VI
VI
"Yalan söylemek istemiyorum: Bu son altı ay süresince, gerçeğin beni avucuna aldığı zamanlar oluyordu; kimi zaman da onun çekiciliğine kendimi öylesine kaptırıyordum ki, ölüme mahkûm olduğumu arada bir unuttuğum, daha doğrusu o kararı düşünmek istemediğim, hatta kendimi işlerime verdiğim bile oluyordu. Sırası gelmişken, o zamanki durumumu anlatayım. Sekiz ay önce hastalığım iyice ağırlaştığında insanlarla her türlü ilişkimi kestim, eski arkadaşlarımı bıraktım. Zaten yüzü gülmez biri olduğum için onlar da kolayca unutuverdi beni. Öyle olmasaydım da hemen unuturlardı kuşkusuz. Evde, yani 'aile içinde' de yalnızdım. Beş ay önce odama kapanmış, kendimi ailemden bütünüyle soyutlamıştım. Ailede bir dediğimi iki etmiyorlardı. Belirli saatlerde odamı toplamak, yemeğimi getirmek dışında odama girmeye kimse cesaret edemiyordu. Emirlerim karşısında titriyordu annem, odama girmesine izin verdiğim zamanlar karşımda yakınmaya bile cesaret edemiyordu. Gürültü çıkarıp beni rahatsız ettikleri için sürekli dövüyordu çocukları. Öyle ki dayak yerken haykırışlarından sık sık şikâyetçi oluyordum. Bu yüzden belki de seviyorlardır beni şimdi! Sanırım, 'Sadık Kolya'ya (ben takmıştım ona bu adı) da çok acı çektirdim. Ama son zamanlarda da o bana çektirdi. Hepsi doğaldı tabii bunların, insanlar birbirlerine acı çektirmek için yaratılmıştır. Ama bana öyle geliyordu ki, hastanın kaprislerini hoş görmeye baştan söz vermişti kendine. Doğal olarak bu da sinirimi bozuyordu. Ne var ki prensin 'Hıristiyan yumuşak başlılığına' özeniyor gibi geliyordu bana. Ama biraz komik kaçmıyor da değildi bu. Çocuk gibidir Kolya, genç, heyecanlı... Elbette her şeye özenecek. Ama bazen onun artık kendi aklıyla yaşamasının zamanı geldiğini düşündüğüm oluyor. Çok seviyorum onu. Bizim üst katta oturan, sabahtan gece yarılarına kadar onun bunun işine koşturan Surikov'a da az çektirmedim. Sürekli olarak, yoksulluğunun asıl sorumlusunun kendisi olduğunu anlatmaya çalıştım ona. Öyle ki sonunda korktu, bana uğramayı kesti. Çok sakin, uysal biridir. (Not: Uysallığın korkunç bir silah olduğunu söylerler, bu konuda prensin ne düşündüğünü öğrenmek gerekir, kendisinin sözüdür çünkü.) Ama mart ayında onların ve çocuğunun onun deyimiyle nasıl 'donduklarına' bakmak için üst kata çıktığımda, çocuğun cesedi başında elimde olmadan güldüm. Çünkü yine 'kendisinin suçlu' olduğunu anlatmaya başlamıştım Surikov'a. O sırada birden astı suratını adam, bir eliyle omzumdan yakalayıp ötekiyle kapıyı göstererek alçak sesle, yani fısıldayarak şöyle dedi: 'Çıkın bayım!' Çıktım, ama çok hoşuma gitmişti onun bu yaptığı. Beni kapı dışarı ederken bile hoşlanmıştım bundan. Ne var ki aklıma geldikçe onun bu söylediği sonraları ağır bir duygu uyandırıyordu bende, hiç istemesem de, ona karşı tuhaf, acıma dolu bir küçümseme duyuyordum. Onu aşağıladığım o anda (böyle bir niyetim olmasa da onu incittiğimi hissediyordum) bile öfkelenmemişti! O anda dudakları titremeye başlamıştı, ama yemin ederim, öfkesinden değil; omzumdan tutmuş, kesinlikle hiç kızmadan o görkemli sözünü söylemişti: 'Çıkın bayım.' O anda oldukça mağrur, hatta yüzüne hiç gitmeyecek kadar (çünkü doğrusu komik bir ifade vardı yüzünde) mağrur, ağırbaşlıydı, ama öfkeli değildi. Belki birden küçük görmeye bile başlamıştı beni. O günden sonra iki üç kez merdivenlerde karşılaştım onunla, birden daha önce hiç yapmadığı bir şey yapmaya başlamıştı: Beni görünce şapkasını çıkarıyordu. Ama daha önce olduğu gibi durmuyordu artık, utanarak çabucak geçip gidiyordu yanımdan. Beni küçümsüyorsa da, kendine göre bir küçümsemeydi onunki: 'Uysal' bir küçümseme. Belki de sırf korkusundan çıkarıyordu şapkasını, ona kredi veren kadının oğlu olduğum için... Çünkü sürekli olarak borçluydu anneme ve bu borçtan kurtulma gücü de yoktu. Sanırım asıl neden de buydu. Oturup konuşmak istiyordum onunla ve inanıyorum, konuşmaya başlayacak olsam, on dakika geçmeden özür dilerdi benden; ama ona hiç ilişmemeye karar verdim.
