VI
VI
Varvara Ardalionovna, Belokonskaya'nın beklendiği Yepançinler'in evindeki akşam toplantısıyla ilgili ağabeyine son derece doğru bilgiler vermişti: Konukları o gün bekliyorlardı. Ne var ki olması gerektiğinden daha bir sert söylemişti bunu Varvara. Bu ailede her şey "başka hiçbir ailede olmadığı gibi" olduğu için hazırlıklar hayli aceleci, hatta hiç de gerekmeyecek derecede heyecanla yapılmaktaydı. Her şeyi "artık daha fazla kuşku içinde kalmak istemeyen" Lizaveta Prokofyevna'nın sabırsızlığına ve sevgili kızlarının mutluluğundan başka bir şey düşünmeyen anne babanın kalplerinin heyecanla çırpınışlarına veriyorlardı. Üstelik çok da kalmayacaktı Belokonskaya. Onun koruması altında olmanın yüksek sosyetede anlamı gerçekten büyüktü. Anne baba onun prense yakınlık göstereceğini umuyordu, böylelikle "sosyete" Aglaya'nın nişanlısını doğrudan bu güçlü "kocakarının" elinden kabul edeceği için, bu evlilikte bir tuhaflık olsa da, böylesine bir koruma söz konusuyken bu tuhaflığın önemsenmeyeceği düşünülüyordu. Bütün sorun da buradaydı işte, anne bana bir türlü karar veremiyorlardı: "Bir tuhaflık var mıydı bu işte, varsa ne kadardı? Veya hiç mi yoktu?"Aglaya yüzünden henüz hiçbir şey kesin karara bağlanmamışken, bu işlerden anlayan dostların açık ve net düşünceleri çok önemliydi. Nasıl olsa, bütünüyle yabancısı olduğu sosyeteye eninde sonunda sokmaları gerekecekti prensi. Sözün kısası, onu sosyeteye "göstermek" niyetindeydiler. Sade bir akşam toplantısı olacaktı, sadece "yakın dostlar" çağrılıydı. Belokonskaya'dan başka, çok önemli bir devlet görevlisinin eşi bekleniyordu. Gençlerden ise Belokonskaya'ya eşlik edecek Yevgeniy Pavloviç'ten başka çağrılı neredeyse yok gibiydi.
Belokonskaya'nın geleceğini prens toplantıdan aşağı yukarı üç gün önce duymuş, toplantıdansa ancak bir gün önce haberdar olmuştu. Aile üyelerinin telaşından, kendisiyle üstü kapalı, kaygılı konuşmalarından onun toplantıda olumsuz bir izlenim yaratmasından endişelendiklerini kuşkusuz fark etmişti. Ancak Yepançin ailesinin bütün üyeleri prensin saflığı nedeniyle, evde herkesin kendisi için telaşlandığını anlayacak durumda olmadığı kanısındaydı. Dolayısıyla ona bakarken üzülüyorlardı. Bununla birlikte, beklenen olayla gerçekte hemen hiç ilgilenmiyordu prens. Şimdi başkaydı onun derdi: Aglaya her saat daha bir kaprisli, daha bir huysuz olmaya başlamıştı. Prens çok üzülüyordu buna. Yevgeniy Pavloviç'i de beklediklerini öğrenince buna çok sevinmişti, onu görmeyi uzun zamandır istediğini söylemişti. Onun böyle söylemesi nedense hiç kimsenin hoşuna gitmemişti. Aglaya suratını asıp çıktı odadan ve ancak gece geç vakit, prens gitmek üzere kalktığında, saat on ikide döndü, onu yolcu ederken bir fırsatını bulup yalnız yakaladı, birkaç sözcük mırıldandı:
— Yarın gündüz bize gelmemenizi rica edecektim. Akşam, şu... konuklar geldikten sonra gelin. Konuklarımızdan haberiniz var, değil mi?
Aglaya sabırsız ve kendini zorlayarak soğuk konuşuyordu. İlk kez söz ediyordu prense bu "toplantıdan". Konukları düşününce onun da canı sıkılıyordu. Herkes farkındaydı bunun. Belki de bu konuda anne babasıyla tartışmayı çok istiyordu, ama gururu ve çekingenliği engel oluyordu ona. Prens, Aglaya'nın da onun için endişelendiğini (ama endişelendiğini itiraf etmek istemediğini) hemen anlamıştı. Birden kendi de korktu.
— Evet, ben de davetliyim, dedi.
Aglaya'nın konuşmakta zorlandığı belliydi. Neden olduğunu bilmeden aşırı derecede öfkelendi birden, kendini tutamadan,
— Bir konuda ciddi olarak konuşabilir miyim sizinle? Hayatta bir kez olsun?
— Elbette konuşabilirsiniz, diye mırıldandı prens. Çok sevinirim, sizi dinliyorum.
Aglaya yine bir dakika kadar sustuktan sonra belirgin bir tiksintiyle başladı:
— Bunu onlarla görüşmek istemedim. Bazı konularda laf anlatamazsınız onlara. Mamanın arada bir koyduğu kurallardan hep nefret etmişimdir. Babam için aynı şeyi söyleyemem. Ona bir şey sormaya bile gerek yok. Kuşkusuz yüce gönüllü, soylu bir kadındır maman. Hele aşağılık, bayağı bir şey önerin ona, neler olur, görürsünüz... Ne var ki o... sümsük kadına tapıyor! Yalnızca Belokonskaya için söylemiyorum bunu: Sümsük bir kocakarıdır o, sümsük karakterli, ama zekidir de, ötekilerin hepsini parmağında oynatıyor. Hiç değilse bu iyi. Ah ne pislik bir şeydir o kadın! Komik de: Her zaman orta sınıftan, olabildiğince orta sınıftan insanlar olduk bizler. Yüksek sosyetede ne işimiz var? Oysa ablalarımın gözü orada. Şu Prens Ş. karıştırdı kafalarını. Yevgeniy Pavloviç'in gelecek olmasına neden sevindiniz?
