IV
IV
Saat on birden sonra buluşacaklardı, ancak hiç beklenmedik bir biçimde geç kalmıştı prens. Eve döndüğünde generali onu bekler buldu. Daha ilk bakışta generalin canının sıkkın olduğunu, can sıkıntısının belki de beklemek zorunda kalmasından kaynaklandığını anlamıştı. Özür diledikten sonra hemen oturdu prens. Ama konuğu porselendenmiş, onu kırmaktan her an korkuyormuş gibi tuhaf bir çekingenlik vardı üzerinde. Daha önce hiç çekinmezdi generalden, böyle bir şey aklının ucundan bile geçmezdi. Çok geçmeden generalin dünkü general olmadığını fark etmişti: Dağınıklığı, dalgınlığı gitmiş, yerini olağanüstü bir sükûnet, kararlılık almıştı. Bir şeye kesin kararını vermiş gibiydi, ama görünüşte sakindi. Öte yandan, ağırbaşlılığı yanında soylu bir serbestlik de vardı üzerinde. Hatta başlangıçta prensle biraz yukarıdan alarak ve aynı zamanda gururuna düşkün kimi insanların haksız yere hakarete uğradıklarında takındıkları o soylu senlibenli tavırla hafifçe hoşgörülü konuşuyordu. Sesi yumuşak olmakla birlikte biraz sitemliydi de.
— Geçen gün sizden aldığım kitap... (Yanında getirdiği, şimdi masanın üzerinde duran kitabı anlamlı bir tavırla göstermişti.) Çok teşekkür ederim...
Hemen asıl konuya girmek zorunda kalmadıklarına sevinmişti prens.
— Ah, evet. Okudunuz mu onu? Beğendiniz mi? Gerçekten ilginç bir kitap, değil mi?
— İlginçtir belki, ama kaba ve elbette saçma... Muhtemelen baştan aşağı da yalan dolan.
General kendine aşırı bir güvenle, sözcükleri de hafifçe uzatarak konuşuyordu.
— Son derece sade, içten bir öykü, dedi prens. Fransızlar Moskova'dayken olaylara tanık olmuş eski bir askerin hatıraları. Bazı yerleri gerçekten harika. Hatıralar, tanıkları kim olursa olsun her zaman ilginç ve değerlidir zaten. Öyle değil mi?
— Yayıncının yerinde olsaydım basmazdım bu kitabı. Genellikle tanıkların anılarına gelince, günümüzde değerli, hak eden saygın kişilerin hatıralarından çok birtakım yalancıların, hokkabazların hatıralarına değer veriyorlar. Napolyon'un 1812 Rusya seferiyle ilgili öyle hatıralar biliyorum ki... (General anlamlı anlamlı baktı prensin yüzüne.) Kararımı verdim ben prens. Ayrılacağım bu evden, Bay Lebedev'in evinden...
Prens ne diyeceğini bilemeden,
— Pavlovsk'ta bir eviniz... kızınızın bir evi var... dedi.
Generalin ona güya kaderinin bağlı olduğu son derece önemli bir konuda akıl danışmak için geldiğini hatırladı.
— Karımın yanında; başka bir deyişle, kızımın evinde.
— Affedersiniz, ben...
— Lebedev'in evinden ayrılıyorum sevgili prens, çünkü bütün ilişkimi kestim onunla... Dün akşam kestim, daha önce kesmediğime de pişmanım. İnsanların bana saygı duymasını isterim prens. Nasıl desem, kalbimi armağan ettiğim insanlardan da beklerim bunu. Prens, ben kalbimi çok sık armağan ederim insanlara ve hemen her zaman aldatılırım. Bu adam değmiyordu bu armağanıma.
Prens kendini tutmaya çalışarak,
— Kafası çok karışık, dedi. Ayrıca bazı bakımlardan... ama yine de besbelli iyi bir kalbi, kurnaz ve kimi zaman muzip bir beyni var.
Prensin ifade inceliği, saygılı tavrı generali (arada bir ona kuşkuyla baksa da) etkilemişe benziyordu. Ancak prensin tavrı öylesine doğal, öylesine içtendi ki, sözlerinden kuşku duymak olanaksızdı.
General sözünü kesti:
— Bu şahsın iyi özelliklerinin de olduğunu ona dostluğumu armağan ederek önce ben gösterdim. Bir ailem varken, onun evine de, konukseverliğine de ihtiyacım yok benim. Eksik yanlarımı, hatalarımı kabul ediyorum. Tutamadım kendimi, onunla birlikte içtim, sanırım bu yaptığım için de ağlıyorum şimdi. Onunla yalnızca kafa mı çektim (sinirleri bozuk bu adamın açıkyürekli konuşmasındaki kabalığı bağışlayın prens), yalnızca kafa çekmek için mi dost oldum onunla? Sizin de sözünü ettiğiniz iyi özellikleri bağladı beni kendisine. Ama her şey bir yere kadar... iyi özellikler bile: Durup dururken gözünüzün içine bakarak, 1812'de daha bebekken sol bacağını kaybettiğini ve kopan bacağını Moskova'da Vagankov Mezarlığı'na gömdüğünü söyleyecek kadar ileri giderse, o kadarı da her türlü sınırı aşar artık, karşısındakine saygısızlık olur, küstahlık olur...
