IV
IV
Rogojin'le birlikte eve yaklaştığında bütün ışıkları yanan verandada gürültülü bir kalabalığın olduğunu görünce şaşırdı prens. Neşeli kalabalık kahkahalar atıyor, bağırıp çağırıyordu. Yüksek sesle tartışanlar bile vardı. Çok iyi vakit geçirdikleri ilk bakışta anlaşılıyordu. Verandaya çıkınca prens gerçekten de içtiklerini, hem şampanya içtiklerini hemen anlamıştı. Görünüşe bakılırsa içmeye başlayalı çok oluyordu ve içenlerin çoğu sarhoş bile olmuştu. Konuklar prensin tanıdıklarıydı. Ama tuhaf olan, prensin kimseyi çağırmamış, üstelik doğum günü olduğunu kendisi de biraz önce rastlantı sonucu hatırlamış olmasına karşın, konukların doğum gününe çağrılıymışlar gibi toplanmalarıydı.
Rogojin, prensin arkasından verandaya çıkarken mırıldanıyordu:
— Birine şampanya çıkaracağını söylemişsin, hepsi koşup gelmiş... Biliriz böylelerini. (Yakın geçmişteki kendi durumunu hatırlamış olacak, neredeyse öfkeyle ekledi:) Onlara bir "ıslık çal", yeter...
Herkes haykırışlarla, kutlamalarla karşıladı prensi, hemen aldılar çevresini. Bazıları çok gürültü ediyordu, bazıları daha bir sakindi. Prensin yaş günü olduğunu duymuş, onu kutlamak için acele ediyorlardı. Hepsi sıraya girmişti. Birkaç kişinin, sözgelimi Burdovskiy'in orada bulunması şaşırtmıştı prensi. En şaşırdığı da, kalabalığın arasında birden Yevgeniy Pavloviç'i görmüş olmasıydı. Prens gözlerine inanmak istemiyordu, neredeyse telaşlanmıştı bile.
Tam o sırada Lebedev yüzü kıpkırmızı, heyecanla bir şeyler söyleyerek koştu yanına. İyice olmuşa benziyordu. Söylediklerinden, herkesin burada gayet doğal biçimde, hatta tesadüfen toplandığı anlaşılıyordu. Akşam olmadan İppolit gelmiş, kendini çok iyi hissettiği için prensi verandada beklemeye karar vermiş. Orada divana uzanmış. Sonra arkasından bütün ailesiyle Lebedev gelmiş yanına, yani General İvolgin ve kızlarıyla... Burdovskiy İppolit'le gelmiş. Gavrila ile Ptitsın, anlaşılan çok sonra oradan geçerlerken uğramışlar (istasyondaki olayla aynı zamana rastlıyor olmalıydı bu). Sonra Keller gelmiş, prensin doğum günü olduğunu söylemiş ve şampanya istemiş. Yevgeniy Pavloviç ise yaklaşık yarım saat önce gelmiş. Şampanya ve eğlence için en çok ısrar eden Kolya olmuş. Lebedev seve seve getirmiş içkileri.
Peltek peltek şöyle diyordu prense.
— Ama benden bunlar, benden! Doğum gününüzü size yakışır biçimde kutlamak için getirdim bunları, hepsi benden, ayrıca ikramım da olacak, mezelere gelince, mezeleri kızım hazırlıyor. Burada neyi tartıştığımızı bilseydiniz prens... Hamlet'i bilirsiniz: "Olmak ya da olmamak!" Güncel bir konu bu efendim, güncel! Sorular ve cevaplar... En çok da Bay Terentyev... Uyumak istemiyor! Ancak bir iki yudum şampanya içti, o kadarının bir zararı olmaz ya... Gelin bakın ve siz karar verin prens! Hepimiz sizi bekliyorduk, sizin parlak zekânızı...
Prens kalabalığı yararak aceleyle ona yaklaşmaya çalışan Vera Lebedeva'nın sevecen, tatlı bakışını fark etti. Herkesten önce ona uzattı elini. Duyduğu sevinçten kıpkırmızı olmuştu kızın yüzü. Prense "bugünden sonra mutlu bir hayat" dileğinde bulundu. Sonra mutfağa koştu. Orada meze hazırlıyordu. Aslında prensin gelişinden önce de sık sık mutfaktan verandaya çıkıyor, içkili konukların onun için son derece soyut, tuhaf konularda sonu gelmez tartışmalarını dinliyordu. Küçük kız kardeşi yan odada sandığın üzerinde ağzı açık uyuyordu, ama Lebedev'in küçük oğlu Kolya ile İppolit'in yanında ayakta duruyordu. Yalnızca heyecanlı yüzündeki ifadeden onun orada öyle daha on saat dikilip konuşmaları büyük bir zevkle dinlemeye hazır olduğu belliydi.
Prens, Vera'dan hemen sonra elini sıkmak için kendisinin yanına geldiğinde İppolit şöyle dedi:
— Uzun süredir bekliyordum sizi ve buraya böyle mutlu geldiğinize çok sevindim.
— Peki ama, "böyle mutlu" olduğumu nereden anladınız?
— Yüzünüzden belli. Herkesle selamlaştıktan sonra hemen gelin, yanımıza oturun. Özellikle bekliyordum sizi.
Beklediğini üzerine basarak belirtmişti. Prensin "bu kadar geç saate kadar oturmasının sağlığı için zararlı olabileceği" uyarısına da üç gün önce ölmeyi istiyorken, o akşam kendini her zamankinden daha sağlıklı hissettiğini, buna da şaşırdığı söyleyerek cevap verdi.
