Yazıklar olsun
🚶🏻♀️🚶🏻♀️🚶🏻♀️
100 okunma olunca bölümü yayınlayacağımı söylemiştim ve ama yayınlamakta biraz geciktim kusura bakmayın. Bu aralar çok yoğunum ama sezon finaline adım adım yaklaştığımız için de çok heyecanlıyım. Asıl kurgunun patlak vereceği nokta olacak çünkü. Bu birkaç bölüm içinde birçok olay yaşanacak. Umarım size hızlı gelmez ve beğenirsiniz. Yıldız ve baloncuk ellerinizden öper.
🚶🏻♀️🚶🏻♀️🚶🏻♀️🚶🏻♀️
Ferman Akgül-İstemem söz sevmeni
Kıraç-Yolun sonu
Kerem'in ağzından
Enis dedektifle buluşmaya gideli saatler oluyordu ama halen ondan ses seda yoktu. Normalde iyi kötü fark etmeden haber verirdi. Şu zamana kadar haber vermemiş olmaması beni korkutmaya başlamıştı. Birkaç kere daha telefonunu aramama rağmen sürekli telesekreter çıkıyordu telefona. Bu işte bir iş vardı. Enis asla telefonunu kapatmaz çünkü. Hele benim haber beklediğimi biliyorsa asla kapatmaz. Kesin kötü bir şey oldu ona. Bu böyle olmayacak en iyisi ben dedektifle buluşacakları yere gideyim.
Paltomu sandalyenin üzerinden arabanın anahtarlarını da komodinimden alıp ateş almış gibi kapıya yöneldim. Tam kapı kulpunu çeviriyordum ki bir başkası açtı kapıyı. Bu kişi Enisten başkası değildi. Onu tek parça halinde ve iyi bir vaziyette görmek içime su serpmişti. Bu hayatta kolay kolay hiçbir şeyden korkmayan Kerem Atalay söz konusu sevdikleri olunca dünyanın en korkak ve hassas insanına dönüşebiliyordu işte. Sanki mantıklı düşünmemi sağlayan beynimdeki bölgeler felç oluyordu o anda. Ya da o konuda görevli askerlerimin biri ellerini kollarını bağlıyordu. Kısacası başka birine dönüşüyordum. İçimden bambaşka bir Kerem Atalay çıkıyordu.
Derin bir oh çekip ardından sıkıca sarıldım Enis'e ve: "Çok şükür iyisin. Nerelerdeydin oğlum sen? Telefonun neden kapalı hem? Öldüm öldüm dirildim burada." diyerekten sitem etmeyi de ihmal etmedim. Enisse sitemime pek aldırış etmiş gibi durmuyordu. Yüzünde de aptal bir gülümseme vardı.
Ben çocuğa gelmiş kızıyorumdum o ise gülüp duruyordu bana şaka gibi. Bu tavrı da endişelerimin ve ciddiyetimin dağılmasına sebep oluyordu haliyle. Ne olduğuna anlam verememek de daha çok sinirlerimi bozuyordu bu yüzden daha çok sinirlenmeden önce Enise sordum: "Oğlum hasta mısın sen ya? Neden gülüyorsun durduk yere. Ben sana kızıyorum sen aptal aptal sırıtıyorsun. Keyfine diyecek yok valla. Yoksa dedektif bir şey mi bulmuş?"
Enis elindeki poşeti yatağının yanına bıraktıktan sonra kendini yatağa fırlattı. Sonra da kollarını başında birleştirip yüzünü bana döndü ve olanları anlatmadan önce kısa bir giriş yaptı: "Abi aslına bakarsan herif mükemmel. Yani hiçbir kusurunu, hatasını bulamamış dedektif. Resmen adam melek gibi yaşamış. Hiçbir vukuatı yok görünürde. İllegal bir işle de uğraşmıyor. Dedektifi de boşa tutmuşum yani. Adam bana getire getire adamın başarılarının, mükemmel davranışlarının toplanmış olduğu kalınca bir dosya getirdi. Bakıp bakıp ağzımız açık kalır artık."
"Lan Enis, maytap geçme lan benlen! Zaten canım burnumda. Kafama sıkar giderim bak!"
"Oğlum saçmalama ya ne kafana sıkması yine. Aşmamış mıydık biz bunları? İki dakika sündürtmüyorsun meseleyi. Tamam ciddileşiyorum. Dediğim gibi dedektif elimize koz niteliğinde kullanabileceğimiz bir şey bulamamış. Ben de adamın hiç kayda değer hata yapmamış olması yapmayacağı anlamına gelmez dedim. Sonra aklımda Edisonun muhteşem icadı yanıverdi. Sonra ne yaptım peki biliyor musun? Tabi ki de bilmiyorsun. Neyse blöf yaptım abi. Elimizde bir koz varmışçasına numara yaptım. Bence yedi mal değneği. Çünkü 'ben bitti demeden bitmez' gibi laflara girişti. Yani yakın zamanda bir atak yapacaktır. Bekleyip göreceğiz artık."
Enis'in yaptığı bu hareket maçta durumlarımızı eşitlemişti. Planı istediğimiz gibi giderse de artık maç bizden yöne dönecekti. İşte o zaman beni tehdit edebileceği bir şeyi de kalmayacaktı. Bunun umudu bile içimde çiçek bahçesi yeşertmeye yetmişti. Belki de atalarımız haklıydı. Gün doğmadan neler doğardı kim bilir. İçimdeki umut ışığını dışarı da yansıtmak adına uzun zamandır uğramadığım okuluma gidip ne var ne yok diye bakmaya karar verdim o anda. Enis'e okula gidip geleceğimi söyledim ve odadan çıktım.
Koridorlar sakindi. Tabi sonuçta herkes biz gibi değil. İnsanlar okullarına gidiyor yani biz gibi entrikaların içinde savrulmuyorlar ki. Valla birkaç günlüğüne de olsa normal biriyle yer değiştirmeyi çok isterdim aslında. Belki o zaman gerçek manada huzurlu bir nefes alabilirdim. Ne bileyim monoton monoton okula gider, derse girer, arada arkadaşlarla takılır sonra da yurda gelirdim işte. Yani normal biri gibi bir gün yaşardım. Ne olurdu sanki böyle bir imkanım olsa? Neyse ya olmayacak şeylerle uğraşmamın pek anlamı yok. Ben kendi hayatımın içinde biraz normalleşmeye çalışayım en azından.
