V


V


Aslında Varvara Ardalionovna ağabeyiyle konuşurken, prensin Aglaya Yepançina'ya evlenme önerisinde bulunduğu konusunda duyduklarını biraz abartmıştı. Zeki bir kadın olduğundan yakın gelecekte olması gerekeni belki tahmin etmişti; belki de uçup giden hayallerinin arkasından (gerçekte kendi de hiçbir zaman inanmamıştı bu hayallerinin gerçekleşeceğine) bir insan olarak felaketi abartmak, böylece aslında gerçekten çok düşkün olduğu, sevdiği ağabeyinin kalbine daha çok zehir dökme hazzından kendini yoksun bırakmaya gönlü razı olmamıştı. Öyle ya da böyle, Yepançin ailesinin kızlarından, arkadaşlarından kesin bir bilgi alamamıştı. Yalnızca birtakım imalı sözler, yarım bırakılmış cümleler, suskunluklar, bilmece gibi sözler vardı, o kadar. Belki de Aglaya'nın ablaları kendileri Varvara Ardalionovna'nın ağzından bir şeyler almak için öyle imalı konuşmuşlardı. Nihayet, Varvara Ardalionovna onların çocukluk arkadaşı olmasına karşın, onu kızdırmak hazzından kadınca bir duyguyla kendilerini alamamış olabilirlerdi. Çünkü Varvara Ardalionovna'nın niyetini onca zaman içerisinde ucundan kıyısından da olsa fark etmemiş olamazlardı.

Öte yandan prens son derece haklı olarak, Lebedev'i ona bir şey söyleyemeyeceğine, kendisiyle ilgili özel bir durumun olmadığına inandırmaya çalışırken belki o da yanılıyordu. Doğal olarak herkes pek bir tuhaftı: Ortada olan bir şey yokken, aynı zamanda çok şey olmuştu. Sonuncusunu da Varvara Ardalionovna güvenilir kadın içgüdüsüyle sezinlemişti.

Ne var ki Yepançinler'in hepsinde olduğu gibi Aglaya'da da çok büyük bir değişiklik olduğu, kaderinin belirlenmek üzere olduğu düşüncesi nasıl yer etmişti, bunu düzgün bir biçimde anlatmak çok zor. Bu düşünce kendini gösterir göstermez o anda ailede herkes bunun çoktandır farkında olduğunu, bunun gerçekleşmesini beklediğini; "zavallı şövalye" olayında, hatta daha önce her şeyin belli olduğunu, ama böylesine bir saçmalığa o zaman inanamadığını söylemeye başlamıştı. Ablalar böyle diyordu. Kuşkusuz, her şeyi en önce Lizaveta Prokofyevna anlamış, öğrenmişti. Bu yüzden uzun zamandır "sızlıyordu yüreği". Ancak Lizaveta Prokofyevna uzun zamandan beri mi, yeni mi bilinmez, prens konusundan birden hiç hoşlanmamaya başlamıştı. Çünkü kafasını karıştırıyordu konu. Hemen çözülmesi gereken bir sorun duruyordu önlerinde. Oysa bu sorunun çözümü yalnızca olanaksız değildi, ne kadar çalışıyorsa da zavallı Lizaveta Prokofyevna sorunu açıkça koyamıyordu bile önüne. Zor bir soruydu bu: Prens iyi biri miydi, kötü mü? Bütün bu olup bitenler iyi miydi, kötü mü? İyi değilse (kuşkusuz öyleydi), kötü olan neydi? İyiyse (bu da olasıydı) bu kez, iyi olan neydi? Anlaşılacağı üzere baba İvan Fyodoroviç önce şaşırmış, sonra birden "Yemin ederim, baştan beri sonunda böyle olacak gibi geliyordu bana... evet, evet öyle geliyordu bana!" demişti. Ama eşinin sert bakışı karşısında hemen susmuş, sabah susmuş olmasına karşın, akşam eşiyle baş başa kaldığında tekrar konuşmak zorunda kalmış, birden büyük bir canlılıkla beklenmedik birkaç düşünce sürmüştü öne: "Aslında ne olacak ki yani?" (Bir anlık sessizlik.) Doğruysa, elbette çok tuhaf bir durum, ancak..." (Yine bir sessizlik.) "Ama öte yandan, olaylara dosdoğru bakılacak olursa, Tanrı biliyor ya, harika bir insandır prens ve... ve... nihayet, ailemizin adını taşıyor. Bütün bunlar göz önüne alınacak olursa, nasıl desem, sosyetede önemini yitirmeye başlayan ailemiz için yararlı da olabilir... Anlayacağınız, olaya bu açıdan bakıldığında, çünkü... elbette sosyete... kim ne derse desin, sosyete sosyetedir... Sonra pek büyük olmasa da, bir serveti de var prensin. Ayrıca şeyi de var... şeyi... şeyi..." (Susmuştu, sözünün sonunu getirememişti.) Onu sonuna kadar dinledikten sonra çileden çıkmıştı Lizaveta Prokofyevna.

Ona göre bütün bu olan bitenler "bağışlanamaz, hatta suç sayılabilecek bir fantezi, saçmalık, aptalca ve anlamsız şeylerdi!" Her şeyden önce, "Şu prens bozuntusu koca bir budalaydı, sonra ne sosyeteden haberi vardı, ne de sosyetede kendine bir yer edinebilmişti. Kime gösterebilirdiniz onu, kimin yanına sokabilirdiniz? Hoş görülemeyecek derecede tuhaf bir demokrattır. En küçük bir rütbe sahibi bile değil ve... ve... ve... Ayrıca Belokonskaya ne diyecek bu işe? Hem Aglaya için böyle bir koca mı düşünüyorduk biz?" Kuşkusuz, bu son gerekçe hepsinden önemliydi. Bunları düşündükçe Lizaveta Prokofyevna'nın anne yüreği titriyordu. İçinden bir ses "Peki ama, neden istediğiniz kişi olmasın prens?" diyordu, ama yine de içi kan ağlıyor, gözyaşı döküyordu. Ona en büyük acıyı veren de kendi kalbinden gelen bu itirazdı işte.

