V

V

Lebedev'in söylevinin sonlarına doğru kanepede birden uyuyakalan İppolit şimdi biri böğründen dürtmüş gibi birden irkilerek uyanmış, hafifçe doğrulmuş, belli belirsiz bir korkuyla çevresine bakınınca yüzü bembeyaz olmuştu. Ama kendini toparlayıp ne olup bittiğini anlayınca neredeyse bir dehşet ifadesi kapladı yüzünü. Prensin elinden tutup telaşlı,

— Ne o, gidiyorlar mı? diye sordu. Bitti mi? Her şey bitti mi? Güneş doğdu mu? Saat kaç? Tanrı aşkına söylesenize, saat kaç? Uyuyakalmışım. (Uyuduğu için bütün kaderinin bağlı olduğu, kendisi için çok önemli bir şeyi kaçırdığını düşünüyor gibi, neredeyse umutsuzca ekledi:) Çok mu uyudum?

Yevgeniy Pavloviç,

— Yedi sekiz dakika, diye karşılık verdi.

İppolit yiyecek gibi hırsla ona baktı, bir an düşündü.

— Ya... hepsi o kadar ha! Öyleyse ben...

Üzerinden aşırı derecede ağır bir yükü atmış gibi hırsla, derin bir soluk alıp verdi. Henüz hiçbir şeyin "bitmediğini", şafağın sökmediğini, konukların yalnızca bir şeyler atıştırmak için masadan kalktıklarını, biten tek şeyin Lebedev'in saçmalaması olduğunu sonunda anlamıştı. Gülümsedi, verem kızarıklığı yanaklarında iki parlak leke olarak titreşmeye başlamıştı.

Alaylı bir tavırla,

— Ben uyurken dakikaları saymışsınız Yevgeniy Pavloviç, dedi. Farkındayım, gece boyunca gözlerinizi ayırmadınız benden... A! Rogojin! (Masada oturan Rogojin'e başını eğerek selam verdikten sonra kaşlarını çatıp fısıldadı prense:) Demin rüyamda gördüm onu. (Birden konuyu değiştirdi yine:) Eh, evet... Konuşmacımız nerede, nerede Lebedev? Söylevini bitirmiş olsa gerek? Neler anlattı? Bir defasında dünyayı "güzellik" kurtaracak dediğiniz doğru mu prens? (Yüksek sesle seslendi herkese:) Baylar! Prens dünyayı güzelliğin kurtaracağını iddia ediyor! Bense onun şimdi âşık olduğu için böyle düşündüğünü iddia ediyorum. Baylar, prens âşık. Buraya geldiğinde yüzüne bakar bakmaz anladım âşık olduğunu. Utanmayın prens, yüzünüz kızarınca üzülüyorum. Hangi güzellik kurtaracakmış dünyayı? Böyle dediğinizi Kolya söyledi bana... Sıkı bir Hıristiyanmışsınız, öyle mi? Kolya öyle dediğinizi söylüyor.

Prens dikkatli dikkatli baktı İppolit'in yüzüne, ama bir şey söylemedi.

İppolit birden, kendini tutamamış gibi,

— Bir şey söylemeyecek misiniz? dedi. Belki de sizi çok sevdiğimi düşünüyorsunuzdur?

— Hayır, hiç de öyle düşünmüyorum. Beni sevmediğinizi biliyorum.

— Ya! Dünkü olaydan sonra da mı? Dün içtendim size karşı.

— Dün de biliyordum beni sevmediğinizi.

— Sizi kıskandığım için mi? Kıskandığım için mi? Hep öyle düşündünüz, şimdi de öyle düşünüyorsunuz, ama... ama neden söylüyorum ki bunu şimdi? Şampanya içmek istiyorum; şampanya koyun bana Keller.

— Artık içmemelisiniz İppolit, içki koymayacağım size...

Prens, İppolit'in önündeki kadehi uzağa itti.

Bir şey düşünmüş gibi, itiraz etmedi İppolit:

— Sahiden de... hem bakarsınız, bir şey derler... aman umurumdaydı sanki ne diyecekleri! Öyle değil mi, öyle değil mi? Sonra ne derlerse desinler, öyle değil mi prens? Sonra ne derlerse desinler, bize ne, öyle değil mi prens? Ama hâlâ uyku sersemliğimi atamadım üzerimden. Çok korkunç bir rüya gördüm, şimdi hatırladım... Sizi gerçekten hiç sevmesem bile öyle bir rüya görmezsiniz umarım. Hem birini sevmiyorsan ne diye kötülüğünü isteyesin ki, öyle değil mi? Neden durmadan soru soruyorum ben? Hep sorular soruyorum! Elinizi verin bana prens, bütün içtenliğimle sıkacağım elinizi, işte böyle... Hayret, uzattınız bana elinizi? Demek biliyorsunuz onu içtenlikle sıkacağımı. Belki daha içmem. Saat kaç? Ama gerekmez, saatin kaç olduğunu biliyorum. Zamanı geldi! Şimdi tam zamanı. Orada ne oluyor, meze mi, yiyecek mi veriyorlar? Öyleyse bu masa boş demektir. Çok güzel! Baylar, ben... Ama herkes dinlemiyor beni... Bir şey okumak istiyorum prens. Mezeler daha ilgi çekicidir kuşkusuz, ancak...

