"Unutmak daha acı"

➰➰➰
Evet bu sefer bölümü çabuk yazmaya çalıştım. Umarım istediğiniz lezzette olmuştur. Giflerimi, bölüm adımı ve şarkılarımı uyumlu çözmek için çaba sarf ediyorum. Umarım beğeniyorsunuzdur. Bu bölümde biraz Sezen'in hisleri ne durumda onu görün istedim. Hem özlediğimiz diğer karakterlerden bir ikisini de getireyim istedim. Destek olmayı ve oylamayı unutmayın.
♾♾♾
Cengiz Özkan-Değme felek
Öykü&Berk-Seni ben unutmak istemedim ki

Mert'in ağzından

Hayat... Yine beni bir yarışa sokmuştu. Kendisini ilk rakibim yapmış ve hilesiz oynamamaya yemin etmişti oyunu. Bazı insanlar kaybetmek uğruna dahi olsa adil oynar, adil kaybederdi. Bazıları ise kazanmak için her şey mübahtır der, adalete yeri gelince hiçe sayardı.

Ben öyle değildim ama. Kendimi kaybetmemek için çok kafa tutmuştum hayata. Çok tökezlemiş, çok sürünmüştüm bu uğurda. Ben savaşmıştım kendimle bile. Hayat artık beni o taşlı yola sürükleyemeyecekti. Ne olursa olsun ben adil oynayacaktım bu oyunu. Hayat bana ne kadar çelme takarsa taksın ben daha güçlü basacaktım ayaklarımı yere. Daha sıkı tutunacaktım bulunduğum yere. Adaletin sadece bir kadın ismi olmaya başladığı bu dünyada bir adaletsiz ben olmayacaktım. Bu uğurda gerekirse kaybedecektim ama "adalet adalet"diye haykıracaktım.

Vazgeçmek için fazla çabalamıştım. Şu an bulunduğum konuma gelebilmek için kendimi hiçe saymıştım kimi zaman. Şimdi bir gurur uğruna kendime ihanet edemezdim. Kaçmayacaktım. Ben kaçmayı gerektirecek hiçbir şey yapmamıştım çünkü. İnadına karşısına dikilecektim geçmişimin. Açacaktım kollarımı ve "İşte burdayım, hiçbir yere gitmiyorum" diyecektim.

İşte bu yüzden tam bu anda bu odada onun gözlerinin tam içine baktım. Eskisi gibi bakmıyordu artık ama. Gözlerinde bir buğu vardı ama sertleşmişti bakışları. Daha kendinden emin, daha umursamaz bakıyordu.

Zaman herkes gibi onu değiştirmişti. Herkes bu süreçte bazı şeylerle imtihan olmuştu. Onun ise bence en büyük imtihanı terk edilmekti. Hem de bir yalan uğruna...

Sevdiğin insanın sana inanmaması dünyanın en beter hastalığına tutulmana sebep olurdu. Hatta seni bambaşka bir insan da yapabilirdi. Önüne bir yol çıkar ve sana "seç"derdi. İşte yaptığın o seçimse seni bugünkü sen yapardı.

Ben de yaşamıştım bunu ama aramızda tek bir fark vardı. Ben sevdiğim kadının güvenini kaybetmiştim. Yaptığım yanlış bütün doğrularımı götürmeye denk gelmişti. Ben o zamanlar bilanço hatalı sanarken benim hesap cetvelimin yanlış olduğunu görememiştim.

Sonra hayat ilk defa bana iyilik yapmıştı ya da yine ben öyle sanmıştım. Bana ikinci bir şans verdiğini sanarken hata yapma olasılığımı elimden aldığını görememiştim. O ise sevdiği kadının ona inanmadığını sanmıştı. Onun başına gelen büyük bir sahtekarlığa dayanıyordu. Ama o farkında değildi. Hatası da yoktu benim gibi, en azından bu konuda yoktu.

O hayatla olan bir sınavını geçmişti. Ders almıştı ama hayat ders vermeye doyamazdı. Doyamamıştı da zaten. Bir yalan üzerine yaptırmıştı o seçimi. Ve bu seçimin sonuçlarını hepimiz yaşayarak görecektik.

Elindeki portfolyomu masaya fırlattıktan sonra arkasına yaslandı. Fakat gözlerini üzerimden çekmedi. İçimden tek kaçmayan ben mi olacağım yoksa onun için de bir şeyler değişmiş midir diye geçirdim. Cevabımı almak için çok beklememiştim.

"Mert Karay... Genç yaşınıza rağmen oldukça iyi işlere imza atmışsınız. Biz bir dünya markasıyız. Size bu işi verirsek büyük yüklerin altına gireceksiniz. Peki siz bunu kaldırabilecek kadar güveniyor musunuz kendinize?"

"Genç olmam sizi aldatmasın. Ben bu noktaya tırnaklarımla kazıyarak geldim. Başarıyı en derinlerden çıkardım. Ve emin ol bu iş benim için şu zamana kadar altına girdiğim yüklerin yanında solda sıfır kalır. Benim kendime güvenim tam ki karşınızda duruyorum. Özgüvenim tam olmasa zaten burda olmazdım emin olun!"

" Peki Mert Karay, ben cevabımı aldım. İş sizin, Antonio sizinle iletişime geçecek. Şimdi gidebilirsiniz."

Beni bu kadar kolay işe kabul etmesini beklemiyordum doğrusu. Hatta bundan 4 sene öncesinde olsak asla beni bu kapıdan bile içeri sokmayacağına emindim. Şimdi ise bir şeyler değişmişti. O değişmişti. Bay Mercier de bu duruma şaşırmış olacak ki kafasına takılan soruyu dile getirdi: "Efendim emin misiniz? Bu sizin Ceo olarak ilk işe alımınız olacak. Biraz daha araştırmak istemez miydiniz?"

Ceo'muz ise Bay Mercier'in sorusu karşısında oldukça netti. Elini havaya kaldırdı ve Mercier'e: "Lüzum yok Antonio çıkabilirsin!" dedi. Fakat Bay Mercier halen ikna olmuş gibi durmuyordu. Ceo'nun sesini biraz yükselterek kurduğu net ifade üzerine biraz ürküp birkaç adım gerilemiş olsa da bir soru daha sorma cüretini gösterebilmişti: "Efendim Mert Bey'le önceden tanışıyor olabilir misiniz?"