Prens,
— Bakın Aglaya, dedi, sanırım yarın... o toplantıda bir pot kıracağımdan korkuyorsunuz.
Kıpkırmızı oldu Aglaya'nın yüzü.
— Sizin mi? dedi. Korkuyor muyum? Neden korkacakmışım? İsterseniz... rezil olun. Bana ne? Hem benimle nasıl böyle konuşabiliyorsunuz ki? "Pot kırmak" da ne demek? İğrenç bir sözcük bu.
— Bu... bir öğrenci deyimi.
— Öğrenci deyimi ha! İğrenç bir şey! Demek yarın hep böyle şeyler söyleyeceksiniz. Evinize gidip biraz daha böyle sözcük arayıp bulun. Yarın akşam daha bir etkileyici olursunuz! Ne yazık ki bir salona girmeyi çok güzel beceriyorsunuz. Nerede öğrendiniz bunu? Peki, herkesin gözü inadına üzerinizdeyken kendinize kibarca bir fincan çay alıp içmeyi başarabilir misiniz?
— Sanırım başarırım.
— Yazık, ne güzel gülerdim. Hiç değilse konuk salonundaki Çin vazosunu kırın! Çok değerlidir; lütfen yapın bunu, kırın o vazoyu. Bir armağandır, anneciğim çıldırır, konukların önünde ağlamaya başlar, öylesine değerlidir onun gözünde. Her zamanki jestlerinizden birini yapın, çarpıp düşürün onu, kırılsın. Bilerek hemen dibine oturun.
— Tersine, elimden geldiğince uzağına oturacağım, beni uyardığınız için teşekkür ederim.
— Demek daha şimdiden öyle jestler yapacağınızdan korkuyorsunuz. Bahse girerim, bir "konu" üzerine konuşmaya başlayacaksınız. Gayet ciddi, bilimsel, yüce şeyler anlatacaksınız, değil mi? Ah ne güzel olacak!
— Sırası değilse sanırım... aptalca olur.
Sonunda dayanamadı Aglaya.
— Bakın, ilk ve son kez söylüyorum size... İdam cezası gibi, Rusya'nın ekonomik durumu gibi veya "dünyayı güzellik kurtaracak" gibi şeylerden söz etmeye başlarsanız... elbette eğlenmesine çok eğlenir, çok gülerim, ama şimdiden uyarıyorum sizi: Sonrasında gözüme gözükmeyin! Duydunuz mu beni: Çok ciddiyim! Bu kez ciddi söylüyorum!
Gerçekten de ciddi, tehditkâr konuşuyordu. Sesinde de, bakışında da prensin o zamana kadar hiç fark etmediği, şakaya hiç benzemeyen çok değişik bir şey vardı.
— Öyle koşullandırdınız ki beni, kesin "çenem düşer" ve hatta... belki de... vazoyu bile kırarım. Biraz öncesine kadar bir şeyden korkmuyordum, ama şimdi içimde bir korku var. Kesin, bir pot kıracağım.
— Öyleyse sesinizi çıkarmayın, susun. Ağzınızı açmadan oturun oturduğunuz yerde.
— Dünyada yapamam bunu. Biliyorum, korkumdan gevezelik etmeye başlayacağım, yine korkumdan vazoya çarpacağım... Belki yüzükoyun yere bile kapaklanacağım veya buna benzer bir şey yapacağım, biliyorum, çok başıma geldi çünkü... Bu gece bütün bunlar rüyalarıma girecek. Keşke söylemeseydiniz bunları bana!
Aglaya ters ters baktı prensin yüzüne. Prens,
— Ne yapalım, biliyor musunuz, dedi, iyisi mi yarın ben hiç gelmeyeyim toplantıya. (Sonunda kararını vermiş gibi ekledi:) Hasta numarası yaparım, olur biter!
Aglaya ayaklarını yere vurdu, öfkesinden yüzü bile bembeyaz olmuştu.
— Tanrım! Görülmüş bir şey mi bu! İnsanlar özellikle onun için... oysa o "gelmeyeyim" diyor... Tanrım! Böyle... sizin gibi... beyinsiz biriyle bir şeye kalkışmak ne de hoşmuş!
Hemen karşılık verdi prens:
— Pekâlâ, geleceğim, geleceğim! Ve size söz veriyorum, hiç kalkmayacağım oturduğum yerden, ağzımı da açmayacağım... Evet, aynen böyle yapacağım.
— Çok iyi yaparsınız. Biraz önce "hasta numarası yaparım" dediniz. Sahi, nereden buluyorsunuz bu deyimleri? Benimle böyle konuşmak çok mu hoşunuza gidiyor? Yoksa kızdırmaya mı çalışıyorsunuz beni?
— Özür dilerim. Bu da bir öğrenci deyimiydi. Artık olmayacak. Benim adıma... korkmakta... çok haklısınız, (kızmayın ama!) çok sevindim de buna. Ağzınızdan çıkan her sözcüğün beni ne kadar korkuttuğunu veya sevindirdiğini bilemezsiniz. Ama inanın, korkular önemsizdir, geçicidir. Yemin ederim öyle Aglaya! Ama sevinçler kalıcıdır. Böyle çocuk... tatlı, iyi yürekli bir çocuk olmanızı öyle çok seviyorum ki! Ah, Aglaya, ne harikasınız!
Aglaya prensin bu söylediğine elbette kızabilirdi, kızmak da istemişti, ama bir anda hiç beklemediği bir duygu seli dolmuştu içine. Hemen şöyle dedi:
— İleride... Bir gün... bu kaba sözlerim için sitem etmeyecek misiniz bana?
— Siz ne diyorsunuz! Ne diyorsunuz! Neden kıpkırmızı oldu yüzünüz yine? İşte yine karamsar bakıyorsunuz! Son günlerde kimi zaman, daha önce hiç olmadığı gibi karamsar bakıyorsunuz. Nedenini biliyorum...
