İki Yabancı
Evet sevgili Bu Sefer Olmaz ailesi okul da başladığından bölüm yayınlamam biraz uzayabilir. Şimdiden anlayışınıza sığınıyorum. Kafamda kurguya dair bir yığın fikir var ama tarafımı seçmekte zorlanıyorum. Bakalım sizle beraber ben de nasıl şekilleneceğini göreceğim. Şimdi daha fazla gecikmeden sizi bölümle baş başa bırakıyorum. Desteğinizi esirgemeyin lütfen.
🔥🔥🔥
Teoman-İki yabancı
Gönül Yazar-Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar(Sezen dertler sofrasına geldiğinde)
Altemur'un ağzından
Hayat insanı değiştiriyordu. Bir zamanlar sevmediğimiz şeyleri sonradan sever hale gelebiliyorduk. Hiçbir şey kesin değildi aslında hayatta. İnsanoğlu değişmez deseler de değişiyordu. Değişmek zorundaydı.
Zaten hep demezler mi "değişmeyen tek şey değişimin kendisi diye". Ne kadar da haklı bir söz esasında. Ben değişmiştim işte. Eskiden sevmezdim karı da kışı da. Soğuğu sevmediğimdendi belki. Ne zaman bir parça kar tanesi düşse omzuma öfkeyle dolardı sanki içim. Çünkü kış uykunun mevsimiydi. Ölümün ayak seslerini taşırdı içinde. Mezar gibi örterdi doğanın üstünü. Sessiz, ıssız, nefessiz bırakırdı her yeri. Yalnızlığın mevsimiydi kış. Her şey kabuğuna çekilirdi o geldiğinde. Bir rüzgar eserdi yaprak dahi kıpırdayamazdı. Mevsimlerin azrailiydi kış. Tırpanıyla hayatı biçerdi.
Kışın soğuğu, doğanın giderek çıplaklığa bürünmesi doruk noktasına ulaştıkça, farkında olmadan biz de o ıssızlığı giyinmeye başlıyorduk, koyu renk bir kadife ceket gibi ruhumuza. İnsanı düşünmeye zorlardı kış. Unutmaya çalıştığın şeyleri ayazıyla yüzüne vururdu. Hatırlamanın mevsimiydi kış.
Bu yüzden kızardım kışa. İnsanın ruhunun koşumlarını ele geçirirdi çünkü. Tüm çabanla inşa ettiklerini tek hamlesiyle yıkardı. İnsana aslında kim olduğunu hatırlatırdı. Kendiyle baş başa bırakıp boş bir odaya hapsederdi. Kendinle olan kavganı başlatıp kenara çekilirdi.
Şimdi düşünüyorum da uykuda olduğumdan dolayı sevmezdim belki de kışı. Herkesi uyutup benliğimi uyandırdığından düşmandım belki de ona. Kendimle yüzleşecek cesareti bulamadığımdandı belki de öfkem. Halbuki ne yersizmiş bu öfke. İnsanın ruhunu temizleyen bir mevsimmiş meğerse kış. Şimdi yürümekten nefret ettiğim sokaklarda kar tanelerini kucaklayarak yürüyorum. Ellerim üşüse de umursamıyorum. Ruhumun sıcaklığı ısıtıyor çünkü beni. Bakış açını değiştirmek ufkunu değiştirmekmiş meğerse. Değişim beraberinde güzel şeyleri de getirebiliyormuş.
Düşüncelere dalıp yürüyüşümün tadını çıkarırken fark etmeden birinin huzurunun kaçmasına sebep olmuştum. Birine çarpmamla elindeki kağıtlar havaya uçmuştu. Yüzümde mahcubiyetim, içimde sebebini anlayamadığım bir huzursuzluk oluşmuştu. Yardım etmek için harekete geçtiğimde beresinin altından hafifçe çıkan saçlarının yüzünü sakladığı kadın, çoğunu toplamıştı bile. Sonuncuyu en azından alıp kendisine uzatmak için harekete geçtiğimde. O da kağıda yönelmişti. O anda ellerimiz buluşmuştu birkaç saniyeliğine.
Kadının elleri buz gibiydi. Üşümüştü belli ki soğuktan. Ellerim sıcaktır benim normalde. Kolay hissetmez soğuğu. Ama sanki bu kadının elleri değil de ruhu üşüyordu. Bundandı sanki soğukluğu. Kabalık etmek istemediğimden ve kıyafetlerimin ıslanmasından hoşlanmadığımdan ayağa kalktım ve diz kapaklarıma yapışan karları çırpmaya başladım. Bir yandan da özrümü diledim: "Kusura bakmayın hanımefendi. Bugün zor bir gündü benim için fark edemedim sizi hava da karanlık olunca."
Diz kapaklarıma fazlasıyla yapıştığından karları temizlemem kolay olmamıştı. Bu sırada kadın benim bu oyalanmam yüzünden daha fazla beklemek istememiş olacak ki özrümü kabul edip yanımdan geçip gitti. ona karşı mahcupluğum halen geçmemişti. Etrafa saçılan kağıt parçaları anladığım kadarıyla bazı önemli evraklardı. Benim yüzümden madur olma ihtimalini de düşününce gitmesine engel olmam gerektiğine karar verdim ve peşinden ilerlemeye başladım. Ardından seslendiğimde durmadı ben de kendimi arkasından konuşarak ifade ettim:
"Hanımefendi lütfen bekler misiniz? Evraklarınız ıslandı, bunu telafi etmek isterim. Dilerseniz ofisim yakında gidip kurutup fotokopilerini çekebiliriz. Bu saatte açık kırtasiye bulamazsınız. Bir yabancı ile gelmek istemezseniz anlarım. İsterseniz tanışalım. Ben Altemur Atalay!"
Amacım onu korkutmadan yardımcı olmaktı. Bu yüzden kendimi tanıtmakta bir sakınca görmemiştim. Dediklerimi dinledikten sonra bana doğru yaklaşmaya başladı. Üzerimde bulunan ışık gözlerimi kısmama neden oluyordu. Bana yaklaşsa da yüzünü net olarak seçemiyordum. Aramızda birkaç adım kaldığında artık yüzünü seçebilir hale gelmiştim. Yüzüme bakıp kekeleyerek de olsa kendini tanıtmıştı: "Teşekkür ederim teklifiniz için. Ben de Sezen Aykut. Tanış...tığıma memnun ol...dum."
Eskiden olsa bu anda hayata kızmaya başlardım. Bana oynadığı oyunların halen bitmemiş olmasından dolayı bir kere daha nefret ederdim yaşamaktan. Şimdi ise umursamamayı tercih ediyor ve hayata istediğini vermiyorum. O kadar insanın içinden Sezen Aykutla karşılaşmamın da bir anlamı vardır elbet diyorum.