Birden göğüs cebinden hiç beklenmedik bir biçimde, üzerinde kocaman kırmızı bir mühür olan, dosya kâğıdı boyutunda büyükçe bir zarf çıkardı, masanın üzerine önüne koydu.

Onun bu beklenmedik hareketi buna hazır olmayan ya da daha güzel bir deyişle, başka bir şeye hazır topluluk üzerinde etkili olmuştu. Yevgeniy Pavloviç bile şöyle bir sıçramıştı oturduğu sandalyede. Gavrila hemen yaklaştı masaya. Rogojin de... Ama onun yüzünde neler olduğunu biliyor gibi, küçümser bir ifade vardı. Biraz ötede duran Lebedev meraklı bakışlarla yaklaştı, ne olduğunu anlamaya çalışıyor gibi bakmaya başladı zarfa.

Prens kaygılı,

— Nedir bu? diye sordu.

— Söyledim size prens, güneş ucunu gösterir göstermez yatacağım. Söz veriyorum. (Haykırdı İppolit:) Göreceksiniz! (Herkesin yüzüne aynı tavırla, meydan okurcasına baktıktan sonra ekledi:) Ama... ama... bu zarfı açamayacağımı mı düşünüyorsunuz yoksa?

Onun titrediğini fark etmişti prens. Herkesin adına o cevap verdi:

— Öyle bir şey düşünen yok burada. Birilerinin öyle düşündüğünü nereden çıkardınız? Ayrıca... ne tuhaf bir düşünce bu? Nedir bu İppolit?

Sağdan soldan sesler yükseldi:

— Ne oluyoruz? Yine ne oldu ona?

Herkes İppolit'in yanına gelmişti. Kimi konuklar ise hâlâ mezelerden atıştırmayı sürdürüyordu. Kırmızı mühürlü zarf mıknatıs gibi herkesi çekiyordu.

— Dün yazdım bunu, size buraya gelip yanınızda kalacağıma söz verdikten hemen sonra yazdım prens. Sabaha doğru da bir rüya gördüm...

Prens ürkek bir tavırla kesti İppolit'in sözünü:

— Bunu yarına bıraksak nasıl olurdu?

Sinirli sinirli güldü İppolit.

— Yarın "artık geç olacak"! Ama korkmayın, kırk dakikada, bilemediniz bir saatte okuyup bitiririm... Hem görüyor musunuz, herkes nasıl ilgilendi! Hemen yanıma sokuldular, mühre bakıyorlar, yazımı zarflayıp mühürlemeseydim kimsenin ilgisini çekmezdi! Ha-ha! Gizliliğin etkisi böyledir işte! (Yüzünde o garip gülümsemesi, gözleri parlayarak sesini yükseltti:) Zarfı açayım mı, açmayayım mı baylar? Bir sır var bunun içinde, bir sır! Hatırlıyor musunuz prens, "artık geç olacak" diye kim demişti? Apokalipsis'de büyük, güçlü melek söylemişti bunu.

Yevgeniy Pavloviç söze karıştı, yüksek sesle,

— İyisi mi okumayın onu! dedi.

Bunu öylesine beklenmedik bir huzursuzluk içinde söylemişti ki, çoğu kimse tedirgin olmuştu.

Bu kez prens elini zarfın üzerine koyup bağırdı:

— Okumayın!

Konuklardan biri,

— Ne okumasından söz ediyorsunuz? dedi. Yemek zamanı şimdi.

Bir başkası,

— Yazı mı okuyacak? diye sordu. Bir dergi için falan mı yazmış?

Bir üçüncü kişi,

— Belki de can sıkıcı bir şeydir, diye ekledi.

Soranlar oldu:

— Neymiş okuyacağı?

Bu arada prensin ürkek tavrı İppolit'i korkutmuştu. Morarmış dudaklarında çarpık bir gülümseme, çekinerek fısıldadı prense:

— Yoksa... okumasam mı? (Biraz önceki coşkuyu, heyecanı arıyormuş gibi herkesin gözünün içine, yüzüne tek tek bakarak mırıldandı:) Okumayayım mı? (Tekrar prense döndü:) Siz... korkuyor musunuz?

— Neden? diye sordu.

Yüzünün ifadesi giderek daha çok değişiyordu.

İppolit oturduğu sandalyeyi altından çekmişler gibi birden ayağa fırladı.

— Bir yirmi kapikliği olan var mı? Ya da madeni herhangi bir para?

— Alın! dedi Lebedev.

Bir an, hasta İppolit'in delirdiğini düşünmüştü.

İppolit telaşlı,

— Vera Lukyanovna! diye seslendi. Alın şu parayı, masanın üzerine atın: Tura gelirse okuyacağım!

Vera ürkek ürkek bir paraya, bir İppolit'e, sonra babasına baktı, bir daha paraya bakmaması gerektiğini düşünüyormuş gibi başını beceriksiz bir biçimde kaldırıp parayı masaya attı... Tura geldi.