— Susun, susun!
— Hayır, söylemeliyim. Uzun zamandır söylemek istiyordum bunu size; daha önce söyledim de, ama... o kadarı yetmez, çünkü inanmadınız bana. Yine de aramızda biri...
Aglaya birden prensin kolundan yakalayıp, neredeyse dehşetle gözlerinin içine bakarak haykırdı:
— Susun, susun, susun, susun!
Tam o anda seslendiler ona. Buna sevinmiş gibi hemen yalnız bıraktı prensi, koşarak çıktı odadan.
Prens bütün gece ateşler içinde döndü durdu yatakta. Tuhaftır, birkaç gecedir ateşi çıkıyordu. O gece yarı uyur yarı uyanık sayıklarken bir düşünce geldi aklına: "Ya yarın herkesin içinde bir nöbet gelirse?" Öyle ya, uyanıkken de nöbet geldiği olmuyor muydu? Bunu düşününce eli ayağı buz kesti. Bütün gece kendini büyüleyici, inanılmaz bir toplum içinde, tuhaf birtakım insanların arasında hayal etti durdu. Önemli olan "konuşmaya başlamasıydı". Konuşmaması gerektiğini biliyor, ama yine de durmadan konuşuyor, insanları bir şeye inandırmaya çalışıyordu. Yevgeniy Pavloviç ile İppolit de konuklar arasındaydı ve görünüşe bakılırsa çok yakın dosttular.
Sabah saat sekizden sonra uyandı. Başı ağrıyordu. Düşünceleri karmakarışıktı. Çok tuhaf duygular içindeydi. Nedense Rogojin'i görmek, onunla kendisinin de bilmediği bir konuda konuşmak için dayanılmaz bir istek duyuyordu. Sonra bir şey için İppolit'e gitmeye karar verecek oldu. Belirsiz bir duygu vardı içinde. Öyle ki o sabah olup bitenler onu olağanüstü etkilemiş olsa da, sanki yine de tam değildi bu duygu. Bu olanların arasında Lebedev'in ziyareti de vardı.
Çok erken, neredeyse saat dokuzda gelmişti Lebedev. Akşamdan kalmaydı. Her ne kadar prens son zamanlarda pek dikkatli olmasa da, General İvolgin'in onun evinden ayrılmasından sonra üç gündür Lebedev'in davranışlarında bir bozukluk olduğu gözünden kaçmıyordu. Birden kir pas içinde, kravatı yana kaymış, redingotunun yakası yırtık dolaşmaya başlamıştı. Evin kaldığı bölümünde bağırıp çağırıyor, sesi avludan duyuluyordu. Bir ara Vera iki gözü iki çeşme prensin yanına gelmiş, bir şeyler anlatmıştı.
Göğsünü yumruklayarak çok tuhaf şeyler söylüyordu Lebedev, kendini suçluyordu... Sonunda trajik bir biçimde bitirdi sözünü.
— Cezasını gördüm... İhanetimin, alçaklığımın cezasını gördüm... Tokadı yedim!
— Tokadı mı? Kimden?.. Hem de sabahın bu saatinde?
Ters ters gülümsedi Lebedev.
— Sabahın bu saatinde mi? Saatin bir anlamı yok bu işte... Fiziksel cezada bile yok... Ama manevi ceza yedim ben... Ma-nevi tokat yedim, fiziksel değil!
Davet beklemeden hemen oturup anlatmaya başladı. Çok karışık, kopuk kopuktu anlattıkları. Prens yüzünü buruşturdu, çıkacak oldu, ama Lebedev'in birkaç sözcüğünü duyunca çarpıldı sanki. Şaşkınlık içinde kalakaldı... Tuhaf şeyler söylüyordu Lebedev.
Anlaşıldığı kadarıyla, başlangıçta söz konusu olan bir mektuptu. Bir ara Aglaya İvanovna'nın adı da geçmişti. Lebedev sonra birden prensi suçlamaya başladı. Prense gücenmiş gibiydi. Sözde, bilinen o "şahısla" (Nastasya Filippovna ile) ilişkisinde aracı olarak prens kendisini seçmişken sonra uzaklaştırmıştı onu yanından, yüz kızartıcı bir biçimde uzaklaştırmıştı. Hem öylesine yüz kızartıcı biçimde ki, "yakında evde olabilecek değişiklikler üzerine sorduğu masum bir soruya" kabaca bile cevap vermemişti. Sarhoş gözyaşları dökerek anlatıyordu Lebedev: Çok şey biliyordu... evet çok şey biliyordu, Rogojin'den de, Nastasya Filippovna'dan da, Nastasya Filippovna'nın arkadaşı hanımdan da, Varvara Ardalionovna'dan da... hatta... ondan... Aglaya İvanovna'nın kendisinden... "Düşünebiliyor musunuz, sevgili, biricik kızım Vera aracılığıyla... sahi, tek kızım değildi Vera benim, üç kızım var çünkü... öğrendiklerimin hiçbirini, ayrıca Lizaveta Prokofyevna'ya son derece gizli bir biçimde kimin haber verdiğini (he-he-he!) de bundan böyle anlatamazdı prense. Peki, izninizle sorabilir miyim, kimdi o imzasız mektubu hanımefendiye veren?"
— Yoksa siz mi? diye haykırdı prens.
Yaptığıyla övünür gibi karşılık verdi sarhoş:
— Elbette... Hem de bu sabah saat sekiz buçukta, topu topu yarım saat önce... Hayır efendim... üç çeyrek saat önce pek saygıdeğer anneye, elimde önemli... bilgiler olduğunu bildirdim. Notu arka kapıdan hizmetçi kızla ulaştırdım kendilerine... Kabul ettiler beni...
Prens kulaklarına inanamıyordu.
— Bugün gördünüz demek Lizaveta Prokofyevna'yı? diye sordu.