O sıralar, yani Surikov'un bebeğinin 'donduğu' martın ortalarında birden iyi hissetmeye başlamıştım kendimi. İki hafta kadar sürmüştü bu. Dışarı çıkmaya başlamıştım. Ama daha çok hava karardıktan sonra çıkıyordum. Sokak lambalarının yandığı ayaz mart gecelerini severim. Kimi zaman uzaklara gittiğim bile olur. Bir gece Şestilavoçnaya'da 'kibarlardan' biri karanlıkta arkamdan gelip yanımdan geçti. İyice görememiştim onu. Kâğıda sarılı bir şey vardı elinde. Üzerinde mevsime göre pek ince, dar, kısa, biçimsiz bir palto vardı. On adım kadar ötemdeki sokak lambasının altından geçiyordu ki, cebinden bir şeyin düştüğünü fark ettim. Adımlarımı sıklaştırıp yürüdüm, adamın düşürdüğü şeyi yerden aldım. Tam zamanında yetişmiştim, çünkü tam o anda uzun paltolu biri dikilmişti tepeme, ama yerden aldığım nesneyi elimde görünce bir şey söylememiş, elimdekine kaçamak bir göz attıktan sonra uzaklaşmıştı. Yerden aldığım şey eski moda, tıka basa dolu deri bir cüzdandı. Nedendir bilmem, içinde para hariç her şeyin olduğunu ilk bakışta anlamıştım. Cüzdanı düşüren adam bu arada kırk adım uzaklaşmış, kalabalığın içine karışmıştı. Arkasından koşmaya, seslenmeye başladım. Gelgelelim, elimden 'Hey!' diye bağırmaktan başka bir şey gelmediği için adam dönüp bakmıyordu bana. Ansızın sola döndü, bir evin avlu kapısından girdi. Ben kapıdan girdiğimde karanlık avluda kimsecikler yoktu. Vurguncuların yaptırdığı cinsten, kiralık küçük dairelerden oluşan kocaman evlerden biriydi bu. Böyle evlerin bazılarında yüzden fazla daire olur. Koşarak avlu kapısından girdiğimde geniş avlunun sağında dipte, karanlıkta iyice görememiş olsam da, biri var gibi geldi bana. Köşeye kadar koşunca karşıma bir merdiven girişi çıktı: İnanılmaz derecede pis, karanlık, dar bir merdivendi. Yukarıda birinin basamakları çıktığı duyuluyordu. Koşarak basamakları çıkmaya başladım. Çalacağı kapı açılana kadar ona yetişebilmeyi umuyordum. Öyle de oldu. Basamaklar dar, ama sayıları son derece çoktu. Öyle ki soluk soluğa kalmıştım. Beşinci katta bir kapı açılıp kapandı. Ben üç merdiven aşağıdaydım. Ben beşinci kata çıkıncaya, sahanlıkta soluklanıp zili buluncaya kadar aradan birkaç dakika geçmişti. Sonunda daracık mutfakta semaveri yakmaya çalışan bir kadın açtı kapıyı. Bir şey söylemeden sorularımı dinledi (söylediklerimden bir şey anlamadığı belliydi), bir şey söylemeden yine daracık olan, korkunç derecede alçak tavanlı odanın kapısını açtı bana. İğrenç bir mobilyası vardı odanın. Perdeyle kapatılmış kocaman bir karyolada Terentiç yatıyordu (kadın öyle seslenmişti ona). Terentiç sarhoş gibi gelmişti bana. Masada, sac altlıkta bitmek üzere olan bir mum yanıyordu. Hemen yanında da neredeyse dibine gelmiş kocaman bir şişe vardı. Terentiç yattığı yerden bir şeyler mırıldandı bana. Kolunu sallayarak bir sonraki kapıyı gösterdi. Kadın gitmişti. Terentiç'in gösterdiği kapıyı açmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu. Ben de öyle yaptım, bir sonraki odaya girdim.
Bu oda öncekinden de dar ve sıkışıktı. Öyle ki kapıdan girince ne yana döneceğimi bilememiştim. Köşedeki tek kişilik dar karyola odanın çok büyük bir bölümünü kaplamıştı. Geri kalan mobilya ise, üzerleri eski püskü giyecek yığılı üç basit sandalye ile muşamba kaplı eski bir divanın önünde duran tahta bir mutfak masasıydı. O kadar ki, masayla karyolanın arasında neredeyse geçecek yer kalmamıştı. Masanın üzerinde, öteki odada olduğu gibi sac altlıkta bitmek üzere olan bir mum yanıyordu. Karyolada sesinden en çok üç haftalık olduğu anlaşılan bir bebek ağlıyordu. Hasta, soluk yüzlü, genç görünümlü, lohusa yatağından yeni kalktığı belli, üstü başı dökülen bir kadın çocuğun altını 'değiştiriyordu'. Öte yandan bebek bir türlü susmuyor, ağlıyor, annesinin cılız memesini istiyordu. Divanda üzerine fraka benzer bir şey örtülü, üç yaşlarında bir kız uyuyordu. Çok eski redingotlu bir adam (paltosunu çıkarmış, karyolanın üzerine atmıştı) masanın yanında ayakta duruyor, içinde yarım kiloluk iki buğday ekmeği ile iki küçük parça sucuk olan mavi kâğıt paketi açıyordu. Masanın üzerinde ayrıca bir çaydanlıkla siyah ekmek parçaları vardı. Masanın altında açık bir bavulla döküntü giyeceklerin dışına taştığı iki bohça görünüyordu.
Kısacası, odada korkunç bir düzensizlik vardı. İlk bakışta ikisinin, erkeğin de, kadının da düzgün, ama yoksulluğun küçülttüğü insanlar olduklarını hemen anlamıştım. Bu öyle bir yoksulluktur ki, onunla mücadeleye her kalkışıldığında sonunda düzensizlik üste çıkar, hatta insanlar artık onunla mücadelede kurtuluşu düzensizlikte bulur, bu düzensizlikten de her gün biraz daha artan acılı, intikam duygusu dolu bir haz duymaya başlarlar.
Odaya girdiğimde, benden hemen önce gelmiş olan adam getirdiklerinin paketini açarken bir yandan da karısına heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu. Kadın bebeğin altını henüz değiştirmemişti, o da hemen bir şeylerden yakınmaya başlamıştı. Haberler kötüydü, belki her zaman olduğu gibi iğrençti bile. Yirmi sekiz yaşında gösteren bu esmer, sıska, simsiyah favorili, yüzü sinekkaydı tıraşlı erkek oldukça kibar, hatta hoş görünmüştü gözüme. Yüzü hafif asık, bakışı kasvetliydi. Ama sanki pek bir mağrurdu. Ben odaya girdiğimde tuhaf bir sahne yaşandı.
Sinirli alınganlıklarından olağanüstü haz duyan insanlar vardır, üstelik bu duyguları en üst düzeye çıktığında (ki bu pek sık olur) hazları da en üst düzeye çıkar. Öyle ki böyle anlarda aşağılanmış olmak, aşağılanmamaktan daha çok haz verir onlara. Bu sinirli tipler zekiyseler, yani sinirlenmesi gerekenin on katı sinirlendiklerini anlayacak durumdaysalar, sonraları büyük acılar içinde pişman olurlar yaptıklarına. Adam bir süre şaşırmış gibi baktı yüzüme. Kadın ise, odalarına birisinin girmesinde korkunç bir şey varmış gibi dehşetle bakıyordu. Daha iki sözcük söyleyememiştim ki, iyi giyimli olduğum, özellikle de bu berbat yere elimi kolumu sallayarak girdiğim için kendimi son derece aşağılanmış hissetmiş olabileceğim, kendisinin de utandığı bu kötü ortamı gördüğüm için olacak, adam birden neredeyse çıldırmış gibi üzerime saldırdı. Kuşkusuz, bütün öfkesini birine olsun kusabilme fırsatını yakaladığına sevinmişti. Bir an bana vuracak bile sanmıştım. Sinir krizi geçiren kadınlar gibi yüzü bembeyaz olmuştu. Onun bu durumu karısını da korkutmuştu.
