III
III
Saat on iki olmuştu. Prens Yepançinler'de sadece, görevi gereği kentte kalmış generali bulabileceğini biliyordu ki, o da kesin değildi. Generalin onu belki hemen alıp Pavlovsk'a götüreceğini düşünüyordu. Ama bu arada başka bir ziyaret daha yapmayı çok istiyordu. Prens Yepançinler'e geç kalmak tehlikesini de, Pavlovsk'a gitmeyi yarına ertelemeyi de göze alıp uğramayı çok istediği evi arayıp bulmaya karar vermişti.
Ancak bu ziyaret bazı bakımlardan onun için tehlikeliydi de. Karar vermekte zorlanıyordu. Bu evin Sadovaya yakınlarında, Gorohova Sokağı'nda olduğunu biliyordu. Oraya vardığında evin hangi ev olduğunu anlayabileceğini umuyordu.
Gorohova ve Sadovaya sokaklarının kesiştiği dörtyol ağzına geldiğinde duyduğu olağanüstü heyecana kendi de şaştı. Kalbinin öyle acıtırcasına çarpacağını hiç beklemiyordu. Bir ev, belki de özel dış görünüşüyle daha uzaktan dikkatini çekmeye başlamıştı. Öyle ki prens daha sonra o anda içinden "Bu ev olacak!" diye geçirdiğini hatırlayacaktı. Doğru tahmin edip etmediğini anlamak için büyük bir merakla eve yaklaştı. Tahmini doğruysa bunun kendisi için nedense hiç iyi olmayacağını hissediyordu. Kocaman, dış görünüşüyle insanın içini karartan, üç katlı, mimari açıdan herhangi bir özelliği olmayan, kirli yeşil boyalı bir evdi. Geçen yüz yılda yapılmış bu çeşit evlerin bazıları, her şeyin hızla değiştiği Petersburg'da, özellikle bu sokaklarda günümüze kadar kalmıştır. Duvarları kalın, pencereleri çok az, sağlam yapılardır bunlar. Alt katlarının pencerelerinin bazılarında parmaklıklar vardır. Bu alt katlarda genellikle döviz dükkânları bulunur. Dükkân sahibi Skopets evin üst katındadır. İçeriden de dışarıdan da sanki konuk sevmez, soğuktur bu evler, gizleniyor, saklanıyor gibidirler; yalnızca dış görünüşleriyle insanda neden böyle bir izlenim bıraktıklarını anlamak çok zordur. Mimari çizgilerinin birleşiminin de kendine özgü bir gizi olduğu kuşkusuzdur. Bu evlerde büyük çoğunlukla yalnızca tüccarlar oturur. Dış kapıya yaklaşıp yazıyı okudu prens: "Köklü ve saygın Rogojin Ailesi."
Aradığı evi bulmuştu. Arkasından gürültüyle çarparak kapanan cam kapıyı açıp içeri girdi, geniş merdivenden üst kata çıkmaya başladı. Kaba bir işçiliği olan taş merdiven karanlıktı. Duvarlar kırmızıya boyanmıştı. Prens, Rogojin'in annesi ve kardeşiyle bu kasvetli evin ikinci katının tümünde oturduğunu biliyordu. Prense kapıyı açan uşak içeriye kimin geldiğini haber vermeden önüne düşüp uzun süre götürdü onu. Duvarları "yalancı mermer" kaplı, döşemesi meşe parke, yirmili yılların kaba, ağır mobilyalarıyla döşeli geniş bir salonu geçtiler, sonra zikzaklar çizip dönerek, iki üç basamaklı merdivenler inip çıkarak sonunda bir kapıyı çaldılar. Kapıyı Parfyon Semyonıç Rogojin kendi açtı. Karşısında prensi görünce yüzü öylesine bembeyaz kesildi ki, donuk ve korku dolu bakışıyla, dudaklarında (prensin bu ziyaretinde bir olağanüstülük, hatta inanılmaz bir mucize görüyormuş gibi) son derece şaşkın gülümsemesiyle kıpırdamadan dururken bir an mermer bir heykeli andırmıştı. Prens her ne kadar böyle bir karşılamayı bekliyorduysa da şaşırmıştı.
Neden sonra şaşkın bir tavırla,
— Parfyon, galiba uygunsuz bir zamanda geldim, dedi, öyleyse giderim...
Rogojin bir an duraksadıktan sonra kendine gelmiş gibi, karşılık verdi:
— Hayır! Hayır! Rica ederim, içeri buyur!
Senlibenliydiler. Moskova'da sık sık ve uzun süreli görüşmüşlerdi. Bu görüşmelerinde karşılıklı, son derece içten oldukları dakikalar bile olmuştu. Üç ayı aşkın bir zamandır da görüşmemişlerdi.
Rogojin'in yüzündeki beyazlık ve hafif, belirsiz heyecan hâlâ gitmemişti. Konuğunu içeri buyur etmesine karşın, aşırı şaşkınlığı devam ediyordu. Prensi koltuğa götürüp masanın başına oturturken prens bir ara dönüp Rogojin'e bakmış, onun son derece tuhaf, ağır bakışı karşısında duralamıştı. Sanki bir şey dank etmişti prensin kafasına ve o anda yakın bir geçmişteki ağır, üzücü bir şeyi hatırlamıştı. Koltuğa oturmadan, kıpırdamadan durdu olduğu yerde, bir süre Rogojin'in gözlerinin içine baktı. Rogojin'in gözleri ilk anda olduğundan daha güçlü parlıyordu sanki. Nihayet gülümsedi Rogojin. Ama bu gülümsemesinde biraz hüzün, biraz şaşkınlık vardı.