İppolit, kaderinin ağırlığı altında ezilmiş gibi mırıldandı:

— Okunacak! (O anda ölüm cezasına çarptırıldığının kararını okusalardı kendisine, yüzü bundan daha çok solmazdı. Yarım dakika sustuktan sonra birden ürperdi.) Bununla birlikte... Ne oluyoruz? (Aynı soru dolu, ısrarlı bakışını herkesin üzerinde dolaştırdı.) Yazı tura mı attım ben yazgım için? (İçten bir şaşkın tavırla prense döndü. Kendine gelmiş gibi canlanarak, kararlı haykırdı:) Ama insanı şaşırtan psikolojik bir durum bu prens! Bunu not edin prens, unutmayın. Yanılmıyorsam, ölüm cezasıyla ilgili bilgiler topluyorsunuz... Öyle dediler bana, ha-ha! Ah Tanrım, ne saçmalık, ne aptallık! (Kanepeye oturdu, dirseklerini masaya dayadı, başını ellerinin arasına aldı.) Hatta çok ayıp!.. (Birden başını kaldırdı.) Ayıp olması umurumda değil! (Birden karar vermiş gibi yükseltti sesini:) Baylar! Zarfı açıyorum... Ben... yine de dinlemeye zorlamıyorum sizi!..

Heyecandan titreyen elleriyle zarfı açtı, mektup kâğıdı boyutunda, incecik yazıyla dolu dolu birkaç kâğıt çıkardı içinden, masaya önüne koydu, kâğıtları düzenlemeye başladı.

Konuklar arasında homurdananlar vardı:

— Nedir bu böyle? Ne oluyor burada? Okuyacağı nedir?

Bazıları susuyordu. Herkes oturmuş, merakla İppolit'e bakıyordu. Belki gerçekten de olağanüstü bir şey bekliyorlardı. Vera babasının oturduğu sandalyeye tutunmuştu, korkudan neredeyse ağlayacaktı. Kolya da onun gibi korku içindeydi. Sandalyeye çökmüş olan Lebedev birden ayağa kalktı, mumu aldı, daha rahat okuması için İppolit'e yaklaştırdı.

İppolit nedense,

— Baylar, bunun... bunun ne olduğunu şimdi göreceksiniz, dedi.

Hemen arkasından okumaya başladı:

— "Zorunlu Açıklama!" Epigraf: "Aprés moi le déluge..." (Bir yeri yanmış gibi haykırdı:) Tüh, lanet olsun! Ciddi ciddi böyle aptalca bir epigraf nasıl yazabilmişim?.. Bakın ne diyeceğim baylar... İnanın, bütün bunlar aslında belki de korkunç derecede saçma şeylerdir! Yalnızca benim düşüncelerimdir bunlar... İçinde gizemli... veya yasak bir şeyler olduğunu düşünüyorsanız, yani kısaca...

Gavrila sözünü kesti:

— Açıklamayı bırakıp da okumaya başlasanız nasıl olurdu?

Bir başkası,

— Çok uzattı! diye ekledi.

O ana dek söze hiç karışmayan Rogojin,

— Amma da konuştu, dedi.

İppolit birden başını çevirip baktı ona, göz göze geldiklerinde Rogojin acı acı gülümsedi, tane tane konuşarak tuhaf bir şeyler söyledi:

— Bu konu böyle halledilmez delikanlı, böyle değil...

Rogojin'in ne demek istediğini kimse anlamamıştı kuşkusuz, ama bu söylediği herkesin üzerinde tuhaf bir etki yaratmıştı. Herkesin kafasında aşağı yukarı aynı anlaşılmaz düşünce belirmişti. Ne var ki Rogojin'in bu söylediğinin İppolit'in üzerinde korkunç bir etkisi olmuştu: Birden öylesine titremeye başlamıştı ki, onu tutmak için kolunu uzatmıştı prens. Birden sesi kısılmamış olsaydı belki bir çığlık bile atardı İppolit. Tam bir dakika ağzını açıp bir şey söyleyemedi, sık sık derinden soluyarak Rogojin'e bakıyordu. Sonunda tıkanır gibi, kendini çok zorlayarak şöyle dedi:

— Demek siz... sizdiniz, öyle mi?

— Ben mi? diye sordu Rogojin. Ben mi?

İppolit'in neden söz ettiğini anlamamıştı. İppolit çıldırmış gibi avazı çıktığınca bağırıyordu:

— Geçen hafta size uğradığım günün gecesi saat ikide odama gelen sizdiniz!! İtiraf edin, sizdiniz değil mi?

— Geçen hafta gece mi? Sen aklını mı kaçırdın delikanlı?

"Delikanlı" işaretparmağını alnına koyup düşünüyormuş gibi yine bir dakika kadar sustu; ama bembeyaz yüzündeki korkunun çarpıttığı gülüşünde birden sanki kurnaz, hatta mağrur bir şey belirdi.

Sonra neredeyse fısıltıyla, ama kendine aşırı güvenle tekrar etti:

— Sizdiniz! Odama geldiniz, bir şey söylemeden pencerenin önündeki sandalyede bir saat oturdunuz. Hatta daha fazla... Gece yarısından sonra saat birden üçe kadar... Sonra saat üçte kalkıp gittiniz... Sizdiniz o, sizdiniz! Neden korkuttunuz beni... neden acı çektirdiniz bana? Anlamıyorum, ama sizdiniz o!

Korkudan titremesinin dinmemiş olmasına karşın, ansızın sonsuz bir nefretle parlamıştı gözleri.

— Şimdi öğreneceksiniz her şeyi baylar, ben... ben... dinleyin...

Tekrar büyük bir telaşla önündeki kâğıtlarla uğraşmaya başladı. Kâğıtlar karışıp dağılıyor, bir araya toplamaya çalışıyordu onları; titreyen parmaklarının arasında kâğıtlar da titriyordu. Uzun süre düzene sokamadı kâğıtları.