Öfkesinden titreyerek, sözcükleri bile tam söyleyemeden bağırdı:
— Buraya girmeye nasıl cesaret ediyorsunuz? Çıkın dışarı!
Ama o anda elimdeki cüzdanını gördü.
Elimden geldiğince sakin, soğuk bir tavırla (öyle olması gerekiyordu),
— Sanırım siz düşürdünüz bunu, dedim.
Bir süre büyük bir korkuya kapılmış, olan bitenden bir şey anlayamıyormuş gibi durdu karşımda, sonra çabucak yan cebine daldırdı elini, dehşet içinde açtı ağzını, eliyle alnına vurdu.
— Aman Tanrım! Nerede buldunuz bunu? Nasıl?
Cüzdanı yerden nasıl aldığımı, arkasından nasıl koştuğumu, seslendiğimi ve nihayet merdivenlerden çıktığını tahmin edip neredeyse rastgele buraya kadar nasıl geldiğimi kısaca, elimden geldiğince heyecanlanmadan anlattım.
Karısına dönüp haykırdı:
— Aman Tanrım! Belgelerimiz, her şeyimiz içindeydi. Her şeyimiz... Ah, beyefendi, bana ne büyük bir iyilik yaptığınızı biliyor musunuz? Siz olmasaydınız mahvolmuştum!
Bu arada, cevap vermeden gitmek için kapının kolunu tutmuştum, ama o anda öylesine bir öksürük nöbetine tutuldum ki, zor ayakta duruyordum. Bana boş bir sandalye bulmak için adamın odanın içinde dört bir yana nasıl koşuşturduğunu, sonunda bir sandalyenin üzerindeki pılı pırtıyı yere attığını, sandalyeyi hemen yanıma getirdiğini gördüm. Dikkatlice oturttu beni sandalyeye. Ama öksürüğüm bir türlü dinmiyordu, üç dakika daha devam etti. Kendime geldiğimde, üzerinden pılı pırtıyı attığı bir başka sandalye almış, yanımda oturuyor, gözlerini kırpmadan yüzüme bakıyordu.
— Yanılmıyorsam... rahatsızsınız? (Hastanın yanına giren bir doktorun genellikle sorduğu tavırla sormuştu bunu.) Hekimim ben. (Doktorum dememişti. Bunun söylerken, o andaki durumundan ve içinde bulunduğu ortamdan yakınıyor gibi koluyla odanın içini göstermişti.) Gördüğüm kadarıyla, siz...
Elimden geldiğince kısaca,
— Veremim, diyerek ayağa kalktım.
Hemen o da ayağa fırladı.
— Belki de büyütüyorsunuzdur, hem... ilaçlarınızı alınca...
Hâlâ kendine gelememiş gibi ne diyeceğini bilemiyordu. Cüzdan sol elindeydi.
Elim kapının kolunda, tekrar kestim sözünü:
— Endişelenmeyin, geçen hafta B. (yine B.'yi sürmüştüm öne) muayene etti beni, durumum kesin... Affedersiniz...
Tekrar kapıyı açmak ve sıkılgan, dürüst, karşımda ezilip büzülen doktoru yalnız bırakmak istiyordum ki, lanet olası öksürüğüm tekrar başladı. O anda benim doktor tekrar oturmam, biraz dinlenmem için ısrar etmeye başladı. Karısına döndü. Karısı yerinden kalkmadan bana hoş, gönül alıcı birkaç şey söyledi. Söylerken çok utandı, o kadar ki, soluk sarı, kuru yanakları al al bile olmuştu. Kaldım, ama onları sıkmaktan çok çekindiğimi her saniye belli ediyordum (öyle olması da gerekiyordu). Benim doktor çok üzgündü, görebiliyordum bunu.
Kesik kesik konuşmaya başladı:
— Keşke ben... Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum, ayrıca size karşı çok da suçluyum... ben... gördüğünüz gibi... (tekrar gösterdi odayı) şu anda durumum bu...
— Ah, dedim, görecek bir şey yok, her şey ortada. İşinizi kaybetmiş olmalısınız, durumunuzu anlatmak, tekrar göreve dönmenin yollarını aramak için buraya geldiniz, öyle değil mi?
Şaşkınlıkla sordu doktor:
— Nasıl... anladınız?
Elimde olmadan, şakacı bir tavırla karşılık verdim:
— İlk bakışta belli oluyor... Taşradan pek çok insan böyle umutlarla koşup geliyor buraya, sizin yaşadığınız koşullarda yaşıyor...
Doktor birden büyük bir heyecanla dudakları titreyerek konuşmaya başladı. Durumundan yakınıyor, anlatıyordu. Ne yalan söyleyeyim, anlattıkları ilgimi çekmişti. Yaklaşık bir saat dinledim. Öyküsünü anlattı. Son derece sıradan bir öyküsü vardı. Taşrada hekimmiş. Bir devlet dairesinde çalışıyormuş. Karısını bile hedef alan birtakım dedikodular dolaşmaya başlamış kentte. Doktor hiçbir şeyi önemsemiyor, bu dedikodularla mücadelesini sürdürüyormuş. Gelgelelim, il yönetiminde doktorun düşmanlarından yana bir değişiklik olmuş; adamcağızın arkasından dolaplar çevirmişler, iftiralar atmışlar. Sonunda görevinden olmuş ve durumunu anlatmak için elinde avucunda olanla buraya, Petersburg'a gelmiş.
Besbelli anlattıklarına uzun süre kulak asan olmamış, sonra birileri dinlemiş, ama haksız bulmuşlar onu, daha sonra birtakım sözler verip oyalamışlar, arkasından terslemişler, sonra bir yazıyla durumunu anlatmasını emretmişler, sonra bu yazısını kabul etmemişler, bir dilekçe yazmasını istemişler... Kısacası, beş aydır bu işlerin peşinde koşturup duruyormuş. Bu arada bütün parası da suyunu çekmiş. Sonunda karısının eski giysilerini bile rehin bırakıp karşılığında para almışlar. Bu arada bir çocukları daha olmuş ve... ve... 'bugün dilekçeme kesin olumsuz cevap verdiler, oysa yiyecek ekmeğimiz yok, bir şeyimiz kalmadı, üstüne üstlük karım da doğum yaptı. Ben, ben...'