Burdovskiy birden ayağa fırladı, İppolit'e "öyle..." bir "yol arkadaşlığı ettiğini", kendisinin de buraya geldiği için mutlu olduğunu, mektubunda "saçmaladığını", şimdi ise "çok mutlu olduğunu..." mırıldandı, sözünü bitirmeden de kuvvetlice sıktı prensin elini ve sandalyesine oturdu.
Prens en son Yevgeniy Pavloviç'in yanına gitti. Hemen koluna girdi, alçak sesle fısıldadı:
— Çok önemli bir konuda yalnızca iki kelime konuşacağım sizinle... Bir dakikalığına kenara çekilebilir miyiz?
O anda başka bir ses öteki kulağına fısıldamıştı:
— İki kelime...
Ve başka bir kol öteki koluna girmişti. Prens başını çevirince saçı başı darmadağınık, yüzü kıpkırmızı, ona göz kırparak gülümseyen, nereden çıktığı belli olmayan Ferdışçenko'yu görünce şaşırdı.
— Ferdışçenko'yu hatırladınız mı?
— Nereden çıktınız? diye haykırdı prens.
Koşup prensin yanına gelen Keller yüksek sesle,
— Çok pişman! dedi. Saklanıyordu sizden, karşınıza çıkmak istemiyordu, şu köşedeydi, o çok pişman prens, kendini suçlu hissediyor.
— Peki ama, neden, neden?
— Demin karşılaştım kendisiyle ve alıp buraya getirdim onu. Çok iyi dostumdur. Ama pişmanlık duyuyor.
— Çok sevindim, dedi prens. Geçin şuraya, öteki konukların yanına oturun, ben şimdi geleceğim.
Nihayet aceleyle Yevgeniy Pavloviç'in yanına yürüdü. Yevgeniy Pavloviç,
— Burası çok keyifli, dedi. Hiç sıkılmadan yarım saat bekledim sizi. Böyle işte, sevgili Lev Nikolayeviç. Kurmışev konusunu bütünüyle hallettim, kaygılanmanıza gerek kalmadığını size haber vermek için uğradım. Huzursuz olmanızı gerektirecek bir şey kalmadı, olaya son derece mantıklı yaklaştı. Bence daha çok da o suçluydu.
— Kim bu Kurmışev?
— Bugün kolunu tuttuğunuz kişi... Öylesine öfkelenmişti ki, yarın düelloya çağıracaktı sizi.
— Saçma şeyler bunlar!
— Elbette saçma, sanırım başka bir saçmalıkla da sonuçlanacaktı. Ne yaparsınız ki, bizde bu tür insanlar...
— Sanırım başka bir şey için daha gelmiştiniz buraya Yevgeniy Pavloviç?
Güldü Yevgeniy Pavloviç.
— Ah elbette, bir şey daha vardı... Sevgili prens, yarın sabah ortalık aydınlanır aydınlanmaz o tatsız olayla (amcamın ölümüyle) ilgili olarak Petersburg'a gideceğim. Düşünebiliyor musunuz, olanlardan herkesin haberi var, bir benim yok. Bu durum beni öyle şaşırttı ki, oraya (Yepançinler'e) uğrayamadım bile. Yarın da uğrayamayacağım. Bildiğiniz gibi Petersburg'da olacağım. Belki üç gün olmayacağım burada. Sözün kısası, işlerim aksadı. Durum o kadar önemli olmasa da zaman geçirmeden, yani Petersburg'a gitmeden sizinle açık açık konuşmam gerektiğine karar verdim. İzin verirseniz, konuklarınız dağılıncaya kadar oturup beklerim. Zaten gidecek bir yerim yok. Yatıp uyuyamayacak kadar da heyecanlıyım. Ayrıca bir insanın üzerine fazla düşmek yakışık almaz, vicdansızca bir şey, ama açık söyleyeyim sevgili prens, sizin dostluğunuzu kazanmak için geldim buraya. Eşsiz bir insansınız, yani adım başı yalan söyleyenlerden değilsiniz, belki hayatınızda hiç yalan söylememişsinizdir; bana da dost ve akıl hocası olarak gerekli bir insansınız. Çünkü şu anda tam anlamıyla mutsuz bir insanım...
Yine güldü.
Prens bir an düşündü.
— Kötü olan da bu işte. Konukların dağılmasını bekleyeceğinizi söylüyorsunuz. Ama onların ne zaman dağılacaklarını Tanrı bilir. Şimdi parka çıksak daha iyi olmaz mıydı? Bekleyeceklerdir. Özür dilerim onlardan.
— Olmaz, olmaz, özel konuştuğumuzu anlamalarını istemiyorum. Aralarında ilişkimizle çok yakından ilgilenenler var. Bunun farkında değil misiniz prens? Aramızda yalnızca özel bir ilişkinin değil, yakın bir dostluğun olduğunu düşünmeleri daha iyi olmaz mı? İki saat sonra dağılacaklardır. Yirmi dakikanızı, en çok yarım saatinizi alacağım...
— Rica ederim, buyurun. Özel konuşacak olmasak da, sizi gördüğüme fazlasıyla sevindim. Dostça ilişkilerimiz üzerine söylediğiniz güzel sözler için teşekkür ederim. Bugün çok dalgınım, bağışlayın. Biliyor musunuz, şu anda bir türlü toparlayamıyorum kafamı.
Yevgeniy Pavloviç hafifçe gülümseyerek,
— Farkındayım, farkındayım, dedi.
