Dördüncü Bölüm: I


Dördüncü Bölüm: I

Öykümüzün iki kahramanının yeşil bankta buluşmasının üzerinden bir hafta geçmişti. Pırıl pırıl bir sabah saat on buçukta Varvara Ardalionovna Ptitsına bazı tanıdıklarını ziyaretten eve dönüyordu. Çok üzgün, dalgındı.

Özelliklerine, kişiliğine dair şeylerin bir çırpıda tam olarak anlatılması zor insanlar vardır. Toplumların gerçekten de çok büyük çoğunluğunu oluşturan bu insanlara genellikle "sıradan", "çoğunluk" denir. Yazarlar romanlarında, öykülerinde çoğu zaman toplumda belirgin özellikleri olan tipleri ele almaya ve onları canlı, sanat değeri olacak biçimde anlatmaya çalışır. Değişik özellikleri olan bu çeşit tiplere toplumda sık rastlanmaz ama, aslında bunlar gerçeğin kendinden de gerçektir. Örneğin Podkolyosin kendine özgü, hatta abartılı bir karakterdir belki, ama asla uydurma değildir. Kafası çalışan çok kişi Gogol'ün Podkolyosin'ini öğrendikten hemen sonra, iyi yürekli tanıdıklarının, dostlarının yüzlercesinin Podkolyosin'e korkunç derecede benzediğini düşünmeye başlar. Gogol'ü okumadan önce de dostlarının birer Podkolyosin olduğunu biliyorlardı, ama onların adının Podkolyosin olduğundan henüz haberleri yoktu. Gerçek hayatta düğünden hemen önce damat adayları nadiren pencereden atlayıp kaçar; uygunsuzluğundan hiç söz etmiyorum bile. Yine de pek çok damat adayı, hem de ağırbaşlı, akıllı uslu olanları, düğününün hemen öncesinde ruhunun derinliklerinde Podkolyosin olmak istediğini itirafa hazırdır. Her koca da adım başı "Tu l'as voulu George Dandin!" diye bağırmamıştır... Ama Tanrım, balayından sonra, (kim bilir, belki nikâhın ertesi günü bile), dünyada kaç koca milyonlarca, milyarlarca kez yürekten böyle çığlıklar atmıştır.

Daha ciddi konulara dalmadan yalnızca şu kadarını söyleyelim: Gerçek yaşamda kişilerin kişilik yapıları biraz sulanmıştır ve bütün bu George Dandin'ler, Podkolyosin'ler gerçekten vardır ve çevremizde her gün dolaşmakta, koşturmaktadır. Ama biraz sulandırılmış olarak... Bütün bunları anlattıktan sonra gerçeğin tam anlaşılması için nihayet, seyrek de olsa, Molière'nin yarattığı George Dandin gibilerinin günlük yaşamda karşımıza çıkabileceğini ekleyerek dergi yazılarına benzemeye başlayan bu açıklamamızı bitirelim. Gelgelelim, yine de bir soru var önümüzde: Bir romancı, özelliği olmayan, tam anlamıyla "sıradan" insanları ne yapacak, hiç değilse biraz ilginç göstermek için eserlerinde okuyucusunun karşısına ne diye çıkaracak onları? Öyle ya, öyküde es geçmek, atlamak olmaz onları; çünkü sıradan insanlar yaşam içindeki olayların en önemli halkası olarak her zaman ve sürekli olarak vardır. Dolayısıyla onları atlarsak doğrulardan sapmış oluruz. Romanları yalnızca özelliği olan insanlarla ya da ilginç olsun diye doğrudan tuhaf ve hayal ürünü insanlarla dolduracak olursak gerçeklerden sapmış oluruz, üstelik roman belki ilginçliğini de yitirir. Bize göre, yazar sıradan olanlar arasında bile ilginç, yararlı olanı bulmalıdır. Sözgelimi, sıradan bir kısım insanın özelliği sürekli ve değişmez sıradanlıklarındadır ya da daha doğrusu, ne pahasına olursa olsun sıradanlıktan, rutinden kurtulmak için gösterdikleri olağanüstü çabadadır. Ama yine de değişmez, oldukları gibi kalırlar. Bu arada bir ölçüde değişmiş olsalar bile, kurtulmayı öylesine istedikleri sıradanlıklarını atamazlar üzerlerinden. Ama yine de ilgi çekici, orijinal, özgün insanlar olmayı isterler.

Öykümüzün şimdiye kadar okuyucuya yeterince açıklamadığımız (itiraf ediyorum bunu) kahramanlarından bazıları bu çeşit "sıradan"lardan, "özelliksiz"lerdendir. Varvara Ardalionovna Ptitsına da, onun kocası Bay Ptitsın da, ağabeyi Gavrila Ardalionoviç de onlardandır.

