III
III
General İvan Fyodoroviç Yepançin çalışma odasının orta yerinde ayakta durmuş, kapıdan giren prense büyük bir merakla bakıyordu. Ona doğru iki adım bile atmıştı. Prens yaklaşıp tanıttı kendini.
— Evet efendim, dedi general. Sizin için ne yapabilirim?
— Acil bir işim yok. Sizinle tanışmak için uğramıştım. Rahatsız etmek istemezdim sizi, ama kabul gününüzü de, ne koşullarla ziyaretçi kabul ettiğinizi de bilmiyordum... Üstelik trenden yeni indim... İsviçre'den geliyorum...
Gavrila çalışma odasının öte ucunda yazı masasının yanında ayakta duruyor, kâğıtları karıştırıyordu.
General gülümseyecek oldu, ama bir an düşünüp gülümsemedi; sonra bir kez daha düşündü, gözlerini kıstı, konuğunu bir kez daha yukarıdan aşağı süzdü, sonra hemen bir sandalye gösterdi ona, kendi de onun hafif çaprazına oturdu ve sabırsız bir bekleyiş içinde prense döndü.
— Tanışma törenleri için genellikle pek zamanım olmaz, dedi general, ama elbette bir amacınız vardı buraya gelirken, dolayısıyla...
Generalin sözünü kesti prens:
— Tahmin etmiştim, dedi, kesinlikle, sizi ziyarete gelmemin bir amacı olduğunu düşüneceğinizi tahmin etmiştim. Ama yemin ederim, sizinle tanışmak mutluluğuna kavuşmaktan başka özel bir amacım yok.
— Kuşkusuz, benim için de büyük bir mutluluk bu. Ama eğlenmek olmuyor her zaman, bildiğiniz gibi, bir şeyler yapmak da gerekiyor... Bununla birlikte, aramızda ortak... yani ziyaretinizin nedeni olabilecek ortak neyin olduğunu hâlâ anlayabilmiş değilim...
— Evet, bir neden yok ortada, elbette ortak şey de çok az. Doğrusunu isterseniz, benim Prens Mışkin olmam, sayın eşinizin de bizim soyumuzdan olması bir neden olamaz. Bunu çok iyi anlıyorum. Ama ne var ki sizi ziyarete gelmemin tek nedeni de bu. Dört yılı aşkın bir süredir yurtdışındaydım. Oraya giderken aklım pek başımda değildi! Bir şey bilmiyordum, şimdi de öyle... İyi insanlara ihtiyacım var. Evet tek bir işim var şimdi, nereye başvuracağımı bilmiyorum. Daha Berlin'de şöyle düşünüyordum: "Hiç değilse akrabam sayılırlar, önce onlara giderim. Bakarsın birbirimize yararlı oluruz, onlar bana, ben onlara... İyi insanlarsa, kuşkusuz..." Sizlerin iyi insanlar olduğunuzu duymuştum.
General şaşırmıştı.
— Çok teşekkür ederim efendim... Sormama izin verir misiniz, nerede kalacaksınız?
— Henüz bilmiyorum.
— Demek trenden inince doğru buraya geldiniz? Ve... eşyanızla?
— Bütün eşyam çamaşırlarımın olduğu çıkınım zaten. Başkaca bir eşyam yok. Genellikle her zaman yanımda taşırım onu. Akşam otelde bir oda bulabilirim.
— Yani hâlâ otelde kalmak niyetindesiniz?
— Ah evet, elbette.
— Oysa sözlerinizden, bizde kalmayı düşündüğünüzü anlamıştım.
— Bu ancak sizde kalmamı önerirseniz olabilir. Ne yalan söyleyeyim, bunu önerseniz bile kalmayabilirim, sizde kalmamın bir nedeni yok... yapım öyle...
— Kalmanızı önermemekle iyi etmişim demek... önermeyeceğim de... İzninizle prens, bir an önce her şey açıklığa kavuşsun: Şu anda anlaştığımız gibi, akrabalık diye bir şey söz konusu olamaz aramızda –olsaydı, kuşkusuz bir onur olurdu bu benim için– bu durumda...
— Bu durumda kalkıp gidin mi? dedi prens. (Ayağa kalkmıştı. İçinde bulunduğu durumun zorluğuna karşın, neşeyle gülümsüyordu.) Biliyor musunuz general, buranın kurallarını, genellikle burada insanların nasıl yaşadıklarını bilmeyişime karşın, aramızdaki ilişkinin böyle gelişeceğini tahmin ediyordum. Evet, belki böyle olması da gerekiyordu... Öyle ya, yazdığım mektuba bile cevap alamamıştım... Neyse, hoşça kalın. Rahatsız ettiğim için özür dilerim.