— Ne diye öyle dikkatli bakıyorsun gözümün içine? dedi. Otur hadi!
— Parfyon, dedi prens, açıkça söyle, bugün Petersburg'a geleceğimi biliyor muydun, bilmiyor muydun?
— Geleceğini tahmin ediyordum, gördüğün gibi yanılmadım da. (Acı acı gülümseyerek ekledi Rogojin:) Peki ama, geleceğini nereden bilebilirdim?
Rogojin'in cevap yerine sorduğu sorudaki keskin, tuhaf asabiyet prensi daha da şaşırtmıştı.
Prens çekinerek, alçak sesle sordu:
— Diyelim ki, bugün geleceğimi biliyordun, bu kadar sinirlenecek ne var bunda?
— Peki, neden soruyorsun bunu?
— Bugün trenden inerken, demin bana arkadan baktığın gibi bakan bir çift göz gördüm sanki de.
Merakla mırıldandı Rogojin:
— Vay! Kiminmiş o gözler?
Bunu söylerken Rogojin hafifçe ürperdi gibi gelmişti prense.
— Bilmiyorum. Kalabalığın içinden bakıyordu, belki de hayal görmüşümdür. Bu aralar hep hayaller görüyorum çünkü. Sana bir şey söyleyeyim mi Parfyon dostum, beş yıl önce nöbetlerin başladığı zamanlardaki gibi hissediyorum kendimi.
— Belki de öyle gelmiştir sana, bilmiyorum... diye mırıldandı Parfyon.
Yüzündeki sevecen gülümseme o anda hiç yakışmıyordu yüzüne. Sanki kırılgan bir şeyler vardı bu gülümsemede ve Parfyon çok uğraşsa da düzeltemiyordu onu.
— Ne o, yine yurtdışına mı gideceksin? diye sordu. (Sonra birden ekledi:) Hatırlıyor musun, sonbaharda Pskov'dan trenle buraya geliyorduk, üzerinde bir yağmurluk vardı... ayağındaki potinleri hatırlıyor musun?
Birden gülmeye başladı Rogojin. Bu kez açık seçik bir öfke vardı gülüşünde ve öfkesini sonunda herhangi bir şekilde gösterebildiğine de sevinmiş gibiydi.
Prens odayı gözden geçirirken sordu:
— Yerleştin mi buraya?
— Evet, evim burası artık. Başka nerede olabilirim?
— Uzun zamandır görüşemedik. Seninle ilgili öyle şeyler duydum ki, sanki sözü edilen sen değilsin.
Rogojin soğuk bir tavırla karşılık verdi:
— Elin ağzı torba değil ki büzesin.
— Yanındakileri dağıtmışsın, babanın evinde oturuyorsun, uslanmışsın. Çok güzel bu... Ev senin mi, yoksa ailenle birlikte mi oturuyorsun?
— Ev annemin. Şu koridorun öteki ucunda oturuyor.
— Kardeşin nerede kalıyor?
— Kardeşim Semyon Semyonoviç bahçedeki ek yapıda kalıyor.
— Evli mi?
— Dul. Neden sordun?
Prens ona baktı, ama cevap vermedi. Birden düşünceye dalmıştı, Rogojin'in sorusunu bile duymamıştı sanki. Rogojin de ısrar etmemişti, bekliyordu. Bir süre sustular.
Neden sonra prens,
— Evini yüz adım öteden hemen tanıdım, dedi.
— Nasıl oldu bu?
— Hiç bilmiyorum. Evin ailenin özelliklerini yansıtıyor, bütün Rogojin ailesinin... Bunun nasıl olduğunu sorarsan, bir açıklamada bulunamam. Saçma kuşkusuz. Bunun beni huzursuz edeceğinden bile korkuyorum. Senin böyle bir evde yaşıyor olabileceğini düşünemezdim, ama evi gördüğüm anda şöyle geçirdim içimden: "Evet, Rogojin ancak böyle bir evde oturabilir!"
Rogojin, prensin pek açık olmayan düşüncesini anlayamamıştı,
— Bak sen! diyerek sırıttı birden. Dedem yaptırmış bu evi. Hep Skopetsler, Hludyakovlar oturmuş burada, şimdi bile kiracılarımız onlar.
Prens bakışını odanın içinde dolaştırarak,
— Çok karanlık, dedi. Kasvet çöker insanın üzerine burada.
Yüksek tavanlı, biraz loş, çoğunluğu geniş çalışma ve yazı masaları, içlerine meslek kitapları ve birtakım kâğıtlar tıkıştırılmış dolaplar gibi çeşitli mobilyayla tıka basa dolu geniş bir odaydı burası. Geniş, kırmızı maroken divan besbelli Rogojin için yatak görevi de yapıyordu. Prens, Rogojin'in onu önüne oturttuğu masanın üzerinde iki üç kitap gördü. Kitaplardan birinin (Solovyev'in "Tarih"i) açık sayfası işaretlenmişti. Duvarlarda soluk yaldızlı çerçevelerde yağlıboya birkaç resim vardı. Resimler zamanla koyulaşmış, isten kararmıştı. Ne resmi oldukları zor seçiliyordu. Aralarından biri dikkatini çekmişti prensin: Elli yaşlarında, Alman redingotlu (ama redingotunun eteği uzundu), boynunda iki nişanı olan, hafif ağarmış kısa sakalı çok seyrek, buruş buruş yüzü sapsarı, hüzünlü bakışı kuşkulu ve gizemli birinin tam boy resmiydi.