İlk normalleşme girişimim olarak derse girmeyi seçmiştim. Biraz daha gitmezsem Ekonomi dersinin hocası bırakacaktı çünkü beni. Özel okul falan hikaye, hoca bırakırsa bırakıyor her türlü. Amfiden içeri girdiğimde nedense tüm sınıfın bana baktığını gördüm. Ne olup bittiğine bir yandan anlam vermeye çalışıyor bir yandan da üzerimdeki bakışları ortalıktan kaldırmaya çalışıyordum. Hızlı adımlarla arkalardan bir yere geçtiğimde sorunun dersin son 10 dakikasında derse girmiş olmam olduğunu anladım. Meğerse sadece tüm sınıf değil bir de hoca bakıyormuş bana.
Ne var yani hoca biraz kısa boyluysa ve ben onu fark etmemişsem? Valla gözlerini dikmiş bana bakıyor kesin beni öldürecek. Tam bu söylediğim söz üzerine inzivaya çekilmiş iç sesim ortaya çıktı.
Valla Kerem adamın boyuyla ilgili nedem yorum yapıyorsun? Kimsenin fiziki görünüşünü eleştirmek senin haddin mi? Keşke şu aklın yarısı sende olsaydı da kısa olsaydın sen de bu Profesör gibi. Yuh ama iç ses ben öyle bir adam mıyım? Teessüf ederim lütfen. Sen de inzivanı beni gömmek için mi bozdun anlamadım ki.
İç sesle kavgamın ortasında Hocanın "Ooo Kerem Bey de teşrif etmiş sınıfa. Gelmeseydiniz beyefendi sırf 10 dakika için." dediğini işittim. Ya ben fark etmiş olsam girer miydim yani? Hoca da beni hiç tanımamış.
Kerem sen gerçekten normal değilsin ya. Adam seni nasıl tanısın? Senin sınıfa geldiğin mi var? Gerçi adam ismini biliyor. Hiç gelmediğinden olsa gerek! Ayrıca asker arkadaşın mı o senin? Neden senin karakterini bilsin hey allahım ya. Valla ben de aranızda kala kala siz gibi anormal olacağım diye korkuyorum.
İç ses asıl sen iyi misin? Ben anormalsem sen de anormal oluyorsun. Sonuçta sen bensin. Öyle değil mi yani? Hayır Kerem, öyle değil. Ben senin içindeki normal ve mantıklı olan tarafım. İyi olan her şey bende. Kötü olan ne varsa bu benlikte hepsi senin suçun. Yuh ya egoya bak! Demek ki bana egoist demelerinin sorumlusu da senmişsin.
"Kerem oğlum ben kime sesleniyorum. Duvara mı konuşuyorum ben? Valla Enis zor günler geçirdiğini söylediği için onun hatrına seni bırakmayacaktım bu dersten ama bu yaptığınla direk kaldın. Finalden 100 de alsan geçirmeyeceğim seni! Bugünlük ders bu kadar, dağılın!"
"Hocam... hocam bir dakika ya lütfen! Hocam bir saniye dinleseydiniz beni?" desem de arkasına bakmadan gitmişti. Enis iyi öğrenciliği ile beni kurtarmış olsa da iç sesimle yersiz dalaşmamdan dolayı şansımı kaybetmiştim. Bu dersten kaldıktan sonra diğerlerine girmenin bir anlamı yok diye düşünerekten kafa dağıtmak için bir yerlere gitmeye karar verdim. Amfinin 2 kat aşağısındaki otoparka asansörle indim.
O sırada arkamdan sesler geldiğini duydum. Arkama döndüğümde ise kimse yoktu. Adımlarımı hızlandırdığım sırada ise sesler çoğalmaya başlamıştı. Bunlar ayak seslerinden başka bir şey değildi. O an ayak seslerinin garaja inenlere ya da kuytu köşelerde işlerini gören sevgililer ait olacağını düşünüp kendimi rahatlattım.
Arabamın yanına geldiğim sırada anahtarımın her zaman koyduğum cebimde olmadığını fark ettim. Pantalonumun ön ceplerine ve ceketimin cebine bakmaya başladım. Ceketimin cebini kontrol ettiğimde sonunda bulmuştum. Sanırsam aceleden bu defalığına oraya atıvermişim.
Arabayı açmak için anahtarı sokacakken birinin kolumu tuttuğunu hissettim. Göz ucuyla baktığımda gördüğüm tek şey kol düğmeleri ve nasır tutmuş, sert yapılı bir erkek eliydi. Soğukkanlılığımı korumaya çalışırken bir yandan da başımı belaya sokmamak adına dua ediyordum. Kafamı kaldırdığımda ise adamla göz göze geldik. Üzerinde takım elbise olmasına rağmen pek tekin biri gibi durmuyordu. "Nereye gidiyorsun delikanlı?" diye sorduğunda ise bu işte bir sıkıntı olduğunu anlamıştım.
Ani bir hamleyle bileğimi tuttuğu kolunu havaya doğru silkeledim. İşte o anda bakışları sertleşmiş ve bana karşı hamle yapmak için harekete geçmişti. Üzerime atılacağını anladığım anda bir elimi arabaya koyup uçan tekmeyi adama atarak yere serdim. Ardından garaja girdiğim koridora doğru koştum. Amacım arabayı burada bırakıp ön kapıdan dışarı çıkmaktı.
Acil çıkış kapısını açıp koridora saptığımda ise az önce duyduğum ayak seslerinin kimlere ait olduğunu anlamıştım. Garajda bana saldıran adamların devamıydı bunlar. Sayıca benden fazla olsalar da bu benim için önemli değildi. Ne de olsa ben Kerem Atalaydım, bire bin dövüşmüşlüğüm de vardı benim. Tamam bu biraz abartı oldu. İç ses devreye girmeden kendimi düzelteyim ama 10 adamla birden dövüşmüşlüğüm olmuştu. Zaten ne zamandır benim de ellerim kaşınıyordu. Nereden geldikleri belli olmayan bu adamlar işime yarayabilirdi.
Ben Ya bismillah demeye kalmadan adamlardan biri elimdeki jobla üzerime atladı. Jobla saldırdığı kolunu ters çevirip diğer kolunu da koltuğunun altından kavradım diğer kolumla.
O sırada ağzından ucuz yollu bir inleme çıkmıştı. Kolunu yukarı ittirdikçe artan acıyla bağrışmalarını ve dişlerinin çıkardığı kapı gıcırtısı misali gıcırdamaları da duyabiliyordum. Kafamın arkasına aldığım kolunu enseme bir kere daha vurup ardından kafasını arkaya doğru attırmamla elindeki jobu düşürmüştü. Yere düşen jobun çıkardığı "tak" sesini duymamla sıkıştırdığım adamı yere fırlattım.