— Belki de şaka olsun diye anlatmıştır bunları...
— Anlıyorum, efendim. Neşelenmek için, kaba da olsa, masum bir şaka... İnsan alınmaz böyle bir şakadan. Doğrusunu isterseniz, bazı insan sırf dostluğundan, arkadaşını neşelendirmek için yalan da söyleyebilir. Ama işi saygısızlığa vardırırsa, saygısızlık ilişkiyi bozar, soylu bir insan küstah adama haddini bildirmek, elini ayağını çekmek, ilişkiyi kesmek zorunda kalır.
Konuşurken yüzü bile kıpkırmızı olmuştu generalin.
— Evet, Lebedev 1812'de Moskova'da bulunmuş olamaz. Bunun için yaşı uygun değil. Çok komik.
— Önce bu... Ama diyelim ki yaşı tutuyor; peki insanın gözünün içine baka baka, Fransız avcı birliğinden bir erin topu ona doğrultup zevk olsun diye bacağına ateş et etmesine, kopan bacağını onun eğilip yerden almasına, eve götürmesine, sonra Vagankov Mezarlığı'na gömmesine, söylediğine göre, başına da bir yüzünde "14. dereceden devlet memuru Lebedev'in bacağı burada yatıyor", öteki yüzünde "O mutlu sabaha kadar huzur içinde dinlenin burada sevgili küller" yazılı bir mezar taşı koymasına, bütün bunlar yetmiyormuş gibi, gömdüğü bacağının anısına ölü duası okutmak için (bu ne dindarlık öyle) her yıl Moskova'ya gitmesine ne buyrulur? Anlattıklarının doğru olduğuna kanıt olarak da bacağının mezarını, hatta Fransızların geri çekilirken bıraktıkları, şimdi Kremlin'de sergilenen Fransız topunu göstermek için birlikte Moskova'ya gitmemizi öneriyor. Kale kapısından sonra on birinci top olduğunu söylüyor, eski tip küçük bir Fransız topuymuş.
Prens gülümsedi.
— Üstelik iki bacağı da sapasağlam! dedi. İnanın, masum bir şakadır bu yaptığı. Kızmayın ona.
— İzin verin bu kadarını ben de bileyim efendim. Bacaklarının sağlam olduğu ortada zaten. Gelgelelim, bu da inanılacak gibi değil, kopan bacağının yerine Çernosvitov'un ona takma bir bacak taktığını söylüyor...
— Ha, evet, Çernosvitov'un taktığı bacakla insanın dans bile edilebildiğini söylüyorlar.
— Biliyorum efendim. Çernosvitov ilk takma bacağı yaptığında önce gelip bana gösterdi onu. Ne var ki Çernosvitov ilk takma bacağı çok sonra yapmıştır... Ayrıca toprağı bol olsun karısının bile, evli oldukları sürece kocasının bir bacağının tahta olduğunu, bilmediğini söylüyordu. Kendisine bu anlattıklarının saçma olduğunu söylediğimde şöyle karşılık veriyordu: "Sen 1812'de Napolyon'un maiyet beyzadesi olduğuna göre, izin ver ben de bacağımı Vagankov Mezarlığı'na gömeyim."
— Yoksa siz... diye başlayacak oldu prens, ama hemen sustu.
General pek yüksekten ve neredeyse alaylı bakıyordu prense.
Sözcükleri özellikle uzatarak,
— Hadi getirin cümlenizin sonunu, getirin... dedi. Hoşgörülüyümdür, açık açık söyleyin söyleyeceğinizi. İtiraf edin, küçük düşmüş ve... işe yaramayan birini karşınızda görmek ve onun sözde büyük olaylara tanık olduğunu dinlemek haz veriyor size... Onun size birtakım dedikodular yetiştirdiği doğru, değil mi?
— Hayır, Lebedev bir şey söylemedi bana... Lebedev'den söz ediyorsanız tabii...
— Hım... Ben öyle sanmıyordum... Dün aramızda "Arşiv" dergisindeki şu... tuhaf yazıdan söz ediyorduk. Olayların bir tanığı olarak yazının saçma olduğunu söylemiştim... Ama yüzüme bakarak gülümsüyor musunuz prens?
— Yo, hayır, ben...
Uzatarak şöyle dedi general:
— Yaşıma göre genç gösteriyorum. Ama aslında gösterdiğimden çok daha yaşlıyımdır. 1812'de on, bilemediniz on bir yaşındaydım. Tam kaç yaşında olduğumu bilmiyorum. Nüfusa kaydımı bir yıl geç yaptırmışlar; ben de kişilik zayıflığımdan, ömür boyu bir yaş küçük olduğumu söyledim.
— Şunu bilmenizi isterim ki general, 1812'de Moskova'da bulunmanızı hiç tuhaf bulmuyorum ve... kuşkusuz, herkes gibi siz de tanık olduğunuz olayları anlatabilirsiniz... Bir otobiyografi yazarımız kitabına daha süt çocuğuyken 1812'de Moskova'da Fransız askerlerin onu ekmekle beslediklerini anlatmakla başlar.