O akşam pek şakacıydı.
Prens silkinerek,
— Neyin farkındasınız? diye sordu.
Yevgeniy Pavloviç gülümsemesini sürdürerek, prensin sorusuna cevap vermeden,
— Peki, siz farkında değil misiniz sevgili prens, diye sürdürdü konuşmasını, farkında değil misiniz sizi aldatmaya, bu arada ağzınızdan laf almaya geldiğimin?
Sonunda prens de güldü.
— Ağzımdan laf almaya geldiğinizden hiç kuşku yok. Hatta belki biraz kandırmak için bile gelmiş olabilirsiniz beni. Ne var ki korkmuyorum sizden. Üstelik inanır mısınız, artık hiç fark etmiyor benim için. Ve... ve... ve sizin, kim ne derse desin, harika bir insan olduğunuzu bildiğim için, belki sonunda dost olacağız. Çok sevdim sizi Yevgeniy Pavloviç... bence çok düzgün bir insansın!
Yevgeniy Pavloviç,
— Nasıl olursa olsun, sizi tanımak gerçekten çok güzel, dedi. Gidelim, sağlığınıza bir kadeh içmek istiyorum. Burada olduğum için çok mutluyum. (Birden durdu.) Peki,!.. Şu Bay İppolit sizin yanınıza mı taşındı?
— Evet.
— Umarım hemen ölmez, öyle değil mi?
— Ne oldu?
— Hiç... Yarım saattir burada onunla birlikteyim de...
Yevgeniy Pavloviç'le prens köşede konuştukları sürece İppolit sık sık dönüp onlara bakıyor, bekliyordu. Masaya yaklaştıklarında birden canlandı. Tedirgin, heyecanlı görünüyordu. Alnı boncuk boncuk terlemişti. Ateş gibi parlayan gözlerinde sürekli bir huzursuzluk ifadesinin yanında belli belirsiz bir sabırsızlık da dikkati çekiyordu. Bakışı verandada bir eşyadan ötekine, bir konuktan ötekine dolaşıp duruyordu. Yüksek sesle sürüp giden tartışmalara baştan beri heyecanla katılıyor olmasına karşın, heyecanı yalnızca hummalı bir heyecandı. Genellikle konuşmalara ilgisizdi. Konuşması tutarsız, savruk, çelişkiliydi. Bir dakika önce kendisinin büyük heyecanla sözünü etmeye başladığı bir konuyu sonunu getirmeden yarıda kesiyordu. Onun dolu iki kadeh şampanya içmesine engel olmadıklarını, önündeki yarısı içilmiş kadehin de üçüncüsü olduğunu öğrenince hem şaşırdı prens, hem üzüldü. Ama bunları daha sonra öğrendi. O anda bunu fark edebilecek durumda değildi.
İppolit,
— Biliyor musunuz, diye haykırdı, doğum gününüz tam da bugüne rastladığı için çok mutluyum.
— Neden?
— Göreceksiniz... oturunuz; önce... dostlarınız burada toplanmış olduğu için mutluyum. Kalabalık olacağını tahmin etmiştim zaten. Hayatımda ilk kez tutuyor tahminim! Ne yazık ki doğum gününüz olduğunu bilmiyordum, yoksa hediyemle gelirdim... Ha-ha! Ama kim bilir, belki de hediyemle gelmişimdir! Şafak vaktine daha çok var mı?
Ptitsın saatine bakıp,
— İki saatten az kaldı, dedi.
Konuklardan biri,
— Şafağın sökmesine ne gerek var, diye seslendi. Dışarısı şimdi de okumaya elverişli.
— Ama okurken güneşin ucunu görmeliyim. Güneşin onuruna kadeh kaldırabiliriz, değil mi prens, ne dersiniz?
İppolit sert bir tavırla, herkesle senlibenli, emir veriyormuş gibi konuşuyordu, ama kendisinin de bunun farkında olmadığı belliydi.
— Sanırım içebiliriz, yalnız biraz sakin olmalısınız İppolit, tamam mı?
— Hep yatıp uyumamı istiyorsunuz prens, dadımsınız sanki! Güneş ufukta görünür görünmez ve gökyüzünde "çınlamaya" başladığında (Kimin şiirinde "gökyüzünde çınlamaya başlamıştı güneş" diye geçiyordu? Anlamsız ama çok güzel bir deyiş!) yatıp uyuruz. Lebedev! Güneş hayatın kaynağı değil midir? Apokalipsis'de "hayat kaynakları" ne anlama gelir? "Pelin Yıldızı"nı duydunuz mu siz prens?
— Lebedev'in bu "Pelin yıldızı"nın Avrupa'yı saran demiryolu ağı olduğunu düşündüğünü duydum.
Lebedev, her yandan yükselen gülüşmelere engel olmak ister gibi ayağa fırladı, elini kolunu sallayarak,
— Hayır efendim, izin verin, hiç doğru değil bu! diye haykırdı. Sonra birden prense döndü. İzninizle! Bu beyler efendim... bütün bu beyler... belirli konularda şöyle efendim...
Senlibenli bir tavırla masaya iki kez tık tık vurdu. Bunun üzerine gülüşmeler daha da çoğaldı.
Her zaman olduğu gibi yine "akşamlık" durumundaydı Lebedev. Ancak biraz önceki uzun "bilimsel" tartışma yüzünden şimdi daha bir heyecanlı, sinirliydi. Böyle durumlarda, savunduğu görüşe karşı çıkanlara sınırsız, son derece açık bir biçimde küçümseyerek davranırdı.