Bunu söylerken prensin bakışı öylesine sevecen, gülümsemesi de gizli bir kırgınlık duygusunun her türlü gölgesinden bile olsun öylesine uzaktı ki, birden duraladı general, değişik bir biçimde baktı konuğuna. Bakışındaki bu değişiklik bir anda olmuştu.
Bambaşka bir sesle,
— Bakın ne diyeceğim prens, dedi, doğrusunu isterseniz, tanımıyorum ben sizi, ama Yelizaveta Prokofyevna kendisiyle aynı soydan gelen birini belki görmek isteyebilir... Zamanınız varsa, isterseniz biraz bekleyiniz.
— Elbette var. Her zaman zamanım vardır. (Yuvarlak, yumuşak şapkasını hemen masanın üzerine koydu prens.) Doğrusunu isterseniz, Yelizaveta Prokofyevna'nın kendisine mektup yazdığımı belki hatırlayacağını da düşünmüştüm. Demin sofada beklerken uşağınız benim yardım istemeye gelmiş bir yoksul olduğumdan kuşkulandı. Gözümden kaçmadı. Bu konuda kesin kurallarınızın olduğunu sanıyorum. Ama inanın, bu amaçla gelmedim ben buraya, yalnızca insanlarla bir arada olmak için geldim. Ama görüyorum ki, biraz rahatsız ettim sizi. Bu üzüyor beni işte...
General neşeyle gülümsedi.
— Bakın ne diyeceğim prens, gerçekten de göründüğünüz gibi bir insansanız, sanırım tanışmak çok hoş olacak sizinle. Ama gördüğünüz gibi, çok meşgul biriyim ben. Şimdi yine birtakım evrakları incelemem, imzalamam gerekiyor, sonra da ekselanslarının yanına gideceğim, daha sonra da görevimin başına. Anlayacağınız, ziyaretçilerimin olmasından hoşnutluk duysam da... elbette iyilerinin... ama... Ama sizin görgülü biri olduğunuza inanıyorum ve... Sahi, kaç yaşındasınız prens?
— Yirmi altı.
— Ya! Oysa ben çok daha genç olduğunuzu sanmıştım.
— Evet, yüzden küçük gösterdiğimi söylerler. Ama sizi rahatsız etmemeyi çabucak öğrenecek ve buradan hemen gideceğim, çünkü insanları rahatsız etmeyi hiç sevmem... Ayrıca anladığım kadarıyla, birçok bakımdan oldukça farklı insanlarız da... ortak yanımız belki de hiç yok. Ama biliyor musunuz, bu son söylediğime kendim de inanmıyorum. Çünkü çok sık böyle gelir insanlara, ortak yanlarının olmadığını sanırlar. Oysa çok ortak yanları vardır... İnsanların tembelliğinden, bir de birbirlerini nasıl görünüyorlarsa öyle değerlendirdiklerinden, onlarda başka bir şeyler bulamadıkları için oluyor bu... Ne var ki biraz sıkıcı olmaya başladım galiba? Sanki siz...
— Bir şey soracağım size efendim, az da olsa biraz paranız var mı? Ya da bir şeyler yapmak niyetinizde misiniz? Böyle sorduğum için bağışlayın beni...
— Rica ederim, bu sorunuz benim için çok değerli ve anlaşılır. Şimdilik param da, işim de yok, ama olsaydı çok iyi olurdu. Yabancı para vardı yanımda. İsviçre'de yanında hem tedavi olduğum, hem öğrenim gördüğüm profesör Şneyder yol parası olarak vermişti. Yolda yetecek kadardı param, öyle ki buraya geldiğimde ancak birkaç kapik kalmıştı cebimde. Aslında bir işim var ve birisine akıl danışmak istiyorum, ama...
General sözünü kesti:
— Söyler misiniz, şimdi nasıl geçinmeyi düşünüyorsunuz, niyetiniz nedir?
— Çalışmak isterdim...
— Hımm, evet; gerçi bir filozofsunuz... yeteneklerinizin, becerilerinizin farkındasınız, ama onların arasında size ekmek parası kazandırabilecek olanları var mıdır? Yine bağışlayın...
— Özür dilemeyin. Hayır efendim, yeteneklerimin de, özel birtakım becerilerimin de olduğunu sanmıyorum. Hatta tersine, hasta bir insanım ben, doğru dürüst bir öğrenim de görmedim: Ekmek parasına gelince, öyle sanıyorum ki...