General hoşgörüyle doğruladı prensi:
— Gördüğünüz gibi, benim olayım olağan olaylardan değil kuşkusuz, ama olağanüstü bir şey de yok içinde. Çoğu zaman gerçek olağandışı gibi görülür. Maiyet beyzadesi! Elbette tuhaf geliyor insanın kulağına. Ama on yaşlarında bir çocuğun başından geçenler hiç kuşku yok ki, onun yaşıyla açıklanabilir. On beş yaşında bir çocuk için olay öyle olmazdı kuşkusuz, çünkü o anda on beş yaşında olsaydım, Napolyon'un Moskova'ya girdiği gün kaçmakta geç kalan, korkudan tir tir titreyen annemi yalnız bırakıp, Eski Basmannaya'daki ahşap evimizden kaçamazdım. On beş yaşında olsaydım korkardım, ama on yaşında korkmadım, Napolyon sarayın önünde atından inerken kalabalığı yarıp sarayın kapısına kadar ilerledim.
Prens,
— On yaşında bir çocuğun korkmayacağını çok doğru söylediniz... dedi, ama yüzünün kızaracağı endişesiyle sözünün sonunu getiremedi.
— Elbette. Ve her şey yalnızca gerçekte olabileceği gibi son derece sade, doğal bir biçimde olup bitti. Bir yazar bu olayı anlatmaya kalksaydı, efsaneye çevirir, inanılmayacak şeyler saçmalardı.
— Çok doğru! diye haykırdı prens. Uzun zamandır ben de aynı şeyi düşünüyordum. Saat yüzünden işlenmiş gerçek bir cinayet biliyorum. Gazetelerde bile yer aldı. Hele bir yazar böyle bir olay düşünüp kitabında ona yer verecek olsaydı, halk yaşamını pekiyi bilen kişiler, eleştirmenler hemen yaygarayı koparır, bunun inanılmayacak bir olay olduğunu bağırmaya başlarlardı. Ne var ki gerçekte olmuş bu olayı siz gazetelerde okuduğunuzda bunun Rus gerçeğinin bir örneği olduğunu hissedersiniz. (Yüzünün kızarmasından kurtulduğuna çok sevinen prens coşkuyla şöyle bitirdi sözünü:) Bunu çok doğru söylediniz general!
Sevinçten gözleri yalazlanan general,
— Öyle değil mi ama? Öyle değil mi? diye haykırdı. Küçücük çocuk ne anlar tehlikeden? Pırıl pırıl ışıkları, sırmalı üniformaları, gösterişli subayları ve nihayet öylesine çok sözünü ettikleri o büyük insanı görmek için kalabalığı yararak ilerliyor. Çünkü küçük çocuğa birkaç yıldır hep ondan söz etmişlerdi. Her yerde o vardı... Nasıl desem, annemin emdiğim sütünde bile o vardı... İki adım ötemden geçerken birden benim kendisine bakışımı fark ediyor Napolyon. Üzerimde bir soylu giysisi vardı. Güzel giydirirlerdi beni. Öyle bir kalabalığın içinde yalnızca ben, kabul edersiniz ki...
— Hiç kuşku yok, sizi görünce şaşırmıştır, soyluların hepsinin kenti terk etmediğinin, çocuklarıyla evlerinde kaldığının kanıtı olmuştur ona bu.
— Evet, evet, aynen öyle! Soyluları yanına çekmek istiyordu! Kartal bakışını bana doğrultunca karşılığında benim gözlerim de parlamış olacak: "Voilà un garçon bien éveillé! Qui est ton pére?" Heyecandan tıkanarak hemen cevap verdim: "Vatanı için savaş alanında canını vermiş bir general!"— "Le fils d'un boyard et d'un brave pardessus le marché! J'aime les boyards. M'aimes-tu petit?" Onun çabucak sorduğu bu soruya ben de çabucak cevap verdim: "Rus kalbi, yurdunun düşmanı bile olsa, büyük insanı bilir!" Aslında tam böyle mi dedim, hatırlamıyorum... çok küçüktüm daha... ama bu anlamda bir şeyler söylemiş olmalıyım! Ben böyle söyleyince şaşırdı Napolyon, bir an düşündükten sonra yanındakilere dönüp şöyle dedi: "Şu çocuktaki gurura bakın! Bütün Ruslar bu çocuk gibi düşünüyorsa, o zaman..." Cümlesinin sonunu getirmeden saraya girdi. Yüksek rütbeli subaylar arkasından koşuştu, hemen ben de aralarına karıştım. Beni imparatorun gözdesi gibi gördükleri için subaylar yana çekilip yol veriyorlardı. Ama bütün bunlar hayal görüyormuşum gibi bir anda olup bitmişti... Hatırladığım yalnızca, imparatorun büyük salona girdikten sonra dosdoğru gidip İmparatoriçe Yekaterina'nın portresi önünde durduğu, tabloya uzun uzun baktıktan sonra sonunda dalgın, "Çok büyük bir kadındı!" dediği ve yürüyüp