— Böyle olmaz efendim! Birbirimizin sözünü kesmeyeceğimiz, biri konuşurken gülmeyeceğimiz konusunda yarım saat önce aramızda anlaşmıştık. Bırakacaktık, herkes düşüncesini rahat rahat anlatacaktı, sonra da tanrıtanımaz bile olsa, herkes istediği gibi itiraz edecekti. Generali de yönetici seçmiştik. Ama sonucu görüyorsunuz işte! Herkes birbirinin sözünü kesiyor; insanın düşüncesini, çok önemli bir düşüncesini açıklamasına izin vermiyorlar efendim...
Her yandan sesler yükseldi:
— Hadi anlatın, anlatın, kimse kesmeyecek sözünü!
— Konuşun, ama saçmalamayın.
Biri sordu:
— Şu "Pelin yıldızı" da ne oluyor?
General İvolgin biraz önceki yönetici tavrını takınıp,
— Anlaşılır şey değil! dedi.
Bu arada Keller, oturduğu sandalyede pek duygulu, sabırsız bir tavırla kıpırdanıp dururken mırıldanıyordu:
— Bu çeşit heyecanlı tartışmaları, ama bilimsel olanlarını elbette çok severim. Bilimsel ve politik olanlarını... (Birden hiç beklenmedik bir biçimde, hemen yanında oturmakta olan Yevgeniy Pavloviç'e döndü) Biliyor musunuz, İngiliz parlamenterlerle ilgili çıkan yazıları okumaya bayılırım. Yani düşüncelerini falan değil (politikayla ilgilenmem), kendi aralarında konuşmalarını... nasıl desem, politik davranışları ilgilendirir beni. Sözgelimi, şöyle deyişleri: "Karşımda oturan sayın vikont", "düşüncemi paylaşan sayın kont", "karşı görüşün savunucusu, önerisiyle bütün Avrupa'yı şaşırtan soylu bay"... İşte bütün bu deyişler, özgür bir halkın bu parlamentosuna özgü davranışlar... Halkımıza çekici gelen de bunlardır işte! Bayılıyorum onlara prens! Ruhumun derinliklerinde her zaman için bir sanatçıydım ben, inanın öyle Yevgeniy Pavloviç.
Gavrila öte köşeden yükseltti sesini:
— Bu durumda öyle anlaşılıyor ki, sizce demiryolları lanet şeyler, insanlığı yok edecek bir bela, "hayat kaynaklarını" kirletmek için dünyaya düşen bir zehir, öyle mi?
Bu akşam prens Gavrila Ardalionoviç'i pek sevinçli, neşeli, büyük bir zafer kazanmış gibi coşkulu görünüyordu. Lebedev'e takılıyordu kuşkusuz, şakayla kızdırmaya çalışıyordu onu, bu arada kendi de heyecanlanıyor, coşuyordu.
Lebedev hem heyecandan kendini kaybederek, hem de büyük haz duyarak itiraz etti:
— Hayır, hayır, demiryolları değil efendim! Hayat kaynaklarını kirleten tek başına demiryolları değil, birçok lanet söz konusu burada... son birkaç yüzyıl havasıyla da, bilimiyle de, yapıp edilenlerle de belki gerçekten lanetlidir...
Yevgeniy Pavloviç,
— Kesin mi lanetli, yoksa belki mi lanetli? diye sordu. Bu çok önemli, çünkü...
Lebedev ateşli bir tavırla,
— Lanetli, lanetli, kesin lanetli! diye bağırdı.
Ptitsın gülümsedi.
— Acele etmeyin Lebedev, dedi. Sabahları çok daha iyi oluyorsunuz.
Lebedev heyecanla döndü ona.
— Akşamları da çok daha açıkyürekli! Geceleri çok daha içten, çok daha candan! Daha saf, daha belirleyici, daha dürüst, daha saygılı... Gerçi böylece kendimi size bırakmış oluyorum ama, neyse... Şimdi hepinize, bütün tanrıtanımazlara sesleniyorum: Neyle kurtaracaksınız dünyayı, nasıl olağan bir yol bulacaksınız buna?.. Siz, bilim adamları, üreticiler, birlikçiler, dernekçiler, emekçiler vb... Neyle yapacaksınız bunu? Krediyle mi? Kredi nereye kadar götürecek sizi?
Yevgeniy Pavloviç,
— Siz de çok meraklısınız doğrusu! dedi.
— Bana sorarsanız, bu tür soruları sadece yüksek sosyeteden boş gezenin boş kalfası biri merak etmez!
Ptitsın,
— En azından, genel bir dayanışmaya ve çıkarların eşitliğine götürür, dedi.
— Evet, hepsi o kadar, o kadar! Kişisel bencilliğin hazlarından, maddi gereksinimlerden başka hiçbir ahlak kuralını benimsemeden, değil mi? Genel bir huzur, genel mutluluk... hepsi zorunluluktan! İzninizle sorabilir miyim, öyle mi? Ne demek istediğinizi anlayabiliyor muyum efendim?
Artık iyice coşan Gavrila söze karıştı:
— Evet ama yaşamak, yemek, içmek genel bir gereksinimdir. Ancak bilimsel olarak gayet kesin kanıtlandığı üzere, bu gereksinim karşılıklı dayanışma ve çıkar ortaklığı olmadan karşılanamayacağına göre, insanlığın gelecek yüzyıllarda dayanak noktası ve "hayat kaynağı" bu olacaktır.