— Baban galiba? diye sordu prens.
Rogojin, ölmüş babasıyla ilgili yersiz bir şakaya hazırlanıyormuş gibi, keyifsiz gülümseyerek karşılık verdi:
— Evet, ta kendisi.
— Sanırım eski dine bağlı olanlardandı?
— Hayır, kiliseye giderdi, ama eski inancın daha doğru olduğunu da söylerdi. Skopetsler'e de saygı duyardı. Burası onun çalışma odasıydı. Onun eski inanca bağlı olup olmadığını neden sordun?
— Düğünü burada mı yapacaksın?
Bu hiç beklemediği soru karşısında neredeyse ürperdi Rogojin.
— Evet burada, dedi.
— Yakında mı?
— Bilmediğin şey sanki, bana mı bağlı bu?
— Parfyon, düşmanın değilim ben senin, hiçbir şeyine de engel olmayacağım. Daha önce böyle bir anda da söyledim bunu sana, şimdi de söylüyorum. Moskova'da düğününüz yapılacakken ben engel olmadım sana, biliyorsun. Tam nikâhınız kıyılacakken koşup bana gelen kendisidir. "Kurtar beni," diye yalvarmıştı. Onun sözlerini söylüyorum sana. Sonra benden de kaçtı. Tekrar yakaladın onu, yine nikâh masasına götürdün. Şimdi yine kaçmış, öyle diyorlar. Doğru mu bu? Lebedev söyledi, bunun için buraya geldim. Burada tekrar bir araya geldiğinizi ise dün trende öğrendim. Kimden olduğunu bilmek istiyorsan, eski dostlarınızdan birinden, Zalyojev'den... Buraya gelirken niyetim, sağlığının düzelmesi için kendisini yurtdışına çıkmaya ikna etmekti. Çünkü bedenen de, ruhen de, özellikle kafa olarak da çok yıprandı. Bence yakın ilgiye ihtiyacı var. Onunla birlikte yurtdışına gitmek istemiyordum. Niyetim, ben gitmeden her şeyi buradan ayarlamaktı. Doğru söylüyorum. Aranızın tekrar düzeldiği doğruysa, onun gözüne bir daha görünmeyeceğim. Sana da gelmeyeceğim bir daha. Sana karşı her zaman açıkyürekli olduğumu, seni hiçbir zaman aldatmadığımı bilirsin. Bu konuda düşüncelerimi hiçbir zaman saklamadım senden. Onunla bir arada olursan ona kesin felaket getireceğini çok kez söyledim sana. Bu senin de felaketin olacak... hem onun için olduğundan da büyük bir felaket. Tekrar ayrılırsanız, çok sevineceğim buna. Ancak aranızı bozmaya, sizi birbirinizden ayırmaya çalışmak niyetinde değilim. İçin rahat olsun. Benden kuşkulanma. Hem kendin de biliyorsun. Seni bırakıp bana kaçtığı zaman dahil, hiç gerçek rakibin oldum mu senin? Bak, gülümsüyorsun. Neye gülümsediğini biliyorum. Evet, ayrı kentlerde, birbirimizden uzaktık. Kesin bunu da biliyorsundur. Daha önce de söyledim sana: Onu "bir âşık gibi değil, acıma duygusuyla seviyorum". Sanırım yeterince açık söylemiştim bunu sana. Beni anladığını söylemiştin o zaman, öyle değil mi? Doğru mu? Anlamış mıydın? Nasıl da nefretle bakıyorsun bana! Seni sakinleştirmek için geldim buraya, çünkü değerlisin sen benim için. Çok seviyorum seni Parfyon. Ama şimdi gidiyorum ve bir daha gelmeyeceğim. Hoşça kal.
Prens gitmek için kalktı. Parfyon yerinden kalkmadan, başını sağ yana eğip alçak sesle,
— Gitme, yanımda kal, dedi. Uzun zamandır görmüyorum seni.
Prens oturdu. Yine bir süre ikisi de sustu.
— Lev Nikolayeviç, dedi Rogojin, yanımda olmadığın zamanlar çok kızıyorum sana. Seni görmediğim bu son üç ay içinde inan her an kızdım sana. Elime geçsen bir şey yapıp zehirlerdim seni! Evet, öyle işte. Şurada on beş dakikadır yanımdasın, bütün kızgınlığım geçti, eskisi gibi yine seviyorum seni. Gitme, yanımda otur...
Prens duygularını gizlemeye çalışarak dostça gülümsedi.
— Yanındayken inanıyorsun bana, yanında değilsem hemen inanmamaya, yine benden kuşkulanmaya başlıyorsun. Babana çekmişsin!
— Seninle bir arada olduğumda sesine inanıyorum senin. İkimizin bir tutulamayacağını biliyorum elbette, yani seninle benim...