gittiği. İki gün sonra Moskova'da, Kremlin'de herkes tanıyordu beni, "le petit boyard" diyorlardı. Eve yalnızca yatmaya gidiyordum. Olayı öğrenince bizimkiler az kaldı akıllarını yitireceklerdi. İki gün sonra Napolyon'un maiyet beyzadesi Baron de Bazancourt öldü. Seferin ağır koşullarına dayanamamıştı. O zaman beni hatırladı Napolyon. Ne olup bittiğini söylemeden alıp götürdüler beni, on iki yaşında ölen çocuğun üniformasını ölçüp giydirdiler bana ve imparatorun karşısına çıkardılar, başını eğerek onay verdi. Yüce imparatorun benim maiyet beyzadeliğine atanmamı uygun gördüğünü söylediler bana. Sevinçliydim. Gerçekten de baştan beri büyük bir hayranlık, sempati duyuyordum ona... Ayrıca kabul edersiniz ki, pek gösterişli bir üniformaydı üzerimdeki, o yaşta bir çocuk için bu da önemlidir... Dar uzun kuyruklu, koyu yeşil üniformamla dolaşıyordum ortalarda; altın düğmeli, kırmızı şeritli kol ağızları kürklü, sırmalıydı, önden açık dimdik yakaları ve etekleri altın işlemeliydi. Dar, beyaz pantolonum, beyaz tozluklarım, bembeyaz yeleğim, ipek çoraplarım, tokalı iskarpinlerim... İmparatorun at gezilerinde maiyette ben de varsam, yüksek konçlu çizmelerim... Gerçi durum pek parlak değildi, büyük felaketlerin yaklaştığı hissediliyordu, ama yine de gösterişli saray törenlerinden elden geldiğince geri kalmıyorlardı, hatta felaket beklentisi ne kadar güçlenirse, gösterişe de o ölçüde önem veriyorlardı.
Prens neredeyse şaşkın bir durumda,
— Doğru, elbette... diye mırıldandı. Anılarınızı yazsanız... çok ilginç olurdu.
General, daha dün Lebedev'e anlattıklarını yinelemekte olduğu için elbette hiç takılmadan, akıcı bir biçimde anlatabiliyordu; ama şimdi tekrar kuşkulu kuşkulu bir göz attı prense ve gururu bir kat daha artmış gibi,
— Anılarımı, dedi, anılarımı mı yazayım? Hiç böyle bir istek duymadım prens! Doğrusunu isterseniz, yazdım, evde masamın üzerinde duruyorlar. Varsın, beni toprağa verdikten sonra ortaya çıkarsınlar onları ve başka dillere çevirsinler. Kitabımı yazınsal değeri olduğu için değil, hayır, küçük bir çocuk olsam da, tanık olduğum o çok büyük olaylar önemli olduğu için bassınlar. Ayrıca bir çocuk olarak "o büyük insana" çok da yakın oldum, yatak odasına bile girdim! O "mutsuz devin" inlemesini dinledim geceleri. Bir çocuğun karşısında inlemekten, ağlamaktan utanamıyordu. Oysa ben onun acılarının nedeninin İmparator Aleksandr'ın suskunluğu olduğunu biliyordum.
Prens çekingen bir tavırla onayladı generalin dediğini:
— Evet, barış için... mektuplar yazmıştı...
— Mektuplarında hangi önerilerin olduğunu kesin bilmiyoruz, ama her gün, her saat peş peşe mektuplar yazıyordu! Korkunç derecede heyecanlıydı. Bir gece yalnızdık, koşup ağlayarak sarıldım boynuna (ah, seviyordum onu!): "Özür dileyin, özür dileyin İmparator Aleksandr'dan!" diye haykırdım. Asıl şöyle demem gerekirdi: "Barış yapın İmparator Aleksandr ile," ama bir çocuk olduğum için düşüncemi olanca saflığımla, aklıma geldiği gibi söylemiştim. "Ah benim çocuğum!" diye karşılık verdi. Odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. "Ah benim çocuğum!" Benim on yaşında olduğumun farkında değilmiş gibiydi, hatta benimle sohbet etmekten hoşlanıyordu da sanki. Sürdürdü konuşmasını: "Ah benim çocuğum, İmparator Aleksandr'ın ayaklarını öpmeye bile hazırım. Ama hep o Prusya kralı yüzünden, Avusturya kralı yüzünden, nefret ediyorum onlardan ve... nihayet... politikadan hiç anlamıyorsun sen çocuk!" Kiminle konuştuğunu o anda fark etmiş gibi birden sustu, ama gözleri hâlâ şimşekler çakıyordu. Çok büyük olayların canlı tanığı olarak anlatsaydım bütün bunları, şimdi de yayınlasaydım bütün eleştirmenler, yazın dünyasının bütün ünlüleri, bütün bu kıskanç insanlar, yandaşlar ve... yo, hayır efendim, bağışlayın, devam edemeyeceğim!
