IX
IX
Bundan önceki bölümde anlatılan olayların üzerinden iki hafta geçti. Öykümüzde anlatılan kişilerin durumlarında öylesine çok değişiklikler oldu ki, birtakım açıklamalar yapmadan öykümüzü anlatmayı sürdürmemiz çok zor olacak. Öte yandan, olayları elden geldiğince sade bir biçimde, ayrıntılara girmeden anlatmakla yetinmemizin gerektiğini de düşünüyoruz. Son derece basit bir nedeni var bunun: Çünkü çoğu durumda olayın nasıl geliştiğini açıklamakta biz de zorlanıyoruz. Böyle bir uyarıda bulunmamız okuyucuya tuhaf, anlaşılmaz gelse gerek: Öyle ya, doğru dürüst bilginizin, kişisel en küçük bir fikrinizin olmadığı bir şeyi nasıl anlatabilirsiniz? Kendimizi daha da sahteci konumuna düşürmemek için iyisi mi, durumu bir örnekle açıklamaya çalışalım; bakarsınız, iyi niyetli okur özellikle neyi anlatmakta zorlandığımızı anlar. Ayrıca bu örnek bizi öykümüzün dışına çıkarmayacağı gibi, bir çeşit devamı da olacaktır.
İki hafta sonra, yani temmuz başlarında, kahramanımızın öyküsü ve özellikle o son olay bütün sokaklarda, Lebedev'in, Ptitsın'ın, Darya Alekseyevna'nın, Yepançinler'in evlerine komşu bütün evlerde, kısacası neredeyse bütün Pavlovsk'ta, hatta çevre kasabalarda tuhaf, oldukça eğlenceli bir öykü olarak anlatılmaya başlamıştı. Neredeyse herkes (yazlıkçılar da, Pavlovsk'un yerlileri de, müzik dinlemeye gelenler de) aynı olaydan çeşitli biçimde söz ediyordu: Bir prensin, nişanlısı olan saygın ve ünlü bir ailenin kızını bir yosma için terk ettiğini; hiçbir şeyi önemsemeden, hiçbir eleştiriye, tepkiye de, halkın öfkesine de aldırmadan yakında burada, Pavlovsk'ta o yosmayla açıkça, herkesin önünde, başı dik, herkesin gözünün içine bakarak evlenmeyi düşündüğünü söylüyorlardı. Olay çeşitli skandallarla öylesine süslenmiş, olaya öylesine önemli ve ünlü kişiler karıştırılmış, öylesine inanılmaz, anlaşılmaz eklemeler yapılmış, öte yandan öyle inandırıcı, çarpıcı olaylar katılmıştı ki, toplumun aşırı ilgisini, bütün bu dedikoduları hoş görmemek olanaksızdı. Ciddi birtakım dedikoduların arasında gerçeğe çok yakın, ince, zekice eklentiler de vardı. Bunları anlatanlar, her toplumda çok bulunan, olayları insanlara önce kendisi anlatmak için acele eden, bunu kendisine görev, çoğu zaman da eğlence bilen zeki insanlardı. Onların anlattıklarına göre, iyi bir aileden olan bu genç prens varlıklı sayılırdı, biraz aptalcaydı, ama Turgenyev'in anlattığı günümüzün nihilizmine biraz karışmıştı, Rusçayı neredeyse hiç bilmiyordu, General Yepançin'in kızına tutulmuştu ve sonunda eve damat adayı olarak kabul edilmeyi başarmıştı. Ama yaptığı, geçenlerde gazetelerde sözü edilen Fransız papaz okulu öğrencisinin olayını andırıyordu. Hani şu, papaz okulunu bitirip papazlığa kabul edilmesi için gerekli her şeyi yerine getirdikten, törenlere katıldıktan, yeminleri vb. ettikten sonra ertesi gün bağlı olduğu piskoposa bir mektupla kendisinin Tanrı'ya inanmadığını, bunun için halkı aldatmayı, hak etmediği ekmeği yemeyi kendine yakıştıramadığını, bu yüzden papazlık görevini bıraktığını yazan, mektubunun bir örneğini de liberal gazetelere yollayacağını bildiren öğrenci... İşte o tanrıtanımaz papaz gibi, prens de ikiyüzlülük etmişti. Söylediklerine göre, nişanlısının ailesinin evinde verilecek olan, kendisinin çok önemli kişilere tanıtılacağı bir daveti özellikle beklemiş; önemli devlet görevlilerine düşüncelerini bağıra bağıra söylemiş, konuklara hakaretler yağdırmış, hepsinin önünde nişanlısını artık istemediğini söylemiş, kendisini salondan çıkarmaya çalışan hizmetçilerle boğuşurken çok güzel bir Çin vazosunu kırmıştı. Bunun yanında hakkını vermiş olmak için şunu da ekliyorlardı: Düşüncesiz genç aslında gerçekten seviyormuş general kızı nişanlısını, gelgelelim, sırf nihilist olduğu ve herkesin gözünün içine baka baka, düşmüş bir kadınla inadına evlenmenin neden olacağı skandalın hazzından kendini yoksun etmemek için kızı reddetmişti... Böylece düşmüş kadın veya erdemli kadın diye bir şey olmadığını, yalnızca özgür kadının olduğunu, sosyetenin bu konuya eski yaklaşımına inanmadığını, yalnızca "kadın sorununa" inandığını kanıtlayacaktı. Ayrıca onun gözünde düşmüş bir kadın, düşmemiş bir kadından da yükseklerdeydi. Bu açıklama oldukça akla yakın görünüyor, yazlıkçıların büyük bir çoğunluğunca benimsiyor, dahası her günkü olaylarla da doğrulanıyordu. Aslında birçok şey tam anlaşılamamıştı: Söylediklerine göre, zavallı kız nişanlısını (bazıları "kendisini ayartan erkeği" diyordu) o kadar çok seviyormuş ki, ertesi gün koşup ona gitmiş yine... Adam sevgilisiyle baş başa oturuyormuş... Kimileri bunun tam tersini söylüyordu: Sırf nihilist bir düşünceyle çağırmışlar kızcağızı, yani küçük düşürmek, aşağılamak için... Ne olursa olsun, olaya duyulan ilgi her gün biraz daha büyüyordu. Öyle ki bu skandal evliliğin gerçekleşeceğinden sonunda hiç kimsenin kuşkusu kalmamıştı.
Bizden bir açıklama isteyecek olsalardı (hayır, olayın nihilist öğeleri üzerine değil, doğrudan doğruya, bu evliliğin prensin gerçek isteklerine ne ölçüde cevap verdiği, şu andaki gerçek arzusu, kahramanımızın ruhsal durumu vb. üzerine) bu sorulara cevap vermekte büyük zorluk çekeceğimizi itiraf ederdik doğrusu. Bildiğimiz, yalnızca düğün tarihinin belirlendiği, prensin düğün hazırlıkları için de Lebedev'i, Keller'i ve Lebedev'in bir tanıdığını görevlendirdiğidir. Lebedev'in tanıdığı nikâhla ilgili her türlü ayrıntıyı, kilise işlerini, parasal konuları da üzerine almıştı. Prens paraya acımamalarını söylemişti. Nikâhın bir an önce kıyılmasını isteyen Nastasya Filippovna idi... Kilisede prensin sağdıcı bu konuyu coşkuyla karşılayan Keller olacaktı, Nastasya Filippovna için ise bu görevi büyük bir heyecanla Burdovskiy üstlenmişti. Nikâh tarihi temmuzun başı olarak belirlenmişti. Ama epey kesin görünen bu bilgiler dışında, öncekilerle çeliştiği için bizi tam anlamıyla kuşkuya düşüren, kafamızı karıştıran birtakım bilgiler daha vardı. Sözgelimi, prensin nikâh hazırlıklarıyla Lebedev ve ötekileri görevlendirdikten sonra, bir nikâh töreni sorumlusuyla sağdıcının olduğunu neredeyse hemen aynı gün unuttuğuna, bu işleri de sırf bir daha düşünmemek için çabucak hallettiğine, hatta düğünü bile unutmak istediğine dair güçlü şüphelerimiz var. Öyleyse gerçekte neydi düşündüğü, ne istiyordu? Şundan da kuşkumuz yok ki, nikâhın bir an önce kıyılması için hiç kimse (örneğin Nastasya Filippovna da) baskı yapmıyordu ona. Evet, gerçi hemen evlenmelerini isteyen Nastasya Filippovna idi, prens değil... Ama prens de bir zorlama olmadan kabul etmişti bunu. Hatta son derece dalgın, kendisinden çok olağan bir şey istiyorlarmış gibi sakin... Ama olayların açıklanmasına yardımcı olmadığı gibi, bize göre, ne kadar öne çıkarırsak, olayları o kadar karmaşıklaştıracak birçok şey daha var... Neyse, bu olaylara da bir örnek daha verelim:
Çok kesin biliyoruz ki, bu iki hafta süresince prens gece gündüz Nastasya Filippovna'nın yanındaydı, dolaşmaya, müzik dinlemeye birlikte gidiyorlardı; kupa arabasıyla dolaşmaya birlikte çıkıyorlardı; Nastasya Filippovna'yı bir saat görmeyecek olsa onun için telaşlanıyordu prens (demek içtenlikle seviyordu onu, her şeyden belliydi bu); Nastasya Filippovna (ne olursa olsun) bir şey anlatırken, prens dudaklarında sevecen, hoş bir gülümsemeyle, ağzını açıp bir şey söylemeden saatlerce dinliyordu onu. Ama bu arada onun bu iki hafta içinde birkaç kez, hatta genellikle durup dururken ve bunu Nastasya Filippovna'dan gizlemeye hiç çalışmadan Yepançinler'e gittiğini, Nastasya Filippovna'nın bu nedenle neredeyse umutsuzluğa düştüğünü de biliyoruz. Ayrıca Yepançinler'in Pavlovsk'ta bulundukları sürece onu kabul etmediklerini, Aglaya İvanovna ile görüşme isteğini sürekli geri çevirdiklerini, prensin bir şey söylemeden kapıdan döndüğünü, bir gün önce reddedildiğini unutmuş gibi, ertesi gün yine oraya gittiğini, elbette yine kapıdan döndüğünü de biliyoruz. Ayrıca Aglaya İvanovna'nın Nastasya Filippovna'nın yanından koşarak çıktıktan bir saat sonra, belki daha da önce prensin elbette Aglaya'yı orada bulacağı inancıyla Yepançinler'e gittiğini, Aglaya henüz dönmediği için Yepançinler'in evinde büyük bir kargaşa ve korku yaşandığından da haberimiz var. (Aglaya'nın prensle birlikte Nastasya Filippovna'nın yanında olduğunu ondan öğrenmişlerdi çünkü.) Anlatılanlara göre, Lizaveta Prokofyevna, kızlar ve Prens Ş. o gün çok kötü, soğuk davranmışlar prense, hele Varvara Ardalionovna koşarak gelip Aglaya İvanovna'nın bir saat önce onlara geldiğini, durumunun çok kötü olduğunu, galiba eve dönmek istemediğini söyleyince hepsi son derece sert, öfkeli bir dille prensin yüzüne karşı, artık aralarında her şeyin bittiğini, onu tanımadıklarını haykırmışlardı. Haklı olarak Lizaveta Prokofyevna'yı en çok bu son haber etkilemişti: Nastasya Filippovna'nın yanından ayrıldıktan sonra evdekilerin gözüne görünmektense, ölmeye razı olurdu Aglaya. İşte bu yüzden de Nina Aleksandrovna'nın yanına koşmuştu. Varvara Ardalionovna ise durumu hiç vakit kaybetmeden Lizaveta Prokofyevna'ya bildirmesi gerektiğini düşünmüş, oraya koşmuştu. Lizaveta Prokofyevna ve kızlar da (arkalarından o sırada eve dönen ailenin babası İvan Fyodoroviç de) hemen Nina Aleksandrovna'ya koşmuşlardı. Kovulmasına, onca kırıcı söz işitmiş olmasına karşın Prens Lev Nikolayeviç de gitmişti arkalarından. Ama Varvara Ardalionovna'nın yasaklaması üzerine, Aglaya'nın yanına almamışlardı onu. Aglaya, annesiyle ablalarının ağladığını, ona sitem etmediklerini görünce koşup sarıldı onlara, hemen hep birlikte eve döndüler. Anlatılanlara göre, söylentiler tam kesin olmamakla birlikte Gavrila Ardalionoviç'in durumu da çok kötüydü. Varvara Ardalionovna haber vermek için Lizaveta Prokofyevna'ya koştuğunda Aglaya İvanovna ile yalnız kalmak fırsatını yakalayınca aşkından söz etmek istemişti ona, ama Aglaya gözyaşlarına, bütün üzüntüsüne karşın, birden kahkahalarla gülmeye başlamış, birden çok tuhaf bir soru sormuştu ona: Aşkını kanıtlamak için hemen şimdi muma tutup parmağını yakabilir miydi? Anlattıklarına göre, böyle bir soru karşısında şaşırmış Gavrila Ardalionoviç, ne söyleyeceğini bilememiş. Öylesine şaşırmış, yüzünü öylesine şaşkın bir ifade kaplamış ki, yüzüne bakarak kriz gelmiş gibi kahkahalarla gülmeye başlamış Aglaya ve koşarak üst kata, Nina Aleksandrovna'nın yanına çıkmış. Annesi, ablaları, babası da orada bulmuşlar onu. Bu bilgi ertesi gün İppolit aracılığıyla prense ulaşmıştı. Yataktan henüz kalkmamış olan İppolit, bu haberi vermek için özellikle çağırmıştı prensi. Bu haberin İppolit'e nasıl ulaştığını bilmiyoruz. Ama prens mum ve parmak konusunu duyunca öyle gülmüş ki, İppolit bile şaşırmış. Sonra birden titremeye başlamış prens, gözyaşları boşalmış... O günlerde genel olarak büyük bir tedirginlik, olağanüstü bir şaşkınlık, anlaşılmaz bir hüzün varmış üzerinde. İppolit açıkça, aklının tam yerinde olmadığını düşündüğünü söylüyordu. Ama bunu kesin olarak söylemek şimdilik olanaksızdır.