Prens şaşırmış gibi,
— Neden böyle söylüyorsun? dedi. İşte kızmaya başladın yine...
— Bak kardeşim, burada bizim fikrimizi soran kimse yok, diye karşılık verdi Rogojin. Bize danışılmadan verildi karar. (Bir an sustuktan sonra alçak sesle ekledi:) Seninle sevgilerimiz bile farklı. Sen acıdığın için onu sevdiğini söylüyorsun, oysa benim acıdığım falan yok ona. Ayrıca dünyada en çok nefret ettiği insan da benim. Her gece rüyalarıma giriyor: Hep birileriyle bir olup alay ediyor benimle. Durum bu işte dostum. Benimle evlenmeye kalkıyor, ama ayakkabısını değiştirmek için düşündüğü kadar bile düşünmüyor beni. İnanır mısın, beş gündür görmüyorum onu, yanına gitmeye cesaretim yok çünkü. Ya "Ziyaretinizin nedeni?" diye sorarsa? Az mı oynadı şerefimle...
— Şerefinle mi? Ne diyorsun?
— Sanki bilmiyorsun! Öyle ya, demin senin de söylediğin gibi, "tam nikâh kıyılacakken" beni bırakıp sana kaçmadı mı?
— Ama sen kendin inanmıyorsun ki...
— Sonra Moskova'da bir subayla, Zemtyujnikov'la onurumu ayaklar altına almadı mı? Ondan sonra da nikâh gününü kendi belirledi.
— Olamaz! diye haykırdı prens.
Rogojin kendinden emin bir tavırla,
— Öyle olduğunu biliyorum, dedi. Ne yani, onun öyle biri olduğunu sen bilmiyor musun? Öyle olmadığını söyleme bana dostum! Onun öyle olmadığını söylersen saçmalamış olursun. Sana karşı öyle davranmayacaktır. Korkar senden. Ama bana karşı öyle işte. Evet, öyle... Ciğeri beş para etmez biri gibi görüyor beni. Keller'le, şu boksör subayla da eminim, sırf beni küçük düşürmek için ilişki kurdu... Hem Moskova'da bana neler yaptığından da haberin yok senin! Ya paralar, harcadığım paralar...
Dehşet içinde sordu prens:
— Ya... Peki, şimdi de evleneceksin onunla ha!.. Peki, sonra ne yapacaksın?
Rogojin bıkkın, korku dolu bakışlarla bir süre baktı prensin yüzüne, bir şey söylemedi. Bir dakika sustuktan sonra,
— Beş gündür gitmiyorum onu görmeye, diye başladı. Beni kovacağından korkuyorum çünkü. "Ben hâlâ özgür bir kadınım," diyor. "Canım isterse kovarım seni, kalkıp yurtdışına giderim." (Rogojin prensin özellikle gözünün içine bakarak, parantez içinde söylüyormuş gibi ekledi:) Yurt dışına gideceğini kendi söyledi. Evet, kimi zaman bana gözdağı vermek için böyle şeyler der. Nedense eğlenir benimle. Ama bazen de gerçekten çatar kaşlarını, somurtur, tek sözcük çıkmaz ağzından. Ben bundan korkuyorum işte. Bir gün yanına giderken elim boş gitmeyeyim, diye düşündüm. O zaman da eğlendi benimle, ama sonra öfkelendi. Götürdüğüm harika şalı hizmetçisi Katya'ya verdi. Evet, eskiden de lüks içinde yaşıyordu ama, sanırım öyle güzel bir şalı hiç görmemiştir. Ne zaman evleneceğimizinse sözünü bile etmek yasak. Nasıl bir damat adayı evleneceği kadının yanına gitmekten korkar ki? Evde oturup duruyorum, sabrım kalmadı, dayanamıyorum artık. Gizliden evinin önünden geçiyorum, sokakta dolaşıyorum ya da köşe başında saklanıp evini gözetliyorum. Geçenlerde bir şey görür gibi olunca kapısının önünde gün ağarana kadar nöbet tuttum. Bir ara pencereyi açıp baktı, beni görünce "Seni aldattığımı bilsen ne yaparsın?" diye sordu. Tutamadım kendimi, "Sen daha iyi bilirsin," dedim.
— Neyi daha iyi bilirmişsin?
Öfkeli gülümsedi Rogojin.
— Ben nereden bileyim! Çok uğraştım, ama Moskova'da kimseyle yakalayamadım onu. Bir gün şöyle dedim kendisine: "Benimle evleneceğine söz verdin, namuslu bir aileye katılacaksın, ama şimdi nesin, biliyor musun? Öylesin işte!"
— Gerçekten böyle söyledin mi?
— Evet.
— E-e?
— "Değil senin karın olmak, şimdi seni yanıma uşak bile almam," dedi. O zaman ben şöyle dedim: "Ben de şuradan şuraya gitmem, o kadar." Şöyle karşılık verdi: "Öyleyse şimdi çağırıyorum Keller'i, söyleyeceğim ona, yakandan tuttuğu gibi kapı dışarı edecek seni." Üzerine saldırdım, yüzü gözü mosmor olana dek dövdüm...
— Olamaz! diye haykırdı prens.