General yine kesti prensin sözünü, tekrar sorular sormaya başladı. Prens daha önce anlattığı her şeyi bir kez daha anlattı. Bu arada generalin ölen Pavlişçev'in adını duyduğu, hatta onunla tanıştığı anlaşılmıştı. Pavlişçev onun öğrenimiyle neden ilgilenmişti, bunu prensin kendi de bilmiyordu. Belki, toprağı bol olsun babasıyla eski dostluğunun hatırına yapmıştı bunu. Anne babası öldüğünde prens küçücük bir bebekmiş. Hep köylerde büyümüş. Çünkü sağlık durumu köylerde yaşamasını gerektiriyormuş. Pavlişçev köyde yaşaması için akrabası, eski dostu birtakım toprak sahiplerinin yanına göndermişti onu. Başlangıçta bir mürebbiye tutmuştu ona, sonra bir erkek öğretmen. Prens her şeyi hatırladığını söylese de, ne olup bittiğini pek anlaşılır biçimde açıklayamıyordu. Çünkü çoğu olayı yarım yamalak hatırlıyordu. Sık gelen nöbetler neredeyse bir budala yapmıştı onu. (Prens tam böyle "budala" diyordu.) Sonra Pavlişçev bir gün Berlin'de özellikle bu tür hastalıklarla ilgilenen, İsviçre'nin Valais Kantonu'nda bir sağlık kurumu bulunan Profesör Şneyder ile karşılaşmış. Profesör budalalık, delilik gibi hastalıkları kendince bir metotla, soğuk su ve jimnastikle iyi ediyormuş; bu arada hastalarının öğrenimleriyle, ruhsal gelişimleriyle de yakından ilgileniyormuş. Bundan yaklaşık beş yıl önce Pavlişçev onu İsviçre'ye, Şneyder'in yanına yollamış ve bundan iki yıl önce de herhangi bir vasiyet bırakmadan ansızın ölüvermiş. Şneyder iki yıl daha bakmış ona, tedavisini sürdürmüş. Prens bütünüyle iyileşmemiş. Profesörün tedavi yöntemi çok yararlı olmuş prens için. Sonunda, onun pek istemesi ve ortaya çıkan bir gelişme nedeniyle profesör Rusya'ya yollamış onu.
General şaşırmıştı.
— Ve Rusya'da kimseniz, hiç kimseniz yokken mi? diye sordu.
— Şimdilik öyle, ama umarım olacak... bir mektup aldım...
Prensin sözünü kesti general:
— Hiç değilse oralarda bir meslek edinseydiniz kendinize, dedi. (Onun bir mektuptan söz ettiğini duymamıştı.) Peki, hastalığınız bir şeyle, sözgelimi memurluk gibi hafif bir işle ilgilenmenize engel midir?
— Yo, sanmam. Böyle bir işe girmeyi çok isterdim. Çünkü ne yapabileceğimi görmek istiyorum. Düzenli olmasa da, orada sürekli dört yıl öğrenim gördüm. Boş zamanlarımda Rusça pek çok kitap okuma fırsatım da oldu.
— Rusça kitap mı? Öyleyse okumanız iyidir, yanlışsız yazıyorsunuzdur da umarım?
— Elbette.
— Çok güzel! Ya el yazınız?
— El yazım mükemmeldir. Sanırım özel bir yeteneğim var bu konuda, tam bir hattatım. (Heyecanlanmıştı prens.) İsterseniz deneme için bir şeyler yazayım size.
— Lütfen. Bir açıdan gerekli de bu... Hem böyle her şeye hazır olmanız hoşuma gitti prens. Doğrusu, gerçekten çok sevimli, hoş bir insansınız.
— Yazı takımlarınız ne güzel, ne kadar çok kurşun kaleminiz var, mürekkep kalemleriniz de ne kadar çok, kâğıtlarınız kalın ve çok güzel... Çalışma odanız da harika! Bakın, şu resimdeki yeri biliyorum ben. İsviçre'den bir manzara... Hiç kuşkum yok, ressam oraya bakarak yapmıştır bu tabloyu. Uri Kantonu'nda bir yerdir...
— Bu tabloyu burada satın almış olsam da olabilir. Gavrila, prense bir kâğıt verin. İşte size bir divit ve kâğıt. Şu küçük masaya geçin lütfen... (General, çantasından büyük boy bir fotoğraf çıkarıp ona uzatan Gavrila Ardalionoviç'e döndü.) Nedir bu? Vay! Nastasya Filippovna! (Heyecanla, büyük bir merakla ekledi general.) Bunu kendi, kendi mi yolladı sana?
— Demin kendisini kutlamaya gittiğimde verdi. Uzun zamandır istiyordum ondan bunu. (Buruk bir gülümsemeyle ekledi Gavrila Ardalionoviç.) Bilmiyorum, böyle bir günde eli boş uğradığım, bir armağan getirmediğim için bir sitem miydi bana bu?