Sandalyesinden ayağa fırlayıp öte yana döndü. Karısı köşede ağlıyordu, çocuk yine viyaklamaya başlamıştı. Cebimden not defterimi çıkardım, birtakım notlar almaya başladım. Yazmayı bitirip ayağa kalktığımda doktor karşımda ayakta duruyor, korkulu bir merakla yüzüme bakıyordu.
— Adınızı not aldım, dedim. Bu arada başka şeyleri de: Görev yaptığınız yeri, görev yaptığınız ilin valisinin adını, görevden ayrılışınızın ay ve gününü. Bir arkadaşım var, bir okul arkadaşım, Bahmutov... amcası dördüncü dereceden devlet görevlisi Pyotr Matveyeviç Bahmutov bir dairede müdürdür...
Birden titreyerek haykırdı benim hekim:
— Pyotr Matveyeviç Bahmutov mu? Şu anda her şey ona bağlı!
Gerçekten de benim hekimin bir rastlantı sonucu dahil olduğum öyküsünde de, öyküsünün sonuçlanmasında da her şey, bütün olaylar önceden hazırlanmış, bir romandaymış gibi son derece uygun bir biçimde birbirini izlemişti. Bu zavallı karı kocaya bana pek umut bağlamamalarını, benim de yoksul bir lise öğrencisi olduğumu (bilerek küçük olduğumu vurgulamıştım, oysa lise öğrencisi falan değildim, bitireli çok oluyordu), dolayısıyla adımı öğrenmelerinin hiç de gerekmediğini, şimdi doğru Vasilyevski Adası'na gideceğimi, orada arkadaşım Bahmutov'u göreceğimi, amcasının gerçekten dördüncü dereceden bir devlet görevlisi ve bekâr olduğunu, çocuğu olmadığından yeğeninin, yani arkadaşımın bir dediğini iki etmediğini, soyadını sürdürecek biri olduğu için onu çok sevdiğini kesin bildiğimi söyledim. 'Bakarsınız, arkadaşım sizin için bir şeyler yapabilir, benim için de kuşkusuz. Amcası ilgilenirse...' diye ekledim.
— Ekselanslarına durumu anlatmak fırsatını verselerdi bana! Kendilerine sözlü olarak açıklayabilmek onuruna erişebilsem!..
Tam böyle, 'onuruna erişebilsem' demişti. Belki de sonuç alamayacağımızı, bütün çabamın boşa gidebileceğini bir kez daha tekrarladıktan sonra, yarın sabah onlara uğramazsam bir sonuç alamadığımı, işin bittiğini, artık bir şey beklememelerini ekledim. Yerlere kadar eğilerek yolcu ettiler beni. Sevinçten kendilerinde değillerdi sanki. O anda yüzlerindeki ifadeyi hiç unutmayacağım. Bir arabaya atlayıp doğru Vasilyevski Adası'na gittim.
Lisede birkaç yıl Bahmutov'la iki düşman gibiydik. Arkadaşlar arasında bir aristokrat sayılıyordu; en azından ben öyle diyordum: Çok güzel giyiniyordu, okula özel atlı arabayla geliyordu, son derece alçakgönüllüydü, her zaman harika bir arkadaştı, olağanüstü neşeliydi, hatta pek zeki olmasa da (öyleyken sınıfının birincisiydi), kimi zaman olağanüstü espriliydi. Oysa ben hiçbir derste birinci değildim. Benim dışımda bütün arkadaşlar çok seviyorlardı onu. Bu birkaç yıl içinde birkaç kez yakınlık gösterecek olmuştu bana, ama ben her seferinde yüzümü ekşitip sinirli bir biçimde uzaklaşmıştım ondan. Şimdi yaklaşık bir yıldır görüşmüyorduk. Üniversitede okuyordu. Saat dokuzda odasına girdiğimde (büyük merasimle girebilmiştim odasına: Kendisine benim geldiğimin haber verilmesi gerekmişti), önce şaşkınlıkla, hatta biraz soğuk karşıladı beni, ama hemen sonra neşelendi, yüzüme bakarak birden kahkahalarla gülmeye başladı.
Bazen cüretkârlığa varsa da karşısındakini asla incitmeyen o her zamanki sevimli laubaliliğiyle –ki ona pek yakıştırdığım, aynı zamanda ondan nefret etmeme de neden olan bir özellikti bu– bağırdı:
— İyi de nereden aklınıza esti buraya gelmek Terentyev? (Sonra korkuyla ekledi:) Ne o? Hastasınız galiba?
Öksürük nöbetim yine başlamıştı. Bir sandalyeye çöktüm. Güçlükle soluk alabiliyordum.
— Telaşlanmayın, veremim... dedim. Sizden bir ricam olacağı için geldim.
Şaşkınlık içinde oturdu. Hemen doktorun olayını anlattım ona. Amcasının üzerinde büyük etkisi olduğunu, dolayısıyla bir şeyler yapabileceğini söyledim.
— Yapacağım, kesinlikle yapacağım, yarın amcama gideceğim... Bütün bunları bana böylesine güzel anlattığınız için çok da sevindim... Peki ama, Terentyev, nasıl oldu da bana başvurmak geldi aklınıza?
— Amcanız bu konuda çok şey yapabilir. Hem eskiden beri düşmandık sizinle Bahmutov, soylu bir insan olduğunuzu bildiğim için, (anlamlı bir tavırla ekledim:) düşmanınızın bir ricasını geri çevirmeyeceğinizi düşündüm.
Bir kahkaha atarak karşılık verdi:
— Napolyon'un İngiltere'ye başvurması gibi! Yapacağım bunu, yapacağım! (Benim kararlı, ciddi bir tavırla sandalyeden kalktığımı görünce ekledi:) Hatta mümkün olsa hemen şimdi giderdim!