Bu taraftan anlamında yol gösterip kadının yanında yürümeye başladım. Parktan çıkıp yolun karşısına geçtik beraber. İkimiz de tek kelime konuşmuyor ve sadece yürüyorduk. Etrafta arabaların korna sesleri, insanların konuşmaları ve köpeklerin havlamaları ve bizim ayak seslerimiz vardı sadece. Her attığımız adımda kardan dolayı ayakkabılarımızın çıkarttığı gıcırtıları duyabiliyordum.
Yaklaşık 500 metre kadar ilerledikten sonra ofisimin önüne gelmiştik. Daha doğrusu home ofisimin. Fazla işkolik biri olduğumdan eve sıklıkla iş getiren bir yapıya sahiptim. Bu yüzden 2 katlı bir daire tutmayı tercih etmiştim. Alt katını tam bir ofis gibi döşeyip üst kata da bir yatak, bir dolap ve bir komodin atmakla yetinmiştim.
Dış kapıyı anahtarlarla açtıktan sonra bayanlar önden prensibince Sezen Aykuta yol verdim ve "3. Kat" diyerek merdivenlerden ilerlemesini sağladım. Merdivenlerden usulca çıktıktan sonra kapının önünde durdu. Kapıyı açıp içeri geçtim ve paltomu çıkarıp portmantoya astım. Sezen Aykut halen içeri geçmemişti. Galiba buyur etmemi bekliyordu.
"Buyrun içeri, lütfen çekinmeyin. Çay ister misiniz, içiniz ısınır." dememin üzerine içeri geçti ama çayı reddetti. Çay reddedilebilecek bir şey değildir halbuki. Sezen Aykut da olsa insan değişiyor demek ki.
"Peki o zaman siz bilirsiniz. Fotokopi makinesi burda kullanmasını biliyor musunuz?"
"Evet, biliyorum. Teşekkür ederim yardım teklifiniz için tekrar."
Fotokopi makinesinin başına geçip evraklarını fotokopi çekmeye başladı. Allahtan bilgisayar çıktısıydı hepsi. El yazısı olsaydı kurtarmak neredeyse imkansız hale gelebilirdi. Elini çabuk tutup bir an önce burdan gitmeye çalışan bir hali vardı sanki.
Sanki lafımı geri alıyorum gerçekten de düşüncesi o yöndeydi. İşini bitirince evraklarını dosyasına koydu ve yüzüme bakmadan tekrar teşekkür etti ve kapıyı açmak için kapı koluna yöneldi. Fakat kapıyı açmadı. Derin bir nefes alıp iç çektikten sonra evraklarını üstüne yasladı ve bana döndü:
"Kusura bakmazsanız size bir şey sormak istiyorum. Sizi tanıdığım birine benzetiyorum. Hatta benzetmek yanlış bir ifade olur. O gibisiniz. Gerçi görüşmeyeli bayağı zaman oldu ama tesadüf ki soyadlarınız aynı ama isminiz farklı. Belki deli olduğumu düşünebilirsiniz ama sorun değil. Ne de olsa iki yabancıyız değil mi? "
"Hanımefendi neyden bahsediyorsunuz pek bir şey anlamadım ama benim açımdan bir sorun yok. Buyrun sorun sorunuzu."
"Siz Altemur Atalay... Kerem Atalay mısınız?"
Sorduğu soru yutkunmama sebep olmuştu. Bu sorunun bana sorulduğunu binlerce kez kafamda düşünmüştüm. Bir sürü cevap vermiştim kafamda. Yine de şimdi bu anda yutkunmama engel olamamıştım. Yine de kendimden emin ifademi bozmadım.
"Hayır değilim. Galiba içinizden o olmamı dilediniz ama ne yazık ki sizi hayal kırıklığına uğratacağım. Sizin için bu bahsettiğiniz kişi önemli biri miydi bilemiyorum ama söyleyeceklerim belki canınızı yakabilir.
Kerem Atalay 16 haziran 2016 tarihinde bir tren kazasında öldü. Enkazların arasından cesedini dahi bulamadılar. Ondan geriye sadece elinde sıkı sıkı tuttuğu bir adet tren bileti kalmıştı. Söylenenlere göre sevdiği kadın onu bir tren garında terk etmiş. İnandığı her şeyi söyledikleri ile yıkıp aslında o kazadan önce o tren raylarına gömmüş. Ruhunu tren garında, bedenini bir tren kazasında kaybetmiş zavallı adam. Tüm sevda gazetelerinde haberi bile çıktı hatta. Duymamış olamazsınız.
Yani anlayacağınız ben o bahsettiğiniz kişi olamam. Gördüğünüz üzere kanlı canlı karşınızdayım. Görünüşüm belki sizin sandığınız adam olabilir ama içimde ona dair bir şey yok. Yani başınız sağolsun Sezen Hanım. Katil diye suçladığınız kişinin katili siz olmuşsunuz. Bizse sizle yeni karşılaşan iki yabancıdan başka bir şey değiliz."
Söylediklerimin üzerine gözleri dolmuştu. Hışımla kapı koluna yüklenip kapıyı açtığında kanepenin yanındaki masanın üzerinde duran kitabı elime aldım ve içinden bir kağıt çıkardım. Ardından tam kapının dışına çıktığında seslenip durmasına sebep oldum.
Sonrasında elimdeki kağıdı ona uzattım ve şunları söyledim: "Sezen hanım bir saniye eğer ki o aradığınız adamdan geriye kalan bir şey isterseniz. Bunu alın. Sizle karşılaştığıma göre bende kalmasının bir anlamı yok artık."
Elimdeki kağıdı alıp koşa koşa uzaklaştı ordan. Geçmişe dair bir hesaplaşma daha kapanmış ve verilmesi gereken cevaplar verilmişti. O da benim kim olduğumu artık öğrenmişti.
Altemur... Demirin kızmış hali, demirin korlaşmış hali... Ben Altemur Atalay. Bu ismi bana hayat verdi. Şimdiki ben olabilmem için bana verilenlerden vazgeçmem gerekti. Altemur olabilmem için hayata kafa tutmam gerekti. Altemur olarak doğmam için ölmem gerekti. Çünkü Altemur demek demir gibi güçlü olmak demek. Altemur olabilmem için önceki beni döve döve taşlaştırmam gerekti.
Altemur demek kor demekti, yanmak demekti, kızmak kızdıkça taşlaşmak demekti.
Ben Altemur Atalay bu hikaye başlarken ben yandım, yana yana kül oldum. Kül oldukça taşlaştı kalbim. Kor olmak demek duyarlılığını yitirmekti. Büyük acı, üzüntü, sıkıntı sonucu, varken yok olmaktı. İyice yanarak ateş durumuna gelmiş kömür veya odun parçasına dönüşmekti.
Bu hayatta hepimiz birinin bir şeyi olarak varız. Birinin kardeşi, birinin karısı ya da kocası ya da sevgilisi, birinin dostu, birinin çocuğu... Var olmak için hep birilerine ihtiyaç duyuyoruz sanki. Sevdiklerimiz uğruna bedeller ödüyoruz. Kendimizden bedeller veriyoruz.