General inandırıcı bir tavırla,
— Yo, hayır, diye kesti sözünü. Ne tuhaf şeyler düşünürsün öyle! Sitem etmek içinmiş... böyle şeylere bakmaz Nastasya Filippovna. Hem binler harcamadan ona nasıl armağan vereceksin ki? Portreye gelince... Sahi, aklıma gelmişken, o senin bir resmini istemedi mi?
— Hayır, henüz istemedi. Belki de hiç istemeyecek. Bu akşamı unutmadınız değil mi İvan Fyodoroviç? Özel davetli olanlardansınız çünkü...
— Unutmadım, unutmadım, elbette geleceğim. Hem onun yirmi beşinci doğum günü yemeğini nasıl unuturum! Hım... Bak Gavrila, açıkça söyleyeyim sana, hazırlıklı ol. Afanasiy İvanoviç'e de, bana da söz verdi, bu akşam "evet veya hayır" kesin kararını söyleyecek. Bunu bilesin.
Birden tedirginleşmişti Gavrila Ardalionoviç, öyle ki yüzünün rengi bile biraz atmıştı. Titrek bir sesle,
— Gerçekten öyle mi dedi? diye sordu.
— Önceki gün söz verdi. İkimiz birlikte o kadar üzerine düştük ki, sonunda söz vermek zorunda kaldı. Yalnız zamanı gelene kadar sana bir şey söylememizi rica etti.
General gözlerini ayırmadan Gavrila Ardalionoviç'e bakıyordu. Tedirginleşmesinden hoşlanmadığı belliydi.
Gavrila Ardalionoviç ürkek, ikircikli bir tavırla,
— Unutmayın İvan Fyodoroviç, dedi. Kendisi son kararını verene kadar, karar vermekte benim de tam anlamıyla özgür olduğumu söylemişti. Öyleyse benim de söz hakkım var...
Birden ürkmüştü general:
— Yoksa sen... yoksa sen...
— Hayır, bir şey yok.
— Söyler misin, bize ne yapmak niyetindesin sen?
— Yo, vazgeçmiş değilim. Belki de anlatamadım...
General canı sıkkın bir tavırla (can sıkıntısını gizlemeyi bile gerekli görmemişti) mırıldandı:
— Bir de sen vazgeçseydin! Hayır kardeş, sorun senin vazgeçip vazgeçmemende değil, onun sözünü sevinçle, mutlulukla karşılamaya hazır olmandadır... Senin evde durum nasıl?
— Nasıl olacak? Evde her şey benim istediğim gibi. Yalnızca babam her zamanki gibi saçmalıyor. Tam anlamıyla sapıttı. Artık konuşmuyorum onunla, ama üzerinde baskımı sürdürüyorum. Annem olmasa çoktan kapıyı göstermiştim ona. Kuşkusuz, durmadan ağlıyor annem. Kız kardeşim küplere biniyor. Sonunda onlara kendimle ilgili kararları almakta özgür olduğumu ve evde... beni anlamalarını istediğimi ekledim. En azından, annemin yanında açık açık söyledim bunları kız kardeşime.
General, omuzlarını hafifçe kaldırıp, kollarını yine hafifçe iki yana açarak dalgın,
— Ben hâlâ anlayamıyorum kardeş, dedi. Geçenlerde bize geldiğinde Nina Aleksandrovna da aynı şeyi söylemişti, hatırlıyorsun, değil mi? Ah vah edip duruyordu. "Neyiniz var?" diye sorduğumda anladım ki, onlar bunu kendileri için bir ayıp sayıyorlar. Söyler misiniz, ayıp neresinde bunun? Kim Nastasya Filippovna'yı ayıplayabilir ya da herhangi bir şeyle suçlayabilir ki? Totskiy ile birlikte olmasını mı? Ama büyük bir saçmalık bu, hem de bu malum koşullarda kuşkusuz! "Kızlarınızın yanına sokmuyorsunuz onu, değil mi?" diyor. Eh! Saçmalık! Ah be Nina Aleksandrovna! Yani nasıl anlayamazsınız bunu, bunu...
Uygun sözcüğü bulmakta zorlanan generale yardım etti Gavrila:
— Kendi durumunu?.. Anlamasına anlıyor. Lütfen kızmayın ona. Daha o zaman başkalarının işine burnunu soktuğu için haşlamıştım onu. Ama evde yine de bir değişiklik yok. Son söz söylenmiş olmasa da fırtına koptu kopacak. Bugün son söz söylenirse, demek her şey söylenecek.