— Gördüm ve tokadı yedim... manevi tokadı. Açmadan suratıma fırlattı mektubu... Ensemden tutup kapı dışarı etti beni... yani manevi olarak... ama az kaldı fiziksel olarak da yapacaktı bunu...
— Açmadan yüzünüze fırlattığı o mektup neyin nesiydi?
— Yoksa... he-he-he! Henüz söylemedim mi size yani? Oysa söyledim sanıyordum... Yerine ulaştırmam için bir mektup verilmişti bana efendim...
— Kim verdi? Kime ulaştırmanız için?
Ne var ki Lebedev'in birtakım "açıklamalarını" anlamak, anlattıklarından bir şey çıkarmak çok zordu. Yine de bir şeyler anlayabilmişti prens: Mektup o sabah erken saatte hizmetçi kız aracılığıyla, "daha önce olduğu gibi... evet, daha önce de olduğu gibi, bilinen kişiye yazılmıştı bu mektup", gereken kişiye iletilmek üzere Vera Lebedeva'ya ulaştırılmıştı... (aradaki düzey farkını belirtmek amacıyla iki kadından biri için "kişi", biri için "şahıs" diyorum, çünkü tertemiz, soylu bir general kızıyla... bir kamelyalı kadın arasında çok fark vardır efendim) ve böylece mektup adı "A" harfiyle başlayan "şahıstan" geliyordu...
Prens,
— Nasıl olur? Nastasya Filippovna'ya mı yazmış? diye bağırdı. Saçma!
— Öyle, öyle efendim, o kişiye olmasa bile, Rogojin'e efendim, ne fark eder efendim... (Lebedev prense göz kırparak gülümsedi.) Hatta bir keresinde Bay Terentyev'e iletilmek üzere bile bir mektup geldi adı "A" ile başlayan şahıstan.
Lebedev'in sık sık konudan konuya atladığı, önce söylediğini sonra unuttuğu için prens susuyor, yalnızca dinliyordu. Öyleyken, yine de ne dediği anlaşılmıyordu: Mektupları yerine ulaştıran o muydu, yoksa Vera mı? "Ha Rogojin'e, ha Nastasya Filippovna'ya ne fark eder..." dediğine göre, mektubu götüren o değildi, ortada mektup diye bir şey vardıysa kuşkusuz... Ne var ki mektubun onun eline nasıl geçtiği kesinlikle karanlıkta kalmıştı. Akla en yakın olanı, mektubu Vera'dan çalmış olmasıydı, fark ettirmeden almış, gizli bir amaçla Lizaveta Prokofyevna'ya götürmüş olmasıydı. Sonunda böyle olduğuna karar verdi prens. Büyük bir panik içinde bağırdı:
— Aklınızı mı yitirdiniz siz?
Lebedev biraz hırçın,
— Pek değil çok sayın prensim, diye karşılık verdi. Doğrusunu isterseniz, mektubu önce size vermeyi düşünmedim değil, size hizmet etmiş olacaktım... Sonra düşündüm, soylu anneye hizmet etmeyi, her şeyi ona anlatmayı uygun buldum... Çünkü daha önce de imzasız bir mektupla hizmetim olmuştu kendilerine. Bugün saat sekizi yirmi geçe beni yanına kabul etmesi ricasıyla kendilerine küçük bir kâğıda not yazdığımda altına şöyle ekledim: "Gizli haberciniz". Arka kapıdan hemen içeri aldılar beni... soylu annenin yanına... üstelik büyük bir acelecilikle...
— Sonra?..
— Sonrası anlattığım gibi efendim. Yani neredeyse, hatta öyle ki doğrusunu isterseniz, az kaldı dövecekti beni efendim... Mektubu da yüzüme fırlattı. Aslında alıkoymak istedi (gördüm bunu, fark ettim), ama sonra caydı, yüzüme fırlattı. "Bunu iletme görevini güvenip de senin gibi birine vermişlerse, götür sahibine ver onu!.." Çok içerlemişti. Bunu benim yanımda söylemekten çekinmediğine göre, demek çok incinmişti... Çabuk öfkelenen bir yapısı var!
— Nerede şimdi o mektup?
— Yanımda, işte burada efendim!
Aglaya'nın Gavrila Ardalionoviç'e yazdığı mektubu prense uzattı Lebedev. O sabah iki saat sonra gururla kız kardeşine gösterecekti bu mektubu Gavrila Ardalionoviç.
— Bu mektup sizde kalamaz, dedi prens.
Heyecanla yükseltti sesini Lebedev:
— Sizde kalsın, sizde kalsın! Size getirdim onu efendim. Şimdi tekrar hizmetinizdeyim! Kısa süreli bir ihanetten sonra tepeden tırnağa hizmetinizdeyim efendim! Thomas Morus'un İngiltere'de, Büyük Britanya'da dediği gibi, kalbimi idam edin, ama sakalımı bağışlayın... Romalı papanın dediği gibi, Mea culpa, mea culpa... Yani Romalı papa, diyorum, aslında "Roma papası" demem gerekirdi.
Prens telaşlı,
— Bu mektup hemen yerine ulaştırılmalı, dedi. Ben sahibine götüreceğim onu.
— Peki, daha iyi olmaz mı çok saygıdeğer prens, daha iyi olmaz mı... hani şey yapsanız...
Lebedev yüzünü tuhaf bir biçimde şekilden şekle sokuyor, bir yerlerine iğne batırıyorlarmış gibi olduğu yerde kıpırdıyor, gözlerini kurnaz kurnaz kırpıştırıyor, elini kolunu bir şey göstermek istiyor gibi sallıyordu.
Öfkeyle sordu prens:
— Ne oluyorsunuz öyle?
Lebedev yılışık bir tavırla, bir sırrı paylaşıyormuş gibi fısıldadı:
— Önce bir açsaydık onu, nasıl olurdu efendim?
Prens yerinden öfkeyle öyle bir kalkış kalktı ki, Lebedev hemen oradan sıvışacak oldu, ama kapıya kadar koşunca acaba prens onu bağışlar mı diye durup bekledi.