Aslında, sözgelimi, insanın zengin, iyi bir aileden gelmesi, hoş görünümlü, eğitimli, akıllı, hatta iyi niyetli olması, ama öte yandan hiçbir yeteneğinin, hiçbir özelliğinin, hatta hiçbir tuhaflığının, kendine özgü tek bir fikrinin olmaması, yani kesinlikle "herkes gibi" olmasından daha sıkıcı bir şey düşünülemez. Zengindir, ama bir Rothschild değildir; saygın bir ailesi vardır, ama hiçbir zaman bir etkinliği olmamıştır; dış görünümü hoştur, ama neredeyse hiç ifade yoktur hoşluğunda; iyi bir öğrenim görmüştür, ama onu nerede kullanacağını bilemez; aklı vardır, ama kendi fikri yoktur; kalbi vardır, ama soyluluktan yoksundur vesaire, vesaire... Böyle insan çoktur dünyada, hem tahmin edildiğinden de çoktur. Bütün insanlar gibi onlar da iki ana gruba ayrılır: Birinci grup dar kafalılar, ikinci grup "biraz daha kafası çalışanlar". Birinci gruptakiler daha mutludur. Dar kafalı "sıradan" bir insan için kendini, sözgelimi, olağanüstü, sıra dışı biri olarak düşünmekten, herhangi bir kuşku duymadan buna içtenlikle inanmaktan daha kolay bir şey yoktur. Kadınlarımızdan bazıları için saçlarını kısa kestirmek, mavi gözlük takmak, nihilist olduğunu söylemek, hemen o anda kendine özgü "inançları" olduğuna inanmasına yeterlidir. Bazılarımız için, kalbinde toplumsal, soylu birtakım duygular hissetmek, kimsenin onun hissettiklerini hissedemeyeceğine, dahası insanlığın gelişmesinde kendisinin önder olduğuna kolayca inanmak için yeterlidir. Biri bir yerden iki sözcük duysun veya başı sonu belli olmayan iki sayfacık bir şey okusun, hemen bunların "kendi düşünceleri" olduğuna, kendi beyninde doğduğuna inanmaya başlar. Bu durumlarda saflığın küstahlığı (böyle denebilirse kuşkusuz) inanılmaz bir düzeye çıkar. Bütün bunlar akıl alacak şeyler değildir, ama çok sık çıkarlar karşımıza. Gogol, saflığın bu küstahlığını, aptallığın kendine, kendi yeteneğine bu aşırı güvenini, inanılmaz kahramanı Teğmen Pirogov'da son derece parlak bir biçimde anlatmıştır. Kendisinin bir dâhi, hatta her çeşit dâhiden de üstün olduğundan en küçük bir kuşkusu bile yoktur Pirogov'un. Büyük bir dâhi olduğundan öylesine kuşkusu yoktur ki, bunu bir kez bile sormaz kendine. Aslında soru diye bir şey de yoktur onun için. Öyle ki büyük yazar, okurunun incinen etik duygusunu tatmin için sonunda kırbaçlatmak zorunda kalmıştır onu. Gelgelelim, büyük adamın şöyle bir silkindiğini, işkenceden sonra kendini toparlamak için kocaman bir parça böreği mideye indirdiğini görünce şaşkınlık içinde kollarını iki yana açmış, okurlarını da öylece bırakmıştır. Gogol'ün bu büyük Pirogov'u böyle küçük rütbeli resmetmesine her zaman üzülmüşümdür. Çünkü Pirogov'un kendine öylesine bir güveni vardır ki, omuzlarında apoletlerinin yıllar geçtikçe kabarması, dolmasıyla kendisini sözgelimi bir general, hatta büyük bir ordu komutanı olarak hayal etmesi onun için çok kolaydı. Hayal etmek de değildi onunki, kuşkusu yoktu bundan... General olduktan sonra neden bir ordu komutanı olmayacaktı? Öylelerinin sonra savaş alanlarında ne çok fiyaskolara neden oldukları bilinmedik şey midir? Hem edebiyatçılarımız, bilim adamlarımız, hatiplerimiz arasında da ne çok Pirogov'lar vardı. "Vardı" diyorum ya, kuşkusuz şimdi de var...