Üzerime doğru gelen diğer adamlar da dayağımdan nasiplenmese ayıp olurdu yani. Bu yüzden aynı anda üzerime gelen 2 adama birden saldırmaya karar vermiştim. Gerçi benimki saldırmaktan çok kendimi savunmaktı. Ve bu savunma sonucunda daha fazla zarar gören tarafın onlar olduğu aşikardı.
Adamın yumruklardan birini yüzüme isabet ettirmesiyle bir defalığa mahsus geriye doğru sendeledim. Çeneme isabet eden yumruk ağzımdan kan gelmesine neden olmuştu. Elimle ağzımdan gelen kanı silmemin ardından önce birine 2 yumruk indirip sonra ensesinden tuttuğum gibi yere atmıştım. Diğeri ise arkamdan dolaşma gafletinde bulunmuştu. Bana doğru yaklaştığında nefesini hissetmemle ellerimi arkama atıp adamı omuzlarından yakaladığım gibi önüme fırlattım.
Dizlerimin üzerine ellerimi koyup eğildim. Derin bir nefes alıp artık bittiklerini düşündüğüm sırada karnıma yediğim tekmeyle yere düştüm. Anlaşılan dayağımdan nasibini almak isteyen biri daha kalmıştı. Tek bir hareketimle ayaklarımın üzerine atlamamla adam bir an için afalladı. Bu hareketi gerçekten iyi manada dövüş eğitimi almamış kimse kolay yapamazdı çünkü. Bir zamanlar babamın zorla gönderdiği Kung- fu dersleri işime yaramıştı galiba.
Adam yumruğuyla üzerime atlamaya çalıştığı sırada tekmemle geriye sendelemesini sağladım. Sonrasında ise yine öğrendiğim bir teknikle elimi göğüs kafesine vurup omuzlarından aşağı doğru ittim. Ve nakavt... İşi bitmişti.
(Kafanızda daha iyi canlanmasıniçin gifleri izleyin lütfen. Gifdeki kişi temsili Keremdir)
Devamının gelebileceği ihtimalini göz önüne getirdim ve hızlıca arabamın yanına koştum. Arabama atladıktan sonra çatı katına çıkabileceğim yüksek bir bina bulana kadar arabamı sürmeye devam ettim. Bu sırada birkaç kere Enis arasa da açmadım.
Hava kararmaya başlamıştı. Güneş yavaş yavaş veda ediyordu sevgilisine. Gözden kaybolmadan önce de göz kırpıp "bekle beni" demeyi de ihmal etmiyordu. Güneş ufuk çizgisinde belli belirsiz bir hal aldığı sırada ben de yeni yapılan bir inşaatın yanına gelmiştim. Arabamı kumluk araziye girmeden önce park ettim. Yeni yıkattırdığım arabamın kirlenmesi isteyeceğim son şeydi çünkü.
Arabadan inip bir elim cebimde inşaata doğru yürümeye başladım. Ağzıma da bir ıslık oturtmuştum. Bir yandan ıslık çalıyor bir yandan da etrafa göz gezdiriyordum. Binanın önüne geldiğimde gördüğüm tabela ile biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Atalay İnşaat yazıyordu tabelada. Hakan Atalay yeni bir inşaat daha yapmaya başlamıştı anlaşılan. Nefes almak için bile onun hakimiyeti dışında bir yere gidemiyordum resmen. Nereye gitsem Atalay soyadı da peşimden geliyordu.
Binaya gizlice girerim gibi planlar yapmama da gerek kalmamıştı artık. Çünkü binanın kapısında beni gören baretli işçiler ve usta başı "Hoşgeldiniz Kerem Bey" diye karşılamışlardı beni. Halbuki ben hiçbirinin adını dahi bilmiyordum. İnşaatı teftişe geldiğimi düşünmüşlerdi galiba.
Binadan içeri girip yukarı çıkmak için merdivenlere yöneldiğim sırada usta başının da peşimden geldiğini gördüm. Bunun üzerine ona dönüp "Ustam ben biraz çatıda yalnız kalsam olur mu?" diye sordum. Usta başı isteğime anlam verememişti. Bu yüzden olsa gerek endişeli bir yüz ifadesi takınıp "Bir sıkıntı yoktur inşallah beyim?" diye sordu. Bir şey olmadığını söyleyip sırtını sıvazlayınca içi rahatlamıştı. Gerçekten güzel yüreği vardı bu adamların.
Çatı katına çıktığımda inşaatın köşesine kadar ilerledim. Kollarımı açıp temiz havayı ciğerlerime doldurdum. Sonra doya doya baktım karşımdaki manzaraya. Tüm İzmir şu an ayaklarımın altındaydı. Hakan Atalay yine ağzının tadını bildiğini kanıtlamıştı böyle bir yere bina dikerek.
Gün batımının yanı sıra apartmanların arasından tek tük çıkan ağaçlarla, ışıl ışıl maviliğini yansıtan deniziyle muazzam bir manzara duruyordu karşımda. Hani şair diyordu ya "Sana bir kez daha baktım tepeden Aziz İstanbul" , eğer ki İzmiri görmüş olsa hangisinin daha aziz daha muazzam olduğunu bir daha gözden geçirirdi.
İnsanın doğduğu yer hep ona güzel gelmez derler normalde ama benim için İzmir hiç öyle olmadı. Halbuki bu şehir benden annemi aldı, kardeşimi aldı, aşık olduğum kadını aldı, şimdi ise sevmeye başladığım insanı aldı. Normalde nefret etmem gerekirdi başkasına kalsa bu şehirden. Ama ben nefret edemem ki bu yerden. Bu şehir acılarıma şahit, sırlarıma sırdaş, sevincime ortak oldu. Birçok kimseden daha yakın oldu. Bu kadar şeyi birlikte yaşadığın kişiden ya da yerden de nefret edemezsin işte. O yüzden İzmir'in kredisi boldu benim için.
Birkaç saat İzmiri izlemiş ve huzuru hissetmiştim. Bu sırada da artık hava kararmış, gün yerini geceye bırakmıştı. Normalde bu saatte işçiler de evine giderdi fakat aşağı baktığım sırada halen bir grup işçinin çalışmakta olduğunu fark etmiştim. Bu durum beni şaşırtsa da mesaiye kalmış olabileceklerini düşünüp aldırış etmedim.
Merdivenlerden aşağı doğru seke seke ıslıkla indiğimde ansızın bacağıma saplanan ağırıyla duruverdim. 2 gün öncesine kadar bastonla dolaşıyorken bugün tekme atıyor vaziyette olmam, iyileştiğini sandığım bacağımın kötüleşmesine sebep olmuştu anlaşılan. Bacağımı sıvazladıktan sonra yavaş adımlarla binanın kapısından çıktım.