Bu soruya vereceği yanıtı en az ben de Bay Mercier kadar merak ediyordum. Ceo ise yine oldukça netti. Bir an için bile cevap verirken tereddüt etmedi: "Hayır Antonio, Mert Beyle ilk defa karşılaşıyoruz."

Cevabını alan Antonio kafasını önüne eğip geri geri kapıya kadar gelmişti. Ardından da kapıyı açıp bana yolu göstermişti. Portfolyomu da aldıktan sonra kapıdan çıkmıştım. Beni tanımadığını söylemişti. Sanki ifadeleri ona ait değildi. Bir insan bu kadar değişmiş olabilir miydi? Mimikleri bile farklıydı sanki. Daha ciddi daha sert bir yapıdaydı. Eğer o iki yabancı gibi hareket etmemizi istiyorsa ben de öyle yapacaktım.

Ama bu bir savaş hamlesi ise elbette bir sonraki hamleyi ben daha iyi yapacaktım. Bu bir gol ise bilmesi gereken bir şey vardı, bu maç üst biterdi.

Bay Mercier bana son birkaç bilgi daha vereceği için biraz beklememi istemişti. Beni odadan dışarı çıkardıktan sonra kendi odasına gitti. Odasından ise birkaç dosya ile dönmüştü. Bana bir dakika daha beklememi rica edip Ceo'nun odasına bir kere daha girdi. Yaklaşık 2 dakika sonra odadan tekrar çıktı ve elindeki dosyayı bana uzattı.

Dosyada iş sözleşmem bulunuyordu. İstersem okuyabileceğimi ve sonra imzalayabileceğimi söyledi. Bu işi oldukça istiyordum ve güvenilir bir holdingti. Bu yüzden hızlıca sözleşmeye göz gezdirip önemli noktalarına baktıktan sonra Bay Mercier'den bir kalem rica edip imzamı attım. Dosyanın son sayfasındaki isimi tekrar okumamla içimdeki "Acaba içerideki başkası mıydı?" sorusu kaybolmuştu.

Bay Mercier bana şirkette bir oda tahsis edeceklerini ve dilersem bir asistan alabileceğimi belirtti. Aslına bakılırsa stüdyom dışında bir alanda çalışmayı pek sevmezdim. O yüzden odayı nadir kullacağımı bu yüzden de bir asistana ihtiyacım olmadığını belirttim. Bay Mercier 2 gün sonra stajyer alımlarının yapılacağını, ardından da ilk proje için toplantı yapılacağını söyledi. Saati mesajla bildireceğini de ekledikten sonra benden son kez bir dakikalığına müsaade istedi.

Elindeki dosyalardan birinin içinden sert bir kağıt çıkarıp Ceo'nun kapısına doğru yaklaştı. Ad kısmı ben içeri girerken boştu. Tahminimce oraya resmi olarak doldurmak için isim levhasını yapıştıracaktı. Yavaşça levhanın plastik dış kısmını çekip kağıdı içerisine yerleştirdi ardından plastik kısmı kapattı. "Artık gidebiliriz" diye bana tekrar yol gösterdiğinde gözüme son takılan isim levhası olmuştu: "Altemur Atalay"

Sezen'in ağzından

Gün ışıklarını kaçırmıştım bugün. Alarm da kurmadığımdan günün 3/4'ünü bitirmiştim uyuyarak. Hastalığımın semptomları ansızın çıktığında ertesi güne böyle sirayet ediyordu ne yazık ki. Uyandığımda saat 15.30 olmuştu. Nasıl bu kadar uyumuştum hiçbir fikrim yoktu.

Zaman kavramı yine belirsiz bi çizelge haline gelmiş takvimin yaprakları ise sararıp solmuştu zihnimde. Sahi neydi bugün günlerden? Hangi zaman dilimi esir almıştı yine bedenimi?

Telefonu elime alıp tekrar baktığımda fark etmiştim bugün 9 Ocaktı ve Işıl'ın okulu bugün bitmiş bana gelecekti. Otobüsü ise sanırım bir saate burda olacaktı. Gerçekten nasıl unuttum ben bunu ya. Normal bi unutma mıydı yoksa hastalık belirtilerinden mi şu an ayırt edemiyorum. Zaten onu düşünebilecek kadar zamanım da yok.

Ah Sezen ya yine yaptın yapacağımı nasıl yetişeceksin şimdi otogara? Mert'i arasam... Yok yok olmaz, zaten yeterince uğraştı benle. Hadi Sezen çalıştır saksıyı! Ne yazık ki sesli düşünüyorum şu an. İç sesim beni terk edeli 4 yıl kadar oluyor. Sahi onunla beraber mi kayboldu gitti yoksa onun peşinden mi bunun farkını da bilemiyorum artık.

Neyse beni terk eden iç sesimi düşünmek şu an pek akıllıca bir fikir değil doğrusu. Çünkü gidip Işıl'ı almam gerek, tabi bunun için de hazırlanmam gerek bunun için. Hemen dolaba koşup üzerime ne bulduysam geçirdim ve bir taksi çevirdim. Allaha şükür otogara tam Işıl otobüsten indiğinde yetişebilmiştim. Otobüsten inip etrafına arayıcı bakışlarla baktığı sırada taksinin kapısında duran beni fark edip valizini oracıkta bıraktı. Ardından bana doğru "Sezenkuşum" diye bağırarak koşmaya başladı.

Işıl yine aynı Işıldı işte. Buraya geldiğimden beri irtibatı hiç koparmamıştık. Gerçi kimseyle irtibatı koparmamıştık ama diğerlerine kıyasla Işılla daha fazla görüşebiliyorduk. Onların hayatları Işıl'a kıyasla daha yoğundu çünkü.

Işıl, tam kendine göre bir bölüm seçmişti üniversite için. Hemşirelik... Güler yüzüyle her gün bir hastanın kalbine umut vermeyi tercih etmişti. Fakültesinim genelinin kız olması ise ondan çok Enisi sevindirmişti tabi ki de. Çünkü aşık bir eski playboy kıskandığında 10 kaplan gücünde tehlikeli olabiliyordu.