Gerçekten de bu iş beklenmedik, daha iyisi olamayacak biçimde halloldu. Bir buçuk ay sonra bizim hekim başka bir ilde yeni bir göreve atandı, yolluk, hatta para yardımı aldı. Onlara sık sık gidip gelmeye başlayan Bahmutov'un (oysa ben bilerek artık gitmiyordum onlara, bana gelen doktoru da biraz soğuk karşılıyordum) doktoru kendisinden borç para almaya da yönlendirdiğinden kuşkulanıyordum. Bu altı hafta içinde Bahmutov'la iki kez görüştüm. Bir üçüncü kez de doktoru uğurlarken karşılaştık. Bahmutov evinde şampanyalı bir akşam yemeği vermişti. Doktorun karısı da katılmıştı yemeğe, ama bebek için çok erken ayrılmıştı. Mayısın başlarıydı, pırıl pırıl bir akşamdı. Güneş kocaman bir tepsi gibi iniyordu körfeze. Bahmutov beni evime götürüyordu. Nikolayevski Köprüsü'nden geçiyorduk. İkimiz de hafifçe içkiliydik. Bahmutov heyecanla zaferini, bu işin iyi sonuçlandığını anlatıyor, bir şeyler için bana teşekkür ediyor, bu yoksul aileye böylesine büyük bir iyilik yaptığı için çok mutlu olduğunu söylüyor, buna benim neden olduğumu belirtiyor, günümüzde bazılarının bireysel iyilik yapmanın hiçbir anlamı olmadığını söylemelerinin saçma olduğunu iddia ediyordu. Benim canım da konuşmak istiyordu.
— Bireysel 'sadaka', dedim, insanın doğasını incitir, kişiliğini aşağılar. Ama örgütlü 'sosyal sadaka' ile kişisel özgürlük iki ayrı kavramdır ve biri ötekini yok etmez. Bireysel iyilik kalıcıdır, çünkü kişisel bir ihtiyaçtır; bir kişinin bir başka kişiye doğrudan etkisinin canlı ihtiyacıdır. Moskova'da Alman asıllı yaşlı biri, bir 'general', yani dördüncü dereceden bir memur varmış. Günlerini cezaevlerinde, suçlular arasında geçiriyormuş. Sibirya'ya sürgün her kafile Vorobyev Dağları'nda bir 'ihtiyar general'in onları karşılayacağını bilirmiş. İhtiyar işini son derece ciddi, özveriyle yapıyormuş. Çevresini kuşatan mahkûmların arasında dolaşıyor, durup her biriyle ilgileniyor, her birine neye ihtiyacı olduğunu soruyormuş; hemen hiçbir zaman hiçbirine öğüt falan vermiyor, hepsine 'yavrum' diye hitap ediyormuş. Onlara para veriyor, dolaklar, dolaklık bezler, çamaşır gibi gerekli eşyalar yolluyor, kimi zaman da, mahkûmların ruhlarını kurtaracak din kitapları getirip okuma bilmeyenlere de okuyacaklarına inanarak, okuma bilenlere dağıtıyormuş. Mahkûmlara suçlarının ne olduğunu nadiren soruyor, bir mahkûm kendi anlatmaya başlarsa ancak o zaman dinliyormuş. Her suçlu onun için aynıymış, aralarında ayrım yapmıyormuş. Kardeşleri gibi konuşuyormuş onlarla, onlar da baba gibi görmeye başlamışlar onu. Kucağında bebekle mahkûm bir kadın görürse hemen yanına gidip çocuğu okşuyor, seviyormuş; gülsün diye parmağını şaklatıyormuş. Ölünceye kadar yıllarca aynı şeyleri yapmış. Öyle ki sonunda Rusya'da, Sibirya'da bütün mahkûmlar tanır olmuşlar onu. Sibirya'da bulunmuş bir mahkûm anlatmıştı bana: En azılı katillerin bile arada bir generali hatırladığına tanık olmuş. Ayrıca mahkûmları görmeye geldiğinde çok seyrek olarak yirmişer kapikten fazla para verebiliyormuş onlara. Ama mahkûmlar Sibirya'da onu pek heyecanlı veya ciddi hatırlıyorlar da değillermiş. Sırf zevk için on iki cana kıymış, altı çocuğu şişlemiş bir 'kader kurbanının' (anlattıklarına göre, böyleleri varmış aralarında) Sibirya'da cezasını çektiği yirmi yıl içinde birkaç kez de olsa, durup dururken birden içini çekip şöyle dediği oluyormuş: 'İhtiyar general hâlâ yaşıyor mudur acaba? Belki bunu söylerken bir parça da gülümsüyordur. Hepsi o kadar işte, bir daha sözünü etmiyormuş. Peki, bu mahkûmun yirmi yıl unutamadığı 'ihtiyar general'in onun ruhuna nasıl bir tohum ektiğini bilebilir misiniz? Evet, Bahmutov, bir kişinin kaderinin, bir başkasıyla böyle birleşmesi ne anlama gelir biliyor musunuz?.. Koskoca bir yaşam ve bizler için gizli kalacak, çetrefil onlarca şey söz konusudur burada... En iyi, en zeki satranç oyuncusunun ancak birkaç hamle ileriyi hesaplayabileceğini söylerler. On hamleyi hesaplayabilen bir Fransız satranç oyuncusundan, mucize adam diye söz ediyordu gazeteler. Peki, bu öyküde bilmediğimiz kaç hamle var? İyilik tohumunuzu, 'sadakanızı', hangi biçimde olursa olsun, iyiliğinizi başka birine verirken, ona benliğinizin bir bölümünü vermiş ve onunkinin bir bölümünü kendinize almış oluyorsunuz. Karşılıklı olarak kişilikleriniz birbirine karışmaktadır. Biraz daha dikkat edecek olursanız bilgiyle, hiç beklemediğiniz keşiflerle ödüllendirileceksiniz. Sonunda kesinlikle işinizi bilim olarak görmeye başlayacaksınız. Her şeyinizi kaplayacaktır bilim, belki bütün yaşamınızı dolduracaktır. Öte yandan, düşüncelerinizin tümü, dağıttığınız, belki de unutup gittiğiniz tohumların tümü büyüyecek, benliğinizi saracak ve sizden başkalarına geçecektir. Peki, insanlığın yazgısının belirlenmesinde ne gibi bir etkinizin olacağını nasıl bilebilirsiniz? Bilim ve bu yaşam uğraşınız sonunda sizi çok büyük bir tohum atmak, dünyaya dev bir düşünce armağan etmek düzeyine çıkaracaktır...
Böyle uzun uzun konuştum.
Bahmutov heyecanlı, birine sitem ediyormuş gibi haykırdı:
— Ama unutmayın ki, bir hayat esirgendi sizden!