Gördüğüm manzara karşısında ne yapacağımı bilemez bir duruma gelmiştim. Az önce yukardan gördüğüm işçiler etrafımı sarmıştı. Yüzlerinde maskeler, kafalarında baretler ellerinde ise sopalar vardı. Anlaşılan bu işçiler bizim işçilerimiz değildi. Sadece onların kılığına girmiş kimselerdi. Belki de sabahki adamların devamıydı bilmiyordum. Şu an tek bildiğim şey sayıca benden fazla oldukları ve öncesinde derslerini aldıkları için tek tek gelmeyecekleriydi.
Aynı anda saldıracakları için hasar almadan burdan kurtulmam pek mümkün olmayacağa benziyordu. Yine de her şeye rağmen mücadele edecektim. Savaşmadan pes etmek lügatımda yoktu çünkü.
Saldırı üzerime bir kum torbasının atılmasıyla başlamıştı. Torbanın üzerime gelmesiyle sendelemiş ve cebimdeki telefon yerde sürüklenmişti. Tek dizimin üzerine düştüğümde 3-4 kişi birkaç kez sırtımdan beni tekmelemeye başladılar. Olduğum yerde döndüğüm sırada başka bir kişinin elindeki küreği sürükleyerek üzerime gelmesi üzerine kendime gelip zorla da olsa ayağa kalktım.
Bacağımın durumu biraz daha iyi olmuş olsa ya da kum torbasını üzerime doğru atmamış olsalar bu kadar afallamazdım ve karşı koymam daha kolay olurdu sanırsam. Ayağa kalktığım sırada başka birinin üzerime küreği indirmeye çalışması üzerine eğildim. Tam geri geri gideyim derken arkamdan bir başkasının elindeki sopayı bana doğru salladığını gördüm. Her tarafım kuşatılmış ve çembere alınmıştım.
Yine eğilerek sopayı kovuşlasam da daha ne kadar kaçabilirdim ya da onlar ne kadar ıskalayabilirlerdi kestiremiyordum. O yüzden artık daha fazla bacağımı ya da yaralarımı önemseyemezdim. Burdan sağ çıkmak istiyorsam ya da en az hasarla taaruza geçmem gerekiyordu artık.
İlk taaruz teşebbüsümü de son eğilmemin ardından adama doğru dönüp adama tekme atıp uzaklaştırarak yapmıştım. Fakat benim saldırmama izin verecek gibi durmuyorlardı. Bu yüzden bana karşı yapılan eylemleri kovuşturmak için harekete geçtim.
Kendi etrafımda sola doğru dönüp bir başka adamın üzerime salladığı ingiliz anahtarını, eline vurmak suretiyle yere düşürdüm. Ardından adamın göğsüne vurarak yere kapaklanmasını sağladım. Fakat durmuyorlardı. Bir başka adam daha üzerime doğru gelmeye başlamıştı. Omzundan tutup onu diğer adamların üzerine atarak en azından 1-1.5 metre geriye çekilmelerini sağladım. Fakat bu da kalıcı bir önlem olmayacaktı.
Adamlar aslına bakılırsa çevik değillerdi. Yine de sayıca çok olmaları ve sağlık durumum onlara yetişebilmeme engel oluyordu. Cehennemin ağzında alevlerden kaçmaya çalışmaktan farkı yoktu yaptıklarım. Eninde sonunda yanacaktım.
Bir süre bana doğru gelen adamların sopa sallayanına yumruklarımla üzerime atlayıp 2 koldan beni sıkıştırmaya çalışanlara tekme atarak yere serdim ama nafileydi. Aynı anda 2 kişinin önden ve arkadan kafama sopalar ile vurmalarıyla kendimi yerde buldum.
Görüşüm bulanıklaşmaya başlamış ve başıma inanılmaz derecede bir ağrı yerleşmişti. Ellerimin üzerine kalkmaya çalışsam da başımdan gelen kan ve kulağımda peyda olmuş çınlama buna izin vermedi. Tamamen bilincimi yitirmeden önce aklımda ise tek bir şey vardı. Sezen... Ve gerçekleri ona söyleyememiş olmanın, korkak olmamın pişmanlığı... Bir mucize olur ve hayatta kalırsam ilk işim ona koşmak olacaktı. Kendime söz verdiğim bu anda karanlığa teslim olmuştum.
(Kafanızda daha iyi canlanması için gifleri izleyin lütfen. Gifdeki kişi temsili Keremdir)
Sezen'in ağzından
Kumsalda Mert'e söylediklerimden sonra sadece susmuştu. Bir şey söylememişti ama apar topar kaldırmıştı bizi oradan. Sonrasında da beni eve bırakmıştı. Kapıya kadar getirmiş içeri girene kadar da beklemişti. Şermin Sultan ne kadar "Yemeğe kal oğlum!" dese de ikna olmamış ve "Başka zamana" diyerek geçiştirmişti. Sonrasında da kuru bir hoşçakal diyip arabasına binip gitmişti. Bense mahsun mahsun ona bakar kalmıştım.
Ne olursa olsun o benim için çok değerliydi ve bu şekilde ayrılmak istememiştim. İçime sinmemişti böyle olması. O yüzden yarın ilk iş stüdyosuna gidip ona sürpriz yapmaya karar verdim. Elbette bir şekilde gönlünü alırdım onun. Çünkü biliyordum 7 sene ayrılık yetmişti bize. Ona başka şekilde sevmemememin cezasını ikimize de kesemezdi. Biz yeterince bedel ödemiştik zaten. Eninde sonunda affedecekti beni.
Kararımı verdikten sonra anneme aç olmadığımı söyleyip odama çıktım. Yarın için dinç olmalıydım, bu yüzden erken yatmaya karar verdim. Sırtımdaki sırt çantasını komodinimin önüne koyup en değer verdiğim eşyalarımı sakladığım kutumu çıkardım bazamın altından. 7 senemizi koydum sonra Mert'in söylediklerini düşünerek o kutuya. Sadece bu hediyeler bile bizim birbirimizden kopamayacağımızın kanıtıydı. O yüzden yüzüme bir gülümseme kondurup bazamı kapadım. Yatağıma yerleşip yorganımı boğazıma kadar çektim ve sıcak yatağın verdiği huzuru hissettim. Sonra aynadaki aksime iyi geceler diledim ve onun da bana iyi geceler dediğini varsayıp gözlerimi kapadım.