"Işılım sakin ya belimi kıracaksın!"

"Ya Sezenkuşum napayım ama çok özledim seni. Yalnız mı geldin sen? Mert nerede?"

"Ya onun dün önemli bir daveti vardı oraya gittik beraber. O yüzden yorulmuştur diye ellemedim ona hiç. Hem kıskanırım ben ama ben sana yetmiyor muyum neden Mert'i soruyorsun aşk olsun"

"Aaa Sezenkuşum olur mu öyle şey. Sen ol gerisi önemli değil benim için. Tabi bir de yalan söyleyemeyeceğim Ruhum olsun bana yeter. İkiniz hayatımın en güzel detaylarısınız siz benim"

"Ya Işılım ben seni yerim, iyi ki geldin. Bir tanem hoşgeldin ya! Seni çok özledim. Hadi eve gidelim, yol yorgunusundur sen. Atla bakalım taksimize de gidelim. Konuşacak çok şey birikti yine."

Işıl'ı taksiye soktuktan sonra beni görmenin heyecanıyla attığı valizini koşup taksinin bagajının önüne getirdim. Taksici abimiz valizi yerleştirirken ben de arabaya bindim. Işıl iki saniyede hemen Enisi aramıştı ama Enis açmamıştı. Bu yüzden haber vermek adına Enis'e bir ses kaydı attı.

"Ruhum, ben geldim. Sezenkuşum aldı şimdi beni onun evine geçeceğiz. Merak etme diye arayım dedim ama toplantın var galiba açmadın telefonunu. Kendini çok yorma, seni sevdiğimi de unutma. Burdan sana kucak dolusu sevgilerimi yolluyorum."

Işıl, her zamanki gibi sevgi dolu bir mesaj atmıştı. Onda insanım içinde çiçekler açtıran bir şey vardı. İnsanın içindeki karanlıklar onlayken aydınlığa kavuşuyordu sanki. Gerçekten o Enis'in deyimiyle "Ay Savaşçımızdı" bizim.

Ses kaydını attıktan sonra başını omzuma koydu. Taksici abimizin de binmesiyle taksimiz hareketlendi. Ben de düşüncelere daldım. Işıl hariç kimseyle çok kolay görüşemiyorduk hepimiz farklı alemlere dağılmıştık.

Enis tam da hayal ettiği gibi ve babasının istediği gibi Turizm ve Otelciliği bitirdi. Sonrada babasının İzmirdeki tatil köyünün başına geçti. Zaten başka bir ihtimal onun açısından pek düşünülemezdi.
İzmirin turizm prensi olan Enis Kıraç küçüklüğünden beri babasının oteller zincirinde var olmuştu çünkü. Orada mutluydu, kendisini oraya ait hissediyordu. Çünkü ilk kez orada çocuk olmuştu. Babası ilk bisiklet kullanmayı orda öğretmişti ona. İlk dostunu orda edinmiş. İlk kavgasını orda yapmıştı. Orda büyümüştü Enis.
Bu yüzden orası onun hem evi hem hayatı olmuştu. Başka bir hayale tutunması pek mümkün değildi. Çünkü onun tek hayali orasıydı. Bu yüzden hem hayalinden uzaklaşamadı hem İzmirden. Tabi Işıl eğer İzmir'den başka bir yerde okumaya kalksa ya peşinden giderdi, ki bu zor bir ihtimal, ya da ne yapar ne eder onu İzmirde kalmaya ikna ederdi. Enisin de böyle bir albenisi var işte. Şeytan tüyü var mübareğin.

Esat ise üniversite sınavından çok iyi not alamadığı için polis akademisi sınavlarına hazırlanmıştı. Boyu ve kilosunun tutması en büyük avantajlarındandı. Polis akademisi sınavlarını da geçince kendini 1000 kişilik bir akademide bulmuştu. Akademide az kız olması ise onun şanssız taraflarından biriydi. Bir sene polis akademisi sınavlarına hazırlandığı için şu an 2.sınıf öğrencisi kendisi. Kazandığı yer de benim eski memleketim diyebilirim. Esat bizi bırakıp biraz uzaklara gitti. İstanbulda şu an ikamet ediyor. Ancak okulun verdiği tatil sürelerinde İzmir'e gelebildiğinden eskisi kadar görüşemiyoruz onunla.

Tuğra hakkında ise çok bir bilgim yok doğrusu. Malum onunla çok yakın değildim ama arada Enis'in anlattığı kadarıyla o da Kerem'den sonra İzmir'de kalamamış ve İstanbul'a yatay geçiş yapmış. Daha sonra da Galatasaray Üniversitesi Uluslararası ilişkiler bölümümden mezun olup Fransız konsolosluğunda işe başlamış. Şu anda başka ne yaptığı hakkında bir bilgim yok ama.

Ve Rüzgarımıza gelince halen müzmin bekar ve Enis'in şanını devraldı. Alemlerde tanınan bir adı oldu kendisinin yine de kimseye sarkma gibi eylemlerde bulunmuyor. Sadece kendisine ilgisi olanlarım ilgisine cevap veriyor. Şu an ise stajyer doktor oldu kendisi. Tıp 4.sınıf öğrencisi. Babamın başhekimi olduğu hastahanede staj yapıyor. Çok fazla nöbet yazılıyor harici olarak da çok ders çalışıyor. Bu şartlar altında da düzenli manita olayına girmesi de mümkün olmuyor. Zaten tıpçılar ya asasyol olur ya playboy diye boşuna dememişler. Rüzgarla da bu sebepten eskisi kadar görüşemiyoruz. Allahtan benim Işılım var.

Beni düşüncelerimden uyandıran yine Işılım olmuştu: "Sezenkuşum nereye daldın gittin yine? Hem biz neden evde tıkılıp kalıyoruz. Yok mu gidip efkar dağıtabileceğimiz bi yer? Senin durumunu da güncellemiş oluruz böylece. Ha ne dersin?"