Prens bir an düşündükten sonra mırıldanarak karşılık verdi:
— Yandaşlar konusunda çok haklısınız, ben de sizin gibi düşünüyorum. Bakın, geçenlerde Charras'ın "Waterloo Savaşı"nı okudum. Hiç kuşku yok, önemli bir kitap. Konunun uzmanları yazarın olayı çok iyi bildiğini söylüyorlar. Ama her sayfada satırlar arasından yazarın Napolyon'un küçük düşmesinden duyduğu haz hissettiriyor kendini. Napolyon'un öteki savaşlarında gösterdiği yeteneğinin de tartışmaya açılabilmesi mümkün olsaydı, Charras'ın bundan da büyük haz duyacağı belliydi. Oysa böyle ciddi bir esere hiç de yakışmıyor bu, çünkü doğrudan doğruya yandaş bir tutum var orada. İmparatorun yanında göreviniz çok mu zamanınızı alıyordu?
General coşmuştu. Prensin ciddi, içten sözleri içindeki son kuşku kırıntısını da silip atmıştı.
— Charras! Ah, nefret etmiştim ondan! O zaman bir mektup yazmıştım kendisine, ama... ne yazdığımı hatırlamıyorum... Görevimin çok zamanımı alıp almadığını soruyorsunuz. Hayır! "Maiyet beyzadesi" diyorlardı, ama o zaman bile pek ciddiye almıyordum bunu. Öte yandan, çok kısa bir zaman sonra Ruslarla uzlaşabileceğine olan bütün umudunu yitirmeye başladı Napolyon. Politika gereği yakınlık gösterdiği beni de, eğer... gerçekten sevmeseydi, kuşkusuz uzaklaştırırdı yanından. Şimdi inanarak söylüyorum bunu. Kalbim çekiyordu beni ona... Bir şeyler yapmamı isteyen yoktu benden: Arada bir sarayda gözükmek... atla dolaşmaya çıktığında imparatorun yanında olmak... benden beklenen bu kadardı işte. Ata iyi biniyordum. İmparator atla dolaşmaya akşam yemeklerinden önce çıkıyordu. Maiyetinde genellikle Mareşal Davout, ben ve imparatorun atlı özel koruması Roustan oluyorduk...
Prens elinde olmadan mırıldandı nedense:
— Ya Constant?
— Hayır, o sıralar Constant Moskova'da değildi. İmparatoriçe Josephine'e mektup götürmüştü. Onun yerine iki emir subayıyla birkaç Leh süvari subayı vardı... Bütün maiyet erkânı bu kadardı işte. Tabii, Napolyon'un çevreyi, birliklerin nasıl yerleştiğini birlikte görmek, fikir alışverişinde bulunmak için yanına aldığı generallerin, mareşallerin dışında... Şimdi hatırladığım kadarıyla, daha çok Davout olurdu yanında: İriyarı, şişman, son derece soğukkanlı, gözlüklü, bakışları çok tuhaf biriydi Davout. İmparator en çok onunla fikir alışverişinde bulunurdu. Onun düşüncelerine değer verirdi. Hatırlıyorum, kimi zaman günlerce fikir alışverişinde bulunurlardı. Davout sabah akşam gelir, görüşürdü imparatorla. Çoğu zaman tartıştıkları bile olurdu. Sonunda onun fikrini yavaş yavaş kabul ederdi Napolyon. Bir gün çalışma odasında yalnızdılar, yalnızca ben vardım yanlarında. Benim orada olduğumun farkında bile değillerdi. Bir ara Napolyon'un gözü ilişti bana, o anda tuhaf bir ifade belirdi gözlerinde. Birden şöyle dedi: "Çocuk! Sen ne dersin? Ortodoksluğu kabul edip, toprağa bağlı kölelerinize özgürlüklerini versem Ruslar arkamdan gelirler mi?" Büyük bir öfke içinde "Asla!" diye haykırdım. Napolyon şaşırdı. "Bu çocuğun gözlerinde parlayan yurtseverlik ışığında Rus halkının düşüncesini okudum," dedi. "Yeter Davout! Olmayacak bir hayal sizin bu dediğiniz! Öteki projenizi anlatın bana."
— Evet ama, bu da fena bir proje değilmiş! dedi prens. (Bunu ilginç bulduğu belliydi.) Yani sizce Davout'nun projesiydi bu, öyle mi?