Aglaya'nın ablaları nedense hoşlanıyordu prens olayından, ama biraz tuhaf bir biçimde ve o kadar da çok değildi sanki. Ansızın prensin yanında yer alabilirlerdi. Ama ikisi de susmaya karar vermişti. Ailede bir şey tartışma konusu olduğunda Lizaveta Prokofyevna itiraz ediyorsa ve kimi zaman itirazları ne denli güçlüyse, o konuyu sonunda o kadar çabuk onaylayacağının işareti olduğu eskiden beri ailede herkesin bildiği bir gerçekti. Ne var ki Aleksandra İvanovna'nın tam olarak susması kolay değildi. Annesi eskiden beri hep ona akıl danıştığı için şimdi de sık sık yanına çağırıyor, bu konuda ne düşündüğünü soruyordu: "Nasıl olmuştu bütün bunlar? Neden kimse bir şey fark etmemişti? Neden olup biten zamanında haber verilmemişti ona? Şu iğrenç 'zavallı şövalye' ne anlama geliyordu? Neden her şeyle tek başına o, Lizaveta Prokofyevna ilgilenmek, her şeyi önceden hissetmek, anlamak zorundaydı, kimse yardım etmiyordu ona?" vb. vb... Başlangıçta dikkatliydi Aleksandra İvanovna, Yepançin ailesine Prens Mışkin'in damat olmasının sosyetede iyi karşılanacağını söyleyen babasının düşüncesinin ona çok doğru gibi geldiğini söyleyebilmişti yalnızca. Sonra yavaş yavaş açılmıştı, hatta prensin hiç de "aptal" olmadığını, aslında hiçbir zaman da olmadığını, önemli biri olup olmadığı konusundaysa, birkaç yıl sonra Rusya'da önemli kişi denince akla neyin (devlet yönetiminde başarılı olanların mı, yoksa başka kişilerin mi?) geleceğinin bilinmediğini bile cesaretle söylemişti. Annesi bütün bunlara karşı hemen üzerine basa basa Aleksandra'nın şu "özgür düşünceli kızlardan olduğunu, onların bütün bu kahrolası düşüncelerinin kadın sorunundan kaynaklandığını" söyledi. Lizaveta Prokofyevna, yarım saat sonra kente gitti, oradan, şansına Petersburg'da bulunan ama yakında kentten ayrılacak olan Belokonskaya'yı evde yakalamak için Taş Ada'ya geçti. Belokonskaya Aglaya'nın vaftiz annesiydi.

"Kocakarı" Belokonskaya büyük bir endişe ve umutsuzluk içinde olan Lizaveta Prokofyevna'nın anlattıklarını dinlerken, konuşmakta güçlük çeken dertli annenin gözyaşlarından hiç etkilenmedi, hatta alaylı alaylı baktı yüzüne. Korkunç bir despottu Belokonskaya. Dostluklarında, hatta en eskilerinde bile eşitliğe izin vermezdi. Lizaveta Prokofyevna'ya ise düpedüz, bundan otuz beş yıl önce olduğu gibi protegée gözüyle bakıyor, onun başına buyruk, dediğim dedik tavırlarından hiç hoşlanmıyordu. Bu arada ailenin her zamanki alışkanlığıyla olayı çok abarttığını, pireyi deve yaptığını, ne kadar dinlediyse de ortada ciddi bir durum göremediğini, bir şeylerin olmasını beklemelerinin daha iyi olacağını söyledi. Prensin hasta, tuhaf ve çok önemsiz biri olmasına karşın düzgün bir genç olduğuna inanıyormuş, en kötüsüyse açıkça "bir kapatmasının" olmasıymış. Önerdiği Yevgeniy Pavloviç'i reddettikleri için Belokonskaya'nın onlara kızgın olduğunu Lizaveta Prokofyevna çok iyi anlıyordu. Belokonskaya'yı görmeye giderken olduğundan çok daha sinirli döndü Pavlovsk'a. Bu yüzden hemen çatmaya başladı herkese. Özellikle de "akıllarını yitirdikleri", kimsenin ailesinde böyle şeyler olmadığı, yalnızca onların ailesinde olduğu için... "Neydi bu aceleniz? Durup dururken ne oldu? O kadar bakıyorum, ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum! Bekleyip görelim bakalım, daha neler çıkacak! Az şey mi hayal eder İvan Fyodoroviç! Pireyi deve yapar!" vb. vb...