Sevdiğimiz kişi üzülmesin diye haklı bile olsak alttan alıyoruz kimi zaman. O üzülmesin diye kendimizi üzüyoruz. O kırılmasın diye kendimizi parça parça ediyoruz. Onda yara açmamak için kendimizde kapanmayacak yaralara sebep oluyoruz. Ya da yarasını kanatmamak için biz irin akıtıyoruz. Böylece git gide eksiliyoruz. Kendimizden verdikçe tükeniyoruz. Kendimizi kaybediyoruz.
Bu hikayenin başında ben kendimi kaybetmiştim. Hep kaybetmemek için çabalarken aslında en çok kaybeden de ben olmuştum. Göz yumdukça gözlerimi açamayacak halime gelmiştim. Gözlerimi kapadıkça kendimi tanıyamaz olmuştum. Kaybolmuştum...
Şimdi ise bu hikaye başlarken ben küllerimden doğacağım. Hayatın bana lütuf saydığı şanslara tamah etmeyip kendi kaderimi kendim yazacağım. Ve ben Altemur Atalay artık kimse için zayiat olmayacağım!
Sezen'in ağzından
Şu anda gözlerimin değdiği gözler yıllarca aklıma kazımak için kendimle savaştığım gözler miydi gerçekten? Hem bir daha görmemek için dualar ettiğim hem de içten içe som bir kere görmeden ölmemek için Allaha yalvardığım donuk bakışlı adam mıydı? Kafamdaki soruları susturmak mümkün değildi. Kendimi ne kadar ele vermemeye çalışsam da dilimin tutulması ele vermişti beni. Yine de bozmamaya çalışmıştım.
Bana bir yabancı gibi davranan bu adamın soğukkanlılığı benim adamıma ait olamazdı ama değil mi? O bana karşı böyle duramazdı. Duygularını ne kadar istese de saklayamazdı. Hele ki onu öyle terk ettikten sonra... Bana olan nefretini dili belli etmese gözleri kesin onu ele verirdi. Ama vermedi.
İki yabancı gibi konuşup iki yabancı gibi yürüdük bu yollarda. Belki de iki yabancıydık gerçekten. Aklımın yanılsaması kalbimi de tesiri altına almıştı belki de. Hem o olmasından korkuyor hem de o olmasını diliyordum. Bu tedirginlik oymuş gibi hissettiriyordu belki de. Sonuçta insan insana benzerdi. Soyad benzerliğiydi belki de. Kader yine oyun oynuyordu belki de yine bana, kim bilir.
Ofise geldiğimizde ise halen ilk kez tanışan insanlarmışız gibi davranıyordu bana. Belki de gerçekten öyleydik. Ya da bir gün aramızda geçen bir sözden dolayı böyle hareket ediyordu. Bir seferinde beraber bir film izlemiştik. Filmde kadın hastaydı ve adamı sürekli unutuyordu, adam da her seferinde kadınla tekrar tanışıyor ve her seferinde kadın adama tekrar aşık oluyordu.
Bu filmi izledikten sonra ben de ona demiştim ki "Eğer bir gün ihtiyari ya da zaruri bir şekilde ayrılırsak ve yollarımız ayrı yerlere giderse sonrasında bir şekilde hayat bizi tekrar aynı kareye koyarsa benimle yeniden tanış!"
Belki de o sadece sözünü tutuyordu. Geçmişi yok saymaya çalışması ihtimali kelebeğin kanat çırpışını duymak kadar imkansız mıydı gerçekten? Bu yaşadıklarımızın hepsi bir kabus olamaz mıydı? Eğer öyle ise hiç şikayet etmeyeceğim. Eğer uyanırsam tam şu anda sadece ona sımsıkı sarılacağım ve bizi kimsenin ayırmasına izin vermeyeceğim. Birkaç saniyeliğine gözlerimi kapatıp açtım. Ama her şey aynıydı. Zaman aynıydı, mekan aynıydı, kalbimde hissettiğim acu aynıydı. Değildi işte, Allah kahretsin ki kabus değildi.
Karşımda duran yabancı görünümlü adamın kendiliğinden benim sorularımı cevaplayacağı da yoktu. İş bana düşmüştü. Tam kapıdan çıkacakken geri dönüp ona sormaya karar verdim. Tek soru, tek cevap vardı zaten. Cevaplaması zor olamazdı. Derin bir nefes alıp sordum ona: "Siz Altemur Atalay... Kerem Atalay mısınız?"
Cevaplamak için bir an duraksamadı. Tereddüt dahi yoktu mimiklerinde ve bana öyle bir cevap verdi ki. Soruyu sormamak istedim. Birkaç dakika öncesine geri dönmek istedim ama mümkün değildi bu da.
Katil demişti o adam bana. Sevdiğin adamı sen öldürdün demişti. Hatta "tabi sevdiysen" imasını direk söylemese de sözleri ile sevgimden de şüphe etmişti. Tabi onu da suçlayamazdım. Çünkü zamanında sevdiğim adamı da buna inandırmıştım.
Gerçek miydi söyledikleri? O ölmüş olabilir miydi? 4 senedir adını tek bir kere ağzıma alamadığım adam beni bu dünyada tek başına bırakmış olabilir miydi? Azrail sırayı bozup benden önce ona göz dikmiş olabilir miydi? Yoksa inkar etse de Altemur Atalay aslında benim sevdiğim adam mıydı?
Eğer oysa değişmişti. Aynı kişi değillerdi gerçekten de belki de onun içindeki Kerem ölmüştü ve dediği gibi tek katil bendim. Cinayete teşebbüsü göze alıp çıktığım bu yolda kasten adam öldürmekten müebbet yemiştim. Sonunu düşünememiştim. Yine de nefsi müdafaa sayılamaz mıydı yaptığım? Sonuçta bunu ben seçmemiştim hayat buna beni mecbur bırakmıştı. Beni kendi oyunuyla vurmaya çalışırken benim oyunumda bir piyon olmuştu.
İçimde büyük bir ateş vardı. Canımın yanması için bütün ormanı katletmişlerdi sanki. Tek bir kuru yaprak dahi kalmamış hepsi alev almıştı. Kalbimin çığlıklarını duymuş muydu acaba? Yüreği sızlamış mıydı benim gibi? Ya da en azından elleri karıncalanmış mıydı?
Gözlerimdeki kurmuş ırmaklara barajlar kuruldu bugün. Yüzümün her paresi göz yaşına kavuştu. Görmesin diye elimin tersiyle gizledim. İç çekişlerimi susturdum. Hıçkırıklarımın ağzının kapadım. Tam onları huzura erdirmek için kaçacaktım ki buradan izin vermedi. Elime sevdiğim adamdan kalan son parçayı tutuşturdu. Kağıtta "Seninle aynı şeyi hissettiğimizi sandığım günlerden özür dilerim" yazıyordu.