— En azından, konuyu karşılıklı görüşüyorlardı. Elbette Napolyon'undu düşünce, ona yakışır büyük bir düşünceydi çünkü... ne var ki öteki düşünce de birinciden aşağı kalmazdı... Napolyon'un Davout'a dediği gibi, en ünlü plan "conseil du lion" dedikleri öteki düşünceydi. Bu planın özü şöyleydi: Bütün ordu Kremlin'e kapanacak, orada barakalar yapılacak, siperler kazılacak, toplar savunma düzeninde yerleştirilecek, elden geldiğince çok at kesilecek, etleri tuzlanacak, elden geldiğince çok ekmek yağmalanacak ve ilkbahar beklenecek, ilkbaharda Rus ordusunu yarma harekâtına geçilecekti. Bu plan Napolyon'u çok heyecanlandırmıştı. Her gün Kremlin duvarlarının dört bir yanını atla dolaşıyorduk. Napolyon bana nerelerin yıkılacağını, barakaların nerelere yapılacağını, savunma hattının nasıl yerleştirileceğini, tabyaların nasıl dizileceğini, siperlerin nasıl kazılacağını tek tek anlatıyordu. Sonunda her şey kararlaştırılmıştı. Davout verdikleri son kararı heyecanla savunuyordu. Bir gün yine ikisi yalnızdı, üçüncü kişi olarak bir ben vardım yanlarında. Napolyon kollarını göğsünün üzerinde çapraz kavuşturmuş, yine odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. Gözlerimi ayıramıyordum ondan. Kalbim duracakmış gibi çarpıyordu. "Ben gidiyorum," dedi Davout. "Nereye?" diye sordu Napolyon. "At eti tuzlamaya," dedi Davout. Ürperdi Napolyon, kaderi belli olmak üzereydi. Birden bana dönüp şöyle dedi: "Çocuk! Verdiğimiz karara ne diyorsun?" Kuşkusuz, bunu bana sorması, çok büyük zekâ sahibi bir insanın kimi zaman son anda işi yazı turaya dökmesi gibi bir şeydi. Ben Napolyon'a cevap verecek yerde Davout'a döndüm, büyük bir coşkuyla şöyle dedim: "Hemen tabanları yağlayın general, evinize dönün!" Projeden vazgeçilmişti. Davout omuz silkti, odadan çıkarken kendi kendine mırıldanıyordu: "Bah! II devient superstitieux!"Ertesi gün çekilme emri verildi.
Prens aşırı derece sakin,
— Bütün bunlar çok ilginç, diye mırıldandı. Her şey anlattığınız gibi olduysa... (Hemen düzeltmeye çalıştı:) Yani demek istediğim...
General anlattıklarından çok etkilenmiş, duygulanmıştı. Böylesine aşırı dikkatsiz bir söz bile durduramadı onu.
— Ah prens! diye haykırdı. "Her şey anlattığınız gibi olduysa," diyorsunuz! Oysa daha çoğu bile oldu, çok daha çoğu! Bu anlattıklarım ufacık şeylerdi, politik şeyler. Ama tekrar söylüyorum size, geceleri o büyük insanın döktüğü gözyaşlarına, inlemelerine tanık oldum. Benden başka tanığı olmadı bunun! Anlayacağınız, ağlamasına ağlamıyordu kuşkusuz, gözyaşı falan da dökmüyordu, yalnızca arada bir inliyordu. Ama yüzü giderek kararıyordu sanki. Sonsuzluk simsiyah kanatlarını germiş gibiydi üzerine. Kimi geceler baş başa, hiç konuşmadan saatlerce otururduk. Özel koruması Roustan'ın bitişik odada horladığı duyulurdu bazen. Ölü gibi uyurdu Roustan. Napolyon onun için "Bana ve tahtıma sadıktır," derdi. Bir gece çok acımıştım ona. Birden gözlerimde yaşları fark etti. Sevgiyle baktı yüzüme. "Benim için üzülüyorsun sen!" diye haykırdı. "Yalnızca sen ve belki bir de başka bir çocuk, oğlum, le roi de Rome üzülüyor bana... Geri kalan bütün çocuklar nefret ediyor benden; en başta da kardeşlerim mutsuz ediyorlar beni!" Hüngür hüngür ağlayarak boynuna atıldım, o da tutamadı kendini, sarıldık birbirimizin boynuna, gözyaşlarımız birbirine karıştı. Şöyle dedim ona: "İmparatoriçe Josephine'e bir mektup yazın, bir mektup yazın ona!" Ürperdi Napolyon, bir an düşündü, sonra şöyle dedi: "Beni seven üçüncü kalbi hatırlattın bana şu anda... Teşekkür ederim sana dostum!" Hemen oturup Josephine'e bir mektup yazdı, ertesi gün de Constant ile yolladı.
— Çok iyi yapmışsınız, dedi prens. Kötü düşünceler arasında güzel bir duyguya yönlendirmişsiniz onu.
General heyecanla,
— Haklısınız prens, çok doğru söylediniz! diye haykırdı. (Tuhaftır, gerçek gözyaşları vardı gözlerinde.) Kalbinizin iyiliğinden böyle söylüyorsunuz. Evet prens, evet, çok büyük bir andı o an! Hem biliyor musunuz, az kaldı onunla Paris'e gidecektim. Gitseydim, hiç kuşku yok, "sürüldüğü o kavurucu sıcak adada" yalnızlığını paylaşacaktım. Heyhat! Kader ayırdı bizi! Ayrıldık işte: O kavurucu sıcak adada hüzünlü olduğu dakikalarda arada bir olsun, zavallı bir çocuğun onunla vedalaşırken boynuna sarılıp büyük acılar içinde döktüğü gözyaşlarını hatırlıyor mudur acaba? Beni askeri liseye yolladılar. Orada yalnızca sıkı disiplin, arkadaşların kabalığı vardı, bir de... Heyhat! Her şey bitmişti! Fransız ordusu Moskova'dan ayrılırken "Annenden ayırmak istemediğim için yanımda götürmüyorum seni!" dedi. "Ama senin için bir şey yapmak isterdim," diye ekledi. O sırada atına biniyordu. Çok üzgün, sinirleri bozuk olduğu için çekinerek, "Kız kardeşimin albümüne hatıra olarak bir şey yazın," dedim. Dönüp kalem istedi, albümü aldı, kalem elinde, sordu bana: "Kaç yaşında kız kardeşin?"— "Üç yaşında," diye cevap verdim. "Petite fille alors." Ve şöyle yazdı albüme:
"Ne mentez jamais!