Rogojin gözleri parlayarak, alçak sesle,
— Oldu işte, dedi. Sonra tam bir buçuk gün uyumadım, yemedim, içmedim, önünde diz çöküp yalvardım: "Beni bağışladığını söylemezsen ölürüm de çıkmam bu odadan, beni buradan dışarı atmalarını emredersen de, gider suya atarım kendimi. Çünkü sensiz yaşayamam ben." O gün bütün gün aklını yitirmiş gibiydi. Kâh ağladı, kâh bıçakla üzerime yürüdü, kâh yakası açılmadık küfürler etti. Zalyojev'i, Keller'i, Zemtyujnikov'u, hepsini çağırdı, beni onlara gösterip gösterip alay etti benimle. Sonra şöyle dedi: "Baylar, gelin bu akşam hep birlikte tiyatroya gidelim, dedi, o bu odadan çıkmak istemiyorsa, varsın burada otursun, ona bağlı değilim ben. Parfyon Semyonoviç, ben yokken çay getireceklerdir size. Acıkmış olmalısınız." Tiyatrodan yalnız döndü. "Hepsi ödlek, alçak bunların," dedi, "Senden korkuyorlar, beni de korkutmaya çalışıyorlar. Buradan gitmeyeceğini, belki de beni keseceğini söylüyorlar. Oysa ben yatak odama gideceğim şimdi ve kapımı bile kilitlemeyeceğim. Görüyorsun, ne kadar korkuyorum senden! Bunu göresin, bilesin diye öyle yapacağım! Çayını içtin mi?" – "Hayır," dedim, "içmeyeceğim de." – "Keyfine kalmış," dedi, "ama hiç yakışmıyor sana bu yaptığın." Dediğini de yaptı, yatak odasının kapısını kilitlemedi. Sabahleyin çıktı, gülüyor: "Sen aklını mı yitirdin?" dedi. "Bu gidişle açlıktan öleceksin!" – "Affet beni!" dedim. "Affetmek istemiyorum," dedi, "seninle evlenmeyeceğim de, söyledim bunu sana. Bütün gece bu koltukta mı oturdun yoksa? Hiç uyumadın mı?" – "Hayır, uyumadım," dedim. "Delilik bu yaptığın senin. Yine çay içmeyecek, yemek yemeyecek misin?" – "Beni bağışlayıncaya kadar içmeyeceğimi, yemeyeceğimi söyledim sana!" – "Hiç yakışmıyor sana bu," dedi, "şunu bilesin ki, ineğe eyer vurmak gibi senin bu yaptığın... Yoksa beni korkutmaya mı çalışıyorsun? Aç oturman umurumdaydı sanki! Aman ne korktum!" Çok öfkeliydi, ama biraz sonra yine alay etmeye başladı benimle. Kin tutmamasına şaşmıştım. Aslında kin tutar, birine duyduğu kini de uzun süre unutmaz! O zaman şöyle düşünüyordum: "Beni o kadar küçük görüyor ki, kin beslemeye bile değer bulmuyor." Doğrusu da buydu. Soruyordu bana: "Roma'da bir papa var, biliyor musun?" – "Duydum," dedim. "Genel tarih hiç okumamışsın sen Parfyon Semyonoviç," dedi. "Okumadım" dedim. "Al sana okuman için bir kitap veriyorum: Eskiden Romalı bir papa varmış, imparatora kızmış, imparator yalınayak gelip sarayının önünde yere diz çöküp kendisini bağışlaması için yemeden içmeden üç gün yalvarmış papaya. Orada yere diz çöküp, aç susuz bekleyen o imparator üç gün boyunca neler düşünmüş, ne yeminler etmiştir sence?.. Dur sana okuyayım!" Yerinden fırladı, bir kitap getirdi: "Şiir bunlar," dedi. Ve imparatorun yere diz çökmüş beklerken o papadan öcünü nasıl alacağına ne yeminler ettiğinin, kendine ne sözler verdiğinin şiirini okumaya başladı. "Yoksa hoşuna gitmedi mi Parfyon Semyonoviç?" dedi. "Okuduklarının hepsi doğru," dedim. "Vay! Doğru olduğunu söylüyorsun, öyleyse şimdi sen de 'Hele bir evlensin benimle, o zaman bunların hepsini hatırlatacağım ona, sıra bana gelecek,' diye yeminler ediyorsundur." – "Bilmiyorum, belki de öyledir." – "Nasıl bilmezsin?" – "Bilmiyorum işte, şu anda böyle şeyler düşünecek durumda değilim" dedim. "Peki, ne düşünüyorsun şu anda?" – "Senin az sonra yerinden kalkacağını, önümden geçeceğini, sana bakacağımı, arkandan bakışlarımla seni izleyeceğimi, giysinin hışırdayacağını, kalbimin küt küt çarpmaya başlayacağını, yürüyüp odadan çıkacağını, konuşurken söylediğin her sözcüğü, ses tonunu, söylediğin her şeyi hatırlayacağımı. Ama bu gece hiçbir şey düşünmedim, hep uyurken soluk alış verişini, gece iki kez yatağında dönüşünü dinledim..." Gülmeye başladı: "Sanırım beni dövdüğünü hiç düşünmüyor, belki hatırlamıyorsun da?" – "Belki düşünüyorumdur, ama bilmiyorum," dedim. "Peki, ya bağışlamazsam seni, seninle evlenmezsem?" – "Söyledim, suya atacağım kendimi," dedim. "Belki daha önce öldürürsün beni..." Böyle dedikten sonra düşüncelere daldı. Daha sonra sinirlendi ve çıkıp gitti odadan. Bir saat sonra yüzü asık döndü. "Seninle evleneceğim Parfyon Semyonoviç," dedi. "Ama senden korktuğum için değil, ölmek umurumda değil çünkü, hayatım mahvoldu nasıl olsa. Daha ne olacak? Hadi otur, şimdi getirecekler yemeğini. (Bir an düşündükten sonra ekledi:) Seninle evlenirsem sadık bir eş olacağım, bundan kuşkun olmasın, bana inanabilirsin." Bir süre sustuktan sonra şöyle dedi: "Demek uşak ruhlu biri değilmişsin... Eskiden senin tam bir uşak olduğunu düşünürdüm." O anda nikâh tarihini belirledi. Aradan bir hafta geçince de buraya, Lebedev'in yanına kaçtı. Arkasından geldiğimde şöyle söyledi: "Bütünüyle vazgeçmedim senden. Yalnız biraz daha beklemek niyetindeyim; canım ne kadar isterse... Çünkü hâlâ kendimin efendisiyim. İstiyorsan bekle." Şimdi durum böyle işte... Bu konuda ne düşünüyorsun Lev Nikolayeviç?