Prens üzgün, seslendi ona:
— Ah Lebedev, ah! Bir insanın sizin kadar alçalması olacak şey midir?
Aydınlandı Lebedev'in yüzü. Göğsünü yumruklayarak, gözleri yaşlı, hemen sokuldu prensin yanına.
— Bir alçağım ben! dedi. Bir alçağım!
— Tiksindirici bir alçaklık sizinki!
— Gerçekten öyle efendim. Çok doğru söylediniz efendim!
— Bir alışkanlık mı sizde böyle... tuhaf şeyler yapmak? Doğrudan doğruya... ispiyonculuk sizin bu yaptığınız! Neden imzasız bir mektup yazıp öylesine soylu, iyi yürekli bir kadını huzursuz ettiniz? Hem sonra, Aglaya İvanovna'nın istediği bir kimseye mektup yazmak hakkı yok mudur? Ne o, bugün onu şikâyete mi geldiniz buraya? Ne elde edeceğiniz umuduyla gittiniz oraya? İspiyonculuk yapmaya iten neydi sizi?
Lebedev mırıldanarak karşılık verdi:
— Yalnızca hoş bir merak ve... iyi niyetle hizmet etmek isteği! İşte öyle efendim! Artık her şeyimle sizinim, tekrar hizmetinizdeyim! İsterseniz asın beni, yine sizinim!
Prens iğrenerek sordu:
— Bu halde mi çıktınız Lizaveta Prokofyevna'nın karşısına?
— Hayır efendim... bu kadar değildim... Hatta oldukça kibardım efendim. Kovulduktan sonra böyle oldum...
— Neyse, pekâlâ, yalnız bırakın beni artık.
Bununla birlikte, Lebedev odadan çıkıncaya kadar prens ricasını birkaç kez yinelemek zorunda kalmıştı. Sonunda kapıyı açtı Lebedev, ama o anda tekrar döndü, parmaklarının ucuna basarak odanın orta yerine kadar geldi, mektup açıyormuş gibi birtakım hareketler yapmaya başladı. Ama önerisini sözcüklerle söylemeye cesaret edemedi. Sonra sakin, sevecen gülümseyerek çıktı.
Bütün bunları duymak ağır gelmişti prense. Önemli, olağanüstü bir olay vardı ortada: Aglaya büyük bir endişe, kararsızlık ve nedense ("kıskançlıktan" diye mırıldandı prens) büyük kaygılar içindeydi. Anlaşıldığına göre, kötü niyetli insanlar da kafasını bulandırmışlardı Aglaya'nın. Çok tuhaftır, inanmıştı onlara. Elbette onun deneyimsiz, ama heyecanlı ve mağrur kafasında özel ve belki de... hiçbir şeye benzemeyen zararlı birtakım planlar oluşmuştu. Prens büyük korku içindeydi; şaşkınlığından, neye karar vereceğini bilemiyordu. Hemen bir şeyler yapması, önlem alması gerekiyordu, hissediyordu bunu. Açılmamış mektubun üzerindeki adrese bir kez daha baktı. Evet, en küçük bir kuşku, endişe yoktu içinde, çünkü Aglaya'ya inanıyordu. Bu mektupla ilgili başka bir şeydi onu huzursuz eden: Gavrila Ardalionoviç'e güvenmiyordu. Mektubu götürüp ona kendi vermek için evden çıktı, ama yolda kararını değiştirdi. Tam Ptitsın'ın evinin önünden geçiyordu ki, sanki mahsus yapıyormuş gibi Kolya çıktı karşısına. Mektubu doğrudan Aglaya'dan getiriyormuş gibi götürüp ağabeyine vermesi için ona verdi. Kolya bir şey sormadan aldı mektubu ve ağabeyine götürdü. Gavrila, kaç elden geçtiğini bilmeden, doğrudan Aglaya'dan geliyormuş gibi aldı mektubu. Prens eve döndükten sonra Vera Lukyanovna'yı yanına çağırdı. Ne yapması gerektiğini anlattı kızcağıza, yatıştırdı onu, çünkü hâlâ arıyordu mektubu, ağlıyordu. Mektubu babasının çaldığını öğrenince dehşete kapıldı kızcağız. (Prens daha sonra Vera'nın birkaç kez Rogojin ile Aglaya İvanovna arasında da gizli getir götür işi yaptığını, bunun prense zararı dokunacağını hiç düşünmediğini... öğrenmişti.)