Sonunda sakin olmasının, olaylara soğukkanlılıkla bakmasının ve beklemesinin gerektiğine karar verdi. Gelgelelim, ne yaparsınız ki, sükûneti ancak on dakika sürdü. Soğukkanlılığına ilk darbeyi indiren, o Taş Ada'dayken, onun yokluğunda olanlarla ilgili haber olmuştu. (Lizaveta Prokofyevna'nın Pavlovsk'tan ayrılışı, prensin saati dokuz sanıp gecenin on ikisinden sonra onlara gelişinin ertesi sabahına rastlıyordu. Kızlar annelerinin ısrarlı, sabırsız sorularına çok ayrıntılı cevaplar veriyorlardı. Önce "o yokken önemli bir şey olmadığını", prensin geldiğini, Aglaya'nın uzun süre, yarım saat onun yanına çıkmadığını, çıkınca da prense hemen satranç oynamayı önerdiğini, prens satrançta acemi olduğu için Aglaya'nın onu birkaç hamlede yendiğini, bunun üzerine Aglaya'nın çok neşelendiğini, satranç bilmediği için prensle alay ettiğini, onu çok utandırdığını, öyle ki prensi öyle görmenin onları çok üzdüğünü anlattılar. Aglaya sonra iskambil kâğıtlarıyla "aptal oyunu" oynamayı önermiş. Ama bu kez işler tersine dönmüş, bu oyunda prens öylesine iyiymiş ki... oyunun profesörü gibi oynuyormuş. Tam bir ustaymış yani. İşlerin kötüye gittiğini görünce kurnaz Aglaya kartları değiştirmeye kalkışmış, prensin gözü önünde kâğıt çalıyormuş. Ama öyleyken bile Aglaya hep yeniliyormuş. Peş peşe beş kez yenilmiş. Öfkesinden küplere binmiş, hatta kendini kaybetmiş; prense öyle ağır şeyler söylemiş ki, adamcağız gülemez olmuş, Aglaya "o bu odada oturduğu sürece buraya ayağını basmayacağını, onun bütün bu olanlardan sonra gece yarıları, saat on ikiden sonra buraya gelmekten nasıl utanmadığını" söyleyince prensin yüzünde renk kalmamış. Sonra kapıyı çarpıp çıkmış. Kızların bütün teselli edici sözlerine karşın, prens ölü gibi gitmiş. Prens gittikten on beş dakika sonra Aglaya üst kattan deli gibi koşarak verandaya çıkmış. Öyle ki gözyaşlarını bile silmemiş. Gözleri ağlamaktan şişmişmiş. Koşmasının nedeni Kolya'nın elinde bir kirpiyle gelmiş olmasıymış. Hep birlikte kirpinin başına toplanmışlar. Sorduklarında, Kolya kirpinin kendisinin olmadığını, elinde balta olduğu için içeri girmeye utanan liseden arkadaşı Kostya Lebedev'in olduğunu, kirpiyle baltayı biraz önce sokakta karşılaştıkları bir köylüden satın aldıklarını söylemiş. Kirpiyi on beş kapiğe satıyormuş köylü, baltayı ise satmaya onlar razı etmişler köylüyü, çünkü güzel bir baltaymış. Aglaya kirpiyi hemen ona satması için Kolya'ya çok ısrar etmeye başlamış. Kendinden geçmiş gibi yalvarıyormuş, arada "canım" bile demiş ona. Kolya uzun süre satmaya razı olmamış kirpiyi, ama sonunda dayanamamış, Kostya Lebedev'i çağırmış. Kostya gerçekten de elinde bir baltayla utana sıkıla girmiş odaya. O anda anlaşılmış ki, kirpi onların değilmiş, Petrov adında başka bir çocuğunmuş. Petrov, paraya ihtiyacı olduğu için dördüncü bir çocuğun uygun fiyata satmak istediği Schlosser'in tarih kitabını kendisi için satın alsınlar diye para vermiş onlara, ama Kolya ile Kostya kirpiyi görünce dayanamamış, köylüden onu satın almışlardı. Dolayısıyla, kirpi de, balta da, şimdi Schlosser'in Tarih'i yerine bu ikisini götürdükleri dördüncü çocuğunmuş. Ama Aglaya o kadar ısrar etmişti ki, sonunda kirpiyi ona satmaya razı olmuşlardı. Aglaya kirpiyi alır almaz, Kolya'nın yardımıyla bir sepetin içine koymuş, üzerini bir peçeteyle örttükten sonra Kolya'ya kirpiyi alıp hemen şimdi dosdoğru prense götürmesini rica etmiş, bunun prense kendisinin bir armağanı olduğunu, bunu "en derin saygılarının bir işareti" olarak kabul etmesini dilediğini söylemiş. Bu görevi seve seve kabul etmiş Kolya, kirpiyi prense götüreceğine söz vermiş, bu arada sormadan da edememiş: "Böyle bir durumda kirpi ne anlama geliyordu?" Bunun onu ilgilendirmediğini söylemiş Aglaya. Kolya bunun kesinlikle önemli bir anlamı olduğunu söylemiş. Kızmış Aglaya, sert bir dille onun henüz çocuk olduğunu söylemiş. Kolya gücenmiş buna, hemen karşılık vermiş, bir kız olarak ona ve kişisel inançlarına saygısı olmasaymış bu çeşit hakaretlere nasıl cevap vereceğini anında gösterirmiş ona... Ama sonunda Kolya kirpiyi alıp heyecanla yola koyulmuş, Kostya Lebedev de arkasından koşmuş. Kolya'nın sepeti fazla sallayarak yürüdüğünü görünce Aglaya sabredememiş, biraz önce Kolya'ya sitem eden kendisi değilmiş gibi, verandadan seslenmiş: "Lütfen Kolya'cığım, dikkat et, düşürme sepeti canım!" Kolya durmuş, o da aralarında kırıcı bir şey geçmemiş gibi, büyük bir hazırcevaplılıkla karşılık vermiş: "Korkmayın Aglaya İvanovna, düşürmem. İçiniz rahat olsun!" Tekrar deli gibi koşmaya başlamış. Bunun üzerine Aglaya kahkahalarla gülmüş, pek neşeli odasına çıkmış, günün geri kalan bölümünde de çok neşeliymiş.

Bu haberler Lizaveta Prokofyevna'yı şaşkına çevirmişti. Neydi şimdi bütün bunlar? Keyfi iyice kaçmıştı. Son derece endişeliydi. En rahatsız edici olan da kirpiydi. Ne anlama geliyordu kirpi? Gizli bir anlamı mı vardı? Nasıl bir mesajdı bu? Lizaveta Prokofyevna kızlarını sorguya çekerken rastlantı sonucu evde olan İvan Fyodoroviç verdiği cevaplarla işi iyice içinden çıkılmaz bir duruma soktu. Ona göre mesaj falan söz konusu değildi burada, kirpiye gelince, "yalnızca bir kirpiydi o kadar, kirpiden başka hiçbir şey değildi ve dostluk, kırgınlıkları unutma, barışma anlamına geliyordu, sözün kısası, şımarıklıktan başka bir şey yok ortada. Ama masum, bağışlanabilir bir çocukluk."

Parantez içinde şunu söyleyelim ki, generalin tahmini çok doğruydu. Prens, Aglaya'nın alaylarıyla küçük düşürülmüş olarak gelmişti evine, Kolya elinde kirpiyle odaya girdiğinde yarım saattir son derece üzgün, umutsuzdu. O anda birden kara bulutlar dağılmış, gökyüzü aydınlanmıştı. Prens yeniden doğmuştu sanki. Kolya'ya peş peşe sorular soruyor, onun her sözcüğünü ağzından kapıyor, her şeyi on kez soruyor, çocuk gibi gülüyor, aydınlık gözlerle ona bakarak gülümseyen iki çocuğun ellerine yapışıyordu. Demek bağışlamıştı onu Aglaya, öyleyse bu akşam gidebilirdi onu görmeye. Prens için yalnızca önemli değildi bu, her şeydi...

Neden sonra büyük bir coşkuyla haykırdı:

— Ne kadar çocuğuz, değil mi Kolya! Hem... hem... ne güzel çocuk olmamız!

Kolya bu işleri iyi bilirmiş gibi, inandırıcı, pek ciddi bir tavırla,

— Düpedüz âşık size Aglaya İvanovna prens, ötesi yok!

Prensin yüzü kıpkırmızı oldu, ama bu kez hiçbir şey söylemedi. Kolya kahkahalarla gülüyor, ellerini çırpıyordu. Bir dakika sonra prens de kahkahalar atmaya başlamıştı. Sonra da akşam olana kadar her beş dakikada bir ne kadar zaman geçtiğini anlamak için saatine bakıp durdu.

Sonunda dayanamadı Lizaveta Prokofyevna, öfkeyle verdi kararını ve kocasının, kızlarının bütün itirazlarına bakmadan, "bir daha adını anmamak üzere işi bitirmek, kurtulmak için" Aglaya'ya son sorusunu sormak, kesin, son cevabını almak amacıyla yanına çağırttı onu. "Yoksa," diyordu, "akşama çıkmayacağım!" İşi nereye vardırdıklarını, ne kadar saçmaladıklarını herkes ancak şimdi fark etmişti. Aglaya'nın sorgulanmasından ancak yapmacık birtakım şaşkınlıklardan, öfkeden, kahkahalardan, prensle ve onu sorgulayanlarla alaydan başka bir şey elde edilememişti. Lizaveta Prokofyevna yataklara düşmüştü. Odasına çekilip yatmıştı. Ancak prensi çaya bekledikleri saatte çıktı odasından. Prensi sabırsızlıkla bekliyordu. Geldiğinde de sinirinden az kaldı düşüp bayılacaktı.