🌻🌻🌻
Sabah kendi bünyeme aykırı bir şey yapıp erkenden kalktım. "Erken kalkan yol alır" atasözüne kulak verdim galiba. Ya da dün içime oturan öküz sabaha kadar kalkmadığı için beni bunu yapmaya sevk etmiş olabilirdi. İçim Mert'in yanına gitmeden bir türlü rahatlamayacağı için hazırlanmakla pek vakit harcamadım. Bir aykırılık daha yapıp üzerime ilk elime gelen tişörtü geçirdim. Giydikten sonra renginin pembe olduğunu fark etsem de bu defa umursamadım. Üzerine havanın esebileceği düşüncesiyle beyaz bir ceket altıma da ispanyol paça bir kot geçirdim.
Aşağı indiğimde Hamza abi arabayı yıkıyordu. Hamza abi benim yeni şoförümdü. Babam Remzi Amcayı benden çalmıştı. Remzi Amca her şeyine koştuğu için babamın, onu şoför olarak bana veremeyeceğini söyleyip Hamza Abi'yi bana şoför olarak tahsis etti. Hamza Abi de iyi adamdı ama Remzi Amca bir başkaydı yani. Beni güldürüyordu, derdimi dinliyordu hatta akıl bile veriyordu. Ayrıca nostalji seviyordu benim gibi. Bir de rock da açsam uyum sağlıyor ve sıkıntı etmiyordu.
Hamza Abi ise rapten başka bir şey açmıyordu. Bu yüzden arabaya bindiğim andan ineceğim ana kadarki dakikaları sayıyordum. Tamam rap de güzeldi ama fazlası zarardı yani. Arabaya bindiğimde Ezel-İmkansızım çalıyordu. Bu şarkıyı severdim. O yüzden yine sesimi çıkarmamıştım.
Daha önceden Mert'in stüdyosuna gitmediğim için yerini tam olarak bilmiyordum. Fakat Mert gerçekten ünlü bir fotoğrafçı haline geldiği için direk adını soyadını yazınca adresi çıkıyordu stüdyonun. Navigasyondan konumu açıp Hamza Abiye verdikten sonra yola çıktık. Stüdyo merkezde bulunuyordu. Arabayla taş çatlasa 30 dakika sürmüştü. Başka şehirlerde uzak olan bu mesafe büyük şehirler için oldukça normaldi.
Stüdyonun önüne geldiğimizde Hamza Abiye onu arayınca gelip almasını söyleyip Stüdyodan içeri girdim. Stüdyo 2 katlı dış cephesi camekandan oluşan gayet estetik dizayn edilmiş bir yerdi. Giriş katında Mert'in çekim yaptığı stüdyo salonu üst katta ise ofisi bulunuyordu. Buraya gelmesem bile resimlerinden ve Mert'in anlatmalarından artık her detayını biliyordum buranın.
Mert geceleri çoğu zaman stüdyo salonundaki kanepede sabahladığını söylemişti. Şimdi de orada olacağını tahmin edip güvenliğe stüdyo salonunun yerini sordum. Tarif etmesi üzerine stüdyo salonuna doğru ilerledim. Doğru tahmin etmiştim Mert orada ayakta bir şeylerin açısı üzerinde çalışıyordu. Kapıdan içeri girmeden önce bir süre nasıl çalıştığını izlemek istedim. Sadece onun anlattıkları kadarıyla nasıl profesyonel bir fotoğrafçı olduğunu öğrenebilmiştim ama canlı görme fırsatım olmamıştı onu çalışırken.
Onu gözlemlemeye çalıştığımda her adımını dikkatle attığını fark ettim. Büyük bir ciddiyet içinde, hafif kaşlarını çatarak yapıyordu işini. Normalde bu şekilde değildir herhalde ama dünden sonra böyle olması normal.
Yaklaşık 5 dakika onu izledikten sonra tam içeri girecekken Mert'in telefonu çaldı. Amacım onu dinlemek değildi, sadece rahatsız etmek istememiştim. Fakat konuşmanın tarafının Enis olduğunu anlayınca istemeden merakıma yenik düşük biraz kulak kabarttım. Konuşmaları bitene kadar orada bekledikten sonra Mert'in dediklerine anlam verememiştim.
Aklımda kötü düşünceler belirmeye başlamıştı yine de. Kendi kendimi bu düşüncelerle yiyip bitirmektense Mert'e açık yüreklilikle sormaya karar verdim. Tam ona seslenecekken Mert başka birisini daha aradı telefonla. Bu konuşma Enisle olduğu kadar uzun sürmemişti ama söylenilenler içimdeki kuşkuları denizden okyanusa çevirmişti. Mert o kişiyi aradıktan sonra sadece şunları söylemişti: "Osman, şimdi! Biraz onu korkutun da aklı başına gelsin şerefsizin!"
Mert'in birisine zarar vermek için birini korkutmak için böyle bir şey yapmasını aklım almıyordu. Ayrıca şerefsiz diye bahsettiği o kişi de kimdi? Mert'e ne zarar vermişti ki o kişiye zarar vermek istiyordu. Gerçi ne zarar vermiş olursa olsun şu an yaptığını haklı çıkarmazdı. Duyduklarımdan sonra direk Mert'e bunları soramayacağımı anlamıştım. O yüzden eve dönüp salim kafayla düşünmeye karar verdim.
🌻🌻🌻
Mert'in ofisinden eve dönmemden sonra kendimi odaya kapatmıştım. Düşüncelerin içinde bir süre boğuşup iç sesimle durum kritiği dahi yaptım ama değişen bir şey yoktu. Sonu olmayan bir yolun sonunu görmeye çalışan yolcu gibiydim. Sanki orta çağdakilere Galileo'nun dünyanın yuvarlak olduğunu inandırmaya çalıştığı gibi ben de Mert'in halen aynı Mert olduğunu kendime inandırmaya çalışıyordum. Galileo o zamanda söylediklerine kimseyi ikna edememiş ve idam edilmişti. Peki şimdi ben kendime Mert'in aynı Mert olduğuna inandıramazsam bizim dostluğumuza ne olacaktı?
Düşünmek sadece daha çok içimin sıkılmasına neden oluyordu. O yüzden kafamın dağılması için başka şeylere odaklanmaya çalıştım. Bir iki saat kitap okudum, bir iki film bitirdim. Sonrasında ise kendimi uykuya teslim ettim. Saatlerce uyuduktan sonra telefonumun sesiyle sıçradım. Arayan Enisti. Bu aramasından önce 12 defa daha aramıştı. Hava kararmış, akşam olmuştu. Enis bu saatte beni bu kadar aramışsa kesin bir sorun vardı. Bu yüzden aramasına hemen geri döndüm:
-Alo Enis, iyi misin? Bir sorun mu var? 12 defa aramışsın?