Öykümüzün kahramanlarından Gavrila Ardalionoviç İvolgin öteki gruptandı. Her şeyiyle, tepeden tırnağa "daha akıllılar" grubundan olsa da, orijinal, özgün olmak isteği bir hastalıktı onda. Ne var ki bu gruptakiler, yukarıda söylediğimiz gibi, birinci gruptakilere oranla çok daha mutsuzdur. Asıl önemli olan şudur ki, akıllı "sıradan" biri bazen (belki yaşamı boyunca sürekli) kendini bir dâhi, orijinal bir insan olarak görse de, kalbinde onu sonunda umutsuzluğa düşürecek kadar ileri gidecek bir kuşku kurtçuğu da hiçbir zaman eksik olmaz. Buna boyun eğecek olursa da, içine işlemiş kibri tümüyle zehirlenir. Gelgelelim, yine aşırı uçta bir örnek aldık: Bu akıllıların büyük çoğunluğunda olaylar böylesine trajik gelişmez. Yıllar sonra karaciğerleri az veya çok bozulur, hepsi o kadar... Ama bu insanlar yine de gençlik yıllarından başlayarak durulma çağına gelene kadar orijinallik isteğiyle yıllarca çılgınlıklar yaparlar. Çok tuhaf olaylarla karşılaşıldığı da olur: Dürüst bazı insanlar sırf orijinal olma isteğinden alçakça bir iş yapmaya bile hazırdır. Hatta kimi zaman bu mutsuz insanlardan bazıları yalnızca dürüst değil, iyi yürekli de olurlar, ailelerinin kaderi onlara bağlıdır, çalışarak sadece ailelerinin değil, başkalarının bile geçimini sağlamaktadırlar, peki ama neye yarar bu? Yaşamlarının sonuna kadar huzur bulamazlar! İnsan olarak sorumluluklarını çok iyi yerine getirdikleri düşüncesi yatıştırmaz, teselli etmez onları. Tersine, sinirlerini bozar: "İşte bunun için uğraştım durdum bir ömür boyu... bu bağladı elimi kolumu... bu engel oldu barutu bulmama! Bu olmasaydı kesinlikle ya barutu bulurdum ya da Amerika'yı keşfederdim, aslında ne olduğunu şu anda bilmiyorum, ama kesinlikle bir şey bulurdum!" Bu bayların en karakteristik özelliği de neyi bulmaları gerektiğini, barutu mu bulacaklarını, Amerika'yı mı keşfedeceklerini ömürleri boyunca bir türlü bilememeleridir. Ama hiç kuşku yok ki, buluş yapma uğruna çekecekleri özlem de, acı da Kolomb ile Galileo'nunkinden aşağı kalmaz.

Gavrila Ardalionoviç de böyle başlamıştı, ama henüz yeniydi. Daha uzun süre numaralar yapması gerekiyordu. Yeteneksizliğini sürekli ve derinden hissetmesi, öte yandan da kendine yeter bir insan olduğundan emin olmak için duyduğu önüne geçilemez isteği daha ilk gençlik yıllarında yüreğini fena yaralamıştı. Kıskanç, istekleri taşkın bir gençti, hatta doğuştan aşırı sinirliydi sanki. İsteklerinin taşkınlığını onların güçlü olduğuna verirdi. İsteklerindeki tutkuyu, coşkuyu göstermek için bazen en pervasız adımları atmaya hazırdı. Gelgelelim, iş bu pervasız adımları atmaya karar vermeye gelince, kahramanımız hemen pek akıllı oluverirdi. İşte bu öldürüyordu onu. Sırf hayalini kurduğu bir şeye ulaşmak için en aşağılık bir şeyi yapmaya bile karar verebilirdi. Ne var ki son çizgiye geldiğinde kahramanımız, sanki inadına, böyle alçakça bir şeyi yapamayacak kadar dürüst kesilirdi. (Ancak ufak tefek alçaklıklar yapmak için hemen her zaman hazırdı.) Ailesinin yoksulluğundan ve sosyal düzeyinin düşüklüğünden nefret eder, tiksinirdi. Annesine bile tepeden bakar, onu küçümserdi. Oysa toplum içindeki yerini, kariyerini annesinin adına ve kişiliğine borçlu olduğunu da çok iyi bilirdi. Yepançinler'in yanına girince kendi kendine hemen, "Alçaklık yapacaksam varsın sonuna kadar yapayım, yeter ki sonunda kazanmış olayım," demiş, ama hiçbir zaman alçaklığı sonuna kadar vardırmamıştı. Peki ama, neden ille de alçaklık yapması gerektiğini düşünüyordu? O sıralar Aglaya'dan düpedüz korkuyordu. Ama onunla ilgilenmeyi yine de bırakmamış, genç kızın onun düzeyine ineceğini ciddi olarak hiç beklememesine karşın, ne olur ne olmaz diye, onunla yakınlaşma çabasını sürdürmüştü. Daha sonra Nastasya Filippovna ile ilişkisi sırasında birden her şeye varmanın tek yolunun parada olduğunu düşünür oldu. Biraz korkuyla olsa bile, o sıralar kendine büyük bir güvenle her gün şöyle tekrarlıyordu: "Alçaklıksa alçaklık!" Sık sık cesaret vermeye çalışıyordu kendine: "Alçaklık edeceksen, sonuna kadar gideceksin. Eski kafalılar böyle durumlarda korkar, ama biz korkmayız!" Aglaya konusunda yenilgiye uğradıktan, olaylar karşısında ezildikten sonra ruhsal yönden iyice çökmüş ve daha önce deli adamın getirip çılgın kadının ayaklarının altına serdiği, çılgın kadının da onun yüzüne fırlattığı paraları gerçekten getirip prense vermişti. O paraları geri verdiği için daha sonra bu yaptığıyla pek övünse de çok pişman oldu. O zamanlar, prensin Petersburg'da kaldığı üç gün süresince gerçekten durmadan ağlamıştı, ayrıca "herkesin yapamayacağı" bu davranışı yüzünden ona pek acıyarak baktığı için bu üç gün içinde prensten nefret etmeyi de başarmıştı. Ne var ki bütün üzüntüsünün yalnızca, sürekli ezilen, çiğnenen kibrinden geldiğini içtenlikle itiraf ediyordu kendine ve bu büyük acı veriyordu ona. Ancak aradan uzun bir süre geçtikten sonra, Aglaya gibi masum, tuhaf yaradılışlı bir kızla ilişkisinin nerelere varabileceğini anlamış, bundan emin olmuştu. Pişmanlık duygusu içini kemiriyordu. Görevinden ayrılmış, kendini derin bir hüzne, kedere bırakmıştı. Anne babasıyla birlikte Ptitsın'ın evinde kalıyordu, bu arada açıktan açığa da küçümsüyordu Ptitsın'ı. Oysa öte yandan onun öğütlerini dinliyor, ona akıl danışacak kadar da uysal davranıyordu. Sözgelimi, bir Rothschild olmayı düşünmediği, kendine bunu bir amaç edinmediği için de kızıyordu ona. "Tefecilik yapıyorsan, sonuna kadar yap, ez insanları, soy soğana çevir... göster kendini, Yahudilerin kralı ol!" Ptitsın alçakgönüllü, sakin biriydi. Bütün bunlara yalnızca gülümseyerek karşılık veriyordu. Ama bir kez Gavrila ile ciddi olarak konuşmayı gerekli görmüş ve son derece ağırbaşlı konuşmuştu onunla. Yaptığı işin alçaklık olmadığını, Yahudi demekle ona haksızlık ettiğini; paranın değeri buysa bunda kendisinin bir suçunun olmadığını; doğru, çağdaş ve dürüst bir iş yaptığını, bu "işlerin" aracılığını yürüttüğünü; nihayet, görevini dürüstçe, başarıyla yerine getirdiği için bu çevrenin önemli kişileri arasında çok iyi bir isim yaptığını ve işlerinin giderek geliştiğini söylemişti. "Bir Rothschild olmayacağım ben (gülümseyerek eklemişti:) Rothschild olacağım da ne olacak? Belki Liteynaya'da bir evim olur, hatta iki... orada dururum işte." Bunu söylerken şöyle geçiriyordu içinden: "Kim bilir, bakarsın üç evim olur..." Ama hiçbir zaman yüksek sesle dile getirmezdi bu hayalini. Böyle insanları sever doğa, hoş tutar onları. Kesin üç değil, dört evle ödüllendirecektir onu. Bunu da o çocukluğundan beri hiçbir zaman bir Rothschild olabileceğini düşünmediği için yapacaktır. Ancak dört evden öteye gitmeyecektir doğa, Ptitsın'ın işi o kadarla kalacaktır.