Aslında Işıl haklıydı. Kendime bile uzun zamandır soramadığım şeyler vardı. Ben bile kendime sormamıştım uzun zamandır nasılım diye. Bedenimin sağlığına o kadar odaklanmıştım ki kalbime sormadım "canın yanıyor mu" diye. Sormazsam sanki görmezden gelirsem bir şeyler farklı olur gibi geldi belki de. Ama Işıl haklıydı kendimden daha fazla kaçamazdım. Artık o karanlık odanın kilidini açmalıydım. O odaya biraz ışık girmesinin vakti gelmişti. Bu yüzden Işıl'ın teklifine olumlu cevabımı verdim:

"Haklısın be güzellik, bir daha mı geleceğiz dünyaya? Hayat bizi bu kadar efkara boğuyorsa biz neden felekten bir gece çalmayalım? Hep o mu yapacak dedikodumuzu, bu sefer de biz hayatın dedikodusunu yapalım. Akşam seni Muzaffer Amcanın mekanına götüreceğim o zaman. Ortam fena şimdiden söyleyim de kendini kaybetme orada."

"Kaybetmem merak etme, benim yanımda sen varsın. Sen varken bana bir şey olmaz."

Işıl'a sarılıp yol boyunca ordan burdan, hayat meşgalesinden konuştuk. Lafa dalınca da eve geldiğimizi fark edemedik bile. Arabanın durduğunu dahi taksici iki üç kere seslenene kadar fark edememiştim. "Abla, abla geldik. Burası değil mi adres?"

"Kusura bakma abi, biz lafa dalmışız bir an için. Buyur ücretin, hakkını helal et. Üstü kalsın."

Taksiciye parayı verdikten sonra bagajdan valizleri de aldık ve içeri girdik. Işıl'ın şen şakrak sesinden tüm apart Işıl'ın binaya geldiğini anlamıştı. Çünkü her seferinde gürültülü bir girişimiz oluyordu. Hatta bu yüzden bir gün burdan atılacağımızdan korkuyorduk Mertle. Gerçi ona kalsa beraber bir eve çıkmamız daha mantıklıydı ama benim içim onla bir evde kalmaya el vermiyordu. Halen içimde bir taraf birinin bana gözü bile değse ona ihanet ediyormuşum gibi hissediyordu. O gitmişti ama hayaleti halen peşimde gibiydi.

Anahtarları her zamanki gibi bulmakta zorlanmış olsam da eninde sonunda bulmuştum. Küçücük çantanın içinde her seferinde bu anahtarı nasıl kaybettiğimi bir türlü kendim de anlayamıyordum. Işıl içeri girdiğinde çantasını bir kenara atıp her zamanki gibi hazırlık için dolabın karşısına geçmişti. Bense yatağa devrilmiştim. Her gelmesinde beni dışarı çıkarıp durum güncellemesi yaptırırdı bana. Eve girdiğinde ise ilk iş olarak bana giyeceğim kıyafetleri seçerdi. Sonrasında da kendisi hazırlanmaya koyulurdu. Zaten son dakikaya hazırlandığından her seferinde anca yetişirdi.

Dolaptan kot bir elbise üstüne de beyaz bir hırka seçmişti. Havanın soğuk olduğunun pek farkında değildi. Her seferinde zaten incecik şeyler seçip benim üşümeme sebep oluyordu. Gerçi hakkını yemeyeyim Mert bizle geldiğinden genelde çok üşümeme izin vermiyordu. Arabayla gidip arabayla geliyorduk. Üşüdüğümde de ceketini bana veriyordu. Yine de her zamanki gibi bu kıyafete itiraz etmesem olmazdı.

"Işılım ya biz hangi aydayız? Hani Nisan da falansak bileyim istedim. Zira bu seçtiğiniz kıyafet zatımın mabadını donduracak da."

"Ya Sezenkuşum her seferinde itiraz etmekten yorulmadın mı? Her seferinde Mert bizi götürüyor zaten. Gerçi götürmekle de kalmıyor ama neyse. Bu sefer ama kızlar gecesi olsun. Pandoranın kutusunu açacağım çünkü. Küçük beyimizin canı yansım istemiyorum. O senin yanında olmasa asla seni burda bir başına bırakmazdım biliyorsun. Mert çok iyi bir adam Sezenkuşum."

"Tamam Mert'e söylerim ben, o takılmaz zaten böyle şeylere. Ve evet haklısın, Mert çok güzel bir adam. Bu yüzden ağzımdan çıkan her harfe hesap sormam gerek. Olur da bir hecesi yanlışlıkla onun yüreğine batar diye. Neyse konuşmalarımızı akşama saklayalım da bir an önce hazırlanmaya başlayalım yoksa sen yine hazırlanamayacaksın."

Işıl da ben de hazırlanmaya koyulduk. Ben yaklaşık yarım saate hazırlanmışken Işıl'ın hazırlanması neredeyse 1 saati bulmuştu. Enise bazen gerçekten çok üzülüyordum. Bu kızı her gün böyle beklemek işkence olmalıydı. Allah sabır versin ne diyeyim. Mert'e telefon etmiştim ve her zamanki gibi tam zamanında kapıya gelmişti. Işıl'ı zorla aynanın karşısından kurtarıp aşağı indirdim. Arabaya bindiğimizde Mertle Işıl arasında koyu bir sohbet başladı.

"Vay vay toprağım hoşgeldin ya. Muğla özlemişti seni? Bu sefer arayı uzattın."

"He ya toprağım öyle oldu. Derslerim bu sene biraz daha ağır o yüzden anca dönem bitimine gelebildim. Bir de annemgilin çok gözüne batmışım galiba. Hani haftasonları kaçıp kaçıp geliyordum ya buraya, bu yüzden derslerimi salladığım gibi saçma bir düşünceye kapılmışlar. Bir de Enis'in sadece hafta sonu var biliyorsunuz. Bu sene de işleri çok yoğun. Önemli bir iş bağlamış Fransızlarla. Sürekli onla uğraşıyor. Bize de ancak pazar günü kalıyor. Arada kaçıp geliyor bazen de gün içinde. O yüzden bu sene böyle oldu."

Fransızlar dediğini duyunca daha bi kulak kesilmiştim konuşmaya. Son zamanlarda Fransızlar hayatımızın içine çok fazla girmeye başlamıştı düşününce. Önce Tuğranın konsolosluklar işe başlaması, ardından Enis'in Fransızlarla iş kurması, en son da Mert'in Fransız bir şirketin fotoğrafçılık işini almaya çalışması... Bunların hepsi tesadüf müydü yoksa daha anlamlı bir derecede miydi? Tevafuk muydu yani?