Napoléon, votre ami sincére."
Öyle bir anda böyle bir öğüt, düşünebiliyor musunuz prens?
— Evet, çok ilginç.
— Kız kardeşim altın bir çerçeve yaptırdı albümünün o sayfasına, odasının en göze batan duvarına astı. Ölünceye kadar (doğum yaparken öldü) orada asılı durdu Napolyon'un o notu. Şimdi nerede olduğunu bilmiyorum... ama... ah, Tanrım! Saat iki olmuş! Çok zamanınızı aldım prens! Çok ayıp bu yaptığım.
Ayağa kalktı general. Prens alçak sesle,
— Yo, hiç de değil! dedi. Çok güzel zaman geçirdik ve... ayrıca... anlattıklarınız çok ilgimi çekti... size çok teşekkür ederim!
General prensin elini yine acıtırcasına sıkarak,
— Prens! dedi. (Sanki o anda kendine gelmiş, ansızın bir şeyi hatırlamış da şaşırmış gibi ışık saçan gözlerle prensin yüzüne bakıyordu.) Prens! O kadar iyisiniz, o kadar safsınız ki, bazen acımak geliyor size içimden. İçim ısınıyor size bakınca. Ah, Tanrı korusun sizi! Yaşamınız... aşkla dopdolu, apaydınlık olsun! Benimki bitti artık! Ah, bağışlayın, bağışlayın beni prens!
Ellerini yüzüne kapayıp çabuk adımlarla çıktı gitti. Prens onun heyecanının içtenliğinden kuşku duyamazdı. Yaşlı adamın, elde ettiği başarıyla mutlu, odadan çıktığının da farkındaydı. Ama yine de prens onun haz duyarak, hatta zevkten kendinden geçercesine yalan söyleyenlerden, ama duydukları zevkin doruğundayken bile söylediklerine karşısındakilerin inanmadığından, inanamadığından kuşku duyanlardan olduğunu hissediyordu. İçinde bulunduğu durumda yaşlı adam aklını başına toplayabilir, aşırı derecede utanabilir, prensin ona acıdığından kuşkuya düşebilir, gücenebilirdi. Birden endişelendi prens: "İhtiyarı bu kadar heyecanlandırmakla iyi etmedim mi acaba?" Tutamadı kendini, on dakika kadar deliler gibi kahkahalarla güldü. Bu gülüşü için kendine sitem edebilirdi, ama burada sitemi gerektirecek bir şeyin olmadığını, çünkü generale çok acıdığını anlamıştı.
Önsezileri gerçekleşmişti prensin. Akşamüzeri kısa, ama kararlı bir dille yazılmış tuhaf bir not aldı. General, prensle artık tüm bağlarını temelli koparıp attığını, ona saygı ve minnettarlık duyduğunu, ama prensten bile gelse, onu küçülten "zaten mutsuz bir insan olan bu insana acınmasını" istemediğini yazıyordu. Prens yaşlı adamın Nina Aleksandrovna'nın yanına gittiğini öğrenince onun adına sevinmişti. Ama generalin Lizaveta Prokofyevna'nın evinde de birtakım saçmalıklar yaptığını anlatmıştık. Şimdi onun orada yaptıklarını ayrıntılarıyla anlatacak durumda değiliz. Ancak kısaca şöyle diyebiliriz: Bu görüşmelerinde general korkutmuştu Lizaveta Prokofyevna'yı ve Gavrila ile ilgili üstü kapalı acı bir şeyler anlatarak kızdırmıştı. Sonuçta kapı dışarı etmişlerdi onu. İşte bunun için de evde öyle bir gece ve sabah geçirmiş, iyice çıldırmış, deli gibi kendini sokağa atmıştı.
Kolya hâlâ ne olduğunu anlayamıyor, sertlikle durumu düzelteceğini umuyordu.
— Böyle nereye gidiyoruz, söyler misiniz general? diyordu. prense gitmek istemiyorsunuz, Lebedev'le kavga ettiğinizi söylüyorsunuz, yanınızda para yok, bende zaten hiç yok: Bu durumda sipsivri kaldık sokağın ortasında.
— Kös kös oturacağına sipsivri kalırsın, daha iyi... diye mırıldandı general. Bu söz oyunuyla... kırk dörtte... subay arkadaşları coşturur... kahkahalarla güldürürdüm... Bin... sekiz yüz... kırk dörtte... Evet!.. Hatırlamıyorum... Ah, hatırlatma bana, hatırlatma! "Nerede gençliğim, nerede o hayat dolu günlerim!" Böyle haykırıyordu... Kim nerede böyle haykırıyordu Kolya?