— Yemek içmek gereksinimi, yani yalnızca kendini koruma duygusu...
— Yalnızca kendini koruma duygusu az mı? Öyle ya, kendini koruma içgüdüsü insanlığın en doğal yasalarından biridir...
Birden yükseltti sesini Yevgeniy Pavloviç:
— Kim söyledi size bunu? Evet, yasa olmasına yasa, ama yok etme, hatta belki kendini bile yok etme yasası ne kadar doğalsa, o kadar doğal... İnsanlığın tek doğal yasası kendini koruma yasası mıdır yani?
İppolit birden Yevgeniy Pavloviç'e döndü, yiyecek gibi yukarıdan aşağı şöyle bir süzdü onu.
— Vay be! diye haykırdı.
Ama Yevgeniy Pavloviç'in güldüğünü görünce kendi de güldü, yanında ayakta duran Kolya'yı dürtüp saati sordu, bir kez daha sordu ona saati, hatta Kolya'nın gümüş saatini tutup kendine çekti, büyük bir dikkatle baktı. Daha sonra her şeyi bir anda unutmuş gibi kanepeye uzandı, ellerini başının altına koyup tavana bakmaya başladı. Yarım dakika sonra yine dimdik, masanın başında oturuyor, artık kendini aşırı bir heyecana kaptırmış Lebedev'in gevezeliğini dinliyordu.
Lebedev, Yevgeniy Pavloviç'in çelişkili sözlerini heyecanla eleştiriyordu:
— Sinsi, insanları aşağılayan, kışkırtıcı bir düşünce! Tarafları birbirine düşürmek için ortaya atılan bir düşünce... ama çok doğru bir düşünce! Kibarlar çevresinin şakacılarından biri ve bir süvari olan siz (gerçi yeteneksiz değilsiniz!) yine de bilemezsiniz düşüncenizin ne kadar derin ve gerçek olduğunu! Evet efendim... İnsanda kendini yok etme yasası ile kendini koruma yasası eşit güçtedir! Şeytan henüz bilmediğimiz bir zamana kadar hükmedecektir insanlığa. Gülüyor musunuz? Şeytana inanmıyor musunuz yoksa? Şeytana inanmamak Fransızlara özgü bir özelliktir. Hafif bir düşünce. Şeytanın kim olduğunu biliyor musunuz peki? Adını biliyor musunuz? Adını bile bilmiyorsunuz, ama Voltaire'nin anlattığı gibi olduğunu düşünüp onun uydurduğu tırnaklarıyla, boynuzlarıyla, kuyruğuyla alay ediyorsunuz. Çünkü kötü ruh çok büyük, çok güçlü bir ruhtur. Ama ona yakıştırdığınız tırnakları, boynuzları, kuyruğu yoktur. Neyse, şimdi önemli olan bu değil!..
Birden haykırdı İppolit:
— Şimdi önemli olanın bu olmadığını nereden biliyorsunuz?
Kriz gelmiş gibi kahkahalar atmaya başladı.
— Ustaca ve derin anlamlı bir fikir! dedi Lebedev. Ama yine de önemli olan bu değil, "hayat kaynakları"nın zayıfladıkları mı, güçlendikleri mi asıl sorunumuz...
— Ya demiryolları? diye haykırdı Kolya.
— Hayır heyecanlı delikanlı, demiryolları genel bir eğilimi açıklamakta kullanılan bir sembol, bir imgeden başka bir şey değil. İnsanların mutluluk peşinde acele etmesini, gürültü çıkarmalarını, telaşlarını anlatıyor! İnsanlardan uzaklaşmış bir düşünür şöyle yakınıyor: "Dünyada giderek daha çok gürültü, sanayi, ama daha az huzur var artık..." Ülke ülke dolaşıp duran bir başka düşünür mağrur bir tavırla karşılık veriyor: "Olsun varsın, ama bu tekerlek gürültüsü aç insanlara buğday götürüyor ki bu da manevi huzurdan çok daha önemlidir," ve zafer kazanmış bir tavırla uzaklaşıyor yanından. Bendeniz, değersiz Lebedev, insanlara buğday taşıyan tekerleklere inanmıyorum! Çünkü bütün insanlığa buğday taşıyan bu tekerlekler ahlak yönünden noksanları olduğu için, insanlığın bir bölümünü soğukkanlılıkla uzaklaştırabilirler getirdikleri buğdayın hazzından. Olan da budur...
Konuklardan biri araya girdi:
— Bu tekerlekler mi soğukkanlılıkla uzaklaştırırlar?
Lebedev bu soruyu yanıtlamaya değer bulmadan sürdürdü konuşmasını:
— Olan da budur... İnsanlığın dostu bir Malthus vardı. Fakat kibri bir yana, ahlak yönünden temelsiz, basbayağı insanlığın yamyamı bir insanlık dostu... Onların sayısız insanlık dostlarından birinin kibrini küçümseyecek olun, küçücük nefretiyle o anda dört bir yanından ateşe vermeye hazırdır dünyayı. Bununla birlikte, tıpkı hepimiz gibi, doğrusunu söylemek gerekirse herkesten aşağılık olan ben, getirip atacağım bu ateşe odunu belki, sonra da kaçacağım. Ama yine söylüyorum, bu da değil konumuz.
— Peki, nedir konumuz?
— Sıktı artık!