"Vay Enis de Fransızlarla iş kurdu demek. Ben de bugün ünlü bir Fransız holdingin Türkiyedeki şirketlerinin fotoğrafçılık işini aldım. Artık bir tebriğinizi alırım kızlar."

Mert'in bu işi kapmasına o kadar sevinmiştim ki onun hayatındaki her şey güzel olsun istiyordum. Çünkü gerçekten bu hayatta mutluluk diye bir şey varsa onu en çok hak eden kişilerden biriydi. Zamanında hatalar yapmıştı, hem de büyük hatalar ama pişman olmuştu. Bu hayatta herkes ikinci bir şansı hak ederdi ve Mert bu şansı dibine kadar hak etmişti.

"Vay toprağım hayırlısı olsun. Senin adına çok sevindim. Umarım her şey gönlünce olur. Bu arada biz biraz geç gelebiliriz eve ondan merak etme sen. Sezen bana emanet. Biz taksiyle döneriz. Hadi eyvallah!"

Mert arabayı durduğunda ben de inmeden önce onu tebrik edip arabadam indiğimdede el salladım. Muzaffer abinin mekanı biraz meyhane havasında olan bir ocak başıydı aslında.  Mekanın kapısının girişinde şöyle bir yazı vardı. "Derdi olmayan giremez! Ücret tarifeniz efkarınıza göre belirlenecektir."

Muzaffer amca matrak bir adamdı ama çok da iyi bir dert ortağıydı. Bu mekanı açma amacı derdi olanların dertlerini içerde bırakıp dermanlarıyla çıkabilmelerini sağlamaktı. Her derde göre, her efkar seviyesine göre vardı bir reçetesi Muzaffer abinin. Şu zamana kadar da bu mekandan efkarıyla geri çıkan olmamıştı. Tabi ben hariç...

Benim derdimin dermanı olmadığından beni her gördüğünde gözünden bir damla yaş akar, yarasına koyduğu rakısını sek içerdi. Hayata kızar, kadere isyan ederdi. Babamın yerine beni yüreğine saklardı. O beni saklayınca acılarımı da saklardı. Kaderimi de kederimi de böylece hayat bir an için de olsa benim peşimi bırakırdı. Bir anlığına da olsa hiç semtime uğramayan huzur bana göz kırpardı. İşte bu yüzden Muzaffer amca benim babam gibiydi. Hayat bize her umut vereni sevmemeyi ama her huzur vereni sevmeyi öğretmişti. Belki de onu benim babam yapan da buydu.

Işıl kapıdaki sözü görünce oldukça şaşırmıştı. İçeri girdiğimizde de şaşırmaya devam etmişti. Mekanın adı "Dertler Sofrasıydı". Duvarlarında dertlere tercüman sözler yazılıydı. Taştan duvarları vardı buranın. Üstünde ise ahşaptan çerçeveler.
Tabi babaların resimleri de unutulmamıştı. Muzaffer Amca onlara özel bir "Babalar köşesi" yapmıştı. Mekanın tam ortasında kocaman taştan bir ocak vardı. Etrafına da atılmış bar taburelerinden.

Burası ateşte elini yakmayı göze alanlarım yeriydi. Hem dertlerini anlatırlar hem de kendi yemeklerini kendileri yaparlardı. Yemek ruhun gıdası olduğundan belki de her pişen yemekte içleri biraz daha rahatlardı. Bir de bizim gibi efkarın tadını çıkarıp acısını yaşayıp derdini sevenler vardı. Daha doğrusu derdini alışkanlık haline getirenler...

Işıl'ı her zaman oturduğum yere doğru götürdüm. Burası bahçe kısmındaydı. Bahçenin tam ortasında büyük bir çınar ağacı vardı. Masalar etrafına serpiştirilmişti. Mavi demirlerle bahçe kesimi çevrilmişti. Duvarın kenarına ise dev bir eski tip radyo konmuştu. Radyonun iki önündeki masaya oturttum Işıl'ı. Burası hem havadar hem de bence mekanın en güzel yeriydi. Manzarası da gerçekten nefes kesiciydi.

Işıl etrafı süzmeye devam ederken ben de ona mekanla ilgili fikrini sordum: "Eee Işıl nasıl buldun Dertler Soframızı? Burası benim nefes alabildiğim nadir yerlerden biridir. Bir nevi sığınağımdır da."

Işıl kafasını bir aşağı bir yukarı salladıktan sonra arkasına yaslandı ve manzaraya bir kere daha baktı ve: "Vay be Sezenkuşum burası da ne böyle. Bu kadar güzel yer çok az gördüm. 3 senedir neden beni buraya hiç getirmedin, daha doğrusu neden şimdi getirdin?" diye sordu.

Aslında düşününce sorduğu soruda haklıydı. O kadar zaman onu buraya getirmemişken şimdi neden getirmiştim. İçimi hep burda açtığımdan yine burda mı açmak istemiştim acaba? Asıl sebebim neydi? Bunun cevabını belki de ben de tam olarak bilmiyordum. Bu yüzden biraz üstü kapalı bir cevap vermeyi tercih ettim: " Belki de şimdi zamanı gelmiştir."

Biz lafa dalmışken Muzaffer amca da yanımıza geldi: "Sezen kızım, hoşgeldin. Yanında bu sefer bir arkadaşını da getirmişsin. Kızım sen de hoşgeldin. Ne getireyim size? Her zamankinden mi?"

"Hoşbulduk Muzaffer amca. Bugün bayağı bir dertleşeceğiz o yüzden sen bize ortaya karışık yap, bizi anca keser."

Muzaffer Amca kafasıyla beni onayladı ve eliyle sırtımı sıvazlayıp yanımızdan ayrıldı. Bunun üzerine Işıl aramızdaki muhabbeti anlamamış olacak ki menüyü karıştırmaya başladı. Ben de bu yüzden merakını gidermek için açıklama yaptım:

"Işıl, menüye boşuna bakma. Ortaya karışık diye bir menü bulamazsın. O bizim Muzaffer Amca ile aramızda olan bir menü. Buraya alkol kullananı da gelir, kullanmayanı da. Muzaffer amca da alkol tüketen biri olsa da karşıdakinin hassasiyetlerine çok dikkat eder ve daimi müşterilerinin damak zevkine göre onlara bazı içecekler hazırlar. Beni de tanıyınca bana da hazırladı. Şimdi bize onu ve yanına et, köfte, balık ve atıştırmalıklarını getirecek. Hepsinden yiyebileceğimiz ölçüde getireceğinden ziyan olan olmayacaktır merak etme."