Sonunda prensin kafası öylesine karışmıştı ki, iki saat sonra Kolya'nın gönderdiği haberci koşarak gelip, babası generalin hasta olduğunu bildirdiğinde ilk anda ne olduğunu anlayamamıştı. Ancak çok etkilendiği için kendine getirmişti onu bu olay. Akşam geç saatlere kadar Nina Aleksandrovna'nın yanında kaldı. Doğal olarak hastayı oraya getirmişlerdi. Prens hemen hiçbir işe yaramıyordu orada, ama insanların bazı kötü anlarında yanlarında görmekten hoşlandıkları insanlar vardır. Kolya perişan bir durumdaydı, hıçkıra hıçkıra ağlıyor, bir yandan da sağa sola koşturup duruyordu: Doktora koştu, bir yerine üç doktor getirdi, eczaneye koştu, berbere koştu... Generali ölümden döndürdüler, ama kendine getiremediler. Doktorlar "Hasta için tehlike geçmiş değil," diyordu. Varvara ile Nina Aleksandrovna hastanın başucundan ayrılmıyorlardı. Gavrila sarsılmıştı, şaşkın bir durumdaydı, ama üst kata çıkmak istemiyor, hastayı görmekten bile korkuyor, durmadan ellerini ovuşturuyordu. Prensle sürdürdüğü kesik kesik konuşmada bir ara "tam da böyle bir zamanda böyle bir felaket..." demişti. Onun ne demek istediğini anlamıştı sanki prens. İppolit, Ptitsın'ın evinde değildi. Akşama doğru Lebedev geldi koşarak. Sabahki "konuşmadan" sonra o saate kadar deliksiz uyumuştu. Şimdi ayılmış gibiydi. Hastanın başucunda, orada yatan öz kardeşiymiş gibi gözyaşı döküyordu. Ne için olduğunu açıklamadan, yüksek sesle suçluyordu kendini; Nina Aleksandrovna'ya ikide bir "suçun yalnızca kendisinde olduğunu, ondan başka kimsenin bir suçu... olmadığını, bunu iyi niyetli merakı yüzünden yaptığını... 'rahmetlinin' (nedense hep ölmüş gibi söz ediyordu generalden) harika bir insan olduğunu!" tekrarlayıp duruyordu. O anda bunun olağanüstü bir yararı olacakmış gibi, son derece ciddi bir tavırla, generalin harika bir insan olduğunu ısrarla tekrarlayıp duruyordu. Onun içten gözyaşlarını gören Nina Aleksandrovna en küçük sitem bir yana, hatta neredeyse sevecen bir tavırla şöyle diyordu ona: "Hadi üzülmeyin artık... Tanrı yardımcınız olsun, ağlamayın... Tanrı bağışlayacaktır sizi!" Nina Aleksandrovna'nın bu sözleri, yumuşak tavrı Lebedev'i öylesine etkilemişti ki, akşam boyunca ayrılmak istememişti onun yanından. (Hatta sonraki günlerde, generalin ölümüne kadar sabahtan akşama bütün gününü onların evinde geçirdi.) O gün Lizaveta Prokofyevna iki kez Nina Aleksandrovna'ya adam yollayıp hastanın durumunu sordurdu. Prens akşam saat dokuzda Yepançinler'in konuklarla dolu salonuna girdiğinde Lizaveta Prokofyevna büyük bir ilgiyle hastayı sordu ona ve Belokonskaya'nın "kimdir hasta olan, Nina Aleksandrovna da kimin nesi?" diye sorması üzerine pek mağrur bir tavırla karşılık verdi. Prensin çok hoşuna gitti bu. Daha sonra ablalarının Aglaya'ya anlattıklarına göre prens Lizaveta Prokofyevna ile "çok güzel, ağırbaşlı, sakin, gereksiz tek sözcük söylemeden, gereksiz tek hareket yapmadan, ciddi" konuşmuş. "Salona harika girmiş, kıyafeti de çok düzgünmüş." Yalnızca bir gün önce korktuğu gibi "düz yerde ayağı takılıp yüzükoyun düşmediği gibi," herkesin üzerinde hoş bir izlenim bile bırakmıştı.
Prens oturup çevresine bakındığında, burada toplananların hiç de dün Aglaya'nın onu korkuttuğu hayaletlere veya gece gördüğü karabasandakilere benzemediğini hemen fark etmişti. "Sosyete" gibi tuhaf bir adı olan topluluğu hayatında ilk kez görüyordu. Özel birtakım niyetlerle, düşüncelerle, merakla bu büyülü çevreye girmenin hayalini uzun zamandır kurduğu için ilk izlenimi etkilemişti onu. Çarpılmış gibiydi. Birden bütün bu insanlar bir arada olmak için doğmuşlar, Yepançinler'de bu akşam "toplantı" falan yokmuş, buradakiler konuk değilmiş, herkes buranın insanıymış, kendisi çok eskiden beri onların tek ve sadık dostuymuş, uzun bir ayrılıktan sonra onların yanına dönmüş gibi gelmişti ona. Davranışlardaki zarafet, alımlılık, sadelik ve dikkati çeken içtenlik büyüleyiciydi. Bütün bu içtenliğin, soyluluğun, inceliğin ve kendine güvenin yalnızca muazzam bir artistik ürün olabileceğini aklına bile getiremezdi. Konukların büyük çoğunluğu etkileyici dış görünüşlerine karşın, oldukça boş insanlardı. Kendilerini pek beğendikleri için, soylu, gözalıcı her şeylerinin kendilerine kalıtsal yoldan geçmiş, yalnızca yapmacık şeyler olduğunun farkında değillerdi. İlk izleniminin parlak etkisiyle prens böyle bir şeyi düşünmek bile istemiyordu. Sözgelimi, şu ihtiyar, dedesi yaşındaki şu yüksek devlet memuru mağrur ihtiyar bile (ilk kez bir araya gelmiş olmalarına karşın) onu, bu deneyimsiz genç adamın ne dediğini dinlemek için konuşmasına ara veriyor, yalnızca dinlemekle kalmıyor, hatta onun düşüncesine sevecen, içten, iyi niyetle değer veriyor. Duyarlı biri olan prensi etkileyen belki de daha çok kendisine gösterilen bu incelikti. Belki ona mutluluk veren bu izlenime daha öncesinden hazırdı.