O sırada köprünün üzerindeydik. Kollarımı korkuluğa dayamış, Neva'ya bakıyordum. Korkuluklardan aşağı olabildiğince sarkarak şöyle dedim:
— Aklıma ne geldi, biliyor musunuz?
Bahmutov korku içinde neredeyse bağırarak,
— Kendinizi suya atmak mı?
Ne düşündüğümü yüzümden okumuş olmalıydı.
— Hayır, şimdilik şöyle düşünüyorum: İki, üç, bilemediniz dört aylık bir ömrüm kaldı; ama sözgelimi, yalnızca iki ay kaldığında iyi bir şey yapmayı kafama koyarsam, bunun için bizim doktorun işinde olduğu gibi çalışmam, koşuşturmam, uğraşmam gerekirse sırf zamanım olmadığı için bundan vazgeçeceğim, (iyilik yapmayı ille de istiyorsam) olanaklarıma uygun, biraz daha kolay başka bir 'iyi iş' arayacağım kendime. Kabul edersiniz ki, eğlenceli bir düşünce bu!
Zavallı Bahmutov benim için çok endişeleniyordu. Evime kadar götürdü beni. O kadar kibardı ki, bir kez bile teselli etmeye kalkışmamış, genellikle hep susmuştu. Vedalaşırken içtenlikle sıktı elimi ve beni ziyaret etmesine izin vermemi rica etti. Beni 'teselli etmek' için gelecekse (çünkü susmasına hep susuyordu ama, yine de beni teselli etmeye geleceğini biliyordum, bunu anlattım kendisine), her gelişinde bana ölümü daha çok hatırlatacağını söyledim. Omuz silkti, ama yine de hak verdi bana. Hiç beklemediğim kadar samimi bir şekilde ayrıldık.
Ne var ki 'son inancım'ın ilk tohumu o akşam ve o gece düştü içime. Bu yeni düşünceye hırsla sarıldım, her yanından büyük bir hırsla tartmaya başladım onu (bütün gece gözümü kırpmadım), bu düşüncenin derinlerine indiğim, onu benimsediğim ölçüde korkum arttı. Sonunda çok büyük bir korku doldu içime ve günlerce oradan çıkmadı. Bazen bu sürekli korkumu düşündükçe yeni bir dehşet duygusuyla birden elim ayağım buz kesiyordu. Bu dehşet duygusunun etkisiyle 'son inancım'ın içime iyice yerleştiğini ve sonuçta kendi çözümünü üreteceğini düşünüyordum. Ancak çözüm için gerekli kararlılık yoktu bende. Üç hafta sonra bir şeyim kalmamıştı, eski kararlılığımı tekrar kazanmıştım, ama hayli tuhaf bir biçimde.
Bu açıklamamda her şeyi rakamlarıyla, tarihleriyle veriyorum. Kuşkusuz, benim için hiçbir anlamı olmayacak bütün bunların, ama şimdi (belki de yalnızca şu dakikada) benim yaptığımı yargılayacak olanların 'son inancım'ın hangi mantık zincirinden doğduğunu açıkça anlayabilmelerini istiyorum. Biraz yukarıda yazdığım 'son inancım'ın gereğini yapmam için eksik olan kararlılığım, hiç de mantıklı bir düşünce süreci sonunda değil, bambaşka bir itmeyle, belki de olayın seyriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan son derece tuhaf bir olayla ortaya çıkmıştı. On gün önce, burada sözü edilmeye gerek olmayan bir işiyle ilgili Rogojin uğramıştı bana. Daha önce hiç görmemiştim onu. Ama kendisiyle ilgili çok şey duymuştum. İstediği bilgileri vermiştim kendisine, hemen çıkıp gitmişti; yani bana yalnızca bilgi almak amacıyla geldiği için ilişkimiz de orada bitebilirdi. Ama çok ilgimi çekmişti Rogojin. O gün bütün gün tuhaf düşüncelerin etkisi altındaydım; öyle ki sonunda ertesi gün ben de onu ziyaret etmeye karar vermiştim. Ziyaretimden Rogojin'in hoşlanmadığı belliydi, hatta tanışıklığımızı sürdürmenin gerekmediğini 'kibarca' ima bile etti, ama yine de hoş bir saat geçirdim yanında, sanırım o da... İkimizin de fark etmemiş olamayacağı bir zıtlık vardı aramızda. Özellikle bendeydi bu çelişki: Günleri sayılı biriydim, o ise hayat doluydu, içinde olduğu anı doya doya yaşıyordu, 'son' inançlarla, rakamlarla, olan bitenlerle, şununla bununla ilgilenmeyen, kafasına taktığı şeyler dışında hiçbir şeyi umursamayan biriydi. Umarım, amacını anlatmayı beceremeyen, bu kötü edebiyatçıyı kullandığı 'kafasına takmak' deyimi için bağışlar Bay Rogojin. Gerçi başkalarını pek umursamayan biriydi, ama bütün soğukluğuna karşın onun zeki biri olduğunu, çok şeyi anladığını düşünüyordum. 'Son inancım'dan söz etmemiştim ona. Ama öyle sanıyorum ki, konuşmamdan onun ne olduğunu anlamıştı. Hiç konuşmuyor, sürekli susuyordu. Yanından ayrılırken, aramızdaki bütün farklılığa, zıtlığa karşın, les extrémités se touchent (bunu ona Rusça söylemiştim) dedim; hatta 'son inancım'ı anlamaktan zannedileceği kadar uzak olmayabilirdi de. Canı çok sıkılmış gibi yüzünü buruşturdu, kalkıp şapkasını aldı, arayıp benimkini de buldu, gitmeye hazırlanıyormuşum gibi bana uzattı, beni kibarca yolcu ediyormuş gibi, kasvetli evinin kapısına kadar benimle geldi. Evi şaşırtmıştı beni, mezarlık havası vardı evinde. Ama kendisinin bu havadan hoşlandığı belliydi, bu da anlaşılır bir şeydi: Öylesine dolu dolu, canlı bir hayatı vardı ki, dekora gereksinimi yoktu.