Bütün bu olayları, gerekli açıklamayı yapmadan ortaya dökerken, kahramanımızı okurun gözünde temize çıkarmak değil amacımız. Hatta eşinde dostunda ona karşı oluşan nefreti paylaşmaya bile hazırız. Bir ara Vera Lebedeva bile öfke duyuyordu ona. Kolya bile... Keller de sağdıç seçilene kadar nefret ediyordu ondan. Prense karşı çeşitli dolaplar çevirmeye kalkışan Lebedev bile basbayağı içtenlikle nefret etmeye başlamıştı ondan. Ama bunu daha sonra anlatacağız. Öte yandan Nastasya Filippovna olayından altı veya yedi gün sonra Yevgeniy Pavloviç'in dostça bir konuşma sırasında prense açıkça ve senlibenli bir tavırla oldukça güçlü, hatta psikolojik yönden derin bir biçimde söylediklerine de genellikle en yüksek düzeyde katılıyoruz. Bu arada şunu da söyleyelim, yalnızca Yepançinler değil, onlarla doğrudan veya dolaylı ilişkisi olan herkes de prensle dostluğunu kesmişti. Sözgelimi, Prens Ş. bir yerde karşılaştıklarında başını bile öte yana çevirmiş, ona selam vermemişti. Öte yandan Yepançinler'in evine tekrar her gün gitmeye başlayan ve orada çok iyi karşılanan Yevgeniy Pavloviç ise hiç çekinmeden görüşüyordu prensle. Yepançinler'in Pavlovsk'tan ayrılmalarının ertesi günü ziyaret etmişti prensi. Oraya giderken ortalıkta dolaşan her türlü söylentiden haberi vardı, hatta bu söylentilerin bir bölümüne kendi de katılmıştı. Onu gördüğüne çok sevinmişti prens ve hemen Yepançinler'den söz etmeye başlamıştı. Prensin konuya böylesine içten ve doğrudan girişi Yevgeniy Pavloviç'i rahatlatmış, hiç duraksamadan hemen konuya girmesini sağlamıştı.
Yepançinler'in Pavlovsk'tan ayrıldığını yeni duyuyordu prens. Şaşırdı birden, yüzü bembeyaz oldu. Ama bir dakika iki yana salladı başını. Şaşkın, dalgın "Öyle olması da gerekiyordu zaten," diye mırıldandı. Sonra birden sordu: "Nereye gittiler?"
Bu arada Yevgeniy Pavloviç dikkatle onu izliyordu. Bütün bunlar, yani sorularının çabukluğu, basitliği, şaşkınlığı ve aynı zamanda tuhaf içtenliği, endişesi ve heyecanı... hepsi çok şaşırtmıştı onu. Ama her şeyi sevecen bir tavırla, açık açık anlattı prense. Yevgeniy Pavloviç'in anlattıklarının çoğunu bilmiyordu prens. Yepançinler'in evinden ilk kez haber alıyordu. Yevgeniy Pavloviç, Aglaya'nın gerçekten hasta olduğunu söylüyordu. Tam üç gece uyumamış, ateşler içinde kıvranmıştı. Ama şimdi biraz düzelmişti, bir tehlike söz konusu değildi artık, yine de sinirleri çok bozuktu... "Neyse ki eve içine huzur geldi! Geçmiş olaylardan değil Aglaya'nın yanında, kendi aralarında bile söz etmiyorlar artık. Ailenin büyükleri sonbaharda, Adelaida'nın düğününden hemen sonra yurtdışına gitmeye karar verdi. Aglaya bu konuda bir şey söylemedi." Belki o da (Yevgeniy Pavloviç de) gidecekti yurtdışına. Hatta Prens Ş. de işleri izin verirse Adelaida ile birlikte belki iki aylığına gitmeyi düşünüyordu. General onlarla gitmeyecekti. Şimdi Kolmino'ya, Petersburg'a yirmi versta uzaktaki çiftliklerine gitmişlerdi. Belokonskaya henüz Moskova'ya dönmemişti. Hatta sanki özellikle dönmüyordu. Lizaveta Prokofyevna ısrarla, bütün bu olan bitenden sonra Pavlovsk'ta kalamayacaklarını söylemişti. O (yani Yevgeniy Pavloviç) her gün Pavlovsk'ta dolaşan söylentilerle ilgili haberleri ulaştırıyordu ona. Bütün bu olanlardan sonra Yelagin'deki yazlıklarında bile kalamayacaklarını düşünüyorlardı.