Prens ürkekçe, neredeyse sağa sola tutunarak, tuhaf tuhaf gülümseyerek, herkesin gözünün içine tek tek bakarak (Aglaya odada yoktu çünkü ve bu korkutmuştu onu) girdi odaya. O akşam çayda yabancı yoktu, yalnızca aile üyeleri vardı. Prens Ş., Yevgeniy Pavloviç'in amcasının işi için gittiği Petersburg'dan dönmemişti. "Hiç değilse o olsaydı, bir şeyler söylerdi belki," diye üzülüyordu Lizaveta Prokofyevna. İvan Fyodoroviç, yüzünde son derece endişeli bir ifadeyle bir köşede oturuyordu. Ablalar çok ciddiydi ve sanki özellikle susuyor, bir şey söylemiyorlardı. Lizaveta Prokofyevna söze nereden başlayacağını bilemiyordu. Sonunda birden demiryollarına verip veriştirmeye başladı ve kararlı bakışını meydan okurcasına prensin yüzüne dikti.

Ne yazık ki Aglaya hâlâ görünürlerde yoktu. Prens ne diyeceğini bilemeden, iyice şaşırmış durumda, rayların onarılmasının yararlı olacağını söylemeyi deneyecek oldu, ama o anda birden gülmeye başladı Adelaida ve prens yine tükenmiş hissetti kendini. Tam o anda da Aglaya girdi odaya. Sakin, ağırbaşlıydı. Öne eğilerek resmi bir tavırla selam verdi prense, geçip yuvarlak masanın en göze çarpan yerine mağrur bir tavırla kuruldu. Soran bakışlarla prense baktı. Her şeyin açığa çıkma zamanının gelip çattığını herkes anlamıştı.

Aglaya sert, hatta neredeyse kızgın,

— Yolladığım kirpiyi aldınız mı? diye sordu.

— Aldım, dedi prens.

Birden kulaklarına kadar kızarmıştı. Kalbi duracak gibi çarpıyordu.

— Öyleyse bu konuda ne düşündüğünüzü hemen şimdi söyleyin... Annemin ve bütün ailenin huzuru için çok önemli bu...

Birden telaşlandı general:

— Bak ne diyeceğim sana Aglaya...

Nedense o anda bir şeyden korktu Lizaveta Prokofyevna.

— Her türlü sınırı aşıyor bu kadarı! dedi.

Aglaya hemen, sertçe karşılık verdi annesine:

— Sınır falan yok burada maman. Bugün bir kirpi yolladım prense ve bu konuda ne düşündüğünü bilmek istiyorum. Evet, ne diyorsunuz prens?

— Yani neyle ilgili Aglaya İvanovna?

— Kirpiyle.

— Yani... Öyle sanıyorum ki Aglaya İvanovna, siz o... kirpiyi... nasıl karşıladığımı ya da daha doğrusu... bu armağanınız, yani kirpi... üzerine... ne düşündüğümü öğrenmek istiyorsunuz, bu durumda... kısaca söyleyecek olursam...

Tıkandı prens, sözünün sonunu getiremedi.

Aglaya beş saniye bekledikten sonra,

— Pek bir şey söylemiş sayılmazsınız, dedi. Pekâlâ, kirpiyi bırakıyorum şimdi, biriken bütün yanlış anlamalar açıklığa kavuşacağı için şu anda çok sevinçliyim. Nihayet son derece kişisel bir bilgi almama da izin verin prens: Benimle evlenmek istiyor musunuz, istemiyor musunuz?

— Aman Tanrım! diye haykırdı Lizaveta Prokofyevna.

Prens ürperdi, geriye attı kendini. İvan Fyodoroviç donup kalmış, ablalar da kaşlarını çatmıştı.

— Yalan söylemeyin prens, gerçeği söyleyin... Sizin yüzünüzden tuhaf sorular soruyorlar bana. Bu soruların kaynaklandığı bir şey var mı ortada? Hadi söyleyin!

Birden canlandı prens.

— Size evlenme önerisinde bulunmadım Aglaya İvanovna, dedi. Ama... sizi ne kadar sevdiğimi, güvendiğimi kendiniz de biliyorsunuz... hatta şimdi...

— Benimle evlenmek isteyip istemediğinizi sordum size.

Sesi zor çıktı prensin:

— İstiyorum.

Büyük bir hareketlenme oldu odada.

İvan Fyodoroviç heyecanlanmıştı.

— Böyle olmaz cancağızım. Ama... olacak şey değil bu... Madem öyle Aglaşa'cığım... Bağışlayın prens, sevgili dostum ama!.. (Ona yardımcı olması için karısına döndü:) Lizaveta Prokofyevna, bu konuyu önce uzun uzun... düşünmemiz gerekiyor, değil mi?

Lizaveta Prokofyevna elini kolunu sallayarak bağırdı:

— Ben kabul etmiyorum, sorumluluk kabul etmiyorum!

— İzin verin ben de konuşayım maman. Burada benim de bir şey söylemeye hakkım var: Kaderimin belirleneceği çok önemli bir an bu (tam böyle söylemişti Aglaya) ve ben bilmek istiyorum, şu anda herkes burada bulunduğu için ayrıca mutluyum da... Prens, izninizle sormak istiyorum size, "böyle bir niyetiniz" varsa, mutluluğumu nasıl sağlamayı düşünüyorsunuz?

— Doğrusunu isterseniz, size nasıl cevap vereceğimi bilemiyorum Aglaya İvanovna. Nasıl... nasıl bir cevap verebilirim size? Hem... hem zorunlu mu bu?

— Herhalde utandınız, soluğunuz da kesildi gibi... Biraz dinlenin, gücünüzü toplayın; bir bardak su için, şimdi çay da getirecekler size...

— Sizi seviyorum Aglaya İvanovna, sizi çok seviyorum; yalnızca sizi seviyorum ve... gülmeyin lütfen, çok seviyorum sizi.

— Ama bu çok önemli. Çocuk değiliz artık, olaya her yönünden bakmamız gerekir... Lütfen açıklayın şimdi: Servetiniz ne kadardır?

İvan Fyodoroviç korkuya kapılmış gibi mırıldandı:

— Aman, aman Aglaya! Ne diyorsun? Neler söylüyorsun öyle! Bu işler böyle olmaz kızım...