Gavrila Ardalionoviç'in kız kardeşi bambaşka yapıda bir insandı. Onun da güçlü istekleri vardı, ancak onunkiler çok daha dirençli, taşkındı. İş son sınıra dayandığında son derece akıllı davranırdı, bu akıllılığını sonuna kadar da sürdürürdü. Doğrudur, o da orijinalliğe özenen "sıradan" insanlardandı, ama kendisinde en küçük bir orijinallik olmadığını çok erken anlamıştı ve bunu pek dert etmiyordu. Kim bilir, belki de bir çeşit gururdan önemsemiyordu bunu. Hayatta olağanüstü bir kararlılıkla attığı ilk akıllıca adım Bay Ptitsın'la evlenmesi olmuştu. Ne var ki kocaya varırken hiç de şöyle dememişti kendi kendine: "Alçaklıksa alçaklık, yeter ki amacına ulaş." (Ağabeyi Gavrila Ardalionoviç ona evlenme onayını verirken az kaldı söyleyecekti ona aynı şeyi...) Tersine, Varvara Ardalionovna kocası olacak erkeğin alçakgönüllü, cana yakın, az çok eğitim görmüş, hiçbir zaman en küçük bir alçaklık yapmayacak biri olduğuna inandıktan sonra evlenmeye razı olmuştu onunla. Varvara Ardalionovna'nın ufak tefek alçaklıkların üzerinde durduğu yoktu. Böyle ufak tefek alçaklıklar nerede olmuyordu ki? İdeal erkeği arayacak değildi ya! Ayrıca evlenmekle annesine, babasına ve kardeşlerine barınacak bir yer bulmuş olacağını da biliyordu. Gavrila'nın mutsuz olduğunu görünce, aile içindeki eski tatsızlıklara bakmadan, ona yardım etmek istemişti. Ptitsın bir işe girmesi için arada bir (anlaşılacağı gibi dostça) uyarıyordu Gavrila'yı. Kimi zaman şakayla karışık şöyle diyordu ona:"Sen generalleri de, generalliği de küçümsüyorsun, ama dikkat et, sırası gelince 'onlar' general olacak ve sen de göreceksin!" Gavrila alaylı gülümseyerek "Nereden çıkarırlar generalleri, generalliği küçümsediğimi?" diye geçiriyordu içinden. Varvara Ardalionovna ağabeyine yardım etmek için eylem alanını genişletmeye karar vermişti: Büyük ölçüde çocukluk anılarından yararlanarak Yepançinler'e yanaşmaya başlamıştı. Kendi de, ağabeyi de çocukken
Yepançinler'in çocuklarıyla birlikte oynarlardı. Bu arada şunu da söyleyelim, Varvara Ardalionovna Yepançinler'e gidip gelirken olamayacak bir hayal peşinde koşsaydı, kendini koyduğu insan grubundan belki de bir anda çıkardı. Ama herhangi bir hayalin peşinde değildi. Hatta bu konuda epeyce sağlam bir hesabı bile vardı: Aile üyelerinin kişilikleri, karakterleri üzerinde duruyordu. Aglaya'nın kişiliğini uzun uzun incelemişti. Ağabeyiyle Aglaya'yı yeniden yakınlaştırmaya kararlıydı. Belki biraz başarılı da olmuştu bu konuda. Belki biraz da hata yapmıştı; sözgelimi, ağabeyine fazlasıyla güvenmekle, ondan hiçbir zaman veremeyeceği birtakım şeyleri beklemekle yanılmış olabilirdi. Ama ne olursa olsun, Yepançinler'in evinde oldukça ustalıkla davranıyordu: Haftalarca ağzına almamıştı ağabeyinin adını, her zaman son derece dürüst, içten davranıyordu, ağırbaşlı, sadeydi. Vicdanının derinlerine gelince, oraya bakmaktan korkmuyordu, hiçbir şey için de suçlamıyordu kendini. İşte bu güç veriyordu ona. Ancak arada bir, kendisi de aşırı gururlu olduğu için öfkeye kapılmış, kendini beğenmişliğini bastırmaya çalışırken yakalıyordu kendini. Yepançinler'den her eve dönüşünde çoğu zaman böyle hissediyordu.