Prens köşede yazı denemesini tamamlamaya çalışırken onların bu konuşmasını dinliyordu. İşini bitirdikten sonra masanın yanına geldi, elindeki kâğıdı generale uzatırken portreye dikkatli dikkatli bakıp,
— Nastasya Filippovna bu demek? diye mırıldadı ve hemen heyecanla ekledi: İnanılmaz bir güzellik!
Portredeki gerçekten olağanüstü güzel bir kadındı. Üzerinde son derece sade, şık, siyah ipek bir giysiyle fotoğraf çektirmişti. Besbelli koyu kumral olan saçları evdeymiş gibi güzelce toplanmıştı. Derin bakışlı gözleri koyu renk, alnı düşünceliydi. Yüz ifadesi tutkulu, sanki mağrurdu. Yüzü hafif zayıf, belki de soluktu...
Gavrila ile general şaşkınlık içinde baktılar prense...
General,
— Nasıl, Nastasya Filippovna mı? diye sordu. Nastasya Filippovna'yı tanıyor musunuz yoksa?
— Tanıyorum. Daha bir gün olmadı Rusya'ya ayak basalı ve böylesine bir güzeller güzelini tanıyorum... diye karşılık verdi prens ve hemen Rogojin'le karşılaşmasını, konuştuklarını anlattı.
Prensin anlattıklarını büyük bir dikkatle dinleyen general yine telaşlandı, Gavrila'nın yüzüne heyecanla bakarak:
— Al sana yeni haberler! dedi.
Gavrila da biraz telaşlanmıştı.
— Pek çirkin bir şey bu! diye mırıldandı. Bir tüccar çocuğu hovardalık ediyor... Onunla ilgili bir şeyler gelmişti kulağıma...
— Benim de dostum, benim de... Küpe olayından sonra Nastasya Filippovna her şeyi önüne gelene anlatmıştı. Ama şimdi durum farklı. Sanırım bir milyon gibi bir para ve... tutku var ortada... Tutalım ki gerçekten çirkin bir tutkudur bu, ama yine de bir tutkudur. Ayrıca bu bayların neler yapabilecekleri de bilinen bir şey... hele kafayı çekmişlerse!.. (Endişeli bitirdi sözünü general:) Hım!.. Bir olay çıkmasa bari!
Gavrila sırıttı.
— Milyonu tehlikeli mi buluyorsunuz?
— Sanırım siz bulmuyorsunuz?
Birden prense döndü Gavrila:
— Peki, sizce nasıl biri o prens? Ciddi biri mi, yoksa serserinin teki mi? Kişisel görüşünüz nedir?
Bunu sorarken Gavrila'nın içinde bir şeyler oluyor gibiydi. Sanki yepyeni, özel bir düşünce doğmuştu beyninde ve gözlerinde sabırsızca parlıyordu. Gerçekten huzursuz olan general de yan gözle bakıyordu prense. Ama onun vereceği yanıttan pek bir şey beklemediği belliydi.
— Size nasıl söylesem, bilemiyorum, dedi prens. Yalnızca çok tutkulu, hatta hastalıklı derecede tutkulu biri gibi geldi bana. Üstelik kendisi de hasta gibi. Çok olasıdır, Petersburg'da ilk günlerinden sonra tekrar yatağa düşecektir, özellikle de içmeye başlayınca.
Bu düşünceye takılmıştı general.
— Gerçekten mi? dedi. Öyle mi geldi size?
— Evet, öyle geldi.
Generale bakarak gülümsedi Gavrila.
— Bu çeşit rezaletlerin patlak vermesi için birkaç gün bile beklemeye gerek kalmayabilir... dedi. Bu akşama kadar bile bir şeyler olabilir.
General,
— Hım!.. Elbette... dedi. Olabilir, ama bu durumda her şey Nastasya Filippovna'nın ne düşüneceğine bağlı.
— Öyle ama, onun bazen nasıl olduğunu da biliyorsunuz.
İyice telaşlanan general tekrar yükseltti sesini:
— Nasıl oluyormuş? Bak ne diyeceğim sana Gavrila, bugün pek ters davranma ona, öyle ol ki, bilirsin ya... sözün kısası, onun istediği gibi... Hım!.. Ne diye dudak büküyorsun? Dinle beni Gavrila Ardalionoviç, aklıma gelmişken, bunu söylemenin de tam zamanı zaten: Ne diye telaş edip duruyoruz ki? Şunu bilmeni isterim, bu işteki kişisel çıkarım konusunda bir endişem yoktur. Öyle veya böyle, işi kendi çıkarıma çevireceğim. Totskiy kesin kararını verdi, kesinlikle öyle ve benim de herhangi bir kuşkum yok. Şimdi benim bütün çabam senin için. Kendin karar ver. Bana güveniyor musun, güvenmiyor musun? Öte yandan sen... sen... tek kelimeyle kafası çalışan bir insansın ve senden umutluyum... bu olayda da, bu... bu...