"Vay be, burası beni bir kere daha hayrete düşürdü. Hangi mekan bunu yapar ki? Gerçekten burası çok özel bir yer. Sen nasıl keşfettin peki burayı. Ortaya karışığımız gelene kadar anlat bakalım Muzaffer Amca ve Dertler Sofrasıyla tanışma hikayeni"

Işıl anlatmamı isteyince duraksamıştım. Bu hikayeyi anlatmam gerçekleri anlatmam demekti. Ya ona yalan söyleyecektim ya da geçiştirmenin bir yolunu bulacaktım. Bu yüzden ona sormayı tercih ettim: " Işıl bu hikayeyi tüm detaylarıyla anlatamam o yüzden sana şunu sormak istiyorum yalan söyleyim mi? Yoksa bazı kısımları es mi geçeyim. Çünkü her şeyi duymaya ne sen hazırsın ne de anlatmaya ben hazırım."

Işıl bir an için duraksayıp cevap verdi: "Ne olursa olsun aramızda yalan olmayacak demiştik. Böyle demen beni biraz endişelendirmiş olsa da üstüne gitmeyeceğim. Çünkü biliyorum hazır olduğunda sen zaten anlatırsın bana. O yüzden bazı kısımları atlayıp anlat madem."

Bunun üzerine ben de hikayemizi bazı detayları atlayarak anlatmaya başladım: " Buraya gelmemin üzerinden 3 ay geçmişti. Henüz buraya alışamamıştım. Mert de işlerini henüz oturtamadığı için oldukça yoğundu. Bir gün buranın yakınlarındaki bir parkta oturmuş çocukları izlerken ansızın kalbime bir sancı saplandı ve istemsizce ağlamaya başladım. Sonra birkaç saniye içinde hıçkırıklara boğuldum.

Durduk yere neden böyle olduğumu anlayamıyordum ama kalbim çok acıyordu. Sonra bir elimi yüzümü yıkamak için zar zor ayağa kalktım. Oturduğum bankın yanındaki ağaca tutunarak doğruldum ve yavaş yavaş ağaçlara tutunup çeşmeye kadar ilerledim. O sırada onu gördüm işte. Benim elimi yüzümü yıkamak için açtığım çeşmenin yanındaki çeşmede yüzünü yıkadı. O sırada benim kalbim daha da sıkışınca ben yüzümü yıkayamadım ve oracığa çöktüm.

Kendi kendime de 'Allahım neden böyle oluyor? Bu kalbimdeki acı niye?' diye soruyordum. Bunu fark etmeden sesli söylemiş olacağım ki Muzaffer amca ellerini de yıkayıp silkti ve kendi çeşmesini kapatıp benim çeşmemi açtı. Ardından da elini ıslatıp yüzüme sürerek benim yüzümü yıkayarak beni ferahlatmaya çalıştı. Bir de bana şunu söyledi: 'Dertlerin derya olmuş, taşmak için bekliyor. Kalbinin sıkışması bundan. Sen inkar etsen de, ona sormasan da kalbin acısını haykırmaya karar vermiş. İstesen de artık onu susturamazsın'

Sonra beni alıp buraya getirdi işte. Konuşturdu beni, ilgilendi, beni dinledi, gözyaşlarımı sildi. Yedirdi, içirdi. Dertlerimi alıp buraya doldurmamı sağladı. İşte biz böyle tanıştık."

Ben hikayemizi bitirdiğimde Muzaffer amca ve garsonlardan 2'si yemeklerimizi getirmişti. Muzaffer Amca normalde müşterilerle ilgilenmez genelde mutfakta dururdu. Sadece özel müşterileri ya da dostlarıyla kendi ilgilenirdi. Beni de kızı gibi gördüğünden içeceğimizi servis etmek için gelmişti. Garsonlar yemekleri masaya koyup ayrıldıktan sonra Muzaffer amca içeceklerimizi bardaklarımıza doldurdu ve şişeyi masaya bırakıp gitti. Işıl şişeyi görünce gözleri fal taşı gibi açıldı ve eline alıp incelemeye başladı ardından da beklenen soruyu sordu: "Ama bu nasıl olur? Burda neden Buz Şaşkını yazıyor. Ne demek istiyor yani bu? Herkese özel içecek getirdiğini söylemiştin. Bu ad... ama nasıl?"

"Evet Işıl haklısın. Doğru tahmin ediyorsun. Buz, donuğun soğukluğundan ve giderkenki bana olan buz gibi bakışlarından dolayı. Şaşkın ise bizim hikayemizde benim üstlendiğim rol. Onu o kadar iyi tanımama rağmen yine de gitmesinde şaşırmıştım, hatırlıyor musun? Diğer yandan da bu içecek buzlu içilir ve biraz çarpar adamı ama içinde alkol bulunmaz."

"Demek ki derdin halen Keremmiş. Halen bu içecekte bu ad yazılı olduğuna göre. Sezen farkında mısın bilmiyorum ama 4 senedir biz ilk defa onun adını ağzımıza alıyoruz ve ilk kez bu konuyu konuşuyoruz. Bize hiçbir zaman gerçekten neler olduğunu anlatmadın. Ne olduğunu bilmiyorum ama senelerdir Kerem'e olan kızgınlığım bir nebze olsun geçmedi. Ya nasıl seni bırakıp gidebildi? Ne konuşursanız konuşun, ne yaşanmış olursa olsun o kadar şey atlattınız siz. Sen ailene bile karşı durdun. Hikayeniz tom ve Jerry'nin hikayesi gibiydi. O kaçtı sen kovaladın, sen kaçtın o kovaladı. Sonra tam kavuşacaksınız derken o gitti, yalanlara inandırdı seni. Sonra sen inanmadın o yalanlara gerçeklerin peşine düştün. Tam mutlu sona ereceksiniz derken ne oldu Sezen? Kerem neden gitti? Halen anlatmayacak mısın bana?"