Ahh... Bana özür dileme dememiş miydim sana be adam. Sevmem dememiş miydim özürleri? Neden özür dileyip yine yaktın canımı. Kendi silahımla neden vurdun beni? Şimdi ben sana nasıl derim "bendem özür dileme, aynı hatayı bir daha yapma yeter" diye. Beni sevme diyemem ki sana!
Gözlerinde ilk kez yansımamı gördüğüm zamanki korkuya meğer muhtaç kalacakmışım. İnkar etsen de artık biliyorum sensin bana gelen. Gözlerindeki yansımamı göremedim bugün. Kendi ellerimle kazdığım mezarda benim kemiklerimin kalmayışı göz yaşlarımı ortaya çıkaran en büyük etmen oldu işte.
Kapıyı vurup koşa koşa çıktım binadan. Sağıma soluma bakmadım. Koşmaya başladım sokakta. Ağzını kapattığım hıçkırıklarımı serbest bıraktım. İç çekişlerimin dilini çözdüm. Acımı sonuna kadar yaşayarak koştum, koştum ve düştüm sonunda. Dizim acımadı bu defa. Yüreğin acısı her acıyı bastırıyormuş meğersem. Bir darbeyi de bedenimden yedim. Birden ışıklar söndü. Karanlığa hapsetti beni. Vicdanımın kapattığı ışıkları kapatma sırası gözlerime gelmişti belli ki. Benim hayatım buydu işte. Belirsizlikler kuşağında ne olacağımı bilemeyen benim, pişman olma düşüncemin aptallığı bir kere daha ortaya çıkmıştı. Hayata izin veremezdim. Bir söz vermiştim ve bunu tutacaktım. Biz onun tekerrürlerinin oyuncağı değildik.
Şimdi güçlü olmalıydım. Bana yardım etmek için etrafıma gelen insanları, ayak seslerinden fark ettim. Önce elimle yüzümdeki göz yaşlarımı sildim. Ardından yardım etmek isteyenlere elimi gerek yok anlamında kaldırdım. Bu tarz durumlar için hazırlıklıydım. Çantamın içinden beyaz bastonumu çıkarıp ayağa kalktım. Biraz ilerledikten sonra yola doğru elimi uzatıp bir taksiyi durdurdum. Taksici yardım için yerinden inip yanıma gelmişti. Kapıyı açıp beni içeri bindirdi. Nereye gitmek istediğimi sorduğunda şu an gidebileceğim tek yerin adresini verdim: "Dertler Sofrası"
Bir süre sonra beni Dertler sofrasına getirmişti. Cüzdanımı çıkarıp elime gelen ilk parayı adama uzattım. Fazla ise üstünün kalmasını, azsa da söylemesini istedim. Yeterli olduğunu söyleyip inmeme yardım etti. Belki yeterli değildi ama acımıştı halime. Dahasında gözü olmamış, başımın gözümün sadakası olsun demişti. Bilemezdim.
Kimsenin bana acımaması için çabalarken arada fazla iyilik timsali kimseler çıkıyordu işte. İnsanlar birine acımayı bir erdem sanıyordu ama sadece onur kırıcı bir eylemdi. Kimse bu durumda olmayı seçmezdi. İnsanların elinde olmayan sebepler yüzünden onlara gereksiz merhamet göstermek sahtekarlıktan başka bir şey değildi.
Kapıdan içeri girdiğimde kapının zilleri çalmıştı. Ziller çalınca Muzaffer amca birinin geldiğini anlayıp "Hoşgeldiniz" diye seslendikten sonra koşup yanıma geldi. Daha önceden beni bir kere bu halde görmüştü. Hıçkıra hıçkıra ağladığını hatırlıyorum. Şimdi de ağlamasa da iç çektiğini hissedebiliyordum.
"Sezen kızım iyi misin? Bu saatte gelmezdin sen? Yine mi görme yetini kaybettin? Nasıl oldu? Gözlerinde şişmiş. Biri bir şey mi yaptı? Susmasana kızım."
Muzaffer amca baba gibiydi. Şu zamana kadar kendi öz babamın bile bana davranmadığı gibi davranmıştı bana. Öz kızı olsam ancak böyle davranırdı. Allah dayanacak gücüm kalmadığı her anda onu bana yardımcı olsun diye yollamıştı sanki. En çok babam beni yaraladığından bana gerçek bir baba armağan etmişti belki de.
"İyiyim Muzaffer Amca. Hastalığımı biliyorsun işte, hayalet semptomların ne zaman, nerde ya da hangisinin çıkacağını bilemiyoruz. Birden oldu işte. Birden oldu zaten bugün her şey."
Muzaffer amca beni her zamanki yerime götürüp oturttu. Ardından da beklememi birkaç dakikaya geleceğini söyledi. Birkaç dakika sonra gelip radyoyu açtı. Ardından karşıma oturduğunu masanın sallanmasından ve sandalyenin çekilmesinden anladım. İki bardağı masaya koyup şişenin kapağını açtı. Ardından da konuşmaya başladı: "Anlat bakalım deli kız. Ne oldu da bu hale geldin? Bak senin içeceğini getirdim. İçine bu seferlik seni yatıştırsın diye melisa da koydum biraz. Şimdi biraz rahatla ve söyle ki derdini Muzaffer amcana sarsın yine kanayan yaralarını."
"Hani bir evre vardır ya, toparlanmaya çalıştıkça diğer taraftan dökülür. Sıkı sıkıya tuttuğun şey elinde tuz buz olur, kırıklarını birleştireyim dersin daha çok dağılır. Tam olarak oradayım işte Muzaffer amca. Bak gözlerim görmüyor şu an ama gözümde sürekli tek bir görüntü var. Gözümün önünden ayrılmayan tek bir görüntü. Kulağımda yankılanan tek bir söz. Artık nasıl toplarım bilmiyorum Muzaffer amca. İnsan kırıldığı yerden kopuyormuş meğersem. Her zerrem dünyanın başka yerlerine dağıldı sanki. Tekrar nasıl bulurum bilmiyorum. "
"Sezen, kızım sen neyden bahsediyorsun. Neden böyle konuşuyorsun? Bak korkutuyorsun beni. Hayat bitti dediğimiz yerden başlamıyor mu zaten. Belki senin için yeni bir hayat başlayacaktır artık. Her zerren imkansızlık ufkuna karışıp kayıp mı oldu, boşver o zaman. Umursama! Umursadıkça yük edersin kendine. Belki de kendini kaybetmen asıl seni bulmak içindir. Bulmadan önce aramak gerekmez mi Sezen? Belki de senin arayışın senin kurtuluşun olacaktır."
Göz yaşlarımı tutmam artık mümkün olmuyordu. Nefesim kesiliyordu ama konuşmaya devam ediyordum. Hıçkırıklarıma karışık çıkıyordu cümlelerim. Düğümlenen boğazım, kesilen nefesim, gözlerimin yuvalarından çıkarcasına açılmasına sebep oluyordu. Bir yandan konuşup bir yandan da feryat ediyordum. Elimi göğsüme vurup bir öne bir geriye sallanıyordum.
