionoviç neredeyse avazı çıktığınca bağırdı:
— O-ku-ma-nı-zı mı? Okumanızı ha! Peki, okudunuz mu?
Yine donup kalmış gibi durmuştu yaya kaldırımının ortasında. Ama öylesine şaşkındı ki, ağzını bile açmıştı.
— Evet, okudum.
— Ve kendisi, okumanız için kendisi verdi onu size, öyle mi?
— Evet, kendisi... ve inanın, benden bunu istemeseydi kesinlikle okumazdım.
Bir dakika kadar sessiz kaldı Gavrila Ardalionoviç, ona acı veren bir gerginlik içinde düşünüyordu. Sonra birden yükseltti sesini:
— Olamaz! Okumanızı söylemiş olamaz! Yalan söylüyorsunuz! Kendiliğinizden okudunuz onu!
Prens yine o sakin tavrıyla,
— Yalan söylemiyorum, dedi. İnanın, bunun canınızı bu kadar sıkmasına çok üzüldüm.
— Peki, zavallı insan, kâğıdı verirken bir şey söyledi mi size bari? Cevap olarak bir şey?
— Söyledi elbette.
— Hadi söyleyin, söylesenize be adam!..
Gavrila Ardalionoviç galoşlu sağ ayağını iki kez vurdu kaldırıma.
— Ben okumayı bitirince sizin onu avlamaya çalıştığınızı söyledi. Ondan koparacağınız bir umuda dayanarak yüz bin rublelik başka bir umutla ilginizi kesmeyi, böylece onu küçük düşürmeyi düşündüğünüzü söyledi. Bunu onunla pazarlığa girişmeden yapmış olsaymışsınız, ondan güvence istemeden öteki ilişkinizi bitirseymişsiniz, belki de dost olabilirmiş sizinle. Sanırım hepsi bu kadar. Yok, bir şey daha var: Pusulanızı aldıktan sonra cevabınızın ne olduğunu sordum. En iyi cevabın cevap vermemek olduğunu söyledi. Sanırım tam böyle söyledi. Cevabını sözcüğü sözcüğüne anımsayamadıysam bağışlayın, nasıl anladıysam öyle iletiyorum size.
Sınırsız bir öfkeye kapılmıştı Gavrila Ardalionoviç. Dişlerini gıcırdatarak,
— Ya! Demek öyle! dedi. Pusulamı pencereden fırlatıp atıyorlar! Vay! Pazarlığa yokmuş! Ama ben varım! Görüşürüz! Yapacağım çok şey var daha... Görüşeceğiz!.. Ne yapacağımı biliyorum ben!..
Yüzü bembeyaz, gergindi, ağzı köpürmüştü. Gözdağı verir gibi sallıyordu yumruğunu. Böyle birkaç dakika yürüdüler. Gavrila Ardalionoviç prense karşı kabaydı. Yanında prens yoktu sanki. Adam yerine koymuyormuş gibiydi onu.
Birden döndü prense.
— Nasıl oluyor da, nasıl oluyor da siz (içinden "budala!" diye eklemişti) siz tanıştıktan iki saat sonra böylesine kazanabildiniz güvenini? Nasıl, nasıl?
İçine dolmuş acılara şimdi bir de kıskançlık eklenmiş, yüreğine saplanmıştı.
Prens,
— Ben açıklayamam bunu size, dedi.
Gavrila Ardalionoviç hınçla baktı ona.
— Hediye vermek için sizi yemek odasına çağırması güven göstergesi değil midir? Öyle ya, bir hediye vermeyi düşünüyordu size, değil mi?
— Doğrusu, ben de öyle düşünmüştüm.
— Kahretsin! Ne yaptınız siz orada? Neyinizden hoşlandılar? Beni dinleyin (iyice telaşlanmıştı Gavrila Ardalionoviç. Kafası karmakarışıktı, ne düşüneceğini bilemiyordu.) Beni dinleyin, orada neler konuştuğunuzu sırasıyla hatırlayıp anlatamaz mısınız bana? Her sözcüğü ta baştan? Dikkatinizi çeken bir şey hatırlıyor musunuz?
— Evet, çok iyi hatırlıyorum, dedi prens. En başta, tanışmak için yanlarına girdiğimde İsviçre'den söz etmeye başlamıştık.
— Bırakın şimdi İsviçre'yi!