Işıl haklıydı. Onun adını dahi anmamıştım gittiğinden beri, daha doğrusu onu terk ettiğimden beri. Kimseye terk edenin ben olduğumu söylememek yalancılık mıydı? Herkesin Kerem'in gittiğini sanmasına izin vermek yanlış mıydı? Yaptığım şeyle ilgili tereddütlerim mi vardı yoksa? Neden söyleyememiştim kimseye benim terk ettiğimi ya da neden konuşamamıştım hiç bu konuyu? Şimdi söyleyebilir miydim Işıl'ın karşısına geçip gerçekleri, neden onu terk etmek zorunda kaldığımı. Ah Işıl bilsen siler miydin yine de gözyaşımı yoksa kızar mıydın bana? Kapatır mıydın ışık saçan gözlerini bana?

"Işıl biz senle ilk dost olduğumuzda bir karar vermiştik hatırlıyor musun? Sen babanın annenle olan evliliğinin yalanlar üzerine kurulduğunu o yüzden bu hayatta en önem verdiğin şeyin doğruluk olduğunu söylemiştin. Bense hayat bana hep yalan söyledi, doğruları hep gizledi benden. O yüzden yalan konusu benim için hassas demiştim. Sen de o zaman biz ne olursa olsun birbirimize yalan söylememeye söz verelim demiştin. Hayat belki bizi yine doğruları gizlemeye zorlayabilir ama en azından herkes bize yalan söylese de biz birbirimize söylemeyelim demiştin. O gün söz vermiştik işte. Şu zamana kadar o yüzden ben sana hiç yalan söylemedim. Ama bugün bana sorarsan Kerem neden gitti diye yine yalan söylemek istemiyorum sana. O yüzden izin ver yine doğruları hayat bizim yerimize saklasın."

Işıl sadece kafa sallamakla yetindi. Ardından da Muzaffer Amca'nın getirdiği şişeyi alıp kapağını açtı ve bardaklarımızı doldurdu. Sonra da bardağını kaldırıp şu sözleri söyleyip tek seferde kafasına dikti: "Peki Sezenkuşum öyle olsun. Senin güzel canın sağolsun. O zaman ben kadehimi izninle 'gidenlere' kaldırmak istiyorum"

Ona gerçekleri anlatamasam da Kerem'i aklamam gerektiğini işte o zaman anlamıştım. En azından hayattan bir doğruyu almamın zamanı gelmişti. Elime aldığım cımbızla doğrular dehlizinden çekip çıkardım o kelimeyi: Terk edilenlere...

Işıl bu sözümü duyunca şaşkın şaşkın gözlerimin içine baktı ve beklenen soruyu sordu: "Terk edilenlere derken"

"Terk edilenlere olacaktı o. Terk eden o değildi. O gitmedi yani. Ben... ben onu gönderdim kendi ellerimle. Sonunun daha az mutsuz bitmesini hayal ettiğim masalımın son sayfalarını kendi ellerimle yırttım. Benim için hayaller kurduğu tren garına onun hayallerini gömdüm. Bu...bu ellerimle hayallerimizin mezarını kazıdım. Ellerime geleceğimizin kanı bulaştı. Artık iflah olur mu bizden? Çürümüş cesetten sağlam bir kemik çıkar mı? "

Cümlemi bitirip bir bardak da kendime doldurup tek seferde diktim kafama. Bardağıma gözlerimden birkaç damla yaş dökülmüştü. Bir ah çektim ciğerlerim sızladı. Işılsa elini ağzına kapatıp küçük çaplı bir şok yaşadıktan sonra elini ağzından çekti ve elimi tuttu sonra gözlerimin içine baktı ve bana hesap sordu: "Sezen sen ne diyorsun Allah aşkına? Ne...neden yaptın? Sakın geçmişinin hesabını kestim deme bana! Bir kere de ben öldürdüm onu deme bana!"

Evet, yapmıştım. Yalan da olsa kesmiştim bir hesap da ben ona. Hem de oldukça kabarık bir hesap... Hem de öyle bir kesmiştim ki dizlerinin bağı çözülmüştü, kalbi sıkışmıştı. Kaldıramamıştı. Belki o annenin ahı tutunca ölmemişti ama ben o ahı yüzüne vurunca öldürmüştüm onu.

"Niyesini, nasılını boşver Işıl. Yaptım işte, sorma bana ne olursun! Öyle gerekiyordu, öyle yaptım. Zaten mutlu olamazdık ki biz. Bizim masalımız mutlu sonla bitemezdi. Çünkü ben masallara inanmayı uzun zaman önce bıraktım."

Masallardaki sonsuza kadar mutlu yaşamak ifadesi beni hep korkutmuştu. Sonsuzluk belirsizdi. Sonsuzluk ürkütücüydü, bilinmezliğin cazibesi aslında insanın gözünü kör eden yegane şeydi. Ve insan oğlu parlak şeylere, parlak hayatlara oldum olası hep yenik düşmüştü. Gözünü kör etmeye meyilliydi yaratılışından.

Hz.Adem'den belli değil miydi zaten bu? Tamah etmeyi bilmiyordu ki insanoğlu, açgözlülük en büyük karadeliğiydi belki de bu yüzden insanlığın. Halbuki insan oğlu bir yanılsama uğruna elindekini riske atardı hep. Bir yalana kendini inandırır, o yalan için yaşardı. Zaten Ademi cennetten kovduran dünya cehennemine düşüren de avuç içi kadar bi yanılsama değil miydi? Bir meyve uğruna bir bahçeden olmamış mıydı o? Binbir çiçeğin içinden dikenli çalılara düşmemiş miydi?

Sonsuzlukta böyle idi işte bir yanılsama. Kimse sonsuza kadar mutlu yaşayamazdı ki. Çünkü içinde "son" geçen hiçbir şeyde mutluluk olamazdı.

İşte o zaman insanı bir dalga alırdı. İnsan sonsuza kadar mutlu yaşayacağım derken hep aynı dalgada savrulurdu. Bir aşağı, bir yukarı... Taa ki sonsuzluğa ulaşana kadar. Ve insanoğlu bir kere daha yanılırdı.