-Sezen kusura bakma! Bu saatte rahatsız ettim ama Kerem'e saatlerdir ulaşamıyorum. En son okula derse gideceğini söyledi. O zamandan beri ses seda çıkmadı. Arıyorum telefonu kapalı. Acaba siz hiç konuştunuz mu ya da senin yanına geldi mi diye merak ettim.
Enis'in söylediklerinden sonra bir anda beynimden vurulmuşa döndüm. Kerem'e kesin bir şey olmuştu. O an kalbime bıçaklar saplandı. İçimde kasap bıçakları dönerken bense oracıkta nefessiz kaldım. Aklımdaki kötü düşünceler beynimi ele geçirmek için harekete geçmişti. Gözümün önünde Mert'in konuşması belirdi istemsizce ama anlam veremedim. Mert neden böyle bir şey yapsın ki? Bir sebebi yok! Sakin olmalısın Sezen. Açıkça Mertle Kerem'in bir sorunu olup olmadığını sor Enis'e. İç sesim haklıydı. Tüm sorularımın cevabı Eniste kitleniyordu.
-Enis şu an sana soracağım şey saçma gelebilir ama önemli benim için. Keremle Mert'in tanışmış olma ihtimali ver mı? Ya da aralarında kötü bir şey geçme ihtimali? Ya şu an neden böyle bir şey düşündüm, neden Kerem'in o kişi olabileceğini düşündüm hiçbir fikrim yok. Ama sabah...Sabah Mert senle konuştuktan sonra birini aradı. Sonra da Osman diye birine bir şerefsizi korkutması için emir verdi. Enis lütfen saçmalıyorsun de bana.
-Sezen eğer bu söylediklerin doğuysa Mert'i kimse elimden alamaz. Şu an için hiçbir şey söyleyemiyorum ama Kerem'e bir şey olmuşsa artık susmayacağım. Sen bekle ben size geliyorum.
Son sözü üzerine telefonu kapatmıştı. 1 saat sonra bizdeydi. Annemler birkaç günlüğüne şehir dışına bir arkadaşlarının çiftliğine gitmişti. Babaannemse erkenden yatmıştı. Etrafta kimsenin olmayışı bizim avantajımızaydı. Gözümüz telefonda beklemeye başladık Enisle. Bu şekilde yelkovan akrepi kovaladı. Akrep kaçmaya devam etti. Saatler geçti. Gece yerini gündüze bıraktı. Kovalamaca sonunda bitti. Artık sabah olmuştu. Sabırlarımız tükenmiş artık daha fazla Enis'i tutamaz hale gelmiştim. Enis polise gideceğini söyleyip birden evden dışarı fırladı. Arkasından koştum ben de. İşte o sırada gördüğüm manzara içimde dönen bıçakların durmasına fakat durmasıyla beraber kalbime saplanmasıyla bu işkence son bulmuştu. Gelmişti Kerem burdaydı.
Ağzından, yüzünden kanlar geliyordu. Ayaklarını sürükleyerek zar zor adım atarak bana doğru yaklaştı. "Keremm..." diye ona seslendiğimde ise aniden kollarımdan tuttu ama daha fazla ayakta kalamamıştı. Dizlerinin üzerine çöktüğünde ben de onunla beraber çökmüştüm. Gözümden akan yaşları durduramıyordum. Canım çok acıyordu. Ağzında belli belirsiz bir inleme çıktığında onun acısı benim canımı daha çok yakmıştı. Gözlerim dolu dolu ağlarken ona sordum: "Kerem bu halin ne? Ne oldu sana? Çok canın acıyor mu?"
Sorumun üzerine kendini zorlayarak yere koyduğu ellerini yukarı kaldırdı. Yüzümü avuçlarının içine aldı. Sadece şunları söyledi: "Artık anlaşma bozuldu Se...zen. Artık susmak yok! ... Hani sana demiştim ya ben doğru aşk de..değilim diye.
Doğru muyum yanlış mıyım bilmiyorum. Zaten herkesin doğruları kişiden ki...şi...ye değişmi...yor mu? Ben senin için doğru olmaya hazırım. Sen de beni doğrun olarak seçmeye var mısın? Şu an gücüm yok. Bunları söy...lemekte de zor...la...nıyorum ama son gücümle kendime verdiğim sözü tutaca...ğım. Sana geldim Sezen. Her şeyi bırak...tım ve sana geldim. Neden biliyor musun? Çünkü seni se...ni çok se...viyorum."
"Keremm... Enis ne olur bir şey yap! Ne olur bir şey olmasın ona! Ambulansı ara ne olur, çabuk ol! Kerem kalk, neden kapadın gözlerini öyle? Sen gündüz uyumayı sevmezsin ki hiç. Bana kızarsın hatta. Kerem eğer kalkarsan söz bir daha gündüz uyumayacağım, saçma sapan intikamlar alıp senle uğraşmayacağım da. Hatta bundan sonra seni asla bekletmeyeceğim, bir dediğini de iki etmem. Ne olur aç gözlerini, tut elimi bak ne olur!"
Ama Kerem gözlerini açmamıştı. Ne kadar sarssam da nafileydi. Enis bizim hastahanenin ambulansını aramış ve kestirme yollardan 15 dakika içinde burada olmalarını sağlamıştı. Artık Kerem'in kaybolması da başına gelenler de bir sır değildi.
Ambulansın sesini duyan Didik Necmiye bahçeye inip ahlamalarına vahlamalarına başlamıştı. Bense göz yaşlarımı durduramıyor ve sadece içimden dua edip allaha yalvarıyordum onu kurtarması için. Ambulansa Kerem'i bindirdiklerinde ben de yanına binmek istediğimi söyleyip yanına binmiştim. Enis de ambulansın ön koltuğuna oturmuştu. ATT'ler Kerem'in nabzını kontrol ediyor ve yaralarına bakıyorlardı. Kulaklarımda sürekli şu sözler çınlıyordu:
"...Nabzı çok düşük... İç kanaması olabilir... Sağ karın boşluğunda büyük bir yaralanma var... Kafatasında 2.dereceden bir yaralanma mevcut... Beyin kanaması geçiriyor olabilir... Vücudunda çok fazla kırık var..."
Konuştukları hiçbir şey hayra alamet değildi. İyi olan hiçbir şey gmzükmüyordu. Yine de her şeye rağmen ben yaşadığı için dua ediyordum. Hastahaneye geldiğimizde hızlıca onu müdahale odasına götürdüler. Birkaç dakika sonra aşağı babam da inmişti. Müdahale odasına girdikten bir 5 dakika sonra dışarı çıkmıştı.