Rogojin'e yaptığım bu ziyaret bitkin düşürmüştü beni. Ayrıca kendimi hiç iyi de hissetmiyordum. Akşama doğru iyice halsiz düştüm, karyolaya uzandım. Arada bir ateşimin yükseldiğini de hissediyordum. Arada bir sayıkladığım da oluyordu. Saat on bire kadar Kolya yanımda kaldı. Her şeyi, onun anlattıklarını da, aramızda neler konuştuğumuzu da hatırlıyorum. Ne var ki arada bir dakikalığına gözlerim kapandığında İvan Fomiç'i görüyordum. Sözde bir yerden milyonlar geçmişti eline. Bu kadar parayı nereye saklayacağını bilemiyor, kara kara düşünüyordu. Paralarını birilerinin çalacağı korkusuyla tir tir titriyordu. Sonunda, sözde toprağa gömmeye karar vermişti onları. Sonra ben ona bunca altını boş yere toprağa gömmektense, hepsini eritip 'donan' bebeği için bir tabut döktürmesini, bunun için de bebeği mezarından çıkarmasını söyledim. Benim bu şakamı Surikov minnettarlık gözyaşları dökerek karşıladı, hemen planı uygulamaya girişti. Yere tükürüp uzaklaştım yanından. Kendime geldiğimde Kolya o arada uyumadığımı, uzun süre ona Surikov'la ilgili bir şeyler anlattığımı söyledi. Arada derin bir hüzne kapıldığım, ne diyeceğimi bilemediğim anlar oluyordu. Öyle ki yanımdan ayrılırken Kolya oldukça endişeliydi. Onun arkasından kapıyı kilitlemek için kalktığımda birden Rogojin'in evinin kasvetli odalarından birinde kapının üzerinde gördüğüm bir tabloyu hatırladım. Oradan geçerken göstermişti onu bana Rogojin. Sanırım beş dakika kadar durdum tablonun karşısında. Sanatsal yönden bir özelliği yoktu. Ama tuhaf bir huzursuzluk yaratmıştı içimde.
Çarmıhtan yeni indirilmiş İsa vardı tabloda. Hatırladığım kadarıyla, ressamlar İsa'yı tablolarında ya çarmıhta ya da çarmıhtan indirilmiş, olağanüstü güzel bir yüzle vermişlerdir. En büyük acıları çekerken bile bu güzelliği eksik etmezler yüzünden. Rogojin'in evindeki tabloda bu güzellikten eser yoktu. Bu tablodaki, çarmıha gerilmeden önce de dayanılmaz acılar çekmiş, işkencelere katlanmış, haçı taşırken muhafızlarca acımasızca dövülmüş, halkça taşlanmış, yere düşüp haçın altında ezilmiş, (en azından benim hesabıma göre) altı saat süreyle olmadık acılar çekmiş, yara bere içinde bir insan cesediydi. Gerçekten de çarmıhtan yeni indirilmiş, yani canlılığını henüz yitirmemiş, soğumamış bir insanın yüzüydü yüzü. Bedeni henüz katılaşmamıştı, sanki hâlâ acı çekiyormuş gibi bir ıstırap ifadesi vardı yüzünde. (Ressam büyük bir başarıyla vermişti bu ıstırabı tablosunda.) Ama yüzü çok kötü hırpalanmıştı. Her şey doğaldı, kim olursa olsun, onca acıdan sonra ölen her insanın yüzü öyle görünürdü. Hıristiyan kilisesinin daha ilk yüzyıllarda İsa'nın sembolik değil, gerçek acı çektiğini, dolayısıyla bedeninin de çarmıhta tam ve kesin olarak doğa yasalarının etkisi altında bulunduğunu belirlediğini biliyorum. Tabloda İsa'nın yüzü darbelerle yaralanmış, şişmişti, kanlı korkunç morluklarla doluydu. Gözleri açık, gözbebekleri kayıktı. Ortaya çıkmış iri gözaklarında cam gibi, ölü bir donukluk vardı. Gelgelelim, çok tuhaftır, büyük acılar çekmiş bu insanın cesedine bakarken ilginç bir soru geliyordu insanın aklına: Cesedi tam böyle idiyse (gerçekten de öyle olması gerekirdi), onu böyle gören bütün öğrencileri, gelecekteki önemli havarileri, onu izleyen ve haçın dibinde bekleyen, ona inanan, tapan bütün kadınlar cesedine bakarken bunca acıya katlanmış bu adamın dirileceğine nasıl inanacaktı? Burada ister istemez şöyle düşünüyor insan: Ölüm böylesine korkunç bir şeyse, doğanın yasaları böylesine güçlüyse nasıl üstesinden gelinebilirdi bunun? Doğayı yenmiş, doğanın baş eğdiği, 'Talita kumi' dediğinde kızı ayağa kaldıran, 'Lazar, dışarı çık', dediğinde ölmüş Lazar'ı mezardan çıkaran bir insan, doğanın yasalarını şimdi yenemediyse sonra nasıl yenecekti? Bakınca, bu tabloda doğa kocaman, acımasız ve dilsiz bir hayal gibi ya da (tuhaf olsa da) çok daha doğrusu büyük, yalnız başına bütün doğaya ve onun bütün yasalarına, belki de yalnızca o varlığın doğması için yaratılmış bütün yeryüzüne bedel, çok değerli bir varlığı duygusuzca, sessizce yakalamış, acımasızca parçalayıp yutmuş yeni model dev bir makine gibi görünüyordu! Bu tablo herkesin boyun eğdiği ve ister istemez sizi de etkisi altına alan o karanlık, küstah, anlamsızca-sonsuz gücü anlatıyor sanki. Cesedin çevresini almış kalabalık (tabloda bu kalabalıktan kimse yoktur) o akşam bir anda bütün umutlarının, hatta neredeyse inançlarının yıkılmasına neden olan büyük bir üzüntü ve telaş içinde olsa gerekti. Her biri içlerine bir daha asla çıkarılamayacak muazzam bir düşünce ekilmiş olsa dahi, oradan dehşetli bir korkuyla ayrılmış olmalıydı. Öğretmen bu tablodaki durumunu öldürülmeden önce görebilseydi o çarmıha çıkar mıydı, öyle ölmeye razı olur muydu? Tabloya bakarken bu soru da geliyor insanın aklına.