Sonunda başlayabildi okumaya. Beklenmedik yazının yazarı ilk beş dakika sık sık soluyarak, dağınık, düzensiz bir biçimde okudu. Ama sonra düzeldi sesi, okuduğu anlaşılmaya başladı. Ancak arada bir oldukça güçlü bir öksürük kesiyordu okumasını. Yazının yarısından sonra iyice kısıldı sesi. Okudukça artan heyecanı sonunda, dinleyenlerin üzerindeki rahatsızlık verici etkisi gibi en üst düzeye çıktı. İşte o "yazı":

"ZORUNLU AÇIKLAMAM

Aprés moi le déluge!

Dün sabah prens bendeydi. O arada yazlığına taşınmam için ikna da etti beni. Bunda ısrar edeceğini biliyordum zaten. Yazlıkta onun deyimiyle, 'insanların arasında, ağaçların altında daha kolay ölebileceğim' konusunda bir sürü şey söyleyeceğinden de kuşkum yoktu. Ama bugün ölebileceğimi değil de, 'yaşayabileceğimi' söyledi. Aslında benim durumumda ikisi de hemen hemen aynı anlama geliyor ya... İkide bir 'ağaçlardan' söz etmekle bana neyi anlatmak istediğini, neden sözü hep 'ağaçlara' getirdiğini sorduğumda şaşkınlıkla öğrendim ki, o akşam Pavlovsk'ta sözde oraya ağaçlara son kez bakmak için gittiğimi söylemişim. Kendisine ha ağaçların altında, ha pencereden karşıdaki duvarın tuğlalarına bakarak ölmüşüm, fark etmeyeceğini, iki hafta için bunu büyütmenin hiç gerekmediğini söyledim, hemen kabul etti... Ama yeşilliğin, temiz havanın bana kesinlikle iyi geleceğini, heyecanımın ve rüyalarımın değişeceğini, belki de hafifleyeceğini düşündüğünü söyledi. Gülerek, bir materyalist gibi konuştuğunu söyledim ona. Her zamanki gülümsemesiyle, kendisinin bir materyalist olduğunu söyledi. Hiç yalan söylemediği için, bu söylediğinin bir anlamı olsa gerekti. Çok hoş bir gülümsemesi vardır. Bu kez dikkatle inceledim onu. Şimdi onu seviyor muyum, sevmiyor muyum, bilmiyorum. Bunu düşünecek durumda değilim şu anda. Ayrıca söylemeliyim ki, ona olan beş aylık nefretim son bir aydır bütünüyle dinmeye başladı. Kim bilir, belki de özellikle onu görmek için gitmişimdir Pavlovsk'a. Ama... neden bıraktım o zaman odamı? Ölüme mahkûm birinin köşesini terk etmemesi gerekir. Benim için son karar verilmemiş olsaydı, tersine, son saate kadar beklerdim, kesinlikle terk etmezdim odamı, 'ölmek' için onun yanına Pavlovsk'a taşınmam önerisini kabul etmezdim.

Acele etmem, yarına kadar bu 'açıklama'yı kesinlikle bitirmem gerekiyor. Bu demektir ki, yazdıklarımı tekrar okuyup düzeltecek zamanım olmayacak. Onu yarın prense ve evinde karşılaşacağımı umduğum iki üç tanığa okurken tekrar okumuş olacağım. Burada yalan tek sözcük olmadığı, yazdıklarım yalnızca gerçek, tam anlamıyla katı gerçek olduğu için, yazımı orada okurken neler hissedeceğimi şimdiden bilmiyorum. Aslında böyle, 'yalnızca gerçek, tam anlamıyla katı gerçek' diye yazmam da gereksiz kaçtı. İki hafta için yalan söylemenin ne gereği olabilir ki? iki haftalık bir yaşam için değmez. Yazdıklarımın gerçek olduğunun en güçlü kanıtı da budur. (Not: Bunu unutmamak gerekir: Şu dakikada, yani şu dakikalarda aklım başımda mı? Hastalıklarının son evresinde veremlilerin kimi zaman geçici delilik anları yaşadıklarını söylemişlerdi bana. Yarın bu yazıyı okurken dinleyiciler üzerinde bırakacağım izlenimden anlayacağım bunu. Bu sorunun cevabını kesinlikle belirlemek gerekiyor. Yoksa hiçbir şey yapamam.)

Sanırım şu anda son derece aptalca bir şey yazdım. Ama düzeltecek zamanım yok, söyledim bunu. Ayrıca beş satırda bir kendimle çelişkiye düştüğümü fark etsem bile, bu yazının tek sözcüğünü değiştirmeyeceğime özellikle söz verdim kendime. Yarın yazımı okurken test etmek istiyorum düşüncelerimin akışını. Yaptığım yanlışları fark edebilecek miyim? Bu odada kaldığım altı ay süresince düşündüklerim gerçek miydi, yoksa hep sayıklıyor muydum?

Eğer iki ay önce bu odayı temelli terk etmem, Meyer'in duvarıyla vedalaşmam gerekseydi, eminim bir hüzün çökerdi içime, ama şimdi hiçbir şey hissetmiyorum, oysa yarın temelli ayrılacağım bu odadan da, duvarımdan da... Demek, iki hafta için birtakım düşünceleri dert etmeye, üzülmeye değmediği kişiliğimde yer etti, bütün duygularıma hükmediyor. Ama gerçek mi bu? Kişiliğimin artık bütünüyle yenik düştüğü doğru mu? Şu anda bana işkence edecek olsalar, sanırım duyduğum acıdan bağırmaya başlarım. İki haftalık bir ömrüm kaldığı için bağırmama, acıdan etkilenmeme gerek yok deyip susmam.