Prens, Rogojin'in yüzüne üzgün bakarak onun sorusuna soruyla karşılık verdi:
— Sen ne düşünüyorsun?
— Ben düşünebiliyor muyum ki! dedi Rogojin.
Bir şey daha söylemek istiyordu, ama derin bir üzüntü içinde sustu. Prens kalktı yine, gitmek istedi. İçinden gelen gizli bir düşünceye cevap veriyor gibi dalgın, alçak sesle,
— Yine de engel olmayacağım sana, diye mırıldandı.
Birden canlandı Rogojin, gözlerinin içi parladı.
— Bak ne diyeceğim! dedi. Bana karşı nasıl böylesine özverilisin hiç anlamıyorum. Yoksa artık sevmiyor musun onu? Eskiden en azından üzülüyordun, farkındaydım. Neden soluğu burada aldın? Ona acıdığından mı yoksa? (Manalı manalı gülümsedi.) He-he-he!
— Sana yalan söylediğimi mi sanıyorsun yoksa? diye sordu prens
— Hayır, inanıyorum ben sana, ama bir şeyi anlayamıyorum. Ancak bir gerçek de var, senin acıma duygun galiba benim aşkımdan daha güçlü!
Yüzünde kindar, bir şeyi açıkça söylemek isteğiyle içinin yandığını gösteren bir ifade vardı.
Prens gülümsedi:
— Ne o, sevgini kininden ayırt edemiyor musun? Sevgin biterse sonuç belki daha da kötü olacaktır. Söylüyorum bunu sana dostum Parfyon...
— Ne yani, boğazını mı keserim?
Ürperdi prens.
— Bugünkü aşkın için, çektiğin bunca acı için nefret etmeye başlayacaksın ondan. Benim en çok yadırgadığım da, tekrar seninle evlenmek istemesi. Dün bunu öğrendiğimde inanmakta zorluk çektim, çok kötü oldum. Öyle ya, iki kez bırakıp kaçtı seni, hem de tam evlenecekken. Demek bir şeyler var kafasında!.. Şimdi beklediği nedir senden? Para mı acaba? Ne saçmalık. Zaten fazlasıyla para harcamış olmalısın onun için. Nasıl olursa olsun, bir koca bulmak mı peki? Ama istese senden başkasını da bulabilir. Senin dışında bulacağı her koca da senden daha iyi olacaktır. Çünkü dik kafalısın sen, belki boğazını da kesersin. Sanırım şimdi çok iyi de bilmektedir bunu. Acaba onu böylesine büyük bir tutkuyla sevmen mi? Evet, bu olabilir... Özellikle böyle bir sevgi arayan kadınlar olduğunu duymuştum... yalnız şu var ki...
Prens sustu, düşünmeye başladı.
Rogojin, prensin yüzündeki belirsiz en küçük değişikliği büyük bir dikkatle izleyerek,
— Babamın resmine bakarak neden tekrar gülümsedin? diye sordu.
— Neden mi gülümsedim? Biraz sakin olabilseydin, kendini böylesine kaptırmasaydın bu aşka, belki tıpkı baban gibi olurdun, hem de çok kısa bir zamanda. Söz dinler, ağzı var dili yok, sesi çok seyrek çıkan karınla baş başa otururdun bu evde, sakin bir hayat sürerdin... Kim ne diyor, dinlemezdin, dinlemeyi gerekli görmezdin bile. Asık bir yüzle para, hiç sesini çıkarmadan habire para biriktirirdin. Çok çok, eski kitapları över, iki parmakla mı üç parmakla mı haç çıkarmak daha uygundur gibi şeylerle ilgilenirdin, o da ancak yaşlandığında...
— Gül sen, gül... Geçenlerde babamın bu resmine bakarken o da aynı şeyi söyledi! Her konuda aynı şeyleri düşünmeniz doğrusu çok şaşırtıcı...
Prens merakla sordu:
— O buraya geldi mi yoksa?