— Öyle ya, prens, diye sürdürdü konuşmasını Yevgeniy Pavloviç, siz de kabul edersiniz ki, bu kadarına dayanabilmeleri zordu... Özellikle burada, sizin evinizde olup bitenden her saat haberdar oluyorlarken, ayrıca kabul edilmemenize karşın, siz her gün oraya gidiyorken...
— Evet, evet, evet, haklısınız, (tekrar başını salladı prens) Aglaya İvanovna'yı görmek istiyordum...
Yevgeniy Pavloviç hem heyecanlı, hem üzgün,
— Ah sevgili prens, nasıl yapabildiniz bunu? dedi. Nasıl oldu tüm bunlar? Elbette, elbette birden oldu her şey... Tamam, o anda ne yaptığınızı bilmiyordunuz ve... o çılgın kızı durduramadınız, elinizde değildi! Öyle ama onun size karşı olan... duygularının ne denli güçlü, ciddi olduğunu anlamalıydınız. Sizi başkasıyla paylaşmak istemedi ve... ve siz böylesine değerli bir kızı kaybedebildiniz!
Prens yine çok üzgün,
— Evet, evet, evet haklısınız, dedi. Suçluyum! Hem biliyor musunuz, yalnızca Aglaya İvanovna o gözle bakıyor Nastasya Filippovna'ya... Başka hiç kimse öyle görmüyor onu.
Yevgeniy Pavloviç heyecanla yükseltti sesini:
— İnsanın üzüldüğü de işte bu, ortada ciddi hiçbir şey yokken!.. Beni bağışlayın prens, ama ben... bunu ben de düşündüm prens; çok düşündüm. Daha önceki olayları da, altı ay önce olanları da biliyorum, bunların önemsiz olduğunu da biliyorum! Bütün bunlar yalnızca kendini kaptırma, kafa karışıklığı, hayaldi... ne var ki çok deneyimsiz bir kız da ürkek kıskançlığıyla bütün bu olanları ciddiye alabilir!..
Konuşmanın burasında Yevgeniy Pavloviç resmiyeti bütünüyle bırakmıştı. Öfkesini gizlemiyordu artık. Açık açık, mantıklı olarak, tekrar söylüyoruz, tam bir psikolojik çözümlemeyle, prense onun Nastasya Filippovna ile ilişkisinin bütün geçmişini ortaya döktü. Yevgeniy Pavloviç her zaman çok güzel konuşurdu, şimdi ise tam bir güzel konuşma ustası gibi konuşuyordu. Yüksek sesle sürdürdü konuşmasını:
"Aranızda her şey yalanla başlamıştı, öyle de bitmek zorundaydı, doğanın yasasıdır bu. Birileri sizin bir budala olduğunuzu söylediğinde kabul etmiyorum bunu, hatta nefretle karşılıyorum... Böyle bir nitelendirme için fazlasıyla akıllısınız; ama kabul edersiniz ki, öteki insanlara benzemeyecek kadar da tuhaf birisiniz. Sizi anlıyorum, bu durumunuzun temel nedeni, önce Tanrı vergisi deneyimsizliğiniz (bu 'Tanrı vergisi' sözcüğüne dikkatinizi çekerim prens), sonra olağanüstü saflığınız, daha sonra (birkaç kez sizin de itiraf ettiğiniz gibi) şaşılası derecede ölçü kavramından yoksun olmanızdır... ve nihayet inanılmaz dürüstlüğünüzle, kafanızdaki inançları hâlâ gerçek, doğal, dolaysız inançlar olarak görmeniz! Kabul edin prens, Nastasya Filippovna ile ilişkinizde başlangıçta bir şartlı-demokratlık (kısa olsun diye böyle diyorum), yani (daha kısa olması için şöyle diyeceğim) "kadın sorunu"nun çekiciliği söz konusuydu! Rogojin'in paralarını getirdiği, Nastasya Filippovna'nın evindeki o tuhaf, skandal olayı bütün ayrıntılarıyla biliyorum. İster misiniz sizi size olduğunuz gibi anlatayım, bir aynada gibi göstereyim size kendinizi... Olayın ne olduğunu, neden böyle geliştiğini öylesine iyi, kesin biliyorum! Bir genç olarak İsviçre'de anayurt özlemi çekmiştiniz, bilmediğiniz ama çok şeyler beklediğiniz ülkenize kavuşmak istiyordunuz, Rusya ile ilgili, belki de çok güzel, ama sizin için zararlı birçok kitap okumuştunuz, bir