Sözcük bulmakta zorlanan generale yine yardım etti Gavrila:
— Asıl önemli olandır...
Bunu söylerken, artık gizlemeye gerek görmediği zehirli bir gülümseme dolaşmıştı dudaklarında. Bakışının ifade ettiği şeyi anlamasını istiyor gibi ateşli bakışını generalin gözlerine dikmişti.
Generalin yüzü kıpkırmızı oldu. Öfkeyle Gavrila'nın gözlerinin içine bakarak karşılık verdi:
— Evet, çok doğru, en önemli olan akıldır! Gerçekten çok komik bir insansın Gavrila Ardalionoviç! Farkındayım, kendin için bir kurtuluş olduğunu düşündüğün için bu tüccar çocuğunun ortaya çıkmasına seviniyorsun. Evet, burada en başta akıllı olmak gerekir. Özellikle... iki tarafı da düşünmek gerek: Dürüst ve açıkyürekli olman, başkalarını incitmiş olmamak için önceden uyarman gerekirdi... bunun için yeterli zaman vardı, şimdi bile var... (General anlamlı anlamlı kaldırdı kaşlarını) Önünde yalnızca birkaç saat kalmış olmasına karşın, zamanın var... Anladın mı beni? Anladın mı? Gerçekten istiyor musun, istemiyor musun? İstemiyorsan açık açık söyle olsun bitsin... Hiç kimse tutmuyor sizi Gavrila Ardalionoviç, kimse zorla kapana sokmaya çalışmıyor sizi... bunda bir kapan görüyorsanız eğer...
Gavrila alçak sesle, kararlı,
— İstiyorum, diye mırıldandı.
Bakışlarını yere indirip üzgün, sustu.
General rahatlamıştı. Biraz önce heyecanlandığı, çok ileri gittiği için şimdi pişmanlık duyduğu belliydi. Birden prense döndü. Prens orada olduğu ve her şeyi duymuş olabileceği için kaygılı bir ifade belirdi yüzünde. Ama bir anda geçti kaygısı. Prense bir bakışta insanın bütünüyle rahatlaması olasıydı.
Prensin uzattığı yazı örneğine bakınca,
— Ooo! diye haykırdı general. Yazı dediğin böyle olur işte! Böylesini herkes yazamaz! Baksana Gavrila, bu ne yetenek böyle!
Prens kalın, perdahlı bir kâğıda ortaçağ Rus harfleriyle şu cümleyi yazmıştı:
"Alçakgönüllü başrahip Pafnutiy imzasını attı."
Prens olağanüstü bir hazla ve heyecanla açıkladı:
— Başrahip Pafnutiy'in on dördüncü yüzyıldan kalma bir belgedeki imzasıdır bu. Eski başrahiplerimizin, metropolitlerimizin hepsi belgelere enfes imzalar atarlarmış; kimi zaman büyük bir özenle, titizlikle koyarlarmış imzalarını! Hiç değilse bir Pogodin baskınız var mı general? Sonra bir deneme daha yaptım şurada: Geçen yüzyılın iri, yuvarlak Fransız yazı stilidir bu. Hatta harflerin bazıları değişik biçimde yazılıyordu. Aralıklı, birtakım yazarların benimsedikleri bir türdü. Böyle yazılmış bir kitap vardı bende. Kabul edersiniz ki pek çirkin bir yazı türü de değildi. Şu yuvarlak "d"lere, "a"lara bakınız. Ben burada Fransız yazı stilini Rus harflerine uyarladım. Çok zor oldu, ama başardım. Buyurun size pek hoş ve ilginç bir örnek daha: "Azim, her zorluğu yener." Rus yazıcılarının veya daha doğrusu, asker yazıcılarının kullandığı bir yazı stilidir bu. Önemli kişilere sunulan resmi yazılarda bu stil kullanılırdı. Burada da harfler iri, nefistir, siyahtır, siyah yazılır, ama pek güzeldir. Yazı ustası şu tamamlanmamış, yarım kuyrukları kesmeseydi ya da şöyle dersek daha iyi olacak, harfleri kısaltmaya kalkışmasaydı –dikkat buyurun– her harfi tam olarak yazsaydı, bütününe baktığımızda yazı stilinin özelliğini, asker yazıcının ruhunu görecektik burada. Şöyle bir bırakmak isteseydi kendini, yeteneğini göstermek gelseydi içinden, yakası kancayla sımsıkı kapalı olduğu bu disiplinde yazısı harika olurdu! Geçenlerde bir rastlantı sonucu elime böyle bir örnek geçince, hem de nerede? İsviçre'de!.. çok şaşırdım. Sade, olağan, su katılmamış bir İngiliz yazı stiliydi bu: Zarafette bunun ötesi olamazdı. Her şey vardı orada. İnci gibi, mücevher gibi bir yazıydı! Bitmişti artık orada her şey. İşte yine Fransız stili değişik bir yazı örneği daha. İsviçre'ye gelmiş seyyar satıcı bir Fransız'dan öğrenmiştim onu: İngiliz yazı stili bu, ama daha siyah; çizgiler biraz daha koyu ve kalın. Yalnızca oranlar biraz değişik. Şunu da unutmayın: Harflerin oval bölümleri biraz daha yuvarlak, üstelik yazıda harflerin uzatılmasına da izin var. Bu onların ulusal bir özelliği! Harflerin uzatılması olağanüstü bir yetenek ister. Ama başarılı olmuşsa, oran tutturulmuşsa böylesi bir yazının üzerine yazı olamaz. İnsan âşık bile olabilir öyle bir yazıya.