— Size anlatmak zorunda olduğum, geçmiş yüzyılların bir olayıdır konumuz. Bizim zamanımızda, umarım hepinizin benim kadar sevdiğiniz bizim anayurdumuzda baylar... ben yurdum için kanımı son damlasına kadar akıtmaya hazırım çünkü...
— Devam edin! Devam edin!
— Yurdumuzda olduğu gibi Avrupa'da da genel, yaygın ve korkunç kıtlıklar olmuştur. İstatistiklere göre, benim bildiğim kadarıyla, şimdi çeyrek yüzyılda birden daha sık olmamak üzere, başka bir deyişle, yaklaşık her yirmi beş yılda bir kıtlıklar tekrarlanmaktadır. Bu rakamların kesin olduğunu iddia etmiyorum, ama oranlanacak olursa, artık hayli azalmıştır.
— Neye oranla?
— On ikinci yüzyıl ve ondan önceki ve sonraki yüzyıllara oranla. Çünkü tarihçilere göre o zamanlar genel kıtlılıklar en azından üç yılda bir insanlığı ziyaret edermiş. Öyle ki o durumda insanlar (gizli de olsa) insan eti yemek zorunda bile kalırmış. Böyle biri hiçbir zorlama olmadan, yaşlılık günlerinde, açlık çektiği uzun yıllar boyunca, yakalanmadan, altmış rahiple halktan küçük birkaç çocuğu öldürüp yediğini itiraf etmiş. Çocukların sayısı din adamlarına oranla çok azmış, topu topu altı çocuk yemiş. Anlaşıldığına göre, halktan yetişkin kimselere de dokunmamış.
Yönetici general gücenik bir sesle haykırdı:
— Bu kadarı da olmaz yani! Baylar, sık sık konuşuruz onunla, tartışırız, hep böyle şeyler söyler. Genellikle hep saçmalar, öyle ki kulaklarına inanamaz insan, saçma sapan şeyler anlatır durur.
— General! Kars Kuşatması'nı hatırlayın. Sizler de baylar, anlattığım bu olayın bütünüyle gerçek olduğuna inanın. Kendimden de şunu ekleyeyim ki, hemen her gerçeğin kendine özgü değişmez yasaları varsa da, gerçek neredeyse her zaman inanılmaz ve gerçeğe ters gibi görünür. Öyle ki ne ölçüde gerçekse, bazen o derece gerçeğe ters izlenimi verir.
Gülüşenler oldu.
— Altmış rahip nasıl yenir?
— Hepsini bir oturuşta yiyecek hali yok ya, belki on beş, belki yirmi yılda yemiştir, doğal olanı da bu...
— Doğal olanı da bu mu?
Lebedev bilgiç bir tavırla diretti:
— Evet, doğal olanı da bu! Hem ayrıca, Katolik papazlar uysal ve meraklı insanlardır, kolayca kandırılıp ormana veya ıssız bir yere götürülebilir, anlattıklarım da kolayca yapılabilir kendilerine. Ama yenen kişi sayısının aşırı, hatta inanılmaz olduğunu yine de kabul ederim.
Prens birden,
— Belki doğrudur da bu baylar, dedi.
Tartışmayı o ana kadar sessizce dinlemiş, birden yükselen kahkahaların arkasından arada bir içtenlikle gülümseyerek, konuşmaya hiç katılmamıştı. Konuklarının böylesine neşeli olmalarına, gürültü etmelerine, hatta çok içmelerine sevindiği belliydi. Belki hiç söze karışmayacaktı, ama birden konuşmaya karar vermişti. Son derece ciddi konuşuyordu, öyle ki bir anda herkes merakla onu dinlemeye başlamıştı.
— Doğrusu, ben de o zamanlar çok sık kıtlık olduğu kanısındayım baylar. Tarihi pekiyi bilmem, ama böyle bir şeyler duydum. Sanırım olabilir de böyle bir şey. İsviçre'de dağlara çıktığımda dimdik uçurumların doruklarında, sarp kayaların tepelerinde eski şövalye şatolarının yıkıntılarını gördükçe çok şaşırıyordum. Yükseklikleri dik olarak en azından yarım versta vardı. Bu, oraya patika yolun birkaç versta olduğu anlamına gelir... Şatoları bilirsiniz, kocaman taş yığınlarıdır. Onca taşın oraya çıkarılıp şato yapılması korkunç, inanılmaz bir şey! O şatoların yapımında yoksul insanlar, toprak köleleri çalışmıştır kuşkusuz. Bunun yanında her türlü vergiyi vermek, din adamlarının geçimini de sağlamak zorundaydılar. Peki, karınlarını nasıl doyuracaklardı, derebeyinin onlara verdiği toprağı nasıl işleyeceklerdi? O zamanlar sayıları azdı, açlıktan ölüyorlardı herhalde. Aslında yiyecek pek bir şeyleri de yoktu. Kimi zaman şöyle düşündüğüm oluyordu: Nasıl oldu da hepten yok olup gitmedi bu insanlar, nasıl dayandılar? İnsan eti yiyen insanlar vardı belki, hem çok vardı, hiç kuşku yok ki bu konuda haklı Lebedev. Ancak benim anlayamadığım bir şey var, neden ille de rahipleri karıştırdı işin içine? Ne amaçla yaptı bunu?
Gavrila Ardalionoviç söze karıştı:
— Belki de on ikinci yüzyılda yalnızca rahiplerin eti yenebiliyordu, çünkü yalnızca onlar besiliydi...