şeyler yapmak heyecanıyla dopdolu gelmiştiniz yurdunuza! Ve ilk gün size, yani bu şövalyeye, düşmüş bir kadının yürek sızlatan öyküsünü anlatıyorlar! Aynı gün görüyorsunuz da o kadını, onun güzelliği karşısında, inanılmaz, şeytani güzelliği karşısında (onun çok güzel olduğunu kabul ediyorum) büyüleniyorsunuz. Sinirlerinizin durumunu ekleyin buna, sara hastalığınızı ekleyin, Petersburg'umuzun buzların çözüldüğü mevsimdeki insanın sinirlerini bozan havasını ekleyin, ayrıca size yabancı, neredeyse fantastik bir kentte geçirdiğiniz karşılaşmalarıyla, olaylarıyla o günü, inanılmaz karşılaşmalarıyla o günü, Yepançinler'in üç güzel kızıyla, bu arada Aglaya'yla da tanıştığınız o beklenmedik olayının olduğu o günü ekleyin... Bütün bunlara yorgunluğunuzu, baş dönmenizi ekleyin, Nastasya Filippovna'nın konuk salonunu, bu salonun havasını ve... o anda ne bekleyebilirdiniz kendinizden, siz söyleyin?"
Başını salladı prens. Yüzü kızarmaya başlamıştı.
— Evet, evet, evet... Çok haklısınız, aşağı yukarı öyle oldu. Hem biliyor musunuz, son gece trende hiç uyumamıştım, ondan önceki gece de... sinirlerim de çok bozuktu...
— Benim demek istediğim de bu işte! (Coşmuştu Yevgeniy Pavloviç.) Olay ortada, nasıl söylesem, heyecanlıydınız, duygu yüklüydünüz, büyük bir düşünceyi, doğuştan bir prens, tertemiz bir insan olduğunuzu, yüksek sosyeteden bir ahlak düşmanının tuzağına düşmüş masum bir kadını düşmüş kabul etmeyeceğinizi herkese göstermek istediniz. Ah Tanrım, gayet anlaşılır! Ama sorun bu değil sevgili prens, sorun burada gerçeğin olup olmadığında, duygularınızın gerçek olup olmadığında, bu yaptığınızın kişiliğinizin mi, yoksa bir anlık heyecanınızın sonucu mu olup olmadığında. Bilirsiniz, kutsal kitapta anlatılır, tapınakta böyle bir kadın bağışlanmıştı, ama yaptığının iyi bir şey olduğu, her türlü onuru ve saygıyı hak ettiği hiçbir zaman söylenmemişti kendisine. Nitekim aradan üç ay geçtikten sonra sağduyunuz da durumun gerçek yüzünü göstermedi mi size? Varsın şimdi suçsuz olsun Nastasya Filippovna... (tersini savunmakta ısrar etmeyeceğim, bunu yapmak istemiyorum çünkü) peki ama bütün bu olanlar onun öylesine dayanılmaz, şeytanca gururunu, öylesine küstah, öylesine aşırı bencilliğini haklı gösterebilir mi? Kusura bakmayın prens, galiba biraz ileri gittim, ama...
Yine mırıldanarak karşılık verdi prens:
— Evet, hepsi doğru olabilir... Belki haklı da olabilirsiniz... Gerçekten çok gergin, çok sinirliydi, elbette haklısınız, ne var ki...
— Acımayı hak ediyordu, değil mi? İyi yürekli dostum benim, prens bunu demek istiyorsunuz, değil mi? Peki ama, ona acırken, onu mutlu etmek isterken başka bir kızı, soylu, temiz, pırıl pırıl bir kızı o kibirli, nefret dolu gözlerin karşısında küçük düşürmek olur muydu? Öyleyken, bu acıma duygusu nereye kadar gider? İnanılmaz bir abartma değil de nedir bu? İnsanın sevdiği bir kızı rakibesinin karşısında bu kadar küçük düşürmesi, öteki için onu terk etmesi olacak şey midir? Oysa yoluyla yordamıyla ona evlenme önerisinde bulunmuşken... öyle ya, annesinin, babasının, ablalarının önünde evlenme önerisinde bulunmuştunuz kızcağıza! İzninizle sorabilir miyim size prens, bütün bu olanlardan sonra sizin dürüst biri olduğunuz söylenebilir mi? Ayrıca... ayrıca, kendisini sevdiğinizi söyleyerek o pırıl pırıl kızı aldatmış olmadınız mı?