General güldü.
— Ohoo! İşin ne inceliklerini biliyormuşsunuz! Siz yalnızca bir hattat değil, aynı zamanda bir sanatçıymışsınız dostum. Öyle değil mi Gavrila?
— Hayret, dedi Gavrila. (Alaylı bir tavırla gülerek ekledi:) Bunun kendisine bir Tanrı vergisi olduğunun da farkında.
General,
— Gül sen, gül, dedi. Biz burada bir meslekten söz ediyoruz. Prens, şimdi biz bu yazdıklarınızı kime göstereceğiz, biliyor musunuz? Başlangıçta ayda otuz beş ruble kazanabilirsiniz. (Saatine bakarak ekledi.) Ama saat yarım olmuş. Hadi iş başına prens. Acelem var çünkü... Bugün bir daha görüşemeyiz belki! Bir dakika oturunuz. Söylediğim gibi, sizi çok sık kabul etmeyebilirim. Az da olsa, yani en acil gereksinimlerinizi karşılamanız için size yardımcı olmayı yürekten istiyorum. Gerisini bildiğiniz gibi yapabilirsiniz. Kalemde küçük bir iş bulmaya çalışacağım size. Şöyle pek ağır olmayan, ama özen isteyen bir görev. Şimdi gelelim öteki ayrıntılara: Evde, yani size ancak şimdi tanıttığım bu genç dostum Gavrila Ardalionoviç İvolgin'in evinde, annesi ile kız kardeşi kullanılmayan iki üç odayı temizleyip döşediler, güvenilir kişilerin tavsiye ettikleri kişilere yemekli ve hizmetçili olarak kiraya veriyorlar. Nina Aleksandrovna benim tavsiyemi kabul edecektir, bundan kuşkum yok. Sizin için büyük bir şans bu prens. Önce yalnız yaşamayacaksınız, bir aile ortamında olacaksınız; sonra bana sorarsanız, Petersburg gibi bir kentte daha ilk adımda yalnız kalmanız doğru olmaz. Gavrila Ardalionoviç'in anneciği Nina Aleksandrovna ve kız kardeşi Varvara Ardalionovna benim çok saygı duyduğum iki hanımefendidir. Nina Aleksandrovna, meslek hayatına birlikte başladığım, ama sonraları birtakım nedenlerle ilişkimi kestiğim, yine de saygı duyduğum eski arkadaşım, emekli general Ardalion Aleksandroviç'in eşidir. Prens, bütün bunları size anlatmamın nedeni sizi kişisel olarak tavsiye edeceğimi ve dolayısıyla size kefil olacağımı bilmenizi istememdir. Kira çok düşük ve öyle sanıyorum ki, alacağınız aylık ücret kiranızı rahat karşılayacaktır. Evet, insanın cebinde az da olsa bir miktar harçlık bulunmalı. Ama sizi cep harçlığından uzak durmanız, genellikle iyisi mi cebinizde para bulundurmaktan kaçınmanız için uyarırsam gücenmeyin bana prens. Sizinle ilgili ilk izlenimim üzerine söylüyorum bunu. Ama cebiniz şu anda bomboş olduğu için, izin verin, başlangıç için şu yirmi beş rubleyi takdim edeyim size. Sonra hesaplaşacağız kuşkusuz. Göründüğünüz gibi içten, temiz yürekli bir insansanız, ileride aramızda herhangi bir tatsızlık çıkmayacaktır. Sizinle böylesine yakından ilgileniyorsam, ikimizle ilgili bazı düşüncelerim olduğundandır. İleride anlayacaksınız bunu. Farkındaysanız, son derece açıkyürekliyim size karşı. Gavrilacığım umarım, prensin sizin evde kalmasına bir itirazın yoktur?