Öte yandan, bütün bu insanlar (elbette her biri "ailenin dostu" olduğu gibi, kendi aralarında da dost olmalarına karşın) aslında prensin onlarda tanıştırıldığı anda algıladığı kadarıyla aileyle de, birbirleriyle de dost olmaktan çok uzaktılar. Aralarında Yepançinler'i kendileriyle az da olsa aynı düzeyde görmeye hiçbir şekilde ve hiçbir zaman razı olmayacak kişiler vardı. Birbirlerinden nefret edenler bile vardı aralarında. Yaşlı Belokonskaya "yüksek devlet memurunun" karısından ömür boyu "nefret" etmişti. Öteki ise Lizaveta Prokofyevna'dan hiç hoşlanmazdı. Şimdi toplantıya başkanlık eden kocası, (gençlik yıllarından beri nedense Yepançinler ailesini koruması altına almış olan) "yüksek devlet memuru", İvan Fyodoroviç'in gözünde öylesine büyük bir kişilikti ki, onun yanında sonsuz bir saygıdan, korkudan başka hiçbir şey hissetmez, hatta bir an bile olsa kendini onunla aynı düzeyde düşünecek, onu ise Olymposlu Jüpiter gibi görmeyecek olsa, içtenlikle kendine sitem ederdi. Birkaç yıldır birbirini görmemiş, karşılıklı olarak birbirine (nefret olmasa bile) kayıtsızlıktan başka bir şey hissetmeyen, ama öte yandan daha dün son derece dostça ve hoş bir toplantıda görüşmüş gibi davranan konuklar da vardı. Aslında çok konuk yoktu. Belokonskaya ve en önemli konuk olan "yüksek devlet memuru" ihtiyar ile karısının dışında, kont veya baron olsa gerek, Alman adı taşıyan, söze pek karışmayan, devlet işleri konusundaki bilgisiyle ün yapmış, ama "Rusya'dan başka" her şey hakkında bilgili, beş yılda bir kez herkesin dilinde, hatta yüksek çevrelerde dolaşacak özlü bir söz söyleyen, uzun yıllar, (hatta ölünceye kadar) devlete hizmet edecek, (büyük başarılar elde etmemiş, hatta zaferlere düşmanca duygular beslemiş olsalar da) çok yüksek rütbelerde, çok yüksek yerlerde, arkalarında çok büyük paralar bırakarak ölecek, üst düzey yöneticilerimizden pek ağırbaşlı, ciddi tavırlı bir general vardı. Bu General İvan Fyodoroviç'in görev yaptığı dairede onun birinci dereceden amiriydi. İvan Fyodoroviç onu temiz, coşkun yüreği, hatta kendine özgü kişiliği nedeniyle velinimeti olarak görürdü. Ancak general kendisinin İvan Fyodoroviç'in velinimeti olduğunu hiçbir zaman kabul etmez, onun çok çeşitli hizmetlerinden keyifle yararlanmasına ve isterse yerine başkasını, hatta daha küçük rütbeli birini atayabilecek konumda olmasına rağmen ona karşı son derece iyi, dostça davranırdı. Konuklar arasında bir de yaşlıca, pek kurumlu biri vardı. Lizaveta Prokofyevna'nın akrabası gibiydi, ama kesinlikle aslı yoktu bunun. Önemli bir rütbesi ve adı vardı, çok zengindi, soylu bir aileden geliyordu, epeyce dinç, sağlığı yerindeydi, hoşsohbetti, hiçbir şeyden hoşnut olmamak (sözcüğün en hoş görülebilir anlamıyla elbette) gibi bir ünü vardı, hatta sivri dilli (bu bile hoşa giderdi onda) olduğunu söylerlerdi. İngiliz aristokratlarının havasına ve (özellikle, örneğin kanlı biftek, gösterişli koşumlar, üniformalı uşaklar gibi...) zevklerine sahipti. "Yüksek devlet adamı"nın yakın dostuydu, daha çok ona yakınlık gösteriyordu. Bu arada Lizaveta Prokofyevna'nın kafasında da onunla ilgili bu yaşlıca (biraz havai, kadınlara belli ölçüde düşkün) adamın birden Aleksandra'yı evlenme önerisiyle onurlandıracağı gibi tuhaf bir düşüncesi vardı... Toplantının bu yüksek, saygın tabakasından sonra zarif, kibar, pırıl pırıl özellikleri olan gençler tabakası geliyordu. Bu tabakada Prens Ş. ve Yevgeniy Pavloviç'ten başka, birçok kadınının kalbini çalmakla bütün Avrupa'da ün yapmış, kırk beşinde olsa da hâlâ yakışıklı, hoşsohbet, varlıklı, ama varlığının bir bölümünü yitirmiş ve zamanının çoğunu yurtdışında geçirme alışkanlığı olan göz kamaştırıcı Prens N. de vardı. Ayrıca bir de üçüncü tabakadan diyebileceğimiz konuklar vardı. Bunlar toplumun "üst" tabakasından olmasalar da, Yepançinler'i olduğu gibi, onları da kimi zaman "üst" tabaka arasında görmek olasıydı. Yepançinler seyrek düzenledikleri toplantılara yüksek tabakadan insanların yanında daha bir alt tabakanın, "orta tabakanın" temsilcilerini çağırmayı da alışkanlık edinmişlerdi. Hatta bunun için pek övülürler, toplum içindeki yerlerini ve neyi nasıl yapacaklarını bildikleri söylenirdi. Kendileri için böyle düşünülmesi gurur verirdi Yepançinler'e. Bu akşam Yepançinler'in konukları arasında orta sınıfın temsilcilerinden, Prens Ş.'nin oldukça yakın arkadaşı, ciddi tavırlı bir teknik albay vardı. Besbelli Prens Ş. getirmişti onu Yepançinler'e. Pek suskun biriydi, sağ elinin işaretparmağında armağan olduğu belli kocaman, gösterişli bir yüzük vardı. Konuklar arasında bir de Alman asıllı, hiç çekinmeden, rahatlıkla sosyeteye sokulabilecek son derece kibar bir edebiyatçı, bir Rus ozan da bulunuyordu. Nedense biraz itici olsa da, pek mutlu görünüyordu. Otuz sekiz yaşlarındaydı. Giyim kuşamı kusursuzdu, daha çok burjuvadan, saygın bir Alman aileden geliyordu. Çeşitli fırsatları değerlendirerek önemli kişilerin