Sahi, gerçekten iki hafta ömrüm mü kaldı, yoksa daha fazla mı? O gece Pavlovsk'ta yalan söyledim: Aslında B. bir şey söylememişti bana, görmemişti bile beni. Ama bir hafta önce tıp öğrencisi Kislorodov'u getirmişlerdi. Düşünce yapısı olarak bir materyalist, ateist, inkârcıdır. İşte ben de özellikle bunun için çağırmıştım onu: Nihayet, çıplak gerçeği kırıtmadan, lafı evirip çevirmeden söyleyecek biriydi benim için gerekli olan. O da öyle yaptı, yalnızca önceden hazırlanmış olarak değil, hatta haz duyarak (bence o kadarı da fazlaydı) açık konuştu. Bir ay, koşullar iyi olursa belki biraz daha fazla ömrüm kaldığını söyledi. Çok daha erken de ölebilirmişim. Ona göre ansızın, sözgelimi yarın bile ölebilirmişim. Böyle olayların görüldüğü oluyormuş. Daha çok yakında, üç gün önce, benim durumumda olan veremli genç bir kadın Kolomna'da alışverişe çıkmak için hazırlanırken birden kötü hissetmiş kendini, divana uzanmış ve oracıkta son nefesini vermiş, ölmüş. Kislorodov bütün bunları pek kurularak, duygusuzca, hiç sakınmadan ve beni onurlandırmayı istiyormuş gibi, yani kendisi gibi ölümü umursamayan, her şeyi yadsıyan yüce biri olduğumu söyleyerek anlatıyordu. Her neyse, gerçek açıktı: Bir ay... daha fazla değil! Yanılmadığına inanıyorum.

Çok şaştığım bir şey de prensin 'kötü rüyalar' gördüğümü nasıl anladığı. Tam öyle, Pavlovsk'ta 'heyecanımın ve rüyalarımın' değişeceğini söyledi. Peki ama, neden rüyalarım? Bir tıp adamı mıdır, yoksa her şeyi sezinleyebilen olağanüstü zeki biri mi? (Ama sonuçta bir 'budala' olduğu da kesin.) Sanki inadına, gelişinden önce tam güzel bir rüya (bu aralar yüzlercesini gördüğüm bir rüya) görüyordum. Sanırım, onun gelmesinden bir saat önce uyumuştum. Rüyamda bir odadaydım. Ama benim odam değildi bu. Geniş, benimkinden yüksek tavanlı, güzel döşeli, aydınlık bir odaydı. Odada bir dolap, bir komodin, bir divan ve benim karyolam vardı. Karyolam büyük ve genişti. Üzerinde yeşil ipek bir örtü vardı. Ama bu odada korkunç bir hayvanın, bir ucubenin olduğunu fark etmiştim. Akrebe benzeyen bir şeydi, ama akrep değil. Daha iğrenç, daha korkunç (belki de doğada böyle yaratıklar olmadığı için daha korkunç) bir yaratıktı, belki de özellikle bunun için girmişti rüyama ve asıl sır da bundaydı. Dikkatle inceliyordum onu: Kahverengi kabuklu, on sekiz on dokuz santim uzunluğunda bir sürüngendi. İki parmak kalınlığında bir başı vardı. Bedeni kuyruğuna doğru giderek inceliyordu, öyle ki kuyruğunun ucu ancak yarım santim kadardı. Başının dört beş santim gerisinde gövdesinden kırk beş derecelik açıyla iki yana ayrılan sekiz on santim uzunluğunda iki bacak vardı; üstten bakınca bu hayvan Poseidon'un üçlü zıpkınını andırıyordu. Başını inceleyemedim, ama sağlam iki iğneyi andıran kısa, (yine kahverengi) iki duyargasını görmüştüm. Ayrıca öyle iki duyarga da kuyruğunun ucunda ve ayaklarının her birinde vardı, böylece iğne gibi toplam sekiz duyargası oluyordu. Yaratık bacaklarıyla kuyruğuna abanarak odanın içinde koşturup duruyordu. Koşarken gövdesi ile bacakları kabuğuna karşın, olağanüstü bir çabuklukla yılan gibi kıvrılıyordu. Öyle ki iğrenç bir görünümü vardı. Beni sokacağından çok korkuyordum. Onun zehirli olduğunu duymuştum. Ama bana en çok acı veren, onu odama kimin yolladığı, bununla bana ne yapmak istedikleri, bunun nasıl bir sır taşıdığı sorularıydı. Yaratık komodinin, dolabın altına giriyor, köşelere sokuluyordu. Sandalyede oturuyordum, bacaklarımı altıma toplamıştım. İğrenç yaratık odayı bir baştan öte başa koşarak geçti ve oturduğum sandalyenin çevresinde bir yerde kayboldu. Korkuyla bakındım her yana. Ayaklarımı altımda topladığım için sandalyeye çıkamayacağını düşünüyordum. Ansızın arkamda, tam başımın arkasında tuhaf bir hışırtı duydum. Dönüp bakınca iğrenç yaratığın duvardan yukarı tırmandığını gördüm. Tam başımın hizasına gelmişti, inanılmaz bir çabuklukla kıvrılan, dönen kuyruğu saçlarıma değiyordu. Hemen sandalyeden yere attım kendimi, o anda iğrenç yaratık da gözden kayboldu. Karyolaya yatmaya cesaret edemiyordum, yastığın altından çıkacak gibi geliyordu bana. Annemle onun bir tanıdığı girdiler odaya. İğrenç yaratığı yakalamaya çalışıyorlardı. Ama ikisi de son derece sakindi, korkmuyorlardı bile. Ama bir şeyin farkında değillerdi. Birden ortaya çıktı iğrenç yaratık. Şimdi çok durgundu, özel bir niyeti var gibiydi, yavaşça sürünerek (bu daha da iğrenç yapıyordu onu) yine odanın ortasından geçerek kapıya yöneldi. O sırada annem kapıyı açıp, beş yıl önce ölen Ternyof cinsi siyah, uzun tüylü, iri köpeğimiz Norma'ya seslendi. Norma odaya daldı, iğrenç yaratığın karşısında çakılıp kaldı. İğrenç yaratık durmuştu, ama olduğu yerde kıvrılıp duruyor, ayaklarıyla, kuyruğunun ucuyla döşemede tıkırtılar çıkarıyordu. Yanılmıyorsam, hayvanlar mistik korku hissedemezler. Ama o anda Norma'nın korkusunda sanki son derece olağandışı, neredeyse mistik bir şey vardı, benim gibi o da bu hayvanda uğursuz ve gizemli bir şey buluyor gibi geliyordu bana. Usul usul, ama dikkatlice ona doğru sürünerek ilerleyen iğrenç yaratığın karşısında Norma birkaç adım geri çekildi. İğrenç yaratık birden köpeğin üzerine atılmak, onu sokmak istiyor gibiydi. Gelgelelim, Norma bütün korkusuna, her yanının titremesine karşın, çok kötü bakıyordu ona. Birden korkunç dişlerini gösterdi, kıpkırmızı, kocaman ağzını alabildiğine açtı, hayvanın üzerine atılmaya hazırlandı, birden atılıp dişlerinin arasına aldı onu. İğrenç hayvan oradan kurtulmak için var gücüyle çırpınmaya başlayınca Norma ağzını açıp tekrar kapayarak çabuk bir hareketle bu kez yutacak gibi iyice ağzının içine aldı onu. Hayvanın kabuğu çıtırdadı. Norma'nın ağzının dışında kalan kuyruğuyla bacakları korkunç bir biçimde çırpınıyordu. Birden acıyla ciyakladı Norma: O arada iğrenç yaratık Norma'yı dilinden sokmayı başarmış olacak, köpek acıdan ciyaklayarak, uluyarak ağzını açınca, içeride hâlâ kıpırdayan yarı ezilmiş sürüngeni gördüm. Ezilmiş bir hamamböceğinden akan beyaz sıvı gibi bir şey sızıyordu Norma'nın diline. O anda uyandım, odaya prens girdi."

İppolit okumayı birden kesip, biraz sıkılgan, şöyle dedi:

— Baylar, bu yazdıklarını kontrol etmek amacıyla tekrar okuyamamıştım, anladığım kadarıyla, gereksiz çok şey yazmışım. Gördüğüm bu rüya...

Gavrila hemen kesti sözünü:

— Evet, öyle.

— Kabul ediyorum, gereksiz çok şey var burada, yani özellikle de benimle ilgili...

Bunu söylerken yorgun, bitkin görünüyordu İppolit, mendiliyle alnının terini siliyordu.

Lebedev söylendi:

— Doğrusu, kendinize büyük ilgi duyuyorsunuz...

— Tekrar söylüyorum beyler, kimseyi beni dinlemeye zorlamıyorum. İsteyen gidebilir.

Rogojin duyulur duyulmaz bir sesle mırıldandı:

— Başkasının evinden... insan kovuyor.

O ana kadar söze karışmaya cesaret edemeyen Ferdışçenko ansızın,

— Ya hepimiz birden kalkıp gidersek? dedi.

İppolit hemen önüne indirdi bakışını, kâğıtları eline aldı. Ama bir saniye sonra tekrar kaldırdı başını, kıvılcımlar saçan bakışlarıyla Ferdışçenko'nun yüzüne dik dik bakarak, yanaklarında kırmızı iki leke, mırıldandı:

— Hiç sevmiyorsunuz beni!

Gülüşenler oldu. Ama çoğunluk gülmüyordu. İppolit'in yüzü kıpkırmızı olmuştu.

Prens,

— İppolit, dedi. Kapayın o yazdıklarınızı, bana verin ve benim odama geçip yatın. Uyumadan önce veya yarın oturur konuşuruz. Ama bu kâğıtları bir daha açmamak koşuluyla. Tamam mı?

İppolit prensin yüzüne çok şaşırmış gibi baktı.

— Olacak şey mi bu? dedi. (Tekrar canlandı, heyecanla haykırdı:) Baylar! Bu yaptığım aptallıktı! Okumaya bir daha ara vermeyeceğim. Dinlemek isteyen dinler...

Aceleyle bardaktan bir yudum su içti, bakışlardan kurtulmak için iki dirseğini birden masaya dayadı, hırsla okumaya başladı. Biraz sonra sıkılganlığı geçmişti...

"Birkaç hafta için yaşamaya değmeyeceği düşüncesi tam anlamıyla etkisi altına almaya başlamıştı beni. Sanırım, bir ay önce dört hafta ömrüm kaldığını öğrendiğimde etkilenmeye başlamıştım, bu duygu üç gün önce, Pavlovsk'taki o akşam toplantısından döndükten sonra bütünüyle yerleşmişti içime. Bu duyguyu ilk kez prensin verandasında, son yaşam deneyimimi yapmaya kalkıştığım, insanları, ağaçları görmeyi aklıma koyduğum (varsın ben söylemiş olayım bunu), heyecanlandığım, Burdovskiy'in, yani 'komşumun' hakkını savunduğum, bir anda herkesin kollarını açıp beni kucaklayacağını, bir şey için onların benden, benim onlardan özür dileyeceğimizi düşündüğüm anda hissetmiştim. Anlayacağınız, yeteneksiz bir aptal gibi hareket etmiştim. İşte o anda çakmıştı beynimde 'son inanç'. İnanamıyorum, bu 'inanç' olmadan altı ay nasıl yaşamıştım! Verem olduğumu, asla iyileşemeyeceğimi çok iyi biliyordum. Aldatmıyordum kendimi, durumumu da çok iyi biliyordum. Ama bunun bilincine ne kadar çok varıyorduysam, yaşama tutkum da o ölçüde artıyordu. Dört elle sarılmıştım yaşama ve ne pahasına olursa olsun, yaşamak istiyordum. Kabul ediyorum, beni bir sinek gibi ezmeye kalkışan karanlık, kör talihime, kuşkusuz, nedenini bilmeden kızabilirdim. Ama neden kızmakla yetinmedim? Neden başlayamayacağımı bile bile yaşamaya başladım? Bir şey yapamayacağımı bile bile, bir şeyler yapmaya kalkıştım? Kitap bile okuyamıyordum, bırakmıştım okumayı: Ne diye okuyacaktım ki? Altı ay için bir şeyler öğrenmeye ne gerek vardı?

Ah, Meyer'in duvarının dili olsa da konuşsa! Çok şey yazdım ona. O pis duvarın üzerinde ezbere bilmediğim tek leke yoktur. Lanet olası duvar! Ama o yine de Pavlovsk'un bütün ağaçlarından değerlidir benim için, yani şimdi benim için herhangi bir şeyin değeri olsaydı, Pavlovsk'un bütün ağaçlarından değerli olurdu...

Hatırlıyorum, nasıl da açgözlü bir hırsla izliyordum onların hayatını. Önceleri böyle meraklarım yoktu. Odamdan çıkamayacak kadar hasta olduğumda kimi zaman küfürler ederek ne büyük bir sabırsızlıkla bekliyordum Kolya'yı. Her şeyin en küçük ayrıntısına iniyor, her söylentiyle ilgileniyordun. Öyle ki tam bir dedikoducu olup çıkmıştım. Sözgelimi, önlerinde yaşayacakları uzun bir yaşam varken zengin olmayı nasıl başaramadıklarını aklım almıyordu (gerçi şimdi de almıyor ya). Yoksul birini tanıyordum. Daha sonra bana onun açlıktan öldüğünü söylemişlerdi. Hatırlıyorum, tepem atmıştı. O yoksul adamı diriltmek gelseydi elimden, sanırım diriltip idam ederdim onu. Kimi zaman kendimi haftalarca iyi hissettiğim oluyordu. Sokağa bile çıkabiliyordum. Ama sonunda sokaktan öylesine nefret etmeye başlamıştım ki, herkes gibi sokağa çıkabilecekken inadımdan günlerce odamdan dışarı adımımı atmıyordum. Kaldırımlarda sağımdan solumdan geçip duran, telaşla koşturan, her zaman aceleci, asık suratlı, endişeli insanlara katlanamıyordum. Neden hep üzgün, hep endişeli, telaşlıydılar? Her zamanki hüzünlü öfkeleri (çünkü öfkelidirler, öfkelidirler, öfkelidirler) nedendir? Mutsuzluklarının suçu kimindir? Hem önlerinde altmış yıllık koca bir ömür varken neden yaşamayı bilemiyorlar? Önünde yaşayacağı altmış yılı varken neden açlıktan ölmeyi kabullendi Zarnitsın? Üstelik neden herkes sırtındaki pılı pırtıyı, nasırlı ellerini göstererek öfkeyle bağırıyor: 'Biz çift süren mandalar gibi çalışıyoruz, didiniyoruz, köpekler gibi açız, yoksuluz! Başkaları yan gelip yatıyor, çalışmıyor ama onlar zengin, biz fakiriz!' (Hep aynı şarkı...) Bizim evde, üst katta İvan Fomiç Surikov diye, 'soylulardan!', her zaman yırtık pırtık, düğmeleri düşmüş giysilerle dolaşan, sabahtan akşama kadar onun bunun ayak işlerine koşturup duran zavallı bir insan müsveddesi var. Konuşmaya kalkın onunla: 'Yoksulum, açım, perişan durumdayım, karım öldü, ona ilaç alacak param yoktu, kışın da çocuklarım soğuktan dondu, büyük kızım birinin kapatması oldu...' Durmadan yakınır, ağlar! Bu aptallara hiçbir zaman acımamışımdır, hiçbir zaman! Şimdi de, önceleri de... Gurur duyarak söylüyorum bunu! O neden bir Rothschild değilmiş? Neden Rothschild gibi milyonları yokmuş? Neden karnaval çadırlarındaki gibi yığın yığın Napolyon ve çarlık altınları yokmuş? Yaşadığına göre her şey onun iradesine bağlıdır oysa! Bunu anlayamıyorsa kabahat kimin?