— Arkasından idam cezasından...
— İdam cezasından mı?
— Evet. Bir nedenden ötürü... Sonra orada üç yıl boyunca yaşadıklarımı, oralı yoksul bir kızın öyküsünü anlattım...
— Boş verin oralı yoksul kızı falan... Başka?
Çok sabırsızdı Gavrila Ardalionoviç.
— Başka... Şneyder'in kişiliğimle ilgili düşüncelerini söylemesi, beni zora sokması...
— Yerin dibine batsın Şneyder... Onun düşüncelerinin içine tüküreyim! Daha başka?
— Daha başka... sonra bir nedenle yüzlerden, yani yüzlerdeki ifadelerden söz etmeye başladım ve Aglaya İvanovna'nın neredeyse Nastasya Filippovna kadar güzel olduğunu söyledim. İşte o sırada da resmini gördüğümü kaçırdım ağzımdan...
— Peki, biraz önce çalışma odasında duyduklarınızı anlatmadınız, değil mi? Değil mi? Anlatmadınız değil mi, ha?
— Söylüyorum size, anlatmadım.
— Öyleyse, kahretsin... Vay canına! Aglaya annesine göstermedi pusulayı, değil mi?
— Göstermediğinden emin olabilirsiniz. Hep yanlarındaydım. Zamanı da olmadı buna zaten.
— Evet ama, o arada bir şey fark etmiş olabilirsiniz... Ah! Kahrolası budala!(Kendinde değilmiş gibi öfkeyle bağırmıştı Gavrila Ardalionoviç.) Doğru dürüst bir şey anlatamıyor!
Kimi zaman bazı kişilerin yaptığı gibi, Gavrila Ardalionoviç de ağzını bozduğunda karşılık görmeyince iyice ileri gitmeye başlamıştı. Biraz sonra belki de tükürecekti prensin yüzüne, öylesine öfkeliydi. Ne var ki öfkesi söyleneni anlamasına da engel oluyordu. Yoksa öylesine küçümsediği bu "budala"nın her şeyi çok iyi anladığını ve yeterince iyi anlattığını fark ederdi. Ama birden hiç beklenmedik bir şey oldu.
Prens,
— Size şunu söylemek zorundayım Gavrila Ardalionoviç, dedi, eskiden çok hastaydım, o zamanlar gerçekten bir budalaydım, ama iyileştim artık; bu nedenle yüzüme karşı bir budala olduğumu söylediklerinde hiç hoşlanmıyorum bundan. Gerçi başarısızlıklarınız göz önüne alınırsa hoş görülebilirsiniz, ama ne yazık ki öfkenizden iki kez hakaret ettiniz bana. Hiç hoşlanmadım bundan, özellikle yeni tanıştığımız için... Dolayısıyla şu anda bir yolağzında olduğumuza göre, burada yollarımızı ayırsak daha iyi olmaz mı? Siz sağa, evinize gidin, bense sola.. Yirmi beş rublem var cebimde, sanırım geceyi geçirebileceğim bir otel bulabilirim kendime.
Gavrila Ardalionoviç müthiş bozuldu. Yüzü bile kıpkırmızı olmuştu. Aşağılayıcı ses tonunu birden değiştirdi, aşırı derecede kibar bir tavırla,
— Affedersiniz prens, diye haykırdı. Tanrı aşkına bağışlayın! Başımın ne büyük bir dertte olduğunu görüyorsunuz! Gerçi henüz her şeyi bilmiyorsunuz. Olanları bilseydiniz, hiç değilse biraz bağışlardınız beni. Yani hiç değilse suçsuz olduğumu...
Hemen karşılık verdi prens:
— Yo, benden böyle özür dilemenize gerek yok. Durumunuzun hiç de iyi olmadığını, bunun için bana hakaret ettiğinizi biliyorum. Neyse, hadi size gidelim. Severek geleceğim sizinle...
Yürürken canı sıkkın, prense bakarken içinden şöyle geçiriyordu Gavrila Ardalionoviç: "Hayır, şimdi böyle bırakmak olmaz onu. Aşağılık adam her şeyimi öğrendi, sonra da birden çıkardı maskesini... Bir anlamı vardır bunun. Zamanı gelince anlayacağız! Her şey anlaşılacak, her şey, hem de bugün!"
Bu arada eve varmışlardı.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top