— Harika ve çok doğru bir fikir! diye haykırdı Lebedev. Halktan olanlara hiç dokunmamış çünkü. Altmış din adamına karşılık halktan tek bir kişi yok... Korkunç bir anlamı var bunun, tarihsel bir anlamı, istatiksel bir anlamı... Aslında tarih de bu tür gerçeklerden oluşuyor. Çünkü zamanının rakamsal verileri din adamlarının öteki insanlara oranla en azından altmış kez daha mutlu, özgür, rahat olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, öteki insanlara oranla en azından altmış kez daha semiz de olabilirler...
Kahkahayla gülenler oldu.
— Abartıyorsunuz Lebedev, çok abartıyorsunuz!
Prens,
— Bunun tarihsel bir fikir olduğunu kabul ediyorum, ama bununla nereye varmak istiyorsunuz? diye sordu.
Prens, herkesin alay ettiği Lebedev'le öylesine ciddi, her çeşit alaydan öylesine uzak konuşuyordu ki, bu tavrı konukların tavrına ters düştüğü için ister istemez biraz komik kaçıyordu, öyle ki biraz daha böyle devam etseydi ona da gülmeye başlayacaklardı, ama o farkında değildi bunun.
Yevgeniy Pavloviç kulağına eğilip fısıldadı:
— Adamın deli olduğunun farkında değil misiniz prens? Demin onun aklını avukatlıkla bozduğunu söylüyorlardı. Avukatlar gibi konuşmaya özeniyormuş, avukatlık sınavına girmeyi düşünüyormuş. Harika bir parodi bekliyorum ondan.
Bu arada Lebedev yüksek sesle konuşmayı sürdürüyordu:
— Çok önemli bir sonuca varmak istiyorum. Ama önce suçlunun psikolojik ve hukuksal durumunu inceleyelim. Suçlu, ya da müvekkilim diyelim, yiyecek başka bir şey bulamayacak durumdayken bile, bu ilginç mesleği süresince birkaç kez bu yaptığından pişmanlık duyuyor ve din adamlarını kendinden uzaklaştırıyor. Olayları incelediğimizde açık seçik görüyoruz bunu. Ayrıca müvekkilimin yine de beş altı çocuk yediğinden söz edilmektedir ki, rahiplerin sayısına oranla çok küçük bir rakamdır bu, ne var ki başka bir açıdan önemi büyüktür. Onun vicdan azabı çektiği bellidir (çünkü dindar, vicdan sahibi bir insandır müvekkilim ve kanıtlayacağım size bunu). Ve günahını elinden geldiğince hafifletmek için rahip eti yerine halktan insan eti yemeyi altı kez denemiştir. Bunun bir deneme olduğu kesindir. Çünkü sırf ağız tadı için bunu yapmış olsaydı, çocuklar için altı sayısı son derece az olurdu. Öyle ya, neden otuz değil de yalnızca altı?.. (Yarı yarıya olsun diye otuz diyorum.) Ama bu dine ve kiliseye saygısızlık etme korkusundan yapılmış bir denemeyse, altı sayısı fazlasıyla mantıklıdır. Çünkü vicdanını rahatlatmak için altı deneme yeterliydi, çünkü bu denemeler başarılı olmamıştı. Hem ilkin, bence çocuklar oldukça küçüktür, yani papazlar gibi iri, tombul değildir; o durumda bir çocuk yerine iki çocuk yemesi, yani altmış papaz yediği süre içinde papazların sayısının beş katı çocuk yemesi gerekirdi. Öyle ki günahı bir yandan hafiflerken, öte yandan özellik olarak değil de sayı olarak ağırlaşacaktı. Beyler, böyle düşününce, on ikinci yüzyılın bu suçlusunu yüreğimde hoşgörüyle karşılıyorum. Bana, on dokuzuncu yüzyılın adamına gelince, onun yerinde olsaydım ben belki daha değişik düşünürdüm, ki açıklıyorum da bunu size, dolayısıyla sırıtmayın baylar, hele size general, hiç yakışmıyor bu. İkincisi, benim kişisel düşüncemi soracak olursanız, çocuk besleyici bir yiyecek de değildir. Belki aşırı tatlıdır bile, yerken insanın içi bayılır... Öyle ki karın doyuracak yerde yalnızca vicdan sızısı bırakır... Şimdi sona, finale geldik baylar, on ikinci yüzyılın da, yüzyılımızın da en büyük sorununun çözümünün olduğu finale! Suçlu gidip kiliseye ihbar ediyor kendini ve devlete teslim oluyor. Onu zamanın ne acılarının, ne tekerlekli işkence aletlerinin, diri diri yakılmanın, ateşlerin beklediği sorusu geliyor insanın aklına. Gidip kendini ele vermeye ne yönlendirmiştir onu? Neden altmışta durup keyfine bakmamış, bu sırrını son nefesini verinceye kadar içinde saklamamıştı? Neden bırakmamıştır rahip yemeyi, neden günahlarını bağışlatmak için gidip bir manastıra kapanmamıştır? Nihayet, neden rahip olmamıştır? Sorun burada işte! Demek diri diri yakılmaktan, kızgın ateşten, yirmi yıllık alışkanlıktan daha güçlü bir şeyler varmış! Demek her türlü felaketten, kıtlıktan, işkenceden, vebadan, beladan, yıkımdan daha güçlü, kalbi yönlendiren, bağlayan ve besleyen yaşam düşüncesi kaynaklarından yoksun insanoğlunun hiçbir türlü kaldıramayacağı bir düşünce varmış! Utançlar ve demiryolları çağımızda bu kadar güçlü bir şey gösterebilir misiniz bana?.. Yani şunu söylemek gerek: Buharlı gemiler, demiryolları çağındayız; ama ben şöyle diyeceğim: Utançlar ve demiryolları çağındayız... Çünkü sarhoşum ben, ama haklıyım! O yüzyılların insanlarını birbirine bağlayan düşüncenin hiç değilse yarısı kadar güçlü bir düşünce gösterebilir misiniz bana günümüzde? Sonra bu "yıldız"ın altında, insanları saran bu ağın altında hayat kaynaklarının cılızlaşmadığını, bozulmadığını söylemeye cesaret edin bana! Refahınızla, zenginliğinizle, kıtlıkların artık seyrek görüldüğüyle, ulaşım araçlarınızın hızıyla gözümü boyamaya çalışmayın! Daha zenginsiniz şimdi, ama daha az güçlüsünüz. Sizi birbirinize bağlayan düşünceler yok oldu; her şey yumuşadı, gevşedi, çürüdü, bitti! Her şey, her şey, her şey yok oldu!.. Ama yeter, şimdi bu da değil sorun, çok sayın prens, konukların mezelerinin hazırlanması değil mi sorunumuz?