Koşarak yanına gittim: "Baba ne oldu? Kerem iyi olacak mı? Bir şey söylesene bana ! Neden susuyorsun?"
Babam önce tedirginliğini belli etmemeye çalışmıştı ama ben elini çenesine götürüp çenesini kaşımasından anlamıştım bir şey olduğunu. Elini omzuma koyup beni koltuğa oturtmasının ardından sessizliğini bozmuştu:
"Sezen, kızım sakin ol! Kerem iyi olacak merak etme! Sadece şu an onu ameliyata almamız gerek. Bak sana dürüst olacağım kızım. Kerem'in sağ karın boşluğunda iç kanama mevcut. İç organlarının zarar görmüş olma ihtimali var ama yürüyerek bir şekilde senin yanına gelmesini iyiye yorabiliriz. Benim görüşümü sorarsan ben aldığı darbelerden dolayı kanamanın meydana geldiğini düşünüyorum. Vücudunda çok sayıda morarma ve kırık var. Hatta o halde yürümesi bile bir mucize. Kerem çok güçlü bir çocuk kızım. Sen Allah'a dua et, o bizimledir. Benim şimdi ameliyata girmem gerek. İlyas Amcana da haber verdik. Birazdan burada olur, zaten Enis de yanında sen kendini üzmemeye çalış!"
Babam yanımızdan ayrıldıktan sonra hıçkırıklara boğulmuştum. Onu kaybedemezdim, buna dayanacak gücüm yoktu. Kerem'in söylediklerinden sonra artık kafamdaki soru işaretlerine daha fazla izin veremeyeceğimi anladım. Beni ilgilendiren ana benim dışımda bir şeyler dönüyordu burada ve benim bundan haberim yoktu. Enis'in koridorda volta atarak söyledikleri de şüphelerimi pekiştirmişti:
"Ulan Mert! Eğer sen yaptıysan bunla bir ilgin varsa seni yaşatmam oğlum! Senin yaptığın kalleşlik. Delikanlı adama sözünden dönmek yakışır mı?"
Bu konunun Mertle ilgili olma ihtimali olabilir miydi? Benim masumluğum artık yerini karanlığa bırakmış olabilir miydi? Mert'in dünki konuşmasında bahsettiği "şerefsiz", "ders verilmesi gereken kişi" Kerem olabilir miydi? Soruların içinde daha fazla boğulmahacaktım. O yüzden gözyaşlarımı silip gerçeklerle yüzleşmek için Enis'e döndüm ve: "Enis yeter artık benden sakladıklarınız. Her şeyi bana başından anlatacaksın! Kerem'in neden bu durumdan olduğunu bana anlatacaksın!" dedim.
Enis artık pes etmişti. "Haklısın Sezen artık anlatacağım. Kerem'in dediği gibi önce anlaşmayı o bozdu. Artık kullanabileceği hiçbir koz da bırakmayacağım. Kerem'in o lunaparkta sana neden o sözleri söylediğini ve devamında yaşanan her şeyi teker teker anlatacağım. Hiçbir günah birinin canına kastetmekten daha büyük olamaz çünkü. Kerem'i affedeceğini biliyorum, onu sevdiğini de. Sadece sonuna kadar lafımı kesmeden dinle beni."
Dediği gibi de yapmıştın. 2 saat boyunca ağzımı açmadan, hiçbir şey sormadan dinlemiştim onu. Tepkilerim değişmişti her anlattığı şeyde. Şaşkınlığım, pişmanlığım, kızgınlığım artmıştı gittikçe. Gerçekler canımı hiç bu kadar yakmamıştı.
Bana Enis benimle ilgili benim bilmediğim bir hikaye anlatmıştı sanki. Bense olanlara inanamamakla beraber her şeyi dinlesem de hiçbir şey hatırlayamamıştım. Hatırlayamamama sebep olan kişinin ise Kerem olması kaderin bir başka oyunuydu galiba. Yine de her şeyi enine boyuna tarttığımda bir kişinin günahı şu an daha ağır basıyordu.
Kerem'in bana ve Mert'e yaşattıkları, bize yaşattıkları affedilir şeyler değildi fakat o değişmişti. Enis'in dediğine göre Sena iyileştirmişti onu hayat ona 2.bir şans vermişti. Şimdi ise ben hayatın zaten ona verdiği şansı geçmişteki yanlışları yüzünden elinden alamazdım.
Zamanı geri alamazdık, hiçbir şeyi de değiştiremezdik. Eğer ki Keremle eskiden hiç tanışmamış olsaydık Mert hiç gitmemiş olacaktı. Ben hiç Cenkle tanışmayacaktım. Başıma gelen hiçbir şey gelmeyecekti belki de. İzmir'e de hiç tanışmayacaktık, Donuk ve Şaşkının masalı ise hiç başlamamış olacaktı. En önemlisi de ben şu anki ben olmayacaktım.
Geçmişte yaşadıklarımız bizi bugünkü kişi yapan şeyler değil miydi zaten? Bize yaşattığı iyi kötü her şeye borçlu değil miydik bugünümüzü? O zaman kadere teslim olmak da biz mutluluğa inanmayanlar için daha az mutsuzluğu bulmanın bir yolu değil miydi? Dünyada günahın ya da sevabın hesabını sormak bize düşmezdi ama bize yaşatılanların bir cezası elbet olmalıydı. Mert şu an haklıyken haksız duruma düşmüştü. Ve benden bir çift sözü hak ediyordu.
2 saat sonra
Kerem ameliyattayken ben de Mert'e söyleyeceklerimi söylemek için Mert'in yanına gelmiştim. Enis Kerem'in başına gelenlerden dolayı Mert'in şüpheli olabileceğibi bildirmişti hastahane polisine. Bu yüzden ifade için karakola çağrılmıştı. İfadesini vermesi için kapının önünde beklemeye başlamıştım. Yaklaşık 1 saat sonra Karakoldan Mert çıkmıştı. Beni gördüğünde gülümseyerek: "Burada olduğumu nereden duydun? Benim için mi geldin?" diye sormuştu.