"Güzel konuşuyorsun da Muzaffer amca ben bende değilim ki beni bulayım. Kendimi verdiğim adam artık burda değil. Şu ciğerimi söküp almak istiyorum şu an. Nefesim kesilsin istiyorum. Boğuluyorum sanki. Göz yaşlarım durmak bilmiyor. Beynimde yankılanan cümleler beynimi deliyor sanki. Kulağımda bitmek bilmeyen bir uğultu var. Kulaklarım kopsun istiyorum. O...o... o yokmuş artık. O ölmüş. Gerçek mi yalan mı bilmiyorum ama o bana 'Katil diye suçladığınız kişinin katili siz olmuşsunuz' dedi. Bana sen öldürdün onu dedi. Aaa...Olamaz. Kerem benim yüzümden ölmüş olamaz. O ... o... öl..müş olamaz. Ne... ne olur ölmesin!"
Muzaffer amca gelip arkadan bana sarılmıştı. Kollarımı omuzlarıma kenetlemişti. Ellerimin üstüne vurup bir yandan da şşş diye ağlamalarımı durdurmaya çalışıyordu. Bir süre böyle kaldık. Sonrasında da bana sakinleşip her şeyi anlatmamı söyledi. Bu akşam yaşanan her şeyi harfiyen ona anlattım. Hepsini dinledikten sonra artık gözlerim yavaşça açılmaya başlamıştı. Muzaffer amca bir sandalye alıp yanıma geldi ve karşıma oturdu:
"Sezen Kerem ölmüş olsaydı gerçekten sen bir şekilde duymaz mıydın? Enisle görüşüyoruz dedin. Anlamaz mıydın tavırlarından? Enis kardeşi gibi demiştin, insan kardeşi ölse hayatta kalabilir mi? Yaşayan bir ölü gibi olmaz mı? Bu bahsettiğin Altemur bence Kerem'in taa kendisi. Sadece artık Kerem değil Altemur olmayı seçtiğini ve yoluna baktığını anlatmak istemiş sana. Sana olan öfkesini direk yüzüne vuramadığından başka biriymiş gibi davranarak öfkesini bir nebze de olsa sana yansıtmak istemiş. Ne hissedeceğini görmek istemiş, belki de sana acı çektirmek istemiş bilemiyorum. Ama anlattıklarımdan anladığım bir şey var. Kerem senin anlattığın Kerem değil artık. Eğer ben Altemurum diyorsa sana bu ismi gelişi güzel de seçmemiştir. Kerem buraya Altemur olmaya gelmiş belli ki. Kendisinin yandığı kadar yakmak istiyor da olabilir. Sen yine de güçlü durmaya devam et güzel kızım olur mu?"
Kafamı sallamamdan sonra bana şu an nasıl hissettiğimi sormuştu Muzaffer Amca.
Muzaffer amca yine yapacağını yapmış ve gözümdeki perdeyi kaldırmıştı. Birkaç saatlik çektiğim bu vicdan azabı ve acı her şeye bedeldi. Şu an ne hissediyorum diye kendimi gerçekten sorgulamıştım. Ne desem doğru olurdu ki? Düşünmek hisleri yansıtmak için düzgün bir yöntem değildi. Dil konuşmaya başlayınca kalp zaten dile gelirdi.
"Ne mi hissediyorum şu an? Hem üzerimde bir rahatlık var hem de korku. Kerem benim tanıdığım kişi değilse yapacaklarını kestiremem. İnsan bildiğinden değil bilmediğinden korkar derler. Belki de bu korkunun sebebi bu yüzden. Ya da diğer yandan artık onun kalbinde bana bir yer olmadığı düşüncesi korkutuyor beni.
Ben o gün onu o tren garında terk ettiğimde, o sözleri ona söylediğimde gerçekten benden soğusun hatta nefret etsin istemiştim. Ama içimde bir yerde asla beni sevmeyi bırakmayacağını söyleyen bir yan vardı. Belki de o an bu kadar cesur olabilmemin bir sebebi de o hisse nedensizce güvenmemdi.
Hayatın tekerrür etmesine izin vermemek uğruna, onun aynı acıları yaşamaması uğruna yapmıştım her şeyi. Onu ondan çok düşündüğüm için tıpkı onun zamanında benim için benden vazgeçtiği gibi ben de onun için ondan vazgeçmiştim. Sanmıştım ki aynı gökyüzüne bakmak dahi yeter bana. Yeter ki o mutlu olsun. Ama bugün gördüm ki iki türlü de kendimi büyük bir mutsuzluğa hapsetmişim.
Bu kadar soğukkanlı davranabilmesi, hayatına bensiz devam edebilmesi yaktı canımı. Üzerimde yarım kalmış bir hayalin hüznü var sanki. Pişman olmayacağım diye kendimle gün içinde o kadar çok savaşıyorum ki ama bazı anlarda pişmanlık hissinin içimi kaplamasına engel olamıyorum. Keşke diyorum, keşke... O kadar ağır konuşmasaydım. Sözlerin de zaman gibi, geri dönüşü yok. Nedense pişman olmak için hep geç kalıyor insan. O yüzden şu an pişmanım diyip de küstahlık edemem.
Bugün verdiğim tüm kararlarla çelişiyorum sanki. Daha dün Işılla buraya geldiğimizde onu unutmak istemediğimi söyledim. Unutmak daha acı diye haykırdım resmen. Ama bugün şu kısacık anda dahi olsa onu unutmak istedim. O hayatına bensiz devam edebildiyse benim onu unutmam gerek diye düşündüm ama çok kısa bir an. Sonra vazgeçtim bu düşüncemden. Yani işin özeti Muzaffer amca ne kavuşabiliyorum, ne unutabiliyorum. Tam olarak böyleyim."
"Sezen bizim planlarımız olduğu gibi. Bizden üstün bir iradenin de bizimle alakalı planları vardır. Sen olayın sıcaklığıyla böyle hissediyorsun. Sen artık çocuk değilsin. Yetişkinsin ve çok güçlü bir kadınsın. Birçok şeye göğüs gerdin böyle küçük bir duygu karmaşası yıkamaz seni. Allah kuluna eziyet etmez. Sen bana güven ve zamanın bu seferlik hayatını biraz yönlendirmesine izin ver. Allah seni gitmen gereken kıyıya götürtecektir. Sana bu sefer ben de bir sırrımı anlatacaktım ama ruhun da aklın da dolu senin şimdi. Artık başka sefere. Sen biraz kendinle baş başa kal. Bir şeye ihtiyacın olursa seslenmen yeterli."
Mızaffer amca otırduğu yerden kalktı ve söyleyeceklerini söyleyip elini omzuma vurup içeri girdi. Kendimle baş başa kalmıştım. Yerimden kalkıp radyonun sesini biraz daha açmaya gittim. Radyonun sesini açtıktan sonra mutfağın altındaki duvarın önüne konulan minik kitaplığa gidip elime gelen ilk şiir kitabını elime aldım. Can yücelin şiirleriydi elimdeki. Kendime bir kitap falı çekmek istedim o anda. Gidip yerime usulca oturdum. İki elimle kitabın bir sayfasını açtım. Önüme gelen şiir sanki bana gönderilen ilahi bir işaret gibiydi ve benim hislerime tercüman olmuştu:
"Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını, kendimi bulduğumda anladım. Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış, kendi yolumu çizdiğimde anladım..
Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat,okuyarak, dinleyerek değil.Bildiklerini bana neden anlatmadığını,anladım..
Yüreğin de aşk olmadan geçen her gün kayıpmış, aşk peşinden neden yalınayak koştuğunu anladım...
Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden, neden hiç ağlamadığını anladım...
Ağlayanı güldürebilmek,ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş,gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım..
Bir insanı herhangi biri kırabilir, ama bir tek en çok sevdiği acıtabilirmiş, çok acıttığında anladım...
Fakat hak edermiş sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını, gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terk ettiğin de anladım..
Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet, yüreğini elime koyduğunda anladım... "SANA İHTİYACIM VAR,GEL!"diyebilmekmiş güçlü olmak, sana "GİT" dediğimde anladım...
Biri sana "GİT" dediğinde, "KALMAK İSTİYORUM" diyebilmekmiş sevmek, git dediklerinde gittiğimde anladım...
Sana sevgim şımarık bir çocukmuş, her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan, büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım...
Özür dilemek değil, "AFFET BENİ" diye haykırmak istemekmiş pişman olmak, gerçekten pişman olduğumda anladım...
Ve gurur kaybedenlerin, acizlerin maskesiymiş, sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış. Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım...
Ölürcesine isteyen beklemez sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi, beni affetmeni ölürcesine istediğimde anladım...
Sevgi emekmiş, emek ise özgür bırakacak ama vazgeçmeyecek kadar sevmekmiş...ANLADIM!"
🔥🔥🔥
Dün yaşadıklarımı geride bırakıp bugün yeni bir güne uyanmıştım. Hayat o günün acısını o günde bırakmayı da öğretmişti geçen süreçte. Ertesi güne sarkıttığın her şey sadece o gününün de senden çalınmasına sebep oluyordu. Sıradan insanlar bu durumu umursamadan bir şeyleri kafalarına takmaya, acılarını günlerine, haftalarına hatta aylarına yaymaya o kadar meyillilerdi ki kendi hayatlarının hırsızı olduklarının farkında değillerdi. Bir zamanlar ben de onlardandım. Sonra hayat bana ilk çelmesini taktı tökezledim. Acılarım sarmaşık olup köklerini hayat ağacıma sarmalamaya başladılar. Göremedim.
Sonra hayat çelme yerine kazık atmaya başladı. Her seferinde daha sert sapladı kazıklarını. İlk seferinde sadece dizlerim kanadı. Gözlerimden düşen yaşlara hakim olamadım. Bir sonraki seferde bacaklarım kırıldı. Koşamadım, kaçamadım. Bir dahakinde kalbime sırtıma sapladı. İhanetin sıcaklığı tüm bedenime hakim olurken kıvrandım. Ama yine uslanmadım.
Son seferinde ise öyle bir sapladı ki kalbime denk geldi bu defa. İşte en can alıcı darbe olsa da umursamadım. Görmezden gelmeyi öğrenmeye başladım. Sonrasında ise hep şu cümlelere sığındım. "Saçmaladığın kadar özgür, sallamadığın kadar mutlusun"
Belki takmamayı öğrendim ama acılarımı zamana yaymaktan vazgeçemedim. Öğrenemedim. Hal böyle olunca hayat son kez saldırdı bana. Bu sefer kazık atmadı. Bana ait olan bir şeyi benden aldı. Zamanımı benden aldı.
İşte o zaman öğrenmeye mecbur kaldım. Kafama vura vura öğretti hayat bana bunu. Sonrasında ben de o günü o güne emanet etmeye başlayıp her yeni güne merhaba demeyi başardım.
Bugün yeni bir gündü. Yarına çıkabileceğimi kestiremediğim hayatımı acı denen şeye mahkum edemezdim. Silkelendim ve kendime geldim.
Ben artık eski Sezen değildim, daha güçlüydüm. Hayata rağmen hayatla, benden çaldığı zamanla savaşmaya yemin etmiştim ben. Geçmişin tozu beni yıkamazdı.
Şimdi dün zor badirelerle kurtardığım evraklarımı alıp gönüllü staj için görüşmeye gidecektim. Açıkçası benim bölümümde gönüllü staj yapan çok olmazdı. Çünkü herkes ya ekonomist olmayı tercih ederdi ya da muhasebecilik gibi kısımlara kayardı. Bense iyi bir finans danışmanı olacaktım. Bu yüzden yaptığım stajlar ancak beni öne geçirebilirdi.
Benim tecrübe kazanmayı bekleyecek kadar zamanım yoktu. Bugün hocalarımdan birinin beni yönlendirdiği , şirketlere finans danışmanlığı yapan bir büroya gidecektim. Kabul edilip edilmeyeceğimi bilmiyordum ama kendime güveniyordum. Hem referans mektubum vardı hem de notlarım bu iş için yeterince iyiydi. Beni seçmemeleri için hiçbir sebep yoktu. Belki tek bir sebep olabilir:Hastalığım...
Konu buraya bir şekilde gelirse iki seçeneğim vardı. Ya yalan söyleyip diken üstünde yaşayacaktım ya da doğruyu söyleyip işe alınmama riskini alacaktım. Ben hayatta ya hep ya hiç demiştim. Ya siyahtı ya beyaz...
Her gün korkuyla yaşayacağıma bir anlık korkuyu yaşamayı tercih ederdim. Başkasının zayıflık olarak görebileceği hastalığımın aslında benim gücüm olduğunu onlara ispatlayacaktım. Çünkü 2.sezeni ben ona borçluydum. Bugün her şeye, herkese rağmen ayakta ve hayatta kalabildiysem bu inatçılığımın yanısıra güçlü bir kadın olmamın ürünüydü. Beni daha güçlü bir kadın yapan ise imkansız bir hastalığa tutulmuş olmamdı.
Evden Işıl'ı uyandırmadan çıktım. Mert'in bugün ilk iş günü olduğundan onu meşgul etmek istememiştim. O şirketle çalışmak en büyük hayallerinden biriydi çünkü. Disiplinli bir yapıya sahip görünüyorlardı. Az da olsa geç kalması işine mal olabilirdi. O yüzden buna sebep olmak istemedim ve büroya taksiyle geldim. Adrese geldiğimizde taksiden indim ve geldiğimiz yerde kafamı yukarı doğru kaldırdım.
Ben küçük bir büro bekliyorken karşımda 7 katlı bir bina duruyordu. Acaba sadece bir katı mı büro diye düşünmeden edemedim. Ama binanın tepesinde koca harflerle Seraylar Finans Danışmanlık yazıyordu. Bu durum beni bir an için tedirgin etse de endişenin aklımı ve bedenimi sarmasına izin vermedim.