İşte şimdi de Yepançinler'den dönüyordu ve daha önce söylediğimiz gibi çok üzgün ve dalgındı. Üzüntüsünde acı bir alay da vardı sanki. Pavlovsk'ta tozlu bir sokakta gösterişsiz, ama geniş, ahşap bir evde oturuyordu Ptitsın. Bu ev yakın zamanda onun olacaktı ve şimdiden birilerine satmaya hazırlanıyordu. Varvara Ardalionovna verandanın merdivenlerini çıkarken yukarıda bir gürültü duydu. Ağabeyiyle babası bağrışıyordu. Salona girince odanın içinde aşağı yukarı dolanmakta olan Gavrila Ardalionoviç'i gördü. Öfkeden yüzü bembeyazdı, neredeyse saçlarını yolacaktı... Yüzünü buruşturdu Varvara, şapkasını çıkarmadan, yorgun, kanepeye bıraktı kendini.

Bir süre daha susar, ağabeyine neden odanın içinde böyle koşturup durduğunu sormazsa, onun kesinlikle kızacağını bildiği için hemen sorar gibi şöyle dedi:

— Yine aynı şey galiba?

— Ne aynı şeyi! diye bağırdı Gavrila. Aynı şeymiş! Bu kez neler olduğunu Tanrı bilir! Ne aynı şeyi! Çıldırdı ihtiyar... Annem hüngür hüngür ağlıyor. Sana bir şey söyleyeyim mi Varvara, kovacağım onu evden ya da... (Başkasının evinden kimseyi kovamayacağını fark etmiş olacak ki, bir an durup ekledi:) ya da ben alıp başımı gideceğim.

— Biraz hoşgörülü olmalısın, diye mırıldandı Varvara.

Birden parladı Gavrila:

— Neyi hoş göreceğim? Kime neyi hoş göreceğim? Onun adiliklerini mi? Hayır, yetti artık, sen ne dersen de, buraya kadar! Hayır, hayır, hayır! Yaptığına bak: Hem suçlu, hem güçlü! "Kapıdan girmem ben, yıkın duvarı..." derler ya. Senin bu halin nedir? Yüzünden düşen bin parça.

Canı sıkkın, cevap verdi Varvara:

— Ne varmış yüzümde?

Gavrila dikkatle bakıyordu kız kardeşinin yüzüne. Neden sonra birden sordu:

— Orada mıydın?

— Evet.

— Dur... yine bağrışmaya başladılar! Rezalet! Hem de böyle bir zamanda!

— Zamanın neyi var? Özelliği neymiş bu zamanın?

Gavrila daha da dikkatli baktı kız kardeşinin yüzüne.

— Bir şeyler öğrenebildin mi? diye sordu.

— Beklenmedik bir şey yok. Hepsi doğruymuş. Kocam senden de, benden de haklıymış. En başta söylediği doğru çıktı. O nerede?

— Evde yok. Neymiş doğru çıkan?

— Prens artık resmen damat adayı. Karar verildi... Ablaları söyledi bana. Aglaya kabul etmiş. Olayı gizlemiyorlar bile artık. (Oysa şimdiye kadar her şey gizliydi.) Adelaida'nın düğünü tekrar ertelendi, iki düğünü aynı günde yapmak istiyorlar, ne şiirsel bir düşünce, değil mi? Şiir gibi! Odanın içinde koşturup duracağına evlenmeleri üzerine sen de bir şiir yazsana! Bu akşam Belokonskaya onlara gelecek. Tam zamanında geliyor, başka konuklar da olacakmış. Gerçi tanışıyorlar, ama prensi takdim edecekler Belokonskaya'ya... Galiba resmen duyuracaklar olayı... Ama konukların yanına girdiğinde prensin bir şeye çarpıp devirmesinden, kırmasından veya ayağı takılıp yere kapaklanmasından korkuyorlar. Ondan beklenir çünkü.