Cevabımı ise yıllardır pişman olduğum, hayatta bir kere düştüğüm bir hatayı tekrarlayarak yapmıştım. Ona tokat atmıştım. Yıllar önce saçma bir sebepten attığım tokat kalbinin durmasına sebep olmuştu. Bugün attığım bu tokatsa sebepsi değildi. Bir canın yanında azıcık bir can yanmasının önemi olmazdı herhalde. Tokatı attıktan sonra ise ağzımdan ilk çıkan kelime "Yazıklar olsun!" olmuştu. Attığım tokadın etkisiyle yüzü yana savrulmuştu. Yüzünü doğrulttuğunda ise şoka girmiş bir halde yüzüme bakmaya başlamıştı, ben de başlamıştım konuşmaya:
"Bugün bir adam bana uzun bir hikaye anlattı. Başında ben ve sen biz iken kötü cadının Kerem olduğu, ortasında Kerem ve ben biz olamıyorken senin kötü cadı olmaya niyetlendiğin ve sonunda ise artık senin var olmadığın. Benim masumluğumun son zerresini gömdüğüm bir hikaye.
Sen benim senelerce tutunduğum masumluğumdun Mert. Kararmaya, taşlaşmaya yüz tutmuş kalbimin içindeki beyaz olan ve yaşayan, sımsıcak olan taraftın. Sana 7 sene önce bu tokadı attıktan sonra bir gün içimdeki pişmanlık ateşi sönmedi. Her gün korlandı ama asla küllenmedi. Bir gün olsun o an gözümden gitmedi. Sonra söz verdim kendime "Asla kimseye tokat atmayacağım bir daha" diye. Ama sen kendime verdiğim sözü bile çiğnettirdin bana.
Acı olan ne biliyor musun? Bu defa sana attığım tokat hiç canımı yakmadı. Gözümden bir damla yaş bile gelmedi. Peki neden biliyor musun? Çünkü korkutsunlar diye, haddini bilsin diye emir verdiğin kişiler yüzünden Kerem canıyla cebelleşiyor. Tüm gözyaşlarımı orada bıraktım ben. Olanların hepsini dinledim teker teker. İnanmak istemedim önce.
Sonrasında ise gözümün önüne Kerem'in bana son sözlerini söylediği an geldi, sonra senin o telefonda verdiğin emir geldi. Affet beni Yeşil ama bu sefer benim Mert'im yapmaz diyemedim, kabullendim sadece. Canım çok yandı o an. Kerem'in değişimi ve sen değişimini düşündükçe senin karanlığa hapsolman benim canımı çok yaktı. Senin Kerem'in geçmişte olduğu canavardan daha beter bir canavara dönüşme ihtimalin canımı çok yaktı.
İyi birinin karanlığa sürüklenmesi, kötü birinin aydınlığa kucak açmasından daha zordu çünkü senin gibi biri için. O an kendime şunu söyledim işte: 'İstediğin kadar taşı sula taş büyümez.' . Ben senin içindeki körelmiş kalbini iyileştiremem Mert, ben o kadar aydınlık değilim çünkü. Ben Sena değilim.
Derler ki insan yarası yarasına denk geleni severmiş. Bizim yaralarımız denk gelmişti birbirine. Biz öyle sevmiştik birbirimizi. Şimdi ise sen beni yaramın yarana denk geldiği yerden vurdun Mert. Söylesene artık eskisi gibi nasıl sevebilirim seni? Sen beni hiç tanımamışsın ki zaten. Ne olursa olsun geçmişteki hatalarından kimseyi mesul tutmayacağımı anlamamışsın.
Kindar biri olmamı da yanlış anlamışsın. Eğer ki Kerem o zamanki kişi olsaydı zaten benim hayatımda hiçbir zaman yeri olamazdı. Sen bunu anlayamamışsın, o kadar çok nefret bürümüş ki gözünü beni bile görmemiş gözün. 2 ay boyunca gözünün önünde eridiğimi görmene rağmen susmuşsun. Beni vicdansız biri gibi gösterip Kerem'i benimle tehdit etmişsin ama fark etmemişsin ki beni senin daha çok üzdüğünü. Fark etmemişsin ki insanın sevdiği denizin fırtınasını da göğüsleyebileceğini. Güvenmemişsin ki sen bana. O kadar güvenmemişsin ki yalanlarla dolu günlere uyandırmışsın beni.
Senle ben güçlüydük halbuki. Her şeyi de aşabilirdik. Eğer ki son yaptığını yapmasaydın. Bir insanın canını tehlikeye atmasaydın. İşte o zaman aramıza yol girseydi yürürdük, dağ girseydi aşardık, ama aramıza ihanet girdi, aramıza gönül kırıklığı girdi. İnan bu nasıl aşılır bilmiyorum.
Hani sana demiştim ya '7 sene sonra sana sarıldığım o anı dünyalara değişmem' diye yine değişmem. Ama şu an Küçük prens de okuduğum bir dize kafamı çok karıştırıyor. Diyordu ki orada:
"Rastlantı dünyanın en eski ilahi gücüdür. Birine rastlamanız bazen büyük bir ödül basen ise cezadır."
Ben artık bizim karşılaşmamızın ceza mı ödül mü olduğunu kestiremiyorum Mert. Ben seni affedemezsem seni hayatımdan çıkarmam gerekir bunu da biliyorum. Buna hazır mıyım onu bilmiyorum ama. Ama şu an 'Bunu affedersem kendime inancım kalmaz' dediğim bir eşikteyim. O yüzden ben seni affedemem Mert.
Bu yüzden bizim hikayemize bir nokta koymanın, bir son yazmanın vakti geldi artık. Emin ol mutsuz sonları hiç sevmem bu yüzden böyle olsun istemezdim. Sana söyleyeceğim son sözlerimde de Nazım Hikmetten yardım aldım. En azından güzel bir son yazmak istedim bu hikayeye. Güzel bir mutsuz son. Biraz ironik oldu ama neyse.
Ne ben sezarım, ne de sen brütüssün...
Ne ben sana kızarım, ne de zatın bana zahmet edip küssün...
Artık senle biz, düşman bile değiliz
Yolun açık olsun Mert Karay!"
Gelmiş geçmiş en uzun bölümümü yazmış bulunmaktayım. Sezon finaline az kaldığı için mazur görebileceğinizi düşünüyorum. Bu bölümde çok olay vardı ve nerede kesersen keseyim eksik kalacaktı. O yüzden bir seferliğe mahsus bu kadar uzun oldu. Bu arada multiye İstemem söz sevmeni'nin bir kore klibini koydum. İzlemenizi tavsiye ederim.
-Sezen her şeyi öğrendi artık. Bu tepkiyi bekliyor muydunuz?
-Bundan sonra Kerem ve Sezen arasında neler olur dersiniz?
-Mert'in bu kadar ileri gidebileceğini düşünmüş müydünüz?
-Kerem'e bir şey olur mu sizce?
-Kerem'in dövüş sanatlarındaki başarısına me diyorsunuz?
-Fix sorumuz:Bu bölüme en uyumlu şarkı ne olurdu?
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top