Aslında insanın sonsuzluk diye ad verdiği simge iki savrulan kendini bilmez dalganın çarpışmasıydı. İki yürek aynı şey için savrulup bir noktada çarpışmadan sonsuzluk çıkmazdı. Yani sonsuzluğa ulaşmak aslında birinin yüreğine ulaşmakta saklıydı.

Bense sonsuzluğa o kadar kördüm ki, o kadar korkutmuştu ki beni görememiştim aslında anlatılmak istenen düşünceyi. Görememiştim perdenin arkasındaki saklı gerçeği. Gerçi görseydim bile bizim için daha az mutsuz bir son yazabilmeye gücüm yine yetmeyecekti. Ben daha iki kelimeyi defterime zor yazıyordum. Nasıl olur da bize daha az mutsuz bir son yazabilirdim ki?

"Sezen neden böyle diyorsun? Neden bu kadar umutsuzsun, neden başa döndük Sezen? Sorma diyorsun sormuyorum ama kendine yazık ediyorsun be güzelim. Sadece şunu sormanı istiyorum kendine. Sen unuttun mu onu? Daha doğrusu düzeltecek olursam sen unutabilir misin onu? Unutman mümkün mü? Şu an gözlerimin içine bakıp da artık onu sevmediğini söyleyebilir misin?"

"Unutmak... 3 hece 7 harften oluşan bir kelime. Sahi unutmak neydi tam olarak? Bir şeyi artık hatırlayamamak mı? Hatırdan, gönülden çıkarmak mı? Yoksa bir şeyi yapamaz duruma gelmek mi? Nasıl tanımlardık unutmayı?

Bir kişiyi hatırlayamamamız mümkün müydü? Birisine şu kişiyi unuttun mu diye sormak bile onu hatırlamasını sağlamak değil miydi? Ya da birini unuttuğunu söylerken bile esasında o kişiyi hatırlamıyor muydu insan bunu söylerken? Hatırlayamamak diyemezdik o zaman birini unutmayı tanımlamak için.

Hatırdan, gönülden çıkarmak demek mümkün müydü? İnsan bir zamanlar kalbinin orta yerine koyduğu insanı oradan tam anlamıyla çıkarabilir miydi ki hiçbir zaman? Ne yaparsa yapsın bir köşesinde yer bulmaz mıydı yine kendine? Şekil dönüştürmez miydi sadece. Bir zamanlar aşkla, sevgiyle bağlandığın insanı sadece insam olarak seviyor olman bile kalbinde halen ona yer olduğu anlamına gelmez miydi? O zaman böyle de tanımlayamazdık.

Bir şeyi yapamaz duruma gelmek... Belki bu olabilir işte. Bir kişiyi artık sevemiyor olmak belki onu unuttuğun anlamına gelebilirdi. Çünkü insan aslında hiçbir zaman tam anlamıyla unutamıyor, sadece o kişiye olan duygusunu unutuyor. Eskisi gibi olamıyor ona karşı hisleri.

İnsan beyni öyle tasarlanmış ki unutmak doğasına aykırı kılınmış. Ama Allah o kadar merhametli ki acıya karşı insan vücuduna bir tepki olarak var etmiş unutmayı. İnsan unuttuğunu sansa da unutamıyor bu bir gerçek, sadece üstünü örtüyor. Taa ki biri gelip bir gün örtüyü kaldırana kadar. Ama o zamana kadar unuttuğunu sanıp acısını dindiriyor. Böylece hayat devam ediyor.

Ama insan bazen düşünüyor keşke unutabilsek gerçekten diye? Bir gün bir yerde şöyle bir söz okumuştum keşke 'Kalbimiz Alzheimer olsa' diye. Çok yüreğe dokunan bir söz aslında. Gerçekten sevdan bir gün acı vermeye başlarsa sana o zaman dilersin unutmayı. Gerçi o zaman da mümkün olmaz ama yine de dilersin. Ne demiş Cemal Süreya:

"Tam unuttum derken
Bir şarkı çalar,
Biri onun gibi güler,
Birisi parfümünü sıkıp onun gibi kokar,
Tüm unuttuğun boşa gider."

Anlayacağın unutmayı istemek gökle yeri takas etmek gibi bir şey. Bana gelince niye unutayım ki? Unutamamak değil unutmaktır acı olan! Düşünsene beraber geçen onca güzel günün, beraber uyandığım onca gündüzün, yıldızları seyre daldığım onca gecenin hatrı var. Unutsam onların hatrı kalmaz mı?

Hem gözleri var bir kere gözlerime bakınca kalbimde dönme dolapları döndüren, dudakları var öptüğünde yüzümde menekşeler açtıran... Kokusu var mesela nefesimi kalbime dolayan.

İnsan neden unutmak istesin ki gözlerinin içine baktığı zaman yüreği küt küt eden birini? İstemiyorum ama allah kahretsin ki yavaş yavaş hafızamdan siliniyor ve ben bundan nefret ediyorum. Bazen bir anımızı hatırlamaya çalışıyorum. Yüzü gözümün önüne gelmeyecekmiş oluyor, o kadar panik oluyorum ki. Bazı günler onu sevmek çok acı veriyor, o kadar büyük bir acı ki dayanamıyorum inan! Bir daha beraber olamayacağın birini özlemek nasıl bir his biliyor musun sen? En çok da bu yakıyor insanın canını. Ama onu bir gün unutmak düşüncesi de beni delirtiyor."

"Ne demiş şair 'Dokunamadığın birini özlüyorsan, kalbine dokunmuştur çoktan'. Kerem senin kalbine dokunmakla kalmamış ki Sezen o senin kalbine  iltica etmiş. Artık ordan çıkarman zor onu. Sen halen onu çok seviyorsun. Hem ne demek beraber olamayacağın biri? Ne demek unutmak istemediğim halde yüzünü bazen hatırlayamayacak gibi oluyorum. Sezen benim bilmediğim bir hastalığın mı var yoksa?"

Sormuştu o soruyu gerçekten bana. Anlamış olabilir miydi? Korktuğum başıma mı gelmişti yoksa dertleşmek fark etmeden sırlarımın ortaya dökülmesini mi sağlamıştı yoksa? Şimdi ne desem inanırdı gerçