V

V

Lizaveta Prokofyevna soyadı konusunda çok hassastı. Hiç hazırlıklı olmadığı bir anda, Mışkin soyunun son temsilcisinin (daha önce onunla ilgili bir şeyler duymuşluğu vardı) acınacak bir budala, neredeyse sadaka dilenen bir yoksul gibi ortaya çıkıvermesi ne çok sarsmıştı onu. Karısını hemen etkilemek, inci kolye konusuna girmesini engellemek amacıyla general üzerine basa basa anlatıyordu bunları.

Olağanüstü durumlar karşısında Lizaveta Prokofyevna alışkanlığı üzerine, bedenini biraz geri atıp gözlerini fal taşı gibi açar, tek sözcük söylemeden dalgın dalgın önüne bakardı. Kocasıyla aynı yaşlarda, uzun boylu bir kadındı. Yer yer ağarmış, ama gür saçları siyah, burnu hafif kemerli, yanakları soluk ve çökük, dudakları inceydi. Alnı açık, ama dardı. Kül rengi, oldukça iri gözlerinin çok değişik bir ifadesi vardı. Bir zamanlar, bakışının olağanüstü etkileyici olduğuna inanmak gibi bir zayıflığı vardı. Bu inancı bir daha çıkmamak üzere yer etmişti içinde.

Lizaveta Prokofyevna, karşısında telaşlanan generale gözlerini patlatıp bakarak,

— Kabul mü edeyim onu? diye sordu. Hemen şimdi kabul etmemi mi söylüyorsunuz?

General telaşlı, karşılık verdi:

— Ah! Onu görmek istiyorsan, bunun için herhangi merasime gerek yok dostum... Tam bir çocuk kendisi, hem de zavallı bir çocuk. Hastalıklı, arada nöbet gelen bir çocuk... İsviçre'den gelmiş, trenden yeni inmiş. Kıyafeti biraz tuhaf. Sanki Almanlar gibi giyinmiş. Üstelik tek kapik yok cebinde, tek kapik yok... Dokunsan ağlayacak gibi zavallı. Yirmi beş ruble verdim ona. Bizim kalem odasında da küçük bir yer ayarlamak istiyorum onun için. Sizden de rica ediyorum hanımlar, bir şeyler verin ona, yesin, sanırım karnı da aç...

Lizaveta Prokofyevna biraz önceki tavrıyla,

— Şaşırtıyorsunuz beni, dedi. Karnı açmış, nöbetler geliyormuş! Ne nöbetiymiş bunlar?

— Yo, o kadar sık gelmiyor. Hem tıpkı bir çocuk... ama eğitimli bir çocuk... (Yine kızlarına döndü) Sizlerden de rica edeceğim mesdames, şöyle bir sınavdan geçirin onu. Ne gibi yetenekleri olduğunu bilmemiz iyi olacaktır.

Lizaveta Prokofyevna sözcüğü uzatarak,

— Sı-nav-dan mı? dedi.

Sonra derin bir şaşkınlık içinde tekrar gözlerini patlatıp bir kızlarına, bir kocasına bakmaya başladı.

— Ah dostum, aklına bir şey gelmesin... Neyse, nasıl istersen öyle olsun. Amacım prense yakınlık göstermek, onu evimize kabul etmekti. Çünkü iyilik yapmak istedim ona.

— Evimize kabul etmek mi? İsviçre'den geliyor ha?

— Nereden geldiğinin önemi yok. Tekrar söylüyorum, istediğin gibi olsun. Önce aynı aileden geldiğiniz, belki yakın akraba bile olduğunuz; sonra başını sokacak bir yeri olmadığı için söylemiştim öyle. Hatta bakarsın seversin onu diye düşündüm, çünkü ne de olsa aileden sayılır.

Kızların en büyüğü Aleksandra söze karıştı:

— Maman, merasime falan gerek yoksa, yoldan geldiğine göre karnı açsa, gidecek yeri de yoksa neden masamıza davet etmeyelim onu?

— Üstelik çocuk gibi olduğu için körebe bile oynarsınız onunla.

— Körebe mi? Nasıl yani?

Aglaya canı sıkkın, araya girdi:

— Ah maman, bırakın bu tavrınızı, ne olur...

Şakacı ortanca kız kardeş Adelaida tutamadı kendini, gülmeye başladı.

— Çağırın gelsin papa, dedi Aglaya, maman izin veriyor.

General çıngırağı çaldı, gelen uşağa prensi çağırmasını söyledi.

Lizaveta Prokofyevna:

— Yalnız masaya oturduğunda boynuna bir peçete bağlamak koşuluyla, dedi. Yemek yemeye başladığında arkasında dikilip onunla ilgilenmesi için Fyodor'u ya da Mavra'yı çağırın... Nöbet geldiğinde sakin olabiliyor mu bari? El kol hareketleri yapıyor mu?

— Tersine, hatta çok terbiyeli bir genç, son derece kibar da. Yalnız bazı konularda aşırı derecede saf... İşte kendisi! Evet efendim, soyunun son temsilcisi, aynı soyadını taşıdığınız, hatta akrabanız Prens Mışkin! Hemen şimdi kahvaltıya oturacaklar prens, siz de onurlandırın masalarını... Bense, bağışlayın, geç kaldım...

Lizaveta Prokofyevna pek anlamlı,

— Nereye geç kaldığınızı biliyorum, dedi.

— Evet, evet dostum, geç kaldım! Mesdames, anı defterlerinizi verin ona, bir şeyler yazsın sizin için. Az rastlanır bir yazı ustası kendisi! Büyük bir yetenek. Demin çalışma odamda eski yazı stiliyle öyle güzel "Başrahip Pafnutiy imzasını attı" diye yazdı ki... Neyse, hoşça kalın.

Lizaveta Prokofyevna, kapıya doğru koşarcasına giden kocasının arkasından canı sıkkın, seslendi:

— Pafnutiy mi? Başrahip Pafnutiy mi? Durun hele, durun nereye gidiyorsunuz, Pafnutiy de kim oluyor?

— Evet, evet dostum, geçmişte yaşamış bir başrahip Pafnutiy... Benim hemen kontun yanına gitmem gerekiyor, bekliyor beni, hem de ne zamandır... Üstelik zamanını da kendi belirlemişti... Hoşça kalın prens!

Çabuk adımlarla çıktı general.

Lizaveta Prokofyevna,

— Onun hangi konta gittiğini biliyorum ben! diye söylendi. (Sert bakışını prense çevirdi. Karşısındakini önemsemez, canı sıkkın bir tavırla sürdürdü konuşmasını:) Evet!.. ne diyorduk? Ah, evet, kimin nesiymiş şu başrahip?

— Maman, diye başlayacak oldu Aleksandra.

Aglaya ise ayaklarını yere vurmuştu.

Konuşturmadı onu Lizaveta Prokofyevna, sertçe,

— Sözümü kesmeyiniz Aleksandra İvanovna, dedi. Ben de bilmek istiyorum. Şuraya oturunuz prens, işte şu koltuğa, karşıma... Yo, güneşe gelin, biraz daha ışığa doğru gelin ki yüzünüzü göreyim. Evet, kimmiş o başrahip?

Prens ciddi, dikkatli bir tavırla,

— Başrahip Pafnutiy, dedi.

— Pafnutiy ha? İlginç, kimin nesiymiş bu Pafnutiy?

Lizaveta Prokofyevna bakışını prensin yüzünden ayırmadan sabırsız, çabuk çabuk, sert konuşuyordu. Prensin cevabını dinlerken de, onun her sözcüğünün arkasından başını sallıyordu.

Prens,

— Başrahip Pafnutiy, diye başladı, on dördüncü yüzyılda Volga boyunda, bugünkü bizim Kostroma ilinde bir manastırın başrahibiymiş. Sürdürdüğü kutsal yaşamıyla ünlüymüş. Sık sık Orda'ya gider, kentte gereken işlerin yapılmasına yardım eder, her belgenin altına aynı imzayı atarmış. İmzalarından birinin kopyasını görmüştüm. Yazı stili çok hoşuma gitmişti, öyle yazmayı öğrenmiştim. Demin general benim için bir yer bulmak amacıyla nasıl yazdığımı öğrenmek isteyince değişik stillerde birkaç cümle yazdım, o arada başrahibin yazısını taklit ederek "Başrahip Pafnutiy imzasını attı" diye yazdım. generalin çok hoşuna gitti, size de bunun için söylemiş olacak.

— Aglaya unutma, dedi Lizaveta Prokofyevna, Pafnutiy ya da iyisi mi bir yere not et, bilirsin çok unutkanımdır... Oysa daha ilginç bir şey olduğunu ummuştum ben. Nerede şimdi o yazı?

— Sanırım generalin çalışma odasında masanın üzerindedir.

— Hemen birini gönderelim, buraya getirsin onu.

— Uygun görürseniz sonra sizin için yenisini yazarım.

— Evet maman, dedi Aleksandra. Şimdi iyisi mi, kahvaltımızı yapalım. Acıktık.

— Pekâlâ, dedi Lizaveta Prokofyevna. Hadi yemek odasına geçelim prens. Çok mu acıktınız?

— Evet, çok acıktım, minnettarım size.

— Böyle kibar olmanız çok iyi. Hiç de... sizin için söyledikleri gibi... tuhaf biri olmamanız çok güzel. Gidelim. (Yemek odasına geçtiklerinde yakın bir ilgiyle yer gösterdi prense:) Şuraya oturun, karşıma... Yüzünüzü görmek istiyorum. Aleksandra, Adelaida, ilgilenin prensle... Hiç de dedikleri gibi... hasta falan değilmiş. Sanırım peçeteye de gerek yok... Yemeklerde boynunuza peçete bağlıyorlar mıydı prens?

— Çok önceleri, sanırım yedi yaşımdayken bağlıyorlardı. Ama şimdilerde yemek yerken peçeteyi dizlerime koyuyorum.

— Öylesi de gerekir. Ya nöbetleriniz?

Prens biraz şaşırmış gibi,

— Nöbetlerim mi? diye sordu. Artık çok seyrek nöbet geliyor. Doğrusunu isterseniz, bilmiyorum... Buranın ikliminin bana iyi gelmeyeceğini söylüyorlar.

Lizaveta Prokofyevna kızlarına döndü, her sözcüğünün arkasından prense başını sallamayı sürdürerek,

— Konuşması çok güzel, diye başladı. Bu kadarını beklemiyordum doğrusu. Demek her zaman olduğu gibi söylenenlerin hepsi boş, yalanmış. Yemeğinizi yiyin prens, bir yandan da anlatın: Nerede doğdunuz, öğreniminizi nerede tamamladınız? Her şeyi öğrenmek istiyorum. Çok ilgimi çektiniz.

Prens teşekkür etti Lizaveta Prokofyevna'ya. Yemeğini büyük bir iştahla yerken, o sabah birkaç kez anlattığı şeyleri bir kez daha anlatması gerekti. Lizaveta Prokofyevna giderek daha çok hoşlanıyordu ondan. Kızlar da oldukça dikkatle dinliyorlardı. Akrabalar sayılıp dökülmeye başlandı. Prensin akrabalarını epeyce iyi bildiği anlaşılıyordu. Ama ne kadar isim sayıldıysa, prensle Lizaveta Prokofyevna arasında ortak bir akraba bulunamadı. Büyük dedeler, büyük nineler arasında araştırma yapılacak olsaydı, uzak akrabalar bulunabilirdi belki. Bu cılız olasılık bile çok istemesine karşın, kendi soyundan insanlarla hemen hiçbir zaman konuşma fırsatı bulamayan Lizaveta Prokofyevna'nın çok hoşuna gitmişti. Öyle ki pek keyifli kalktı masadan.

— Hep birlikte oturma odamıza geçelim, dedi. Kahvemizi oraya getirirler. (Prense yol gösterirken ekledi:) Hep birlikte oturduğumuz ortak bir oturma odamız vardır. Aslında benim küçük konuk salonumdur orası. Biz bize olduğumuz zamanlar orada toplanırız, herkes bir şeyler yapar: Aleksandra, yani şu, en büyük kızım piyano çalar veya kitap okur, dikiş diker. Adelaida resim yapar (ama hiçbirini bitiremez), Aglaya ise boş boş oturur, bir şey yapmaz. Benim elimden de bir şey gelmez: Bir şeyi bitiremem. İşte geldik. Lütfen şuraya, şöminenin yanına oturun prens ve bir şeyler anlatın bakalım. Nasıl anlatacağınızı merak ediyorum. Her şeyi öğrenmek istiyorum. Yaşlı prenses Belokonskaya ile görüştüğümde sizinle ilgili her şeyi anlatacağım ona. Herkesin ilgisini çekmenizi istiyorum. Hadi anlatın.

O arada resim sehpasını hazırlayan, fırçalarını, paletini eline alıp, taşbaskı bir manzara resmine bakarak çalıştığı resmin başına oturan Adelaida,

— Maman, çok tuhaf olmayacak mı bu? dedi.

Aleksandra ile Aglaya birlikte küçük kanepeye oturdular, kollarını kavuşturup dinlemeye hazırlandılar.

Prens herkesin onu dikkatle izlediğinin farkındaydı.

Aglaya,

— Birisi bana böyle emretseydi, kesinlikle hiçbir şey anlatmazdım, dedi.

— Nedenmiş o? Tuhaf olan ne var bunda? Neden anlatmayacakmış? Dili var ya. Nasıl konuştuğunu görmek istiyorum. Neyse, bir şeyler söyleyin. İsviçre'yi sevdiniz mi, ilk izleniminizi anlatın. Göreceksiniz şimdi kızlar, hemen anlatmaya başlayacak, hem çok güzel anlatacak.

— İlk izlenimim çok güçlüydü... diye başladı prens.

Sabırsız Lizaveta Prokofyevna kızlarına dönüp,

— Bakın, bakın, anlatmaya başladı, dedi.

Aleksandra kesti annesinin sözünü:

— İzin verin konuşsun, maman... (Aglaya'nın kulağına eğilip fısıldadı:) Bence bu prens budala falan değil, düpedüz bir düzenbaz.

— Galiba öyle, dedi Aglaya, deminden beri farkındayım. Rol yapıyorsa alçağın tekidir. Bununla ne elde etmeye çalışıyor olabilir?

— İlk izlenimim çok güçlüydü, diye tekrarladı prens. Beni Rusya'dan oraya Almanya'nın çeşitli kentlerinden geçirerek götürürlerken sesimi çıkarmadan yalnızca çevreme bakıyordum, hatta kimseye hiçbir şey de sormadığımı hatırlıyorum. Hastalığımın peş peşe tekrarlanan nöbetlerinden hemen sonraydı. O zamanlar hastalığım şiddetlenince, nöbetlerim arka arkaya birkaç kez tekrarlanınca aptal gibi oluyordum, belleğimi tümüyle yitiriyordum, beynim çalışıyordu, ama düşünce akışımın mantık zinciri kopuyordu. İki veya üç düşünceyi birbirine bağlayamıyordum. Yani öyle sanıyorum. Nöbetlerim geçince yine şimdiki gibi sağlıklı ve güçlü oluyordum. Hatırlıyorum: Dayanılmaz bir hüzün vardı içimde. Hatta ağlamak istiyordum. Her şeyi yadırgıyordum, huzursuzdum: Her şeyin bana yabancı olması çok etkiliyordu beni, bunu anlayabiliyordum. Yabancı her şey boğuyordu beni, öldürüyordu. Hatırlıyorum, beni bu karanlıktan bir akşam vakti İsviçre'ye girerken Basel'de kent pazarında bir eşeğin anırtısı uyandırdı. Onun bu anırtısı şaşırtmıştı beni, nedense olağanüstü hoşuma gitmişti ve o anda kafamın içinde her şey birden aydınlanıvermişti.

Lizaveta Prokofyevna,

— Eşek mi? Çok tuhaf, dedi. (Gülüşen kızlarına sert sert bakıp söylendi:) Aslında pek o kadar tuhaf da değil ya... Eşeğe âşık olanlarımız da oluyor çünkü. Mitolojide bile var bu... Devam edin prens.

— O günden beri eşekleri çok severim. İçimde onlara karşı bir sempati bile vardır. Eşeklerle ilgili sorular sormaya başladım, daha önce hiç eşek görmemiştim çünkü. Kısa süre sonra anladım ki, eşekler son derece yararlı canlılardır, çalışkandırlar, güçlüdürler, sabırlıdırlar, pahalı değillerdir, dayanıklıdırlar. İşte o eşeğin yüzünden bütün İsviçre'yi sevmeye başladım. Öyle ki içimdeki hüzün de dağılıp gitti.

— Gerçekten çok tuhaf, ama o eşeği geçelim şimdi, başka bir konuya gelelim. Niçin durmadan gülüyorsun Aglaya? Ya sen Adelaida? Eşeği gayet güzel anlattı prens. Görmüş işte, peki sen ne gördün? Yurtdışına çıktın mı ki hiç?

— Ben eşek gördüm maman, dedi Adelaida.

— Ben de anırtısını duydum, diye ekledi Aglaya.

Üç kız kardeş tekrar gülüştüler. Prens de onlarla birlikte güldü.

Lizaveta Prokofyevna,

— Bu yaptığınız çok ayıp, dedi. Onların kusurlarına bakmayın prens, aslında temiz yüreklidirler. Sürekli çekişirim onlarla, ama severim de. Biraz uçarıdırlar, deli doludurlar, havaidirler, o kadar.

Prens hâlâ gülüyordu.

— Ne oldu ki? dedi. Onların yerinde olsaydım, bu fırsatı kaçırmaz, ben de gülerdim. Ama yine aynı şeyi söyleyeceğim: Eşek çok iyi yürekli, çok yararlı bir canlıdır.

— Siz de iyi yürekli misiniz prens? diye sordu Lizaveta Prokofyevna.

Kızlar yine gülmeye başladılar.

Lizaveta Prokofyevna sesini yükseltti:

— Yine şu lanet olasıca eşekten söz ettik. Oysa onu unutmuştum bile! Lütfen inanın bana prens, öyle bir niyetim yoktu...

— Dokundurmak gibi mi? Ah, elbette inanıyorum size!

Yine gülmeye başlamıştı prens. Lizaveta Prokofyevna,

— Gülüyorsunuz, bu çok iyi, dedi. Son derece temiz yürekli bir insan olduğunuz belli.

— Bazen de kötü yürekli, diye karşılık verdi prens.

Lizaveta Prokofyevna hiç beklenmedik bir biçimde,

— Ama ben iyi yürekliyim, dedi. Doğrusunu isterseniz, her zaman iyi yürekliyimdir ve en önemli eksikliğim budur, çünkü her zaman gerekmez iyi yürekli olmak. Çok sık kızarım şunlara, yani kızlarıma ve özellikle İvan Fyodoroviç'e... ama işin en fena yanı, en çok iyi yürekli olduğum zamanlar kızgın olduğum zamanlardır. Demin, siz gelmeden önce çok kızgındım, ama anlamazlıktan geldim, farkında değilmişim gibi yaptım. Sık sık yaparım bunu, tıpkı bir çocuk gibi... İyi bir ders verdi bana Aglaya. Teşekkürler Aglaya. Ama hepsi saçma bunların. Aslında göründüğüm kadar da, kızlarımın beni göstermek istedikleri kadar da aptal değilimdir. Sağlam karakterli ve hiç de çekingen olmayan biriyim. Ben kızgınlıkla söylüyorum bunu. Buraya gel Aglaya, öp anneni bakalım... (Aglaya annesinin elini, dudaklarını sevgiyle öpünce durdurdu onu:) Tamam... yeter, fazla sevgi gösterisine gerek yok. Devam edin prens. Eşekle ilgili başka ilginç şeyler daha hatırlarsınız belki.

Adelaida tekrar araya girdi:

— Hâlâ aklım almıyor, nasıl böyle şeyler anlatılabiliyor? Ben olsam anlatacak bir şey bulamazdım.

— Ama prens buluyor, çünkü çok zeki, en azından senden on kat daha zeki, belki de yirmi kat. Umarım şimdi anlayacaksın bunu. Kanıtlayın bunu ona prens, devam edin. Ama eşeği geçsek iyi olacak artık. Peki, eşekten başka ne gördünüz yurtdışında?

— Evet, eşek öyküsü akıllıcaydı, dedi Aleksandra. Prens hastalığını da, bir dış etkenle her şeyden hoşlanmaya başladığını da çok ilginç bir biçimde anlattı. İnsanların akıllarını yitirmeleri, sonra yeniden sağlıklarına kavuşmaları her zaman ilgimi çekmiştir. Özellikle de bunun birdenbire olması...

Lizaveta Prokofyevna Aleksandra'nın sözünü kesti:

— Gerçekten de öyle değil mi? Gerçekten... Farkındayım, arada bir sen de akıllı oluyorsun. Neyse, güldüğünüz yeter artık! Yanılmıyorsam İsviçre'nin doğal güzelliklerinde kalmıştınız prens!

— Luzern'e geldik, diye başladı prens. Göle götürdüler beni. Gölün harika olduğunu hissediyordum, ama yine de müthiş sıkılıyordu canım.

— Neden? diye sordu Aleksandra.

— Bilmiyorum. Böyle yerleri gördüğümde ilk anda hep sıkılırım. Hem bir hoşluk vardır içimde, hem bir huzursuzluk. Aslında hastayken öyleydim.

— Bense çok isterdim oraları görmeyi, dedi Adelaida. Bilmiyorum ki ne zaman gidebileceğiz yurtdışına... Yapmak istediğim tablo için iki yıldır bir konu bulamadım:

"Doğu ile batı çoktan resmedildi..."

Tablom için bir konu bulun bana prens.

— Resimden hiç anlamam. Ressam bakar, gördüğünü tuvaline çizer, sanırım.

— Görmeyi beceremiyorum ben.

Lizaveta Prokofyevna kızının sözünü kesti:

— Ne tuhaf konuşuyorsun öyle? Hiçbir şey anlamadım! Görmeyi beceremiyorum da ne demek? Gözlerin var, bak ve gör. Burada göremiyorsan yurtdışında da göremezsin. İyisi mi siz bize oralarda gördüklerinizi anlatın prens.

— Böylesi daha güzel işte, dedi Adelaida. Yurtdışında görmeyi öğrenmiştir prens.

— Bilmiyorum. Ama sağlığıma kavuştuğumu biliyorum. Görmeyi öğrenip öğrenmediğimi bilmiyorum. Bununla birlikte hemen her zaman çok mutluydum orada.

— Mutluydunuz demek! diye haykırdı Aglaya. Mutlu olmayı biliyor musunuz? Öyleyse görmeyi öğrenemediğinizi nasıl söyleyebiliyorsunuz? Bize de öğretin görmeyi.

Adelaida güldü.

— Öğretin lütfen.

Prens de güldü.

— Kimseye bir şey öğretemem ben. Yurtdışında hemen bütün zamanım o İsviçre köyünde geçti. Seyrek olarak yakın bir yerlere gittiğim oldu, o kadar. Ne anlatabilirim ben size? Önce sıkıntım dağıldı, kısa zaman sonra sağlığıma kavuşmaya başladım. Arkasından her günüm biraz daha değerli olmaya başladı benim için, giderek daha değerli olmaya başladı. Hissediyordum bunu. Akşam çok mutlu giriyordum yatağa, sabah daha da mutlu kalkıyordum. Neden öyleydi, anlatmak çok zor.

— Hiçbir yere gitmek istemiyor muydunuz? diye sordu Aleksandra. Hiçbir yer çekmiyor muydu sizi?

— Aslında evet, en başta çekiyordu; hem son derece huzursuzdum da. Hep orada nasıl yaşayacağımı düşünüyor, kaderimin ne olduğunu merak ediyordum. Bazı dakikalar bir tedirginlik oluyordu içimde. Bilirsiniz, özellikle yalnızsa bir tedirginlik olur insanın içinde. Dağda yüksekten incecik bir ip gibi, neredeyse dimdik, köpük köpük, çağlayarak dökülen küçük bir çağlayan vardı orada. Oldukça yüksekten dökülüyordu, ama çok alçaktan dökülüyor gibi görünüyordu. Yarım versta uzaktaydı, ama sanki elli adım ötedeymiş gibi görünüyordu. Geceleri onun sesini dinlemeyi çok seviyordum. İşte öyle anlarda kimi zaman büyük bir huzursuzluk duyuyordum içimde. Bazen gün ortasında dağlara çıkıyor, ormanda yürüyordum. Reçineli, kocaman, yaşlı çamların arasında yapayalnız hissediyordum kendimi. Yukarıda bir kayanın tepesinde ortaçağdan kalma bir kale harabesi vardı. Küçük köy aşağılarda zar zor görünüyordu oradan. Güneş ışıl ışıl, gökyüzü masmavidir, her yanda korkunç bir sessizlik vardır... İşte öyle anlarda bir yerlerin özlemi çökerdi içime ve dümdüz gidecek olursam, uzun süre yürürsem, ta gökyüzüyle yerin birleştiği yere kadar gidersem yaşamın gizemini orada bulacağımı, bir anda bizimkinden bin kez daha güçlü, gürültülü, yepyeni bir yaşamla tanışacağımı düşünür, orada içinde saraylarıyla, gürültüsüyle, kalabalığıyla, canlı yaşamıyla Napoli gibi büyük bir kent hayal ederdim... Böyle ne çok şeyler hayal ediyordum! Sonra insanın cezaevinde bile kocaman bir yaşam bulabileceğini düşünüyordum.

Aglaya,

— Övgüye değer bu son düşünceyi on iki yaşımdayken Seçme Düşünceler kitabımda okumuştum, dedi.

Adelaida,

— Hepsi felsefe bunların, diye karşılık verdi. Bir filozofsunuz siz prens ve buraya bizlere bir şeyler öğretmeye geldiniz.

Prens gülümsedi.

— Belki haklısınızdır. Gerçekten bir filozof olabilirim, hem kim bilir, belki insanlara öğretecek bir fikrim de vardır... Olabilir, gerçekten olabilir.

Tekrar atıldı Aglaya:

— Sizin felsefeniz de tıpkı Yevlampiya Nikolayevna'nınki... Yevlampiya Nikolayevna diye dul bir memur karısı gelir, sığıntı gibi kalır bizde. Onun için en önemli sorun ucuzluktur. Yeter ki her şeyi ucuza kapatsın. Aklı fikri kapiklerdedir. Ama unutmayın, parası da vardır... Tam bir sahtekârdır. Tıpkı cezaevinde geçtiğini söylediğiniz o görkemli yaşam gibi; belki de uğruna Napoli'nizi, hem de kapik edecekken, pahalıya sattığınız köyünüzde geçirdiğiniz o dört yıllık mutluluğunuz gibi...

Prens,

— Cezaevindeki yaşam konusunda benimle aynı görüşte olmayabilirsiniz. Cezaevinde on iki yıl kalmış birinin öyküsünü dinlemiştim. Benim profesörün hastalarından biriydi. Sık sık nöbetler geliyordu. Kimi zaman karamsarlığa kapılıyor, ağlamaya başlıyordu. Bir gün intihara bile kalkışmıştı. Cezaevinde yaşamı çok kötüydü. Ama inanın, yine de kapik etmez bir yaşam değildi. Tek tanıdığı, bir örümcekle penceresinin önündeki bir ağaçmış... Ama iyisi mi ben size geçen yıl tanıştığım başka birinin öyküsünü anlatayım. Çok tuhaf, sık rastlanmayan bir olay geçmişti başından. İdam edilecek öteki mahkûmlarla birlikte onu da idam sehpasına çıkarmışlar. Siyasi bir suçu nedeniyle kurşuna dizilerek idam edileceği kararı okunmuş kendisine. Yirmi dakika sonra da bağışlandığı, ölüm cezasının başka bir cezaya çevrildiğinin karar yazısı... İki karar arasındaki yirmi dakikayı ya da en azından bir çeyrek saati birkaç dakika sonra kesinlikle öleceğini düşünerek yaşamış. O anda yaşadıklarını anlatırken büyük bir merakla dinliyordum onu. Aynı şeyleri tekrar tekrar soruyordum kendisine. Yaşadıklarını olağanüstü bir açıklıkla hatırlıyor, o dakikalarda yaşadıklarını hiç unutamadığını söylüyordu. Çevresinde askerlerin ve halkın toplandığı idam sehpasının yirmi adım ötesinde, idam edilecekler çok olduğu için üç direk daha dikilmiş. İdam edilecek ilk üç kişiyi götürüp direklere bağlamışlar, idam giysilerini (uzun, beyaz gömlekleri) giydirmişler, tüfekleri görmesinler diye başlarına beyaz başlıklar geçirmişler; sonra her direğin karşısında birkaç asker geçmiş. Benim tanıdığım sekizinciymiş. Yani üçüncü grupta yer alacakmış. Papaz elinde haçla her birini dolaşmış. Demek en çok beş dakika daha yaşayacakmış. Bu beş dakikanın ona sonsuz bir zaman dilimi, büyük bir servet gibi geldiğini söylüyordu. Bu beş dakikada birçok yaşamı olacağını düşünerek, son dakikayı düşünmeyi bile gerekli görmüyor, önündeki zamanın planlamasını yapıyormuş: Arkadaşlarıyla vedalaşmaya iki dakika ayırmış, iki dakika da kendini son bir kez düşünmeye... Geri kalan zamanda ise çevresine son kez bakınacakmış. Önündeki zamanı böyle üçe ayırıp kullanmayı planladığını çok iyi hatırlıyordu. Yirmi yedi yaşındaydı, sağlıklıydı, güçlü kuvvetliydi, ama ölecekti. Arkadaşlarıyla vedalaşırken, birine hayli tuhaf bir soru sorduğunu, aldığı cevabı da çok ilginç bulduğunu hatırlıyordu. Daha sonra, kendini düşünmek için ayırdığı iki dakika başlamış. Ne düşüneceğini önceden biliyormuş: Bir an önce öğrenmek, açıkça cevaplamak istediği soru şuydu: "Şimdi varım ve yaşıyorum, ama üç dakika sonra bir cansız madde, cansız biri veya bir şey olacağım. Nasıl olacak bu? Nerede olacağım?" O iki dakika içinde hep bunu anlamaya çalışmış! Hemen yakında bir kilise varmış, kilisenin altın kaplı kubbesi güneşin parlak ışığı altında parlıyormuş. Kilisenin kubbesinden ve ondan yansıyan parıltıdan gözlerini ayıramadığını hatırlıyordu. O parlak ışıklara takılıp kalmış bakışı. Bu ışıklar onun yeni kaderiymiş, üç dakika sonra onlara karışacakmış gibi geliyormuş ona... Bu bilinmezlik ve beklediği değişikliğe duyduğu nefret korkunçmuş. Ne var ki o anda ona asıl ağır gelen şu düşünceymiş: "Ya ölmezsem! Ya tekrar yaşamaya başlarsam! Upuzun bir hayat olursa önümde! Her dakikasıyla benim olan bir hayat!.. Her dakikasını yüzyıl yapardım, bir anını boşa harcamazdım, her dakikasını hesaplı kullanırdım, bir dakikasının bile değerini bilirdim!" Bu düşüncenin onu sonunda sinirlendirdiğini, öyle ki bir an önce onu idam etmeleri için sabırsızlanmaya başladığını söylüyordu.

Birden sustu prens. Herkes anlatmayı sürdüreceğini, öyküyü bir sonuca bağlayacağını sanıyordu.

— Bitti mi? diye sordu Aglaya.

Prens, bir an süren dalgınlığından sıyrılıp,

— Efendim? dedi. Evet, bitti.

— Peki, neden anlattınız bize bunları?

— Öylesine anlattım işte... Aklıma geldi, anlattım.. Konuşmuş olmak için...

Aleksandra,

— Çok karışık anlatıyorsunuz prens, dedi. Yanılmıyorsam, hayatın bir dakikasının bile parayla ölçülemeyecek kadar değerli olduğunu, kimi zaman beş dakikanın bir hazineden bile çok değerli olduğunu anlatmak istediniz. Çok güzel, övgüye değer bir şey bu. Ama izninizle sorabilir miyim, size bütün bunları anlatan o arkadaşınız... ölümden kurtulmuş, yani "sonsuz bir hayat" bağışlamışlar ona. Peki, kavuştuğu o büyük zenginliği ne yapmış sonra? Her dakikasını "değerini bilerek" yaşamış mı?

— Yo, hayır! Bana anlattığına göre –sordum ona bunu çünkü– hiç de öyle yaşamamış, çok dakikasını, çok zamanını boşa harcamış.

— İşte size bir yaşam deneyimi... Demek tam gerektiği gibi, her anın değerini bilerek yaşamak olanaksızmış. Nedense olanaksız...

— Evet, nedense olanaksız, diye tekrarladı prens. Ben de öyle sanıyorum... Ama yine de inanmak gelmiyor içimden...

Aglaya araya girdi:

— Yani siz herkesten daha akıllıca yaşadığınızı düşünüyorsunuz, öyle mi?

— Evet, zaman zaman öyle düşündüğüm oluyordu.

— Şimdi de öyle mi düşünüyorsunuz?

Prens, biraz önce olduğu gibi yine uysal, hatta ürkek bir gülümsemeyle Aglaya'ya bakarak karşılık verdi:

— Evet, şimdi de öyle düşünüyorum.

Arkasından hemen gülmeye başladı, neşeyle baktı genç kızın yüzüne.

Aglaya handiyse öfkeli,

— Çok alçakgönüllüsünüz! dedi.

— Sizler de çok cesursunuz! Bakın, gülüyorsunuz, oysa bu anlattıklarım beni öylesine etkilemişti ki, daha sonra rüyalarıma girdiler, özellikle o son beş dakika...

Prens heyecanlı, ciddi bakışını bir kez daha dolaştırdı dinleyicilerinin üzerinde. Sonra birden, ne söyleyeceğini bilemiyormuş gibi, ama herkesin gözünün içine bakarak sordu:

— Bir şey için kızmıyorsunuz bana, değil mi?

Üç kız kardeş şaşkınlık içinde hep bir ağızdan,

— Ne için? diye haykırdı.

— Sanki size bir şeyler öğretmeye çalışıyormuşum gibi oldu da...

Herkes gülmeye başladı.

— Gücenmeyin bana, gücenmeyin, diye sürdürdü konuşmasını prens. Evet, başkalarından daha az şey yaşadığımı, yaşamı herkesten daha az tanıdığımı ben de biliyorum. Bazen saçmaladığımın, çok tuhaf şeyler söylediğimin de farkındayım...

Sözünün sonunu nasıl getireceğini bilemediği için şaşırdı, sustu.

Aglaya sert, ısrarcı bir tavırla şöyle dedi:

— Mutlu olduğunuzu söylediğinize göre, herkesten daha az değil, daha çok yaşamışsınız demektir. Hem bizlere ders verir gibi olduğunuz için tedirgin olmayın, üzülmeyin lütfen. Bize karşı bir üstünlük taslamış değilsiniz. Yaşama bu mistik, ilgisiz bakışınızla yüz yıl mutlu olabilirsiz. Bir idam olayı veya bir parmak gösterseler size, ikisinden de aynı övgü dolu düşünceyi çıkarırsınız, üstelik mutluluk duyarsınız bundan. Böyle mutlu olabilir insan işte.

Konuşanların yüzüne uzun süredir sesini çıkarmadan bakan Lizaveta Prokofyevna da,

— Neden hep kızıyorsun, anlayamıyorum, dedi. Neden söz ettiğinizi de anlayabilmiş değilim. Ne parmağıymış? Saçmalık... prens çok güzel, ama biraz hüzünlü konuşuyor. Neden cesaretini kırıyorsun? Konuşmaya başladığınızda gülüyordu, oysa şimdi gözleri donuk donuk bakıyor.

— Bir şey yok maman. Ama ne yazık ki prens, hiç idam cezasının uygulanmasına tanık olmamışsınız. Bu konuda size bir şeyler sormak isterdim.

— Tanık oldum, dedi prens.

— Tanık oldunuz mu? diye haykırdı Aglaya. Tahmin etmeliydim! Her şeyi açıklıyor bu işte! Öyle bir olayı görmüşseniz, nasıl oluyor da mutlu olduğunuzu söyleyebiliyorsunuz? Haklı değil miyim?

Adelaida sordu:

— Yaşadığınız o köyde insanları idam ediyorlar mıydı yani?

— Lyon'da tanık oldum böyle bir olaya. Şneyder'le gitmiştim Lyon'a. Beni de götürmüştü. Oraya gittiğimiz gün kentte birini idam edeceklerdi.

Aglaya,

— Nasıl, çok hoşunuza gitti mi bari? diye sordu. Eğitici çok şey var mıydı olayda? Yararlı?

— Gördüklerimden hiç de hoşlanmadım, sonra biraz hastalandım bile. Ama ne yalan söyleyeyim, kıpırdamadan, gözümü bir an ayırmadan izledim her şeyi.

— Ben de gözümü ayırmadan izlerdim, dedi Aglaya.

— Orada kadınların idamları izlemelerinden hiç hoşlanmıyorlar. Hatta bunu yapan kadınları ertesi gün gazeteler dillerine doluyor.

— Demek bunun kadın işi olmadığını düşünüyorlar ve böylece erkek işi olduğunu söylemiş (yani anlayacağınız, kanıtlamış) oluyorlar. Kutluyorum böyle düşünenleri. Sanırım siz de öyle düşünüyorsunuzdur, değil mi?

Adelaida araya girdi:

— Orada neler gördüğünüzü anlatın bize lütfen.

Prens ne söyleyeceğini şaşırdı, yüzünü astı.

— Şimdi anlatmak istemiyorum bunu... dedi.

Aglaya iğneleyici bir tavırla,

— Bizi anlatmaya değer bulmuyorsunuz anlaşılan, dedi.

— Hayır, onun için değil, orada gördüklerimi daha demin anlattım da ondan...

— Kime anlattınız?

— Kabul edilmemi beklerken, uşağınıza...

Hanımlar hep bir ağızdan sordular:

— Hangi uşağa?

— Girişte bekleyen, saçlarına ak düşmüş, kırmızı yüzlü uşağa. İvan Fyodoroviç'in yanına girmek için beklerken...

— Çok tuhaf, dedi Lizaveta Prokofyevna.

Aglaya annesinin sözünü kesti.

— Demokrat prens! dedi. Aleksey'e anlattığınıza göre, bize de anlatmak zorundasınız.

Adelaida,

— Anlatmanızı ısrarla istiyorum, diye diretti.

Prens, Adelaida'ya döndü.

— Demin gerçekten de... dedi. (Biraz heyecanlanmıştı. Çok çabuk ve safça heyecanlandığı anlaşılıyordu.) Gerçekten de, tablonuz için benden bir konu istediğinizde şöyle bir öneride bulunmayı düşünmüştüm size: İdam sehpasında ayakta duran bir idam mahkûmunun başını giyotinin altına koymadan bir dakika önceki yüzünü...

— Nasıl yani, yüzünü mü? Yalnızca yüzünü mü? diye sordu Adelaida. Tuhaf bir konu, nasıl bir tablo olur ki bu?

Prens ısrar etti:

— Nasıl olacağını bilmiyorum, dedi. (Heyecanlıydı.) Geçenlerde Basel'de böyle bir tablo gördüm. Onu size anlatmayı çok istiyorum... Bir gün anlatırım... Çok şaşırtmıştı beni.

— Basel'deki o tabloyu sonra anlatırsınız, dedi Adelaida. Şimdi siz bana o idam tablosunu anlatın. O anı kafanızda nasıl canlandırdığınızı açıklayabilir misiniz bana? Tabloda nasıl vermeliyim o yüzü? Yalnızca yüz mü olacak tabloda? Nasıl bir yüz?

Prens, anlatmaya dünden hazırmış gibi,

— Ölümden tam bir dakika önceki o an, diye başladı. (Kendini hatıralara kaptırmış, her şeyi unutmuş gibiydi.) Merdivenden çıkarken, tam idam sehpasına ayağını bastığı an... O anda dönüp benden yana baktı. Yüzünü gördüm ve o anda her şeyi anladım... Çok zor bunu anlatmak! Sizin veya başka birinin bunun resmini yapmasını öylesine çok, öylesine çok isterdim ki... En çok da sizin yapmanızı! Böyle bir tablonun yararlı bile olacağını düşünüyordum. Biliyor musunuz, her şeyi ayrıntılarıyla vermek gerekir bu tabloda. Her şeyi, her şeyi... Zindanda yatıyordu, en azından bir hafta sonra idam edileceğini düşünüyordu. Olağan işlemlerin tamamlanmasının, yazının gerekli yerlere gidip gelmesinin en azından bir hafta süreceğini hesaplıyordu. Ama nedense birden kısalmıştı süre. Sabaha karşı saat beşte uyuyordu idam mahkûmu. Ekimin sonlarıydı. Sabahın saat beşinde hava soğuk, ortalık karanlıktı. Cezaevi görevlilerinden biri yanında gardiyanla hücresine girdi ve usulca dokundu omzuna. İdam mahkûmu yattığı yerde dirseğine dayanarak hafifçe doğruldu. Işık yanıyordu. "Ne oluyor?" diye sordu. "Saat onda idam cezan uygulanacak." Uyku sersemliğiyle inanmadı buna mahkûm. İtiraz etmeye, yazının ancak bir hafta sonra geleceğini söylemeye çalıştı. Ama iyice ayılınca itiraz etmeyi kesti, sustu. Neden sonra şöyle dediğini anlatıyorlardı: "Birden çok ağır geldi..." Sonra yine susmuş, ağzını açıp bir şey söylemek istememiş. Bilinen hazırlıklar üç dört saat sürmüş: Papaz gelmiş, kahvaltısını getirip önüne koymuşlar. Kahvaltıda şarap, kahve ve sığır eti varmış. (Bir şaka mıydı bu? Ne acımasızlıktı bu öyle! Öte yandan, bu iyi niyetli insanlar bir kötülük düşünmeden yapıyorlardı bunu. İnsan sevgisinden böyle davrandıklarına inanıyorlardı) Sonra gömlek (İdam gömleğinin nasıl olduğunu bilir misiniz?). Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra nihayet üstü açık bir arabaya bindirip kentin sokaklarında idam sehpasının olduğu alana doğru yola çıkarmışlar onu... Öyle sanıyorum ki, arabada giderken de önünde uzun bir hayatın olduğunu düşünüyordu. Yolda belki de şöyle geçiriyordu içinden: "Önümde uzun bir hayat var, üç sokak geçeceğiz. İşte birinciyi geçtik, sonra şu sokak var. Arkasından sağ yanında fırın olan sokak gelecek... Daha fırına çok var!" Sokaklarda büyük bir kalabalık toplanmıştı. Bağırıp çağırıyorlardı. "On bin insan, on bin çift göz... Bütün bunlara katlanması gerekiyordu. Şöyle geçiriyordu içinden: On bin insan, ama kimse idam etmiyor onları, oysa beni ediyorlar!" Bütün bunlar daha önce olmuştu. İdam sehpasına küçük bir merdivenle çıkılıyordu. Merdivenin önüne gelince birden ağlamaya başladı mahkûm. Oysa güçlü kuvvetli, acımasız bir adamdı, öyle diyorlardı. Papaz bir an ayrılmıyordu yanından. Arabada da yanındaydı. Durmadan bir şeyler söylüyordu ona, ama mahkûmun onu duyduğu kuşkuluydu. Önce dinlemeye başlıyor, ama üçüncü sözcükten sonrasını duymuyor, anlamıyordu. Öyle olsa gerekti. Sonunda merdiveni çıkmaya başladı. Ayakları bağlı olduğu için küçük adımlar atabiliyordu. Papaz zeki biri olsa gerekti. Konuşmuyordu şimdi. Durmadan haçı öptürüyordu mahkûma. Merdivenin ilk basamaklarında mahkûmun yüzünde renk yoktu, basamaklarda yükselip sehpaya çıktığında birden kâğıt gibi bembeyaz kesildi yüzü. Bacaklarında derman kalmamış olmalıydı; tıkanıyormuş, soluk alamıyormuş, bu yüzden içi bulanıyormuş gibiydi. Korktuğunuz veya çok kötü olduğunuz, beyninizin durduğu, elinizden hiçbir şey gelmediği bir anda kendinizi öyle hissettiğiniz oldu mu hiç? Öyle sanıyorum ki, sözgelimi kaçınılmaz bir felaket karşısında, üzerine bir ev yıkılırken falan insan birden yere çömelip, ne olacaksa olsun! diye gözlerini kapayıp beklemek ister. İşte idam mahkûmu gücünü yitirmeye başladığında papaz bir şey söylemeden, çabuk bir hareketle elindeki gümüş küçük haçı hemen onun dudaklarına götürüyordu. Haç dudaklarına dokunur dokunmaz gözlerini açıyordu mahkûm, birkaç saniye için kendine geliyor, adım atmaya başlıyordu. Tedbir almayı unutmaktan korkar gibi, ne olur ne olmaz diye acele ederek, hırsla, çabuk çabuk öpüyordu haçı. Ne var ki o anda dinsel bir amacı olduğu kuşku götürürdü. Ve başını giyotinin altına koyuncaya kadar böyle sürdü... Bu son saniyelerde bayılanın seyrek görülmesi çok şaşırtıcıdır! Tersine, o anda beyin korkunç derecede güçlüdür, çok iyi çalışmaktadır. Çok güçlü olsa gerektir, çalışan bir makine gibi çok güçlü, çok güçlü... Hiçbir sonuca varmayan, ilgisiz, hatta komik birçok düşünce üşüşür kafasına: "Şu adama bak, kocaman bir siğil var alnında. Celladın gömleğinin en alt düğmesi paslanmış..." Ama bu arada her şeyin farkındadır, her şeyi hatırlar. Unutmasının olanaksız olduğu bir nokta vardır. Bu yüzden bayılamaz... Her şey onun, bu noktanın çevresinde döner durur. Başı giyotinin altındayken son çeyrek saniyeye kadar düşünür mahkûm, bekler ve... bilir, başının üzerinde giyotinin bıçağının ansızın kaymaya başladığını duyar! Kesinlikle duyar bunu! Onun yerinde ben olsam, özellikle dinlerdim o sesi ve duyardım! Belki de saniyenin onda biri kadar bir zaman dilimidir o an, ama yine de duyulur! Ayrıca unutmayın ki, bedenden koptuktan sonra başın bir saniye daha bedenden koptuğunu bildiğinin tartışması hâlâ yapılmaktadır. Nelerle uğraşıyorlar şu insanlar! Peki, ya beş saniye biliyorsa bedenden koptuğunu!.. Öyle bir tablo yapın ki, idam sehpasına çıkan merdivenin son basamağı görünsün. Mahkûm ayağını o basamağa atmış olsun. Başı, kâğıt gibi bembeyaz yüzü görünsün. Papaz haçı uzatsın mahkûma, mahkûm mosmor dudaklarını hırsla uzatsın haça. Her şeyin farkındaymış gibi baksın... Haç ile mahkûmun başı, bütün tablo bu işte... İkinci planda papazla celladın yüzleri, celladın iki yardımcısı ve aşağıda birkaç yüz ve göz... onlar da aksesuar olarak ikinci planda belirsiz, sanki bir sis içinde... İşte böyle bir tablo...

Prens susup tek tek herkesin yüzüne baktı.

Aleksandra mırıldandı kendi kendine:

— Kimse bunun yaşama ilgisiz, mistik bir bakış olduğunu söyleyemez.

Adelaida,

— Şimdi de bize nasıl âşık olduğunuzu anlatın prens, dedi.

Prens şaşkın şaşkın baktı Adelaida'nın yüzüne.

Adelaida aceleci bir tavırla ekledi:

— Bakın ne diyeceğim, Basel'deki tabloyu sonra anlatırsınız; şimdi nasıl âşık olduğunuzu anlatmanızı istiyorum. İnkâr etmeyin, âşık olduğunuzu biliyorum. Üstelik bunu anlatmaya başladığınızda filozofluğu da bırakacaksınız.

Birden Aglaya karıştı söze:

— Bir şey anlatmayı bitirdiğinizde hemen utanıyorsunuz. Neden?

Lizaveta Prokofyevna, Aglaya'nın yüzüne canı sıkkın bakarak kesti sözünü:

— Ne aptalca şeyler söylüyorsun öyle!

Annesini onayladı Aleksandra:

— Akılsızca.

Lizaveta Prokofyevna prense döndü.

— Ona bakmayın siz prens. İnadına öyle söylüyor. Aslında iyi yetiştirilmiş bir kızdır. Sizi böyle sıkıştırdıkları için kötü olduklarını düşünmeyin. Sanırım takılmak istemiş olacaklar size, ama hoşlandılar sizden. Yüzlerinden anlıyorum bunu.

Prens sözcüklerin üzerine basa basa,

— Yüzlerinden ben de anlıyorum bunu, dedi.

Adelaida merakla sordu:

— Nasıl yani?

Öteki iki kız kardeş de merakla sordular:

— Yüzümüzden ne anlıyorsunuz?

Prens susuyordu. Ciddileşmişti. Herkes onun vereceği cevabı bekliyordu.

Bir süre sonra sakin, ciddi bir tavırla,

— Sonra söyleyeceğim bunu size, dedi.

Aglaya,

— Meraklandırmak istiyorsunuz bizi! diye haykırdı. Ne çok beğeniyorsunuz kendinizi!

Adelaida yine telaşlı,

— Neyse, tamam, dedi. İnsanları yüzlerinden tanımakta o kadar uzmansanız, kesin âşık da olmuşsunuzdur. Yanılıyor olamam. Hadi anlatın.

Prens yine öyle sakin, ciddi karşılık verdi:

— Âşık olmadım. Ama... mutlu oldum.

— Nasıl yani? Neyle?

Prens dalgın, derin düşüncelere dalmış gibi mırıldandı:

— Pekâlâ, anlatacağım.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top