Lizaveta Prokofyevna herkesin duyacağı kadar yüksek sesle mırıldandı:

— Rezillik bu!

Aleksandra da yine öyle, yüksek sesle mırıldandı:

— Delirmiş bu kız!

Prens şaşkın bir durumdaydı.

— Servetimi... yani ne kadar param olduğunu mu soruyorsunuz?

— Çok doğru.

Yüzü kıpkırmızı olmuştu prensin.

— Benim... şimdi yüz otuz beş bin ruble var bende, diye mırıldandı.

Aglaya şaşırmış gibi, açıkyüreklilikle, yüksek sesle,

— Hepsi o kadar mı? dedi. Neyse, önemli değil, özellikle tutumlu olunursa... Devlet hizmetine girmeyi düşünüyor musunuz?

— Özel ders vermek için ev öğretmenliği sınavına girmeyi düşünüyordum...

— Çok güzel. Elbette bunun aile bütçemize katkısı olacaktır. Mabeyinci olmayı düşünür müydünüz?

— Mabeyinci mi? Hiç düşünmedim, ama...

İki abla artık dayanamayıp kahkahayı koyuverdi... Adelaida uzun süredir Aglaya'nın yüzündeki seğirmelerden birden gülmemek için kendini zor tutuğunun farkındaydı. Aglaya kahkahalarla gülen ablalarına kötü kötü bakacak olmuş, ama o anda kendini tutamayıp o da çılgınca, neredeyse sinir krizi gelmiş gibi kahkahalar atmaya başlamıştı. Sonunda dayanamadı, koşarak çıktı odadan.

Adelaida,

— Bunun yalnızca bir şaka olduğunu söylemiştim size! dedi. Ta baştan, kirpiden beri...

Birden patladı Lizaveta Prokofyevna:

— Hayır, bu kadarına izin veremem artık!

Ve hızla Aglaya'nın arkasından koştu. Kızlar da annelerini izledi. Odada prensle ailenin babası kalmıştı.

General, besbelli ne söylemek istediğini bilemeden sertçe haykırdı:

— Bu, bu... böyle bir şey gelir miydi aklına Lev Nikolayeviç? Olacak şey değil, güzel güzel konuşurken...

Prens pek hüzünlü,

— Farkındayım, Aglaya İvanovna alay etti benimle, dedi.

— Bir dakika bekle sen burada kardeş. Ben şimdi oraya gidiyorum, sen burada bekle... çünkü... hiç değilse sen söyle bana Lev Nikolayeviç, sen söyle: Nasıl oldu bütün bunlar, ne anlama geliyor bu olanlar? Ben babasıyım onun... ama bir şey bildiğim yok. Bari sen anlat bana...

— Aglaya İvanovna'yı seviyorum, kendisi de biliyor bunu... hem sanırım uzun zamandan beri.

General omuzlarını geriye attı.

— Tuhaf, çok tuhaf... Peki, çok mu seviyorsun onu?

— Çok.

— Tuhaf, doğrusu çok tuhaf bütün bu olanlar. Yani öylesine büyük bir sürpriz ve beni sarsan bir şey ki... Farkındasındır dostum, servetinden hiç söz etmiyorum (gerçi daha büyük bir servetin olduğunu sanıyordum ya), ama... benim için önemli olan kızımın mutluluğudur... nihayet... nasıl desem, onu mutlu edebilecek misin? Ve... ve... nedir bu, bir şaka mı, yoksa kızımın yaptığı bir şaka mı? Yani senin değil, Aglaya'nın yaptığını diyorum.

Kapının ardından Aleksandra İvanovna'nın ince sesi duyuldu. Babalarını çağırıyorlardı.

General telaşla ayağa kalktı, neredeyse korkarak Aleksandra'nın sesinin geldiği kapıya doğru yürürken,

— Bekle beni dostum, burada bekle beni! diye mırıldandı. Bekle ve her şeyi etraflıca düşün. Ben şimdi geleceğim...

Eşiyle küçük kızını birbirine sarılmış, gözyaşları içinde buldu. Mutluluk, duygululuk, barışma gözyaşlarıydı bunlar. Aglaya annesinin ellerini, yanaklarını, dudaklarını öpüyordu. İkisi de sevgiyle sokulmuştu birbirine.

— Şuna baksana İvan Fyodoroviç, baksana, dedi Lizaveta Prokofyevna. Aglaya bu işte!

Aglaya mutluluk okunan, gözyaşlarıyla ıpıslak, küçücük yüzünü annesinin göğsünden çevirdi, babasına baktı, yüksek sesle gülerek ona doğru koşup sıkı sıkı sarıldı, birkaç kez öptü. Sonra yine annesine koştu, kimse görmesin diye yüzünü onun göğsüne bastırdı, yine ağlamaya başladı. Lizaveta şalının ucuyla başını örttü kızının.

— Ah kötü çocuk, ah! Neler yaptın bize! dedi.

Ama şimdi daha bir rahat soluk alıyormuş gibi mutluydu. Aglaya birden annesinin sözünü kesti:

— Kötü çocuk! Evet, kötü çocuk! İşe yaramaz! Şımarık çocuk! Babama da söyleyin bunu. Ah, o da buradaymış! Babacığım, burada mıydınız? Duydunuz, değil mi?

Gözyaşları arasından gülmeye başlamıştı.

— Sevgili yavrum! Canım benim! (Mutluluktan yüzü aydınlanmıştı generalin. Kızının elini öpüyordu. Aglaya elini çekmiyordu.) Demek seviyorsun o... genç adamı?

Aglaya birden başını kaldırıp öfkeyle bağırdı:

— Hayır, hayır! Görmek istemiyorum... sizin o genç adamınızı! Bir kez daha böyle bir şey dediğinizi duyarsam babacığım... çok ciddiyim; duydunuz mu beni: Çok ciddiyim!

Gerçekten de çok ciddiydi Aglaya: Yüzü kıpkırmızı olmuştu, gözleri ateş saçıyordu. Babası korktu, duraladı, ama Lizaveta Prokofyevna Aglaya'nın arkasından işaret etti ona, general de onun bu işaretinden "üstüne varmaması gerektiğini" anladı.

— Tamam meleğim, nasıl istersen öyle olsun. Odada bir başına oturuyor şimdi, varıp kibarca gitmesini söylesem mi ona, ne dersin?

Bu kez general Lizaveta Prokofyevna'ya göz kırpmıştı.

— Hayır, hayır, olmaz; özellikle de "kibarca" olmaz... Siz gidin yanına, sonra ben gelirim, hemen gelirim. Ben bu... genç adamdan özür dilemek istiyorum, çünkü gücendirdim onu.