Birtakım konukların sabrı artık taşmıştı, gerçekten öfkelenmeye başlamışlardı ki (bu arada şunu da belirtmek gerekir, Lebedev'in söylevi süresince şişeler birbiri ardına açılmıştı), Lebedev konuyu beklenmedik biçimde mezelere getirerek dinleyicilerin öfkesinin hemen yatışmasını sağlamıştı. Sözü böyle bağlamasının "ustaca bir avukatlık manevrası" olduğunu söylüyordu. Tekrar neşeyle gülmeye başladı herkes, konuklar canlanmıştı. Herkes kalktı masadan, tutulan bacaklarını açmak için verandada dolaşmaya başladılar. Lebedev'in konuşmasından yalnızca Keller hoşlanmamıştı, aşırı derecede heyecanlıydı.
Tek tek herkesi durdurup yüksek sesle şöyle diyordu:
— Adam aydınlanmaya saldırıyor, on ikinci yüzyılın yobazlığını savunuyor, kırıtıyor, hem de içtenlikten son derece yoksun tavırlarla. Sormak gerekir kendisine, bu evi nasıl almış?
Bu arada general başka bir köşede konuklara (ceketinin düğmesinden tuttuğu Ptitsın'a da) şöyle diyordu:
— Gerçek Apokalipsis yorumcusu, toprağı bol olsun Grigoriy Semyonoviç Burmistrov'u tanıdım ben. Anlatırken içinizin yandığını hissederdiniz. Önce gözlüğünü takardı, sonra çok eski, siyah deri ciltli kocaman kitabını açardı. Bembeyaz bir sakalı, göğsünde iki de hayırseverlik nişanı vardı. Anlatmaya başladığında pek sert, ciddi olurdu. Generaller yerlere kadar eğilirdi önünde, kadınlar ise düşüp bayılırdı, bizimkiyse mezeye bağladı sözünü! Olacak şey mi!
Ptitsın generali dinlerken gülümsüyordu. Bir yandan da sanki şapkasını almaya niyetliymiş de, bir türlü karar veremiyormuş veya bu niyetini ikide bir unutuyormuş gibiydi. Gavrila, herkes daha masadan kalkmadan ansızın içmeyi bırakmış, kadehini önünden uzaklaştırmıştı. Nedense bulutlanmıştı yüzü. Konuklar tek tek masadan kalkmaya başladıklarında gidip Rogojin'in yanına oturmuştu. Bakınca iyi iki dost oldukları düşünülebilirdi. Daha önce birkaç kez sessizce ayrılmayı düşünen Rogojin de şimdi başı önünde oturuyordu. Gitmeyi düşündüğünü o da unutmuş gibiydi. Ama akşam süresince tek bir kadeh içmemişti. Çok dalgındı. Yalnızca arada bir başını kaldırıp herkesin yüzüne tek tek bakıyordu. Orada kendisi için son derece önemli bir şeyi beklediği, zamanı gelene kadar gitmek niyetinde olmadığı sanılabilirdi.
Prens topu topu iki veya üç kadeh içmişti, ama neşesi yerindeydi. Masadan kalkınca Yevgeniy Pavloviç'in bakışıyla karşılaştı. Konuşmayı kararlaştırdıklarını hatırlayınca içtenlikle gülümsedi. Başını eğdi ona Yevgeniy Pavloviç hemen, o anda gözünü ayırmadığı İppolit'i gösterdi bakışıyla. İppolit kanepeye uzanmış, uyuyordu.
Yevgeniy Pavloviç birden,
— Söyler misiniz, ne işi var burada bu çocuğun? dedi. (Bunu öylesine canı sıkkın, hatta öfkeli söylemişti ki, şaşırmıştı prens.) Bahse girerim, aklında kötü şeyler var!
— Bugün onunla çok ilgilendiniz gibi geldi bana Yevgeniy Pavloviç, doğru mu bu?
— Ayrıca şunu da ekleyin: Özel durumum nedeniyle düşüneceğim çok şey olmasına karşın, bütün akşam gözümü onun iğrenç suratından ayıramadığım için şaşıyorum kendime!
— Ama hoş bir yüzü var...
Yevgeniy Pavloviç prensin kolundan çekeleyip,
— İşte, işte, bakın! diye haykırdı. İşte!..
Prens bir kez daha hayretle baktı Yevgeniy Pavloviç'e.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top