Prens anlatılamaz derecede üzgün,
— Evet, evet haklısınız, diye mırıldandı. Ah, evet, biliyorum, suçluyum!
Yevgeniy Pavloviç öfkeyle bağırdı:
— Peki, bu yeter mi? Yani "suçluyum!" diye haykırmak yeter mi? Suçlusunuz, ama hâlâ bildiğinizi okuyorsunuz! Bunu yaparken kalbiniz, o "Hıristiyan" kalbiniz neredeydi? O anda gördünüz değil mi kızcağızın yüzünü? Ne yani, ötekinden, sizi bırakıp bırakıp kaçan sizin o ötekinden daha mı az acı çekiyordu? Bunu görüp de nasıl boş verebildiniz? Nasıl?
Perişan bir durumdaydı prens.
— Evet ama... boş vermedim... diye mırıldandı.
— Nasıl boş vermediniz?
— Yemin ederim, hiçbir şeye boş vermedim. Bütün bunlar nasıl oldu, hâlâ anlayabilmiş değilim... ben, ben Aglaya İvanovna'nın arkasından koşmuştum, tam o sırada Nastasya Filippovna bayılıverdi... o gün bu gündür de Aglaya İvanovna ile görüştürmüyorlar beni...
— Hiç önemi yok! Öteki bayılmış, yerde yatıyor olsa da, sizin Aglaya'nın arkasından koşmanız gerekirdi!
— Evet... evet, öyle yapmam gerekirdi... ama ölebilirdi Nastasya Filippovna! Öldürebilirdi kendini, onun nasıl biri olduğu siz bilmezsiniz, hem nasıl olsa daha sonra Aglaya İvanovna'ya anlatabilirdim durumu ve... Bakın Yevgeniy Pavloviç, her şeyi bilmediğinizi görüyorum sanırım. Söyler misiniz, neden Aglaya İvanovna ile görüştürmüyorlar beni? Her şeyi açıklayabilirdim ona. Gördüğünüz gibi, ikisi de başka, bambaşka şeylerden söz etmeye başladılar, sonu da öyle oldu işte... Bunu size anlatamam, ama belki Aglaya İvanovna'ya anlatabilirdim... Ah Tanrım! Ah! O andaki, koşarak giderkenki yüzünü söylüyorsunuz... Ah Tanrım! Hatırlıyorum!.. (Prens birden ayağa kalkıp Yevgeniy Pavloviç'in koluna yapıştı, çekelemeye başladı onu.) Gidelim, gidelim!
— Nereye?
— Aglaya İvanovna'ya gidelim, hemen şimdi!..
— Ama Pavlovsk'ta değil ki Aglaya İvanovna. Söyledim size, hem neden gideceğiz ki?
Prens ellerini dua ediyor gibi birleştirip mırıldandı:
— Anlayacaktır beni, anlayacaktır! Bütün bunların öyle bir şey değil, bambaşka, bambaşka bir şey olduğunu anlayacaktır!
— Nasıl bambaşka? Öyle ya, evleniyorsunuz, değil mi? Evleneceğinize göre, demek kararınız karar... Evleniyor musunuz, evlenmiyor musunuz?
— Evet... evlenmesine evleniyorum da...
— Öyleyse?
— Yo, hayır, öyle değil, öyle değil! Evlenecek olmam bir şeyi değiştirmez ki, bir anlamı yok ki bunun!
— Nasıl bir şeyi değiştirmez, bir anlamı yok? O kadar önemsiz bir şey mi bu? Sevdiğiniz kadını mutlu etmek için evleniyorsunuz, öte yandan, bunu görüyor Aglaya, biliyor da, önemli olmaz mı bu?
— Mutlu etmek mi? Ah, hayır! Öylesine evleniyorum onunla işte... o istiyor diye... Hem ne çıkar evleniyorsam... ben... benim için bir şey değişmeyecek ki... Ama o kesin ölürdü. Şimdi çok iyi görüyorum, Rogojin'le evlenmesi bir çılgınlık olacaktı! Şimdiye kadar anlayamadığım her şeyi anlıyorum şimdi ve bakın: İkisi karşı karşıya dururlarken Nastasya Filippovna'nın yüzüne bakamıyordum... Siz bilmezsiniz Yevgeniy Pavloviç (Prens sesini esrarlı bir biçimde alçaltmıştı), hiç kimseye söylemedim bunu, hiç kimseye, Aglaya İvanovna'ya bile... Ama Nastasya Filippovna'nın yüzünü görünce dayanamıyorum... Demin Nastasya Filippovna'nın evindeki o akşamla ilgili söyledikleriniz çok doğruydu. Ama orada dikkatinizden kaçan bir şey vardı, çünkü onun yüzüne bakıyordum ben! O sabah resmine bakamamıştım, dayanamamıştım... Sözgelimi Vera'yı alın, Vera Lebedeva'yı, gözleri onunkilere hiç benzemez. (Çok korkuyormuş gibi ekledi:) Ben... korkuyorum onun yüzünden!