İvan Fyodoroviç ciddi bir tavırla,

— Hem çok gücendirdin, dedi.

— Pekâlâ... iyisi mi siz hepiniz burada kalın, önce ben gideyim, hemen arkamdan siz gelin, ama hemen... öylesi daha iyi...

Kapıya kadar gitmişti ki birden döndü. Son derece üzgün bir tavırla,

— Ya gülersem! dedi. Gülerim diye korkuyorum!

Ama o anda dönüp koşarak prensin yanına gitti.

İvan Fyodoroviç o çıkar çıkmaz arkasından,

— Nedir bu böyle? dedi. Sen ne diyorsun?

Aynı çabuklukla karşılık verdi Lizaveta Prokofyevna:

— Söylemeye korkuyorum, ama bence her şey ortada.

— Bence de öyle. Gün gibi ortada. Seviyor...

Aleksandra İvanovna seslendi oturduğu yerden:

— Seviyor bile az... düpedüz âşık! Ama kime acaba?

Lizaveta Prokofyevna içtenlikle haç çıkardıktan sonra,

— Kaderi buysa, Tanrı yardımcısı olsun! dedi.

General onayladı karısını:

— Kader işte, kaçamazsın kaderden!

Hep birlikte konuk salonuna yürüdüler. Ama yine bir sürpriz bekliyordu onları orada.

Salonda Aglaya, korktuğu gibi, kahkahalarla gülmek bir yana, neredeyse çekinerek konuşuyordu prensle:

— Bağışlayın bu aptal, kötü, şımarık kızı (Prensin ellerini tutuyordu) ve inanın, hepimizin sonsuz saygısı var size. O harika... içten saflığınızla alay etmek küstahlığını gösterdiysem, yaramazlık yapan bir bebeği bağışlar gibi bağışlayın beni. Belki de en küçük bir sonucu olamayacak saçmalıklarımda ısrar ettiğim için bağışlayın...

Son sözcüklerini üzerine özellikle basarak söylemişti Aglaya.

Babası, annesi, ablaları her şeyi görmek, duymak için aceleyle gelmişlerdi salona ve "en küçük bir sonucu olamayacak saçmalıklarım" sözü herkesi şaşırtmıştı. Daha çok da Aglaya'nın bu saçmalıklardan söz ederkenki ciddi tavrı... Herkes sorar gibi baktı birbirlerine. Ne var ki prens bu sözcükleri anlamıyor gibiydi ve son derece mutluydu.

— Neden öyle söylüyorsunuz? diye mırıldanıyordu. Neden siz... affedersiniz... özür...

Kendisinden özür dilenmeye değen biri olmadığını da söylemek istiyordu. Kim bilir, "en küçük sonucu olamayacak saçmalıklar"ın ne anlama geldiğini anlamış, ama tuhaf yaradılışlı biri olduğu için buna sevinmiş bile olabilirdi. Hiç kuşku yok ki, o anda onun için mutlulukların en büyüğü Aglaya'yı görmek için tekrar gelmesine, onunla konuşmasına, oturmasına, dolaşmasına izin verilecek olmasıydı. Kim bilir, belki yalnızca bu ömrü boyunca yeterliydi onun için! (Anlaşılan, Lizaveta Prokofyevna'nın için için korktuğu da prensin bu kadarını yeterli bulmasıydı. Prensi anlamıştı; içten içe çok şeyden korkuyor, ama korkusunu sözcüklere dökemiyordu Lizaveta Prokofyevna.)

Prensin o akşam kendini ne denli iyi, mutlu hissettiğini hayal etmek bile çok zordu. Öylesine neşeliydi ki, ona bakan biri de neşeleniyordu. Daha sonra böyle diyordu Aglaya. Durmadan konuşuyordu prens. Altı ay önce Yepançinler'le tanıştığı günden bu yana hiç böyle konuşkan gören olmamıştı onu. Petersburg'a döndükten sonra da belirgin derecede suskundu. Hatta bir süre önce Prens Ş. ile konuşurken herkes içinde şöyle demişti: "Kendimi tutmalı, susmalıyım, çünkü sözünü ederek küçültmeye hakkım yok bu düşünceyi." O akşam yalnızca o konuştu. Durmadan anlatıyordu. Sorulara açık, severek, ayrıntılı cevaplar veriyordu. Ne var ki konuşması hiç de âşık birinin konuşmasına benzemiyordu. Söyledikleri ciddi, hatta kimi zaman akıllıca şeylerdi. Kişisel birtakım görüşlerini, gizli gözlemlerini açıklıyordu. Öyle ki "böylesine güzel anlatılmış" olmasalardı her şey komik bile kaçabilirdi. Onu dinleyen herkes daha sonraları söz birliği etmişçesine böyle diyordu. Gerçi general ciddi konuşmalardan hoşlanırdı, ama o da, Lizaveta Prokofyevna da prensin konuşmasını aşırı bilimsel bulmuş, konuşmanın sonlarına doğru ikisi de sıkılmaya başlamıştı. Öte yandan, prens konuşmasının sonlarına doğru öylesine coşmuştu ki, önce kendisinin güldüğü, çok komik birkaç fıkra bile anlatmıştı. Hem öyle gülüyordu ki herkes fıkralardan çok onun şen kahkahalarına gülüyordu. Aglaya'ya gelince, akşam boyunca hiç konuşmamıştı. Yalnızca Prens Lev Nikolayeviç'i dinlemiş, dinlemekten başka, gözlerini de ondan ayırmamıştı.

Daha sonra Lizaveta Prokofyevna kocasına şöyle diyordu:

— Gözlerini ayırmadan bakıyordu yüzüne; ağzından çıkan her sözcüğü can kulağıyla dinliyor, hemen yakalıyordu, hemen! Ama onu sevdiğini söylesen kıyameti koparır!

— Ne yaparsın, kader! diye karşılık vermişti general ve bu pek sevdiği sözcüğü uzun süre ağzından düşürmemişti.

Bu arada şunu da söyleyelim: İş bilir bir adam olan general, bütün bu olanlardan, en önemlisi de olayın belirsizliğinden hiç mi hiç hoşlanmıyordu. Ama zamanı gelene kadar konuşmamaya, susup... Lizaveta Prokofyevna'nın gözlerine bakarak olayları izlemeye karar vermişti.

Ailenin neşeli havası fazla sürmedi. Ertesi gün Aglaya yine bozuştu prensle. Daha sonraki günler de düzenli olarak aynı şey oldu. Prensi saatlerce alaya alıyor, onu neredeyse soytarıya çeviriyordu. Gerçi kimi zaman bahçede kameriyede bir iki saat oturdukları oluyordu, ama o süre içinde prensin hemen hep Aglaya'ya gazete veya bir kitap okuduğu kaçmıyordu kimsenin gözünden.