Gavrila kız kardeşini büyük bir dikkatle dinliyordu. Ama Gavrila için son derece önemli olan bu haberden hiç etkilenmemiş gibi görünmesi Varvara'yı şaşırtmıştı.

Bir süre düşündükten sonra şöyle dedi Gavrila:

— Öyle olacağı belliydi, (tuhaf, kurnaz bir gülümsemeyle kız kardeşinin yüzüne bakarak odanın içinde, şimdi çok daha sakin, dolaşmayı sürdürürken ekledi:) her şey bitti demek!

Varvara,

— Olayı filozofça kabullenmen çok iyi, dedi. İnan, sevindim buna.

— Evet, büyük bir yük kalktı üzerimden. En azından senin de...

— Sanırım, seni usandırmadan, itirazsız, içtenlikle hizmet ettim sana. Mutluluğun için Aglaya'dan neler istediğini bile sormadım sana.

— Yoksa... Aglaya'dan beklediğimin mutluluk olduğunu mu düşünüyordun?

— Hayır, felsefeye yapma lütfen! Elbette bir beklentin vardı. Elbette bizden de bu kadar: Aptal yerine konulduk... Ne yalan söyleyeyim, bu işi hiçbir zaman ciddiye almamıştım. Aglaya'nın şakacı kişiliğini hesaba katarak, yalnızca "ne olur ne olmaz" diye, en önemlisi de seni yatıştırmak için bir şeyler yapmaya çalışmıştım. Sonuç alamayacağım yüzde doksandı. Doğrusu senin ne elde etmek istediğini de hâlâ bilmiyorum.

Bir kahkaha attı Gavrila.

— Şimdi de kocanla birlikte, bir işe girmem için sıkıştırmaya başlarsınız beni. Arkasından sebat göstermek, irade gücü, azı küçümsememek falan üzerine konferanslarınız gelir... Hepsini ezbere biliyorum.

Varvara bir an düşündü. "Aklında yine bir şeyler var galiba!" diye geçirdi içinden.

— Nasıl? dedi Gavrila. Anne babasının neşesi yerinde miydi?

— Galiba değildi. Ama sen de tahmin edebilirsin bunu. İvan Fyodoroviç memnun. Ama anne korkuyor. Damat adayı olarak ona eskiden de hiç iyi gözle bakmadığı biliniyor.

— Ben de aynı fikirdeyim. Damat adayı olacak biri değil, yakışmaz da. Besbelli bir şey bu... Benim öğrenmek istediğim, şimdi durum nasıl orada? Aglaya resmen "evet" dedi mi?

— Şu ana kadar "hayır" demedi, benim bildiğim bu kadar... Zaten daha fazlası da beklenemez ondan. Çekingenlikte, utangaçlıkta ne kadar acayip olduğunu bilirsin: Çocukluğunda da konukların karşısına çıkmamak için dolaba saklanır, iki saat orada otururdu. Kocaman kız oldu, hâlâ aynı kafada. Sana bir şey söyleyeyim mi, ben nedense orada (onun açısından da) ciddi bir şeylerin olduğunu düşünüyorum. Renk vermemek için sabahtan akşama prensle alay ettiğini söylüyorlar. Ama belli etmeden her gün ona bir şeyler de fısıldadığı kesin. Çünkü pek mutlu görünüyor prens, yüzünden gülücükler eksik olmuyor... Prens çok komik şeyler yapıyormuş. Ablaları öyle diyor. Ayrıca sanırım gözümün içine bakarak alay da ediyorlar benimle.

Gavrila sonunda yüzünü ekşitmişti. Varvara belki de ağabeyinin bu konuda neler düşündüğünü öğrenmek için özellikle açmıştı konuyu. Ama o anda yukarıda yine bağrışmalar başladı.

Gavrila, öfkesini yönlendireceği bir şey bulduğu için sevinmiş gibi bağırdı:

— Kovacağım onu!

— O zaman, dün yaptığı gibi kapı kapı dolaşır, hakkımızda kötü kötü şeyler anlatır yine...

Birden çok korktu Gavrila.

— Nasıl, dün yaptığı gibi mi? Ne demek istiyorsun? Yoksa...

Birden uyandı Varvara.

— Aman Tanrım, dün oraya gittiğini bilmiyor musun yoksa?

Utancından, öfkesinden kıpkırmızı oldu Gavrila'nın yüzü.

— Nasıl... Gerçekten gitmiş mi oraya? diye haykırdı. Tanrım, öyle ya, oradan geliyorsun! Bir şeyler öğrenebildin mi bari? İhtiyar oraya gitmiş ha? Söyle, gitmiş mi, gitmemiş mi?