Kolya babasına ürkek ürkek bakarak karşılık verdi:
— Gogol'ün "Ölü Canlar"ında, baba.
— Ölü Canlar! Ah, evet Ölü Canlar! Beni mezara koyduklarında mezar yaşıma "Burada ölü bir can yatıyor" diye yazdır!
"Yüz karası bırakmıyor peşimi!"
Peki, bunu kim söylemişti Kolya?
— Bilmiyorum babacığım.
General birden sokağın ortasında durdu.
— Yeropegov yokmuş! diye bağırdı. Yeroşka Yeropegov!.. Evet, öyle işte, oğlum söylüyor bunu, hem de öz oğlum! On bir ay öz kardeşimin yerini tutmuştu Yeropegov, onun için düello bile etmiştim... İçki sofrasında Prens Vıgoretski şöyle demişti ona: "Yeropegov, nerede kazanmıştın sen şu Anna nişanını, anlatsana bize?" Yeropegov cevap vermişti: "Savaş meydanlarında vatanımı savunarak!" Tutamamıştım kendimi, araya girip birden bağırmıştım: "Yaşa Yeropegov!" O yüzden düelloya çağırmıştı beni Vıgoretski... Sonra evlenmişti Yeropegov... Marya Petrovna Su... Sutugina ile... bir süre sonra da savaş alanında vurulup öldü. Boynumdaki haçtan seken mermi gidip onun alnına saplanmıştı. "Hiç unutmayacağım seni!" diye haykırarak yere yığılmıştı. Ben... ben her görevimi dürüstçe, onurumla yerine getirdim Kolya. Ama "yüz karası bırakmıyor peşimi!" Nina ile sen geleceksiniz mezarıma... "Zavallı Nina!" Eskiden hep böyle derdim ona Kolya. Çok eskiden, daha en başta... Çok sevinirdi ben böyle deyince... Nina, Nina! Kaderinle nasıl oynadım! Nasıl, neden seviyorsun beni, ey sabrı sonsuz kadın? Senin annen bir melektir Kolya, duyuyor musun beni, bir melek!
— Biliyorum babacığım, biliyorum canım, hadi eve, annemin yanına dönelim! Demin biz evden çıkarken arkamızdan koşuyordu. Neden durdunuz? Ne dediğimi anlamıyor gibisiniz... Neden ağlıyorsunuz babacığım?
Kolya kendi de ağlamaya başladı, babasının ellerini öpüyordu.
— Ellerimi öpüyorsun, benim ellerimi öpüyorsun!
— Evet babacığım, sizin ellerinizi öpüyorum. Neden şaşırdınız? Sokağın ortasında neden böğürüp duruyorsunuz? Bir generalsiniz siz, bir askersiniz, hadi gidelim!
— Bu rezil, evet rezil ihtiyara, babana... saygılı davrandığın için Tanrı korusun seni, le roi de Rome... gibi bir çocuk versin sana... Ah, lanet olsun, lanet olsun sizin o evinize!
Birden tepesi attı Kolya'nın.
— Nedir istediğiniz? Ne oldu? Neden eve dönmek istemiyorsunuz? Aklınızı mı yitirdiniz?
— Açıklayacağım sana, anlatacağım... Her şeyi anlatacağım sana. Bağırma öyle, duyacaksın... le roi de Rome... Öf, midem bulanıyor, içim daralıyor!
"Dadıcığım, mezarın nerede senin?"
Kimdi böyle haykıran Kolya?
— Bilmiyorum! Hadi hemen eve dönelim artık, hemen şimdi! Gerekirse Gavrila'ya dersini ben vereceğim... Yine nereye gidiyorsunuz?
Ama general hemen oradaki bir evin kapısına doğru çekiyordu Kolya'yı.
— Nereye? Yabancı bir ev bu!
General evin önündeki merdivenin basamağına oturmuş, Kolya'yı çekeleyip duruyordu.
— Eğil, eğil! diye mırıldandı. Anlatacağım sana... rezalet... Eğil... kulağını yaklaştır... Kulağına söyleyeceğim...
Korkmaya başlamıştı Kolya, ama yine de uzattı kulağını.
— Neyiniz var?
— Le roi de Rome... diye fısıldadı general.
Sanki titriyordu.
— Ne dediniz? Nereden çıktı bu le roi de Rome? Ne oluyoruz?
General "çocuğunun" omzuna giderek daha çok yaslanarak,
— Ben... ben... diye fısıldadı, benim istediğim, sana... Marya, Marya... Petrovna Su-su-su...
Kolya birden geri attı kendini, deli gibi tuttu omuzlarından generali, yüzüne baktı. İhtiyarın yüzü kıpkırmızı, dudakları mosmordu, yüzünde kaslar hafifçe seğiriyordu. Birden öne doğru eğilmeye, yavaşça Kolya'nın kollarına düşmeye başladı.
Sonunda durumu anlayınca bütün sokakta duyulacak kadar yüksek sesle bağırdı Kolya.
— Kriz!..
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top