— Geldi. Bu resme uzun uzun baktı, babamla ilgili birtakım sorular sordu. "Sen de aynı onun gibi olurdun," dedi. Sonra gülümsedi. "Parfyon Semyonoviç," diye ekledi, "tutkuların çok güçlü, o kadar güçlü ki, zekân olmasaydı, bu tutkular Sibirya'da küreğe boylatırlardı seni. Çünkü çok akıllı bir insansın." İnanır mısın, aynen böyle söyledi. İlk kez böyle konuştuğuna tanık oluyordum! "Bugünkü çılgınlıklarını çabucak bırakırdın. Öğrenimsiz olduğun için de baban gibi bu evde oturur, kiracıların Skopetsler'le para biriktirirdin. Belki sonunda onların inançlarını bile benimserdin. Paracıklarını o kadar severdin ki, iki milyon değil, bakarsın on milyon biriktirirdin, para çuvallarının üzerinde de açlıktan ölürdün belki, çünkü baştan aşağı tutkusun, her tutkuya kaptırıyorsun kendini." Tam böyle söyledi işte, tıpkı böyle, aynı sözcüklerle... O ana kadar hiç böyle konuşmamıştı benimle! Hep boş, anlamsız şeyler söyler bana ya da benimle şakalaşır. O zaman da önce şaka eder gibiydi, ama sonra ciddileşti. Evi köşe bucak dolaştı. Bir şeyden korkuyor gibiydi. "Her şeyi değiştireceğim burada," dedim, "eski eşyaları atacağım." – "Yo, hayır," dedi, "hiçbir şeyi değiştirmeye gerek yok, böyle olduğu gibi yaşarız burada. Evlendiğimizde annenin yanında olmak istiyorum." Anneme götürdüm onu. Öz kızıymış gibi son derece saygılı davrandı anneme. İki yıldır annemin akıl sağlığı pek yerinde değil. Hasta. Babamın ölümünden sonra iyice çocuk gibi oldu. Pek konuşamıyor, ayakları tutmuyor, odasına giren birisini gördüğünde oturduğu yerden öne eğilerek selam verebiliyor yalnızca, o kadar. Üç gün yemek vermesen, aç susuz öyle oturur, yemek aklına gelmez. Annemin sağ elini tutup haç çıkarttırdım, "Kutsayın onu anneciğim, yakında karım olacak," dedim. Annemin elini tutup içtenlikle öptü. "Sanırım, annen çok acı çekmiş..." dedi. Masamın üzerinde bu kitabı görünce, "Ne o, Rus tarihine mi merak sardın?" dedi. (Bir gün Moskova'da şöyle demişti bana: "Hiç değilse bir şeyler öğrenmeye çalış, en azından Solovyev'in Rus Tarihi'ni oku. Dünyadan haberin yok!") "Çok iyi ediyorsun, devam et," dedi. "Önce hangi kitapları okuyacağının bir listesini yapayım sana, ister misin?" O zamana kadar hiç böyle konuşmamıştı benimle. Çok şaşırmıştım. Onun yanında ilk kez insan hissetmiştim kendimi.
Prens gerçek bir içtenlikle,
— Buna çok sevindim Parfyon, dedi. Çok sevindim. Kim bilebilir, belki de birlikte olmak yazılıdır alnınızda.
Rogojin heyecanla,
— Hiçbir zaman olmayacak bu! diye haykırdı.
— Beni dinle Parfyon, onu bu kadar sevdiğine göre, onun saygısını kazanmak için neden bir şeyler yapmayasın? İstiyorsan, umudun mu yok acaba? Biraz önce söyledim sana, seninle evlenmek istemesini aklım almıyor. Bu konuda kesin bir şey söyleyemem, ama ortada yeterince değerli, mantıklı bir nedenin olduğundan da kuşkum yok. Senin onu sevdiğine inanıyor. Öte yandan birkaç özelliğinin olduğuna da inanıyordur. Başka türlü olamaz! Şimdi söylediğin doğruluyor bunu. Seninle eskisine göre bambaşka bir tavırla konuşmaya başladığını söylüyorsun. Kuşkucu ve kıskançsın, kötü olduğunu fark ettiğin her şeyi bu yüzden büyütüyorsun. Dediğin gibi, seninle ilgili kötü düşündüğünü hiç sanmıyorum. Tersi durumda seninle evlenmekle kendini bile bile suya veya bıçağın altına atıyor olurdu. Olacak şey mi? Bilerek kim suya veya bıçağın altına atar kendini?
Prensin heyecanlı konuşmasını Parfyon dudaklarında acı bir gülümsemeyle dinliyordu. Bu konuda inancının değişmez, kesin olduğu belliydi.
Prens içinde bir ağırlık hissederek,
— Çok kötü bakıyorsun bana Parfyon! dedi.
Rogojin neden sonra şöyle mırıldandı:
— Suya veya bıçağın altına! He-he! Benimle evlenecek, çünkü bıçağı benden bekliyor! Bugüne dek sahiden durumun farkına varamadın mı prens?
— Anlayamıyorum seni.
— Evet, belki de anlamıyorsundur, he-he-he! Senin için... şeydir diyorlar zaten. O başkasını seviyor... bunu unutma! Benim onu sevdiğim gibi, o da aynı şekilde başkasını seviyor. O başkası kim, biliyor musun? Sensin! Ne o, bilmiyor muydun?
— Ben ha!