Mülakatlarda her zaman özgüvenli insanlar daha çok tercih edilirdi. Stres ve panik yönetimi yapamayanlar ise 1-0 yenik başlarlardı. İş dünyası acımasız ve karmaşıktı. Ne zaman, nerde bir kriz yaşanacağı hiç belli olmazdı. Bu yüzden şirket sahipleri kriz yönetimi yapabilecek kişileri işe almayı tercih ederlerdi. Kar marjını yükseltmek onlar için her şeyden önce gelirdi çünkü.
Kendimden emin adımlarla önce binadan içeri girdim sonrasında da mülakatın yapılacağı katı danışmaya sordum. Kata asansörle çıktıktan sonra mülakat için bekleyen insanların olduğu salona doğru dimdik yürümeye başladı. Benden önce topuklarımın sesi geliyordu. Sesin geldiği yöne doğru bakışlarını çeviren insanlar beni gördüklerinde bakışlarını bana kenetliyorlardı.
Üzerime siyah blazer bir ceket, siyah bir büstiyer giymiştim. Altıma ise dizlerden açılan ispanyol paça yırtmaçlı siyah bir kumaş pantolon giymiştim. Ayağıma ise siyah stilettolarımı geçirmiştim. Koluma yandan siyah küçük bir çanta alıp kombinimin elegant ama ciddi görüntüsünü tamamlamıştım.
Salona tam anlamıyla girdiğimde siyah güneş gözlüklerimi gözümden çıkarıp bugüne mahsus postiş taktığım saçlarımı savurdum. Tavırlarımla rakiplerime göz dağı verdiğimi biliyordum. Birazdan da sözlerimle canlarına okuyacaktım. Benim adım Sezen Aykut. Ben bir şeyi kafama koydum mu onu ne pahasına olursa olsun alırdım.
Sıram geldiğinde benimle beraber ismi söylenen 2 kişi ile beraber mülakatın yapılacağı odaya girdim. Odanın tam ortasında 5 kişilik kurulun olduğu bir masa duruyordu. İçeri girdikten sonra hepimizi sırasıyla masanın önüne dizmişlerdi. Sırayla hepimize alanımıza dair, kendimize dair, neden burda çalışmak istediğimize dair sorular sordular. Bu soruları hemen hemen benzer şekilde cevaplamıştık. Bunlar bizi işe alınmayı belirleyecek asıl sorular değillerdi anlaşılan.
Masanın ortasında oturan kızıl küt saçlı kadın eline dolma kalemini alıp çevirmeye başladı sonrasında. Sertçe kalemi masaya bıraktı ve arkasına yaslandı. Ardından da hepimize yönelik olan ve kimin işe alınacağını belirleyecek asıl soruyu sordu: " Her mülakatta olduğu gibi benzer sorular sorduk hepinize. Ben size son olarak benzer bir soruyu biraz revize ederek sormak istiyorum. Geleceğe dair planlarınız nelerdir? Eğer işe alınırsanız 5 yıl sonra büromuzu nerde göreceğiz?"
Normalde herkes mülakatlarda kişilerin kendilerini nerede göreceklerini sorardı ama bu kadın büronun nerde olacağını sormuştu. Yani büroya gerçekten faydalı olduğunu ve gelişmesini sağlayabileceğini düşündüğü birini işe alacaktı. Ben buraya gönüllü staj yapmak için gelmiştim ama prensipleri gereği ücretsiz kimseyi çalıştırmıyorlarmış. Herkese emeğinin karşılığını vermenin doğru olduğu düşüncesindelermiş. Aldıkları herkesi eğitip bünyelerine katma gibi bir misyonları varmış. Bu durum aslında bir bakımdan bana daha faydalı olmuştu. Böylece aileme bağımlılığım azalmış olacaktı.
Rakiplerimin ikisi de rasyonel ve realistlikten uzak cevaplar verip sadece vaatler sıralamışlardı. Hayal dünyalarından çıkamayan hayalperestlerdi ikisi de. Sıra bana geldiğinde gayet net bir şekilde cevabımı vermiştim: "Geleceğe dair planım yok efendim. Şimdi size bir sürü senaryo çizip alternatifler sıralayabilirdim ama bu ne dürüst ne de realist olurdu."
Kızıl saçlı kadın söylediklerim üzerine hem şaşırmıştı hem de onun dikkatini çekmiştim. Cevabıma karşılık bir soru daha sordu: "Sezen hanım nasıl geleceğe dair planlarınız yok? İdealleri olmayan başıboş yaşayan bir yapınız mı var yoksa disiplinsiz bir kişiliğiniz mi? Aşırı dürüstlük de bu piyasada size zarar getirebilecek bir etmendir. Diğer yandan realist olmazdı demek istediniz. Tam olarak neyi kastettiniz? Biraz daha kendinizi açıklayabilir misiniz?"
"Hayır efendim kesinlikle disiplinsiz ya da idealist olmayan bir yapıya sahip değilim. Aksine her adımımı planlayarak yaşamam gerekiyor bazı hususlarda. O hususlar haricinde ise bugünü en iyi şekilde yaşamaya çalışan biriyim. Bundan 4 sene öncesine kadar anı yaşamaktan uzak olan bir yapım vardı. Bazı şeyleri erteleyip bazı şeyleri yapmaktan korkardım. Hep olumsuz sonuçları hesaplar olumlu yanlarını göremezdim. Şimdi ise kendi hayatımla alakalı şeylerde anı yakalamayı değil belki ama bugünü yaşamayı tercih ediyorum. Zaman kavramı 3 aşamadan oluşuyorsa doğrusal olarak; dün, bugün ve yarın olmak üzere biz sadece tek bir noktaya sahipiz. Bugüne... Dünü geride bıraktık, yarın ise henüz belli değil. Biz daha bir sonraki boyutu bilemezken geleceği düşünmek biraz hayalperestlik değil mi sizce de?"
Dediklerimden sonra sadece kızıl saçlı kadın değil odada bulunan herkes oldukça şaşırmış bir yandan da merak etmeye başlamışlardı. Kadın devam etmem için kafasına takılan bir soruyu daha bana yöneltti:
" Sezen hanım sözlerinizde haklılık payınız yok değil. Fakat siz kendinize dair planlar kurmayıp bugüne bağlı yaşarsanız geleceğinizle karşı karşıya kaldığınızda savunmasız kalmış olmayacak mısınız? Elbette yarına çıkmaya senedimiz yok ama dediğiniz gibi ihtimalleri hesaplayıp ona göre hareket etmek daha mantıklı bir eylem olmaz mı sizce de? Siz felsefeye sığınıp geleceği düşünmenin hayalperestlik olduğunu söylüyorsunuz ama şu aşamada geleceği düşünmeyen siz daha fazla hayalperest olmuyor musunuz?"