Bir gün prensin gazete okumasını bölüp şöyle dedi Aglaya:

— Bakın ne diyeceğim, kültürel yönden çok zayıf olduğunuzu fark ettim. Size kim, hangi yılda, hangi eseriyle gibi bir soru sorulduğunda cevap veremiyorsunuz. Acınacak duruma düşüyorsunuz.

— Pek bilgili olmadığımı söylemiştim size, dedi prens.

— Bu durumda ne işe yararsınız? Nasıl saygı duyabilirim size? Okumaya devam edin. Yok istemez, okumayın.

Aynı akşam hiç kimsenin akıl erdiremediği bir şey daha yaptı Aglaya. Prens Ş. Petersburg'dan dönmüştü. Aglaya çok yakınlık gösteriyordu ona. Durmadan Yevgeniy Pavloviç'i soruyordu. (Prens Lev Nikolayeviç henüz gelmemişti.) Lizaveta Prokofyevna'nın iki düğünü birlikte yapmaları için Adelaida'nın düğününü belki de tekrar ertelemeleri gerekeceğiyle ilgili ağzından kaçırdığı birkaç sözcük üzerine Prens Ş. birden, "ailede yakın ve yeni değişiklik"le ilgili bir imada bulunma cesaretini gösterdi. O zaman Aglaya'nın "bütün bu saçma düşünceler" üzerine parlaması anlatılabilecek gibi değildi. Bu arada laf arasında "kimsenin metresinin yerini almak niyetinde olmadığı" gibi bir şeyler söylemişti.

Onun bu söylediği herkesi şaşırtmıştı, özellikle de annesiyle babasını. Lizaveta Prokofyevna daha sonra kocasıyla baş başayken, prensi karşılarına alıp onunla Nastasya Filippovna konusunu açık açık konuşmaları için ısrar ediyordu.

İvan Fyodoroviç'in dediğine göre: Aglaya'nın bu yaptığı "çocukluk"tan başka bir şey değildi, onun "utangaçlığından" kaynaklanıyordu; Prens Ş. düğünden söz etmemiş olsaydı, kızı böyle bir "çocukluk" yapmazdı, çünkü Aglaya bütün bunların kötü niyetli insanların uydurması olduğunu, Nastasya Filippovna'nın Rogojin'le evleneceğini çok iyi biliyordu. "Açıkça söylemek gerekirse, prensin bu işle ilgisi olmadığını, olamayacağını biliyor Aglaya," diyordu.

Öte yandan prens hiçbir şeye aldırmadan mutluluğunun tadını çıkarmayı sürdürüyordu. Aglaya'nın bakışlarında karamsar, sabırsız bir şeyleri kuşkusuz kimi zaman o da fark ediyordu. Ama daha çok başka şeylere yoruyordu bunu ve huzursuzluğu hemen geçiyordu. Bir kez inandıktan sonra ne olursa olsun kuşkuya kapılamazdı. Belki gereğinden fazla da rahattı. En azından bir gün parkta karşılaştığı İppolit'e öyle gelmişti.

İppolit prensin yanına gelmiş, onu durdurduktan sonra şöyle demişti:

— O zaman âşık olduğunuzu söylediğimde haklı değil miymişim?

Prens elini uzatmıştı İppolit'e, "iyi göründüğü" için kutlamıştı onu. Hasta, bir veremlinin görünebileceği kadar iyi görünüyordu.

İppolit prensin yanına, özellikle onun mutlu görünümü için iğneleyici birkaç şey söylemek için gelmişti, ama bir anda ne söyleyeceğini şaşırmış, kendinden söz etmeye, yakınmaya başlamış, uzun süre ilgisiz şeylerden yakınıp durmuştu.

— İnanmayacaksınız ama, diye bağlamıştı sözünü, oradakiler öylesine can sıkıcı, küçük, bencil, kendini beğenmiş, basit insanlar ki... İnanır mısınız, yalnızca bir an önce öleceğimi düşündükleri için aldılar beni oraya, ölmediğim, giderek iyileştiğim için de hepsi kuduruyor şimdi. Komedi! Bahse girerim, inanmıyorsunuzdur bana, inanmıyorsunuz, değil mi?

Prens itiraz etmek istememişti.

İppolit önemsemez bir tavırla sürdürmüştü konuşmasını:

— Hatta bazen tekrar sizin yanınıza taşınmayı düşünüyorum. Bence siz onların kesinlikle ölmeyecekse, hem de en kısa zamanda ölmeyecekse birini evlerine almayacak insanlar olduklarına inanmıyorsunuzdur, değil mi?

— Ben onların sizi evlerine başka düşüncelerle davet ettiklerini sanıyordum.

— Vay! Söyledikleri kadar saf değilmişsiniz! Şimdi sırası değil, yoksa şu Gavrila'yla, kafasından geçenlerle ilgili bazı şeyler anlatırdım size. Arkanızdan kuyunuzu kazıyorlar prens, acımasızca kazıyorlar... kuyunuzu. Bu kadar rahat olduğunuz için sizin adınıza üzülüyorum bile. Ama ne yazık ki başka türlü de olamazsınız!

Gülümsedi prens.

— Üzüldüğünüz şeye bakın! Ne yani, rahat olmasaydım daha mı mutlu olurdum?

— Aptalca... mutlu olmaktansa, nedenini bilerek mutsuz olmak daha iyidir. Sanırım, ötekilerin... ayağınızı kaydırmaya çalıştıklarından haberiniz yoktur?

— Bu sözleriniz çok yakışıksız İppolit, size cevap veremeyeceğim için üzgünüm. Gavrila Ardalionoviç'e gelince, onun durumunu birazcık olsun bilseydiniz, bütün o kaybettiklerinden sonra rahat olabileceğini düşünebilir miydiniz? Bence olaya bu açıdan bakmakta fayda var. Daha değişebilir... önünde sürprizlerle dolu upuzun bir hayat var... ama... ama... (birden ne söyleyeceğini şaşırdı prens) kuyumun kazılmasına gelince... bununla ne demek istediğinizi anlayamıyorum bile, iyisi mi kapatalım bu konuyu İppolit.

— Bir zaman için kapatalım. Öyle ya, soylu davranışları olan bir insansınız siz. Evet prens, siz parmağınızla dokunduğunuz bir şeyin bile var olup olmadığından kuşku duyabilirsiniz, ha-ha-ha! Ne dersiniz, şu anda küçümsüyorsunuz beni, değil mi?

— Niçin? Bizden çok acı çektiğiniz ve çekmekte olduğunuz için mi?