Gavrila kapıya koştu. Varvara atılıp arkadan sarıldı ona.

— Ne oluyorsun? Peki ama, nereye? diyordu. Şimdi onu dışarı salarsan daha kötüsünü yapar, evleri tek tek dolaşır...

— Neler yapmış orada? Neler söylemiş?

— Bir şey söyleyemiyorlardı. Ne olduğunu anlayamamışlar. Ama herkes korkmuş. İvan Fyodoroviç'le görüşmek istemiş. Ama yokmuş İvan Fyodoroviç. O zaman Lizaveta Prokofyevna'nın yanına çıkmak istediğini söylemiş. Önce çalışmak istediğini söyleyip, kendisine bir iş vermesini istemiş ondan. Sonra benden, kocamdan, özellikle de senden yakınmaya başlamış... Bir sürü şey anlatmış.

Gavrila sinir nöbeti gelmiş gibi titremeye başlamıştı.

— Neler anlattığını öğrenemedin mi?

— Ne öğrenebilirdim? Ne söylediğini kendi de bilmiyormuş ki! Belki de hepsini anlatmak istemediler bana.

Gavrila başını ellerinin arasına alıp pencereye koştu. Varvara öteki pencerenin önünde oturdu. Birden,

— Çok tuhaf bir kız şu Aglaya, dedi, tam çıkarken durdurdu beni, "Anne babanıza derin saygılarımı iletin, dedi. Birkaç güne kadar babanızla görüşme fırsatını bulabileceğimi umuyorum." Öylesine ciddiydi ki bunu söylerken... Çok tuhaftı...

— Şaka ediyor olmasın? Belki alay ediyordu?

— Sanmam, garip olanı da bu zaten.

— Ne dersin, sence ihtiyarla ilgili bir şeyler biliyor mu?

— Orada hiçbir şeyden haberleri olmadığından kuşkum yok. Ama şimdi sen söyleyince aklıma geldi, Aglaya bir şeyler biliyor olabilir. Ama biliyorsa yalnızca o biliyor, çünkü babama öylesine ciddi bir tavırla selam yollayınca ablaları şaşırmıştı. Hem neden özellikle babama? Bildiği bir şeyler varsa... prens söylemiştir ona!

— Kimin söylediği belli! Hırsız! Bir bu eksikti... Ailemizde bir hırsız var, hem de "aile reisimiz"!

Birden öfkeyle bağırdı Varvara:

— Ne hırsızı! Sarhoş uydurmasından başka bir şey değil bu! Hem kim çıkarmış bunu? Lebedev ile prens... Sanki kendileri doğru dürüst insanlar! Bilmiş şeyler... İkisinin de şu kadar değeri yok gözümde...

Gavrila canı sıkkın,

— İhtiyar hem hırsız, hem ayyaş... ben dilenci... kız kardeşimin kocası tefeci... Tam Aglaya'nın yüzünü kızartacak bir aile. Söylenecek başka bir şey yok. Çok güzel!

— Kız kardeşinin kocası, tefeci dediğin kişi senin...

— Karnını doyuruyor diyeceksin, değil mi? Çekinme, çekinme söyle lütfen.

Kendini toparladı Varvara.

— Ne diye kızıyorsun? Bir şeye aklı ermeyen küçük bir çocuk gibisin. Bütün bunların seni Aglaya'nın gözünde küçülteceğini mi sanıyorsun? Öyleyse onu hiç tanımıyorsun. O en gözde damat adayını geri çevirip, tavan arasında açlıktan nefesi kokan bir üniversite öğrencisine seve seve koşar... Öyle bir kızdır işte Aglaya! Bu durumumuzu kararlı ve gururla kabullenseydin, onun gözünde ne kadar ilginç biri olacağını bilemezsin. Prens öyle avladı onu işte. Önce hiç ilgilenmiyormuş gibi davrandı... Ayrıca herkesin gözünde de bir budala... Yalnızca bunun için ailesini ayağa kaldırdı. Onun istediği bu işte! Eh, ne diyeyim, hiçbir şey anlamıyorsun!

Gavrila esrarlı bir tavırla,

— Eh, anlayıp anlamadığımı göreceğiz! diye mırıldandı. Ama ben yine de ihtiyarın yaptığının duyulmasını istemezdim. Prensin dilini tutacağını, olayı anlatmayacağını, Lebedev'in anlatmasına da engel olacağını sanıyordum. Üstelediğimde bana bile her şeyi anlatmamıştı...

— Demek ki o söylememiş olsa da her şey biliniyor... Şimdi ne yapacaksın? Ne olacağını umuyorsun? Bir umut daha varsa o da Aglaya'ya acı çekiyor görünmen...

— Bütün romantizmine karşın, bu skandal gözünü korkutmuş olabilir. Sizlerde her şey bir çizgiye kadardır çünkü, her şeyin bir sınırı vardır.

Ağabeyine onu küçümser bir tavırla bakarak sesini yükseltti Varvara:

— Aglaya mı korkacak? Ne kadar yüreksizsin! Siz erkekler hiçbir şeye değmezsiniz. Alaycı ve tuhaf bir kız olsa da, hepinizden bin kat soyludur o.