Ah, artık hiçbir şey umurumda değil; artık hiç kızmıyorum, ama tekrar söylüyorum, o zamanlar, o zamanlar geceleri hırsımdan düpedüz yastığımı kemiriyor, yorganımı parçalıyordum. Ah, ne hayaller kuruyordum, ne çok şey istiyordum; beni on sekiz yaşında, yarı çıplak, evsiz barksız sokağa atmalarını, koca kentte yapayalnız, kimsesiz, işsiz güçsüz, aç dolaşmayı, bir akrabamın, bir tanıdığımın olmamasını, karnım aç, ezilmiş, hırpalanmış (böylesi daha iyi!), ama sağlıklı olmayı ne çok isterdim... İşte o zaman gösterirdim ben...

Ne mi gösterirdim?

Ah, siz bu 'açıklamamla' kendimi ne kadar küçük düşürdüğümün farkında olmadığımı sanıyorsunuzdur! Evet, benim henüz on sekizimde bile olmadığımı; bu son altı ayda yaşadıklarımın aksakallı biri olana dek yaşamaya bedel olduğunu unutup, hayatı henüz tanımamış değersiz biri olduğumu düşünecekler olacaktır! Ama olsun varsın, gülsünler bana, bütün bunların masal olduğunu söylesinler. Gerçekten de masallar anlattım kendime. Gecelerimi hep bu masallarla doldurdum, şimdi hepsini hatırlıyorum.

İyi ama şimdi (masal anlatma zamanım çoktan geçmişken) tekrar anlatmalı mıyım onları burada? Hem de kime! Eh, Yunan gramerine çalışmamın bile manasız olduğunu çok iyi bildiğim o zamanlar masallarla avutmuştum kendimi işte. Kendi kendime 'Cümle yapısına gelemeden öleceğim!' demiş ve daha birinci sayfasını okumadan masanın altına atmıştım kitabı. Kitap hâlâ orada yerlerde sürünüyor. Matryona'ya onu oradan almasını yasaklamıştım.

Varsın, 'açıklamam' kimin eline geçerse, kim onu sonuna kadar okuyabilecek sabrı gösterirse, benim deli veya bir lise öğrencisi olduğumu, daha doğrusu, kendisinden başka insanların yaşama hiç değer vermediğini, onu çok ucuza harcadığını, aşırı tembelce, aşırı vicdansızca ondan yararlandığını, dolayısıyla hiçbirinin onu hak etmediğini düşünen bir ölüm mahkûmu olduğumu sansın... Ne çıkar ki? Yalnız açıkça söylüyorum, böyle sanan okuyucum yanılacaktır; bu düşüncemin ölüme mahkûm olmamla hiçbir ilgisi yoktur. Sorun onlara, her birine tek tek sorun bakalım mutluluktan ne anlıyorlarmış? Ah inanın, Kolomb Amerika'yı keşfettiği anda değil, onu keşfederken mutluydu. İnanın, mutluluğu belki de Yeni Dünya'yı keşfetmeden üç gün önce doruğa çıkmıştı, umutsuzluğa kapılan adamlarını gemiyi Avrupa'ya döndürmek üzereyken kararlarından vazgeçirdiği anda... Önemli olan Yeni Dünya değildi, yerin dibine batsındı Yeni Dünya! Neredeyse Yeni Dünya'yı görmeden, neyi keşfettiğini anlamadan ölmüştü Kolomb. Önemli olan yaşamdır, yalnızca yaşam... onun keşif süreci, sürekli ve bitmek tükenmek bilmeden yaşamı keşfetme çabası, yoksa keşfetmiş olmak değil... Ama ne diye söylüyorum ki bunları! Şu anda anlattıklarımın boş şeyler olduğundan, beni 'güneşin doğuşu' üzerine kompozisyon yazan bir küçük sınıf öğrencisi sanacaklarından veya bir şeyler anlatmaya çalıştığımı, ama beceremediğimi söyleyeceklerinden kuşkum yok... Ancak şunu da ekleyeyim: Bir insanın kafasında doğan dâhice veya yeni her düşüncede, hatta ciddi her düşüncede, onu anlatmak için ciltlerce kitap yazsa, otuz beş yıl sözlü olarak anlatmaya çalışsa yine de kafasından bir türlü dışarı çıkmayan, ömür boyu içinde kalacak, başkalarına anlatamayacağı bir şeyler her zaman vardır. Böylece belki de en önemli düşüncelerini, düşüncelerinin o bölümlerini hiç kimseye tam olarak anlatamadan ölür. Ben de bu altı ay içinde bana acı veren her şeyi yazıya yeterince dökememiş olsam da, hiç değilse, şimdiki 'son inancıma' varmamın bana nelere mal olduğu belki de anlaşılmıştır. Benim için malum birtakım amaçlarla, 'açıklamamda' bu görüşüme de yer vermeyi uygun buldum.

Her neyse, devam ediyorum."

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top