korumasını ve yakınlığını kazanmıştı. Bir zamanlar önemli bir Alman ozanın önemli bir manzum eserini Rusçaya çevirmişti. Bu çevirisiyle ve ölmüş ünlü bir Rus ozanının dostu olmakla övünürdü. (Büyük ama ölmüş bir yazarın dostluğuyla, bu dostluğunu yazıya dökerek övünmeyi pek seven edebiyatçılar çoktur.) Bir süre önce "Yüksek devlet adamı"nın karısı tanıştırmıştı onu Yepançinler'le. Bu hanım edebiyatçıların, bilimle ilgilenenlerin koruyucusu olarak biliniyordu. Gerçekten de bir veya iki yazara sözünün geçeceği yüksek düzey devlet görevlileri aracılığıyla aylık bağlatmıştı. Kendine göre bazı yerlerde sözünün geçeceğini bilirdi. Kırk beş yaşlarında bir kadındı (yani kocası gibi yaşlı biri için çok genç sayılırdı), bir zamanlar güzeldi, kırk beş yaşında her kadın gibi, aşırı gösterişli giyinmeyi severdi. Pek zeki sayılmazdı, edebiyat bilgisiyse epey kuşkuluydu. Ama edebiyatçıları korumak, tıpkı aşırı gösterişli giyinmek gibi onda bir saplantıydı. Telif veya çeviri birçok eser ithaf edilmişti ona. İki üç yazar onun izniyle, çok önemli konularda ona yazdıkları mektupları yayınlamışlardı... İşte bütün bu topluluğu prens tertemiz insanlardan oluşmuş, saf, katışıksız altın diye benimsemişti. Öte yandan bütün bu insanlar o akşam sanki bilerek, son derece mutlu, neşeliydi. Her biri bu toplantıya katılmakla Yepançinler'i onurlandırdığını düşünüyordu. Ama ne yazık ki prensin bu tür inceliklerden haberi yoktu. Sözgelimi, Yepançinler'in, kızlarının geleceği konusunda böylesine büyük bir adım atarken onu, Prens Lev Nikolayeviç'i ailelerinin velinimeti yaşlı devlet görevlisine göstermeden edemeyeceklerinden de haberi yoktu. Gerçi yaşlı adam, Yepançinler'in başına gelmiş olabilecek en büyük felaketi bile son derece sakin, ilgisiz karşılardı, ama öte yandan Yepançinler kızlarını ona danışmadan, yani ona sormadan nişanlasalardı buna çok gücenirdi. Prens N.'nin, bu sevimli, bu tartışmasız zeki ve son derece temiz yürekli insanın bu gece Yepançinler'in salonunun üzerine doğmuş bir güneş olduğundan en küçük kuşkusu yoktu. Yepançinler'i kendinden çok aşağılarda görüyordu. İşte bu saf ve soylu düşüncesi onun Yepançinler'e şaşırtıcı-sevimli bir senlibenlilikle, dostlukla davranmasına neden oluyordu. Herkesi kendine hayran bırakmak için bu akşam burada kesinlikle bir şeyler anlatması gerektiğini çok iyi biliyor, buna büyük bir heyecanla hazırlanıyordu. Prens Lev Nikolayeviç onun anlattığı öyküyü dinledikten sonra, hayatında böylesine hoş, inanılmaz neşeli, nükteli, içten ve Prens N. gibi bir Don-Juan'ın ağzından çıktığı için neredeyse hüzünlü bir şey dinlemediğini düşünüyordu. Oysa bunun ne denli bayatlamış, eskimiş, nasıl ezberlenmiş ve konuk salonlarında nasıl kanıksanmış, şimdi de bunda bir suçu olmayan Yepançinler'in konuk salonunda bu parlak, sevimli insanın başından geçmiş hoş, yeni bir olaymış gibi tekrar edildiğini bilseydi prens!.. Hatta şu Alman ozancık bile, her ne kadar aşırı derecede sevimli, alçakgönüllü duruyorduysa da, bu ziyaretiyle ev sahiplerini onurlandırdığını düşünüyor gibiydi. Gelgelelim, olayın öteki yüzünün farkında değildi prens. Arkada bir felaketin olduğunu göremiyordu. Aglaya da görmemişti bu felaketi. Bu akşam çok güzeldi Aglaya. Üç kız kardeş aşırı gösterişli olmasa da şık giyinmişler, saçlarını özenle yapmışlardı. Aglaya, Yevgeniy Pavloviç'in yanında oturuyor, onunla son derece samimi konuşuyor, şakalar yapıyordu. Yevgeniy Pavloviç belki de salonda bulunan yüksek devlet görevlilerine saygısından, her zaman olduğundan daha bir ağırbaşlıydı. Aslında sosyetede uzun zamandır tanıyorlardı onu ve genç olmasına karşın, kendilerinden sayıyorlardı. Bu akşam Yepançinler'e şapkasında siyah bir kurdeleyle gelmişti. Bu kurdele için kutlamıştı onu Belokonskaya: "Sosyeteden başka bir yeğen öyle bir amca için yas kurdelesi takmazdı şapkasına." Yevgeniy Pavloviç'in bu davranışı Lizaveta Prokofyevna'nın da hoşuna gitmişti, ama başka bir şeyler vardı sanki kafasında. Aşırı derecede kaygılı görünüyordu. Bu arada prens Aglaya'nın iki kez kendisine dikkatli dikkatli baktığını fark etmişti. Anladığı kadarıyla Aglaya hoşnut görünüyordu ondan. Yavaş yavaş aşırı bir mutluluk dolmuştu prensin içine. Lebedev'le konuşmasından sonraki "fantastik" düşünceleri, korkuları şimdi hatırladıkça olmayacak, inanılmaz, hatta komik bir düş gibi görünüyordu ona! (Üstelik biraz önce ve bütün gün bilinçsiz de olsa, isteyerek ve ısrarla bu düşe inanmamak için ne yapması gerektiğini düşünmüştü!) Az konuşuyor, ancak kendisine bir şey sorulduğunda cevap veriyordu. Bir süre sonra bütünüyle sustu, oturduğu yerden, besbelli büyük bir hazla konuşmaları dinlemeye koyuldu. Yavaş yavaş bir heyecan dolmaya başlamıştı içine, fırsatını bulursa patlayacaktı... Sonunda bir rastlantı sonucu, yine bir soruya cevap vermek için, besbelli herhangi bir amaç gütmeden konuşmaya başladı.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top