— Hayır, çektiğim acılara değmediğim için.

— İnsan çekebildiği kadar acıya değer. İtiraflarınızı okuduğunda Aglaya İvanovna sizinle görüşmek istedi, ama...

İppolit kesti prensin sözünü:

— Hep erteledi... Yapamaz, biliyorum, biliyorum... (Konuyu hemen kapatmak istiyormuş gibi ekledi:) Aklıma gelmişken, dediklerine göre, o saçma şeyleri siz okumuşsunuz ona... Aslında bir sayıklamaydı bütün orada yazdıklarım... yaptıklarım. Doğrusu bu itiraflarım için bana sitem etmek ve onu bana karşı bir silah olarak kullanmak ne derece haklıydı, (acımasızcaydı demeyeceğim, bu beni küçültür çünkü) ne çocukça bir övünme ve kin duygusuydu! Merak etmeyin, sizin için söylemiyorum bunu...

— Ama itiraflarınız için böyle söylemeniz üzdü beni İppolit. Oysa içtendi bütün yazdıklarınız, hem bildiğiniz gibi, en komik yerleri bile içtendi, çok yeri öyleydi (İppolit yüzünü ekşitti), acılar çekerek yazmıştınız hepsini, çünkü böyle şeyleri itiraf etmek kolay değildir ve... belki de büyük yüreklilik gerektirir. Bu işe girişirken ne olursa olsun, kesinlikle soylu duygular içindeydiniz. İtiraflarınızı okurken giderek daha iyi anladım bunu, inanın bana... Suçlamıyorum ben sizi, duygularımı anlatmak istiyorum ve o zaman sustuğum için üzgünüm...

İppolit'in yüzü kıpkırmızı olmuştu. Bir an prensin içten olmadığı, onu avlamaya çalıştığı düşüncesi çakmıştı beyninde. Ama onun yüzüne bakınca içtenliğine inandı, aydınlandı yüzü.

— Ama yine de ölmeli! diye mırıldandı (az kaldı "benim gibi biri!" diye ekleyecekti.). Sizin şu Gavrila neler diyor bana, bilemezsiniz! Takmış kafasına, o akşam itiraflarımı dinleyenlerden üçü, beşi sözde, belki de benden önce ölecekmiş, öyle diyor! Nasıl, beğendiniz mi? Bu söylediklerinin beni avutacağını sanıyor, ha-ha! İlkin ölen biri yok; öyle olsa, onlardan birkaçı ölse bile, neden ben avunayım bununla? Sizce de öyle değil mi? Kendi kendine karar veriyor. Üstelik daha da ileri gidiyor... Düpedüz küfür ediyor, dürüst insanın bu durumda sessizce ölmesinin gerektiğini, benim yaptığımın ise egoistlik olduğunu söylüyor! Nasıl, bunu da beğendiniz mi? Asıl onun bu yaptığı bencillik! Bir türlü fark edemediği kendi egoizminin inceliği ya da daha doğrusu, öküz gibi kabalığı bu işte!.. On sekizinci yüzyılda Stepan Glebov diye birinin ölümüyle ilgili bir şeyler okudunuz mu prens? Dün bir rastlantı sonucu okudum ben...

— Hangi Stepan Glebov?

— Çar Petro zamanında kazığa oturtulan.

— Ah, aman Tanrım, biliyorum! Dondurucu soğukta kürküne sarınıp on beş saat kazığın tepesinde oturan, soyluluğundan hiçbir şey kaybetmeden ölen Stepan Glebov. Okumaz olur muyum, okudum... neden sordunuz?

— Tanrı kimilerine öyle ölüm veriyor, kimilerine de işte böyle!.. Sanırım benim Glebov gibi soylu ölemeyeceğimi düşünüyorsunuzdur?

Prens mahcup olmuştu.

— Hiç de değil... dedi. Yalnızca sizin... demek istemiştim ki... nasıl söylesem, yani Glebov'dan da öte... öyle bir şey olsaydı...

— Anladım, Glebov gibi değil, Osterman gibi yapardım demek istediniz.

Şaşırdı prens.

— Hangi Osterman gibi?

İppolit ne diyeceğini bilemeden birden,

— Diplomat Osterman, diye mırıldandı. Petro zamanının diplomatı Osterman.

Bir süre ikisi de ne diyeceğini bilemedi. Sonra birden şöyle dedi prens:

— Yo, ha-hayır! Öyle demek istememiştim, sanırım siz... hiçbir zaman Osterman gibi yapmazdınız...

İppolit yüzünü ekşitti.

Prens durumu kurtarmak istiyormuş gibi ekledi:

— Böyle söylememin nedenine gelince, o zamanın insanları (yemin ederim, her zaman şaşmışımdır buna) bizlere benzemiyordu, günümüzün insanlarından bambaşka bir tür, başka bir kabilenin insanlarıydı sanki o zamanın insanları... Tek tip düşünceleri vardı, oysa günümüzün insanları daha sinirli, daha gelişmiş, daha hassas... aynı anda iki, üç düşünceye açık olabiliyorlar... ayrıca günümüzün insanı daha geniş görüşlüdür de. İnanın, bu yüzden o devrin insanları gibi bir kalıptan çıkmışa benzemiyorlar... Bunu söylemek istemiştim işte, yoksa...

— Anlıyorum... Biraz önce bana katılmadığınız saflık konusunda şimdi avutmaya çalışıyorsunuz beni, ha-ha! Çok çocuksunuz prens! Ne var ki beni küçümsediğinizin, bana porselen bir fincan kadar değer verdiğinizin farkındayım... Neyse, önemli değil, gücenmiyorum. Ne olursa olsun, sohbetimiz çok komikti... Bazen gerçekten çok çocuklaşıyorsunuz prens. Ama şunu unutmayın, ben belki de Osterman'dan daha soylu davranmayı bile isterdim. Osterman öldükten sonra dirilmeye değmezdi... Oysa ben elden geldiğince çabuk ölmem gerektiğinin farkındayım, yoksa kendim... Bırakın beni. Hoşça kalın! Neyse, söyler misiniz, sizce ben en soylu biçimde nasıl ölebilirim? Yani olabildiğince... soylu bir biçimde? Haydi söyleyin!

Prens alçak sesle,

— Sesinizi çıkarmadan geçip gidin yanımızdan ve mutluluğumuz için bağışlayın bizi! dedi.

— Ha-ha-ha! Ben de öyle düşünüyordum! Kesinlikle böyle bir şeyler bekliyordum sizden! Yine de siz... siz... Eh! Pek cafcaflı şeyler söylüyorsunuz! Hoşça kalın, hoşça kalın!

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top