— Evet, sen! Yaş gününü kutladığı akşamdan beri seviyor seni. Yalnız seninle evlenemeyeceğini, çünkü evlenirse seni küçük düşürmüş olacağını, hayatını mahvedeceğini düşünüyor. "Ne mal olduğum belli benim," diyor. Hâlâ aynı şeyi söylüyor. Yüzüme karşı söyledi bunu bana. Seni küçük düşürmekten, mahvetmekten korkuyor. Ama benimle evlenmesinin hiçbir sakıncası yok, evlenebilir benimle. Beni böyle görüyor işte, bunu da unutma!
— Öyle ama senden bana kaçtıktan sonra... benden de...
— Senden de bana! He-he! Onun aklına ne zaman neyin eseceğini kimse bilemez! Şimdilerde humma nöbeti geçiriyor sanki. Birden bana bağırmaya başlıyor: "Seninle evlenmek kendimi suya atmak gibi bir şey. Hemen evlenelim!" Telaşlanıyor, acele ediyor, nikâh gününü belirliyor... Ama zaman yaklaşınca korkmaya mı başlıyor, yoksa fikrini mi değiştiriyor, Tanrı bilir... Öyle olduğunu sen de biliyorsun: Ağlamaya başlıyor, kahkahalar atıyor, sıtma nöbeti gelmiş gibi titriyor. Senden de kaçmış olmasında şaşılacak ne var? O zaman senden de kaçtı, çünkü seni ne kadar çok sevdiğinin farkına vardı. Senin yanında olmaya gücü yetmedi. Demin dediğin gibi, Moskova'da ben arayıp bulmadım onu. Doğru değil bu, senden kaçıp bana geldi. "Bir gün belirle, ben hazırım," dedi. "Şampanya ver bana! Çingenelere gidelim!" diye bağırıyordu!.. Evet, ben olmasaydım, çoktan suyun dibini boylamıştı. Çok doğru söylüyorum. Kendini nehre atmamasının nedeni, belki de benim sudan daha korkunç olmamdır... Hıncından, öfkesinden geliyor bana... Bir gün benimle evlenirse, bana olan öfkesinden evlenecek.
Prens,
— Peki ama, sen nasıl... sen nasıl... diye haykırdı.
Sözünün sonunu getirmeden dehşet içinde Rogojin'in yüzüne bakmaya başladı. Rogojin sırıtarak,
— Sözünün sonunu neden getirmiyorsun? dedi. Şu anda içinden ne geçirdiğini söyleyeyim mi sana: "Şimdi onunla mı evlenecek yani? Nasıl izin verirsin buna?" Böyle düşünüyorsun işte...
— Söyledim sana Parfyon, bunun için gelmedim ben buraya, öyle bir şey yok aklımda.
— Bunun için gelmemiş olabilirsin, aklında da böyle bir şey olmayabilir, ama şimdi öyle, he-he-he! Neyse, yeter artık! Neden öyle yıkıldın birden? Bunun böyle olduğunu bilmiyor muydun yoksa? Şaşırtıyorsun beni!
Prens aşırı bir heyecan içinde,
— Bütün bunları kıskançlığından söylüyorsun Parfyon, dedi, hastasın sen, her şeyi çok büyütüyorsun... Neler oluyor sana?
Parfyon, prensin eline aldığı, masanın üzerindeki kitabın yanında duran bıçağı elinden birden çekip aldı, bıçağı eski yerine koyarken,
— Bırak şunu, dedi.
Prens sürdürdü konuşmasını:
— Petersburg'a dönerken biliyordum bunu, içime doğmuştu sanki... Hiç gelmek istememiştim! Burada olanların hepsini unutmak, kafamdan çıkarıp atmak istiyorum! Neyse, hoşça kal... Dur, ne oluyorsun?
Prens konuşurken dalgınlıkla aynı bıçağı tekrar eline alacak olmuş, Rogojin bıçağı tekrar elinden çekip almış, masanın üzerine atmıştı. Sapı işlemeli geyik boynuzundan, ağzı on beş santim kadar, genişliği de ona uygun, sıradan bir bıçaktı bu.
Rogojin, elinden bıçağın iki kez çekilip alınmasına prensin şaştığını fark edince öfkeyle kitabın arasına soktu bıçağı ve kitabı öteki masanın üzerine attı.
— Sayfaları mı açıyorsun onunla? diye sordu prens.
Ama çok dalgın sormuştu bunu.
— Evet, sayfaları açıyorum.
— Ama bağ bıçağı değil mi bu?
— Evet, bağ bıçağı. Bağ bıçağı kitap açacağı olarak kullanılamaz mı yani?
— Ama... yepyeni.
Sinirleri giderek bozulmakta olan Rogojin öfkeyle yükseltti sesini:
— Yeniyse ne olmuş? Kendime yeni bir bıçak alamam mı yani?
Prens ürperdi, Rogojin'in gözlerinin içine baktı. Kendine gelmiş gibi gülümsedi birden:
— Ne oluyoruz? dedi. Bağışla beni kardeşim, kafam şimdiki gibi karışık olduğu zamanlar, hastalığımdır bu benim... öyle dalgın ve komik oluyorum ki, anlatamam. Sana sormak istediğim bu değildi... Ne soracağımı unuttum. Neyse, hoşça kal.
— Buradan, dedi Rogojin.
— Unutmuşum!
— Bu taraftan, bu taraftan gideceğiz, göstereceğim sana yolu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top