Kolya gittikten sonra tam bir buçuk saat, belki gerçekten de sayıklama arasında, hatta kimi zaman hayal olarak gördüm bütün bunları. Şekli olmayan bir şeyi, şekilli olarak hayalinde görebilir mi insan? Ama arada bir bu sınırsız gücü, bu büyük, karanlık, sağır varlığı tuhaf ve imkânsız bir şekle bürünmüş olarak görüyormuşum gibi geliyordu bana. Hatırlıyorum, biri, elinde bir mum, kolumdan tutmuş beni götürüyor sanıyordum. Bana iğrenç, dev bir örümceği gösterip bunun o büyük, karanlık, çok güçlü varlık olduğunu söylüyordu, öfkelenmem üzerine de alay ediyordu benimle. Odamda tasvirin önünde geceleri her zaman bir kandil yanar. Bulanık, çok zayıf bir ışığı vardır bu kandilin, ama yine de her şey görünür, kandilin altında kitap bile okuyabilirsiniz. Sanırım saat gece bire geliyordu... Uyanıktım, gözlerim açık, yatıyordum. Ansızın açıldı odamın kapısı, Rogojin girdi.
Girdikten sonra kapıyı kapadı, bir şey söylemeden baktı bana, sessizce odanın köşesine geçti, kandilin neredeyse tam altındaki sandalyeye oturdu. Çok şaşırmıştım, merakla bakıyordum ona. Rogojin önündeki küçük masaya dayadı dirseklerini, sessizce bana bakmaya başladı. İki üç dakika böyle geçti. Hatırlıyorum, onun bu suskunluğu gururumu incitiyor, canımı sıkıyordu. Neden konuşmak istemiyordu? Onun bu geç saatte gelmesini elbette yadırgıyordum, ama hatırladığım kadarıyla buna pek şaşmış da değildim. Hatta tersine, sabahleyin ona niyetimden açık açık söz etmemiş olsam da, anladığını biliyordum. Bu niyetiminse öyle bir özelliği vardı ki, gecenin geç saati olsa da, kuşkusuz bir kez daha konuşulabilirdi üzerinde. Ben de onun bu amaçla geldiğini düşünüyordum. Sabahleyin biraz soğuk ayrılmıştık. Yüzüme iki kez alaylı baktığını bile unutmamıştım. İşte şimdi de aynı alay vardı bakışında. Gururuma dokunuyordu bu bakışı. Onun gerçekten Rogojin olup olmadığı, hayal görüp görmediğim, sayıklayıp sayıklamadığıma dair en ufak bir kuşku duymamıştım başlangıçta. Hatta aklıma bile gelmemişti.
Bu arada Rogojin oturmayı, bana yine öyle alayla bakmayı sürdürüyordu. Öfkeyle döndüm yatağımın içinde, ben de dirseğimi yastığıma dayadım. Sonuna kadar susmaya kararlıydım. Her nedense, kesinlikle önce onun konuşmaya başlamasını istiyordum. Sanırım, öyle karşılıklı otururken yirmi dakika geçti aradan. Birden şöyle bir şey geldi aklıma: Ya bu Rogojin değil de onun hayaliyse?
Hastalığım süresince de, daha önce de hiç hayal görmemiştim. Ne var ki daha çocukluğumdan beri, hatta şimdi de, yani yakın bir süre öncesine kadar, bir tek hayal görsem, aslında hayallere inanmasam da hemen orada öleceğimi düşünürdüm. Ama onun Rogojin değil de hayali olabileceğini düşündüğüm anda hiç korkmadığımı hatırlıyorum. Üstelik kızmıştım bile. Ayrıca şu da çok tuhaftı: Bu Rogojin miydi, yoksa hayali mi sorusu da yeterince ilgimi çekmiyor, huzursuz da etmiyordu. O anda başka bir şey var gibiydi kafamda. Sözgelimi, beni daha çok, evine gittiğimde üzerinde sabahlık, ayağında terlikler olan Rogojin'in şimdi neden fraklı, beyaz yelekli, beyaz kravatlı olduğu düşündürüyordu. Bir şey daha geliyordu aklıma: Bu bir hayalse ve ondan korkmuyorsam neden ayağa kalkıp yanına gitmeyecektim, ne olduğunu öğrenmeyecektim? Bunu yapmadığıma göre, belki de korkuyordum. Ne var ki korktuğumu düşündüğüm anda birden elim ayağım sanki buz kesti. Sırtımın ürperdiğini, dizlerimin titrediğini hissettim. Gerçekten korktuğumu o anda anladım. Rogojin dirseğini masadan çekip ayağa kalktı, gülmeye hazırlanıyormuş gibi oynattı dudaklarını. Dik dik bana bakıyordu. Öylesine öfkelenmiştim ki, üzerine saldırmak geliyordu içimden, ama önce ben konuşmayacağıma kendime söz verdiğim için karyolada yatmayı sürdürüyordum. Ayrıca onun Rogojin olup olmadığından da emin olamıyordum.
Bu böyle ne kadar sürdü, hatırlamıyorum. O arada birkaç dakikalığına kendimden geçip geçmediğimin de farkında değilim kuşkusuz. Ama sonunda kalktı Rogojin, odaya girdiğinde baktığı gibi yine durgun, dikkatli baktı bana (ama gülmüyordu artık), sessizce, neredeyse parmaklarının ucuna basarak kapıya yürüdü, kapıyı açtı, dışarı çıktı, arkasından kapıyı kapadı. Yataktan kalkmamıştım. Gözlerim açık, düşüncelere dalmış, öyle ne kadar yattığımı hatırlamıyorum. Neler düşündüğümü de Tanrı bilir. Tekrar nasıl daldığımı da hatırlamıyorum. Ertesi sabah, saat dokuzda kapımı çaldıklarında uyandım. Sabahları saat dokuza kadar kapımı açmaz, çayımı getirmeleri için seslenmezsem, saat dokuzda Matryona'nın kapımı çalması gerekir. Kapıyı açtığım anda şöyle bir düşünce geldi aklıma: Kapım kilitli olduğuna göre gece Rogojin nasıl girmişti odama? Düşününce, odama girenin gerçek Rogojin olamayacağına inandım, çünkü geceleri bizim evde bütün kapılar kilitlenirdi.
İşte ayrıntılarıyla anlattığım bu değişik olay kesin 'karar vermeme' neden olmuştu. Demek son ve kesin kararıma mantık veya mantıklı inanç değil, nefret yardımcı olmuştu. Böylesine tuhaf, beni küçük düşüren bir hayatta kalamam. O hayal küçültmüştü beni. Örümcek görüntüsüne bürünen bir karanlık güce boyun eğecek gücüm yok benim. Ve ancak karanlıkta kesin kararlı olduğumu hissedince rahatladım. İlk adımdı bu, bir sonraki adımda Pavlovsk'a gittim. Ama bunu yeterince ayrıntılı anlattım."
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top