Gavrila kendini beğenir bir tavırla mırıldandı yine:

— Peki, tamam, tamam, kızma...

— Ben annem için üzülüyorum, diye sürdürdü konuşmasını Varvara. Babamla ilgili bu olayın onun kulağına gitmesinden korkuyorum. Ah, bundan çok korkuyorum!

— Herhalde gitmiştir bile, dedi Gavrila.

Varvara üst kata, annesinin yanına gitmek için kalkacak oldu, ama birden durdu, ağabeyine dikkatli dikkatli baktı.

— Kim söylemiş olabilir bunu ona?

— Belki de İppolit. Sanırım bize gelir gelmez büyük bir zevkle yapmıştır bunu, raporu yetiştirmiştir anneme.

— Söyler misin, nereden öğrenmiş olabilir bunu? Prensle Lebedev kimseye söylememeye karar vermişlerdi. Kolya bile bir şey bilmiyor.

— İppolit mi? Bir yolunu bulup öğrenmiştir. Onun ne hinoğluhin olduğunu bilemezsin. Ne dedikoducudur, burnu her pisliğin, skandalın kokusunu hemen alıverir. Ama ister inan ister inanma, onun Aglaya'yı avcunun içine aldığına ben inanıyorum! Henüz almadıysa da, alması yakındır. Şimdi Rogojin de görüşmeye başladı onunla. Prens nasıl fark etmiyor bunu? Şimdi de bana kötü bir oyun oynamak hevesinde! Can düşmanı olarak görüyor beni, uzun zamandır farkındayım. Yarın öbür gün ölecek, hâlâ neler düşünüyor, anlayamıyorum! Ama hakkından geleceğim onun. Kimin kime oyun oynayacağını görecek!

— Bu kadar nefret ediyorsan neden bize çağırdın onu? Hem oyun oynamaya değer biri mi o?

— Onu bize çağırmamı benden sen istedin.

— Yararlı olacağını düşünmüştüm, oysa biliyor musun, şimdi kendi âşık olmuş Aglaya'ya, mektup yazmış ona. Neler olduğunu bana soruyorlardı... az kaldı Lizaveta Prokofyevna'ya da yazacakmış.

Gavrila kötü kötü güldü.

— Bu açıdan tehlikeli değildir! Gelgelelim, olay öyle değil. Aglaya'ya âşık olmasına olabilir, çünkü daha çocuk! Ancak... yaşlı kadına imzasız mektup yazacak kadar da değil. İçi kin dolu, aşağılık, kendini beğenmiş biridir!.. Aglaya'ya beni kötülediğinden kuşkum yok, biliyorum bunu... Önce ondan başladı... İtiraf ediyorum, başlangıçta aptal gibi anlattım ona her şeyi. Prense olan hıncından benim yanımda olacağını düşün-müştüm. Ne kurnaz tilkidir o! Artık çok iyi tanıyorum onu. Hırsızlık olayını annesinden, yüzbaşının karısından öğrenmiştir. Bizim ihtiyar yaptıysa, yüzbaşının karısı için yapmıştır bunu. Durup dururken gayet rahat birden bana ne dese beğenirsin: "General anneme dört yüz ruble vereceğine söz verdi." O anda her şeyi anladım. Gözlerimin içine alaylı bir bakışı vardı. Anneme de o söylemiştir, sırf kadıncağızın yüreğini parçalamak zevkini tatmak için. Peki ama, neden ölmüyor, söyler misin bana lütfen? Öyle ya, üç hafta sonra öleceğini söylüyordu, oysa şişmanladı bile! Öksürüğü de azalmış. Dün akşam kendi diyordu, üç gündür kanlı da öksürmüyormuş.

— Kov onu gitsin.

Gavrila küçümser bir tavırla,

— Nefret etmiyorum ondan, tiksiniyorum, dedi. (Beklenmedik bir öfkeyle yükseltti sesini:) Hayır, hayır, nefret ediyorum ondan, nefret ediyorum! Ölürken yüzüne karşı da söyleyeceğim bunu... can çekişirken! Onun itiraflarını okusaydın... Aman Tanrım! Ne küstah bir saflıktı o öyle! Bir Teğmen Pirogov'du o, trajedide bir Nozdrev, en önemlisi de küçük bir çocuk! Ah tam o anda, sırf şaşkınlığını görebilmek için onu bir güzel kırbaçlamayı ne çok isterdim! Ama ne oluyoruz? Yine başladı gürültü! Nedir bu böyle? Artık bu kadarına dayanamayacağım. (O anda kapıdan giren Ptitsın'a seslendi:) Ptitsın! Ne oluyoruz? Bu gürültü nedir? Yine mi başladılar? Bu... bu...

Ama gürültü hızla yaklaştı, birden kapı açıldı ve ihtiyar İvolgin öfkeyle, alı al moru mor, kendinde değilmiş gibi atıldı Ptitsın'ın üzerine. İhtiyarın arkasından Nina Aleksandrovna, Kolya ve en arkada İppolit daldı odaya.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top