— Korkuyor musunuz?
Renk kalmamıştı prensin yüzünde.
— Evet, diye mırıldandı. Delidir o!
Yevgeniy Pavloviç büyük bir şaşkınlık içinde sordu:
— Kesin biliyor musunuz bunu?
— Evet, biliyorum. Hele şimdi kesinlikle biliyorum. Bu son günlerde artık bir kuşkum kalmadı!
Yevgeniy Pavloviç korku içinde haykırdı:
— Kendinize yaptığınız nedir bu böyle? Yani korkunuzdan mı evleniyorsunuz onunla? İnanılmaz bir şey... Peki, sevgi de mi yok?
— Ah! hayır, bütün ruhumla seviyorum onu! Evet o... çocuk gibidir; hele şimdi tam bir çocuk, tam bir çocuk! Ah, bir şeyden haberiniz yok sizin!
— Bir yandan da Aglaya İvanovna'ya onu sevdiğinizi söylüyordunuz?
— Ah, evet, evet!
— Nasıl olur? Demek ikisini birden sevmek istiyorsunuz?
— Ah, evet, evet!
— Rica ederim kendinize gelin prens, neler söylüyorsunuz!
— Ben Aglaya'sız... Muhakkak görmem gerekiyor Aglaya'yı! Ben... ben çok yakında uykumda öleceğim. Bu gece uykumda öleceğimi düşünüyordum. Ah, her şeyi bilmiş olsaydı Aglaya... yani kesinlikle her şeyi... Çünkü burada her şeyin bilinmesi gerekir, önemli olan bu! Gerekliyken, başka biriyle ilgili her şeyi, o başka kişi suçluyken neden hiçbir zaman bilemeyiz!.. Galiba ne dediğimi bilmiyorum ben, kafam karıştı. Çok kötü karıştırdınız kafamı... Aglaya'nın yüzü hâlâ o zaman odadan koşarak çıktığında olduğu gibi mi yoksa? Ah, evet, suçluyum! Büyük olasılıkla bütün suç bende! Aslında neden suçlu olduğumu tam bilmiyorum, ama yine de suçluyum... Size açıklayamayacağım bir şey var burada Yevgeniy Pavloviç, anlatacak sözcük bulmakta zorlanıyorum, ama... Aglaya İvanovna anlayacaktır! Ah, onun beni anlayacağına her zaman inanmışımdır!
— Hayır prens, anlamayacaktır! Aglaya İvanovna soyut bir varlık olarak değil, bir insan, bir kadın olarak seviyordu sizi. Bakın ne diyeceğim, zavallı dostum benim: Büyük olasılıkla siz onların ikisini de sevmiyordunuz!
— Bilmiyorum... olabilir, olabilir. Çoğu konuda haklısınız Yevgeniy Pavloviç. Çok zeki bir insansınız siz Yevgeniy Pavloviç. Ah, yine ağrımaya başlıyor başım, hadi Aglaya'yı görmeye gidelim! Tanrı aşkına, Tanrı aşkına!
— Ama söyledim size, Pavlovsk'ta değil Aglaya İvanovna, Kolmino'da.
— Kolmino'ya gidelim, hemen şimdi!
Yevgeniy Pavloviç ayağa kalkarken, uzatarak,
— Bu o-la-nak-sız... dedi.
— Beni dinleyin, o zaman bir mektup yazayım, götürüp kendisine verin...
— Hayır prens, hayır! Böyle görevler vermeyin bana, yapamam!
Ayrıldılar. Giderken tuhaf duygular içindeydi Yevgeniy Pavloviç: Prensin aklının tam yerinde olmadığını düşünüyordu. Ayrıca hem korktuğu, hem öylesine sevdiği şu yüz de ne demek oluyordu? Sonra Aglaya'sız belki gerçekten de ölebilirdi... Aglaya da onun kendisini öylesine çok sevdiğini hiçbir zaman öğrenemezdi! Ha-ha! Peki ama, aynı anda ikisini sevmek nasıl bir şeydi? İkisine olan aşkı iki değişik aşk mıydı yoksa? Çok ilginç... zavallı budala! Kim bilir daha neler gelecekti başına?
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top