Gavrila kibar, nazik bir tavırla karşılık verdi:
— Yo, hayır! Annem buna çok sevinecektir hatta...
— Yanılmıyorsam yalnızca bir odanız kiradaydı. Neydi orada kalanın adı? Ferd mi... Fer...
— Ferdışçenko.
— Evet, evet... Sizin o Ferdışçenko'nuzdan hiç hoşlanmıyorum. Yılışık bir palyaçonun teki. Nastasya Filippovna'nın ona bu kadar arka çıkmasını da aklım almıyor doğrusu. Yoksa gerçekten akrabası mı oluyor?
— Yok canım, hepsi şaka bunların! Akrabası falan değil.
— Neyse, boş verin onu şimdi! Ne diyorsunuz prens, memnun oldunuz mu buna?
— Teşekkür ederim general. Gerçekten çok iyisiniz. Oysa böyle bir şey istememiştim bile sizden. Gururumdan söylemiyorum bunu, başımı nereye sokacağımı gerçekten bilmiyordum. Gerçi bugün Rogojin evine çağırmıştı beni ama...
— Rogojin mi? Yo, olmaz. Bir baba ya da daha hoşunuza gidecekse bir dost olarak size tavsiyem, Bay Rogojin'i kafanızdan çıkarıp atmanızdır. Ayrıca gireceğiniz aile ortamına bağlı kalmanızı öneririm.
— Öylesine iyi birisiniz ki, diye başladı prens, şu işimden de söz etmek istiyorum size. Bir ihbarname aldım...
General,
— Ama bağışlayın, diye kesti prensin sözünü. Hiç zamanım kalmadı. Lizaveta Prokofyevna'ya sizden söz edeceğim. Sizi hemen kabul etmek isterse (bunu önereceğim de ona) fırsatı değerlendirin, beğendirin kendinizi ona. Çünkü Lizaveta Prokofyevna'nın çok yardımı dokunabilir size. Öyle ya, aynı soydan geliyorsunuz. Sizi kabul etmek istemezse ısrar etmeyin, başka bir zaman olur... Gavrila bu arada sen de şu hesaplara bir bakıver. Demin Fedoseyev'le çok uğraştık, ama içinden çıkamadık. Zamanında deftere işlenmeleri gerekiyor...
General çıktı. Prens, handiyse dördüncü kez anlatmaya başladığı işini yine anlatamamıştı. Gavrila bir puro yaktı, bir tane de prense uzattı. Prens onun uzattığı puroyu aldı, Gavrila'nın çalışmasına engel olmamak için konuşmadan çalışma odasını incelemeye koyuldu. Gavrila, generalin ona gösterdiği rakamlarla dolu kâğıda şöyle bir göz attı. Dalgındı; onun gülümseyişi, bakışı, düşünceli duruşu, çalışma odasında yalnız kaldıklarında prense daha da ağır gelmişti. Birden prensin yanına gitti Gavrila. O sırada prens tekrar Nastasya Filippovna'nın resminin üzerine eğilmiş, inceliyordu.
Gavrila prensin gözlerinin içine bakarak birden sordu:
— Böyle kadınlardan hoşlanıyor musunuz prens?
Bunu sorarken gizli bir amacı vardı sanki.
— Harika bir yüzü var! dedi prens. Yazgısının da sıradışı olduğundan kuşkum yok. Neşeli bir yüzü var, ama çok acı çekmiş, öyle değil mi? Gözleri söylüyor bunu. İşte şu iki küçük kemik çıkıntısı, gözlerinin hemen altında yanaklarındaki şu iki nokta. Mağrur, çok mağrur bir yüz bu, ama iyi olup olmadığını bilmiyorum. Ah, bir de iyi olsaydı! Her şey harika olurdu!
Gavrila dikkatli bakışını prensin yüzünden ayırmadan,
— Peki, siz böyle bir kadınla evlenir miydiniz? diye sordu.
— Ben hiçbir kadınla evlenemem, dedi prens. Hastayım çünkü.
— Ya Rogojin evlenir miydi? Ne dersiniz?
— Evlenmez olur mu; bence hemen yarın evlenir, bir hafta sonra da boğazını keserdi.
Prens böyle der demez Gavrila birden öyle ürpermişti ki, az kalsın bir çığlık atacaktı. Gavrila'yı kolundan tutup,
— Neyiniz var? dedi.
Kapıda beliren uşak,
— Ekselansları! diye seslendi. General hazretlerinin eşleri sizi rica ediyorlar.
Prens uşağın arkasından çıktı.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top