Gizlemeyeceğime dair kendime söz vermiştim. Onlara gücümü gösterecektim: "Hayır efendim hayalperest olan ben değilim. Size gelecek planım yok dedim çünkü benim bir geleceğim yok. Ben sadece bugüne sahibim. Ben ölüyorum. Dünya üzerinde sadece 6 kişide rastlanan MALS adlı bir hastalığım var. Merak etmeyin bulaşıcı değil. Yani korkmanıza gerek yok. Öldürücü olduğu ise doğru.
Yavaş yavaş, adım adım insanı ölüme götüren bir hastalık bu. Elimde ne kadar zamanım kaldığını bilmiyorum. Belki 2 gün belki 2 ay belki 2 sene. Ama ne fark eder ki? Başkası olsa hastahane köşelerinde 3 gün daha fazla yaşayabilmek uğruna hayatını heba ederdi ama ben yapmadım.
Size 4 sene önce böyle biri olmadığımı söyledim çünkü o zaman bütün bir hayatlık zamanım vardı. Şimdi ise bir nefeslik. Ben 4 senedir bu hastalıkla savaşıyorum ve gördüğünüz gibi dimdik karşınızdayım. Bana acımanızı istemiyorum, hastalığımı zayıflık olarak görmenizi de. Çünkü o benim için bir zayıflık değil. Beni bugünkü Sezen yaptı. Güçlü, kararlı, kendine sonuna kadar inanan bir kadın yaptı.
Bakın belki benim geleceğim olmayabilir ama uğruna yaşadığım bir sebebim var. Ben çok iyi bir finans danışmanı olacağım. Ne kadar zamanım varsa o kadar sürede bunu başaracağım. Bize 5 yıl sonra bu büroyu nerde göreceğinizi sordunuz. Belki benim 5 yılım olmayabilir ama başkalarının 5 yıl sonra getireceği yere ben ne kadar zamanım kaldı ise diyelim ki 2 yıl, 2 yılda getireceğime söz veriyorum. 2 yıl içinde hem Türkiye'nin en iyi finans danışmanlığı bürosu hatta şirketi olacağımızın garantisini veriyorum. Benimki vaat değil mecburiyet. Bunu da aklınızdan çıkarmamanızı istiyorum. Artık takdir sizin."
Herkes hayretler içerisinde bakakalmışlardı. Sonuçları biraz sonra bildireceklerini söylemek için en sonda oturan gözlüklü adam harekete geçmişti ki kızıl saçlı kadın adamı durdurdu. Ardından şu sözleri söyledi:
" Sonuçlar için beklememize gerek yok. İş senin Sezen Aykut. Hayatta kalabildi isen dediğin gibi savaşçı bir ruha sahipsin. Burda hastalığını gizleyebilir ve o şekilde de geçebilirdin bu mülakatı ama sen başından sonuna kadar dürüst olmayı seçtin. Dediğim gibi bu piyasada çok rastlanılan bir tavır değil bu. Ama bugün bize birçok şey öğrettin. Ben sana inanıyorum ve sözüne güvenmek istiyorum. Burda çalış, kendini yetiştir ve dediğin gibi ifadelerinin vaat olmadığını kanıtla. Aramıza hoşgeldin. Bu arada şahsi olarak senle tanışmak isterim. Ben Nalan Seray bu büronun sahibiyim."
En son uzattığı elini tutup tokalaştım ve kararından pişman olmayacağını belirttim. Sonrasında odadan çıktım. Attığım her adımda daha da güçlendiğimi hissettim. Şu zamana kadar üzerimde hep yarım kalmış bir hayalin hüznünü taşımıştım. Belki de bu yüzden ne kadar güçlü de olsam omuzlarım biraz düşük atmıştım adımlarımı. Hayatımda şu zamana kadar bir şeyler ya siyah ya beyaz olmuştu. Grileri bir türlü kabullenememiştim, belki de bu yüzden hayatımda hiç yer vermemiştim onlara. Ama bugün hayatımda bir şeyi daha değiştirme kararı almıştım. Grilerde hayatın bir parçasıydı. Ben görmek istemeyince onlar kaybolmuyorlardı. Ben kabul etmeyince hayattan elini eteğini de çekmiyorlardı. Hayatta tek bir doğru, tek bir yön, tek bir yaşam biçimi hatta tek bir zaman kavramı bile yoktu.
Bazen hayat seni bulunduğun yerden alıp başka bir yere koyar ve der ki buradan devam et. Sıfırdan başlamak olur bu bazen, bazen de güzelliklerin içindeyken kötülük yumağında bulursun kendini ya da bir bakmışsın ki kalabalıkken tek kalmışsın. Seni nasıl sınayacağını hiçbir zaman kestiremezsin. Çünkü ne zaman tahmin edecek olursan hayat yeni bir oyun kurar ve b planını devreye sokar.
Hayatın işte seni bırakıp kenara çekildiği yerden devam edebilirsen senin için yeni bir hayat başlar. Hayat beni bulunduğum hayattan çekip bambaşka bir hayatın kucağına bırakmıştı. Tıpkı ana rahminden çıkan bebek gibi ilk anda çırılçıplak hissetmiştim kendimi. Yalnız, ürkek, çaresiz biri gibi. Sanmıştım ki hayatım alt üst oldu ve artık hiçbir şey yapabilme şansım yok. Kulak vermemiştim ki ben Şems-i Tebriziye. Halbuki en güzel lafı o söylemişti bana "Nerden biliyorsun.hayatının altının üstünden güzel olmadığını?" diye. Haklıydı bilemezdim.
Bugün gerçek manada kabullendiğim gündü işte. Gerçekten savaşmaya karar verdiğim, korkmadığım andı. Belki hayata ne kadar meydan okursam okuyayım yazgımın önüne geçemeyecektim. Ve günü geldiğinde bu hastalık son nefesimi de alacaktı elimden ve ben ne kadar çabalasam da kaybedecektim. Ama olsun belki kaybedeceğim ama en azından savaşırken kaybedeceğim!
Evet arkadaşlar bir bölümün daha sonuna geldik. Bu bölümümü güçlü tüm kadınlara ithaf etmek istiyorum ben. Aranızda belki Sezen gibi güçlü olmadığını düşünenler olabilir ama unutmayın güç sizin içinizde. O saklı bir bahçe gibi bulunmayı bekliyor ve oranın kapılarını sizden başkası açamaz. Herkese her şeye rağmen savaşmaktan vazgeçmeyin. Çünkü unutmayın önemli olan kaybetmemek değil kaybetsen bile savaşırken kaybetmek.
-Size göre güçlü kadın...
-Sizce Kerem gerçekten öldü mü? Yoksa Muzaffer Amcanın dediği gibi Altemur aslında içindeki Kerem'i mi öldürdü?
-Altemurum Sezen'i katil olarak suçlamasını doğru buluyor musunuz?
-Ve son sorum Sezen'in görüşmede yaptığı konuşmadan etkilendiniz mi?
Temsili Altemur ve Sezen (Sezen kağıdı eline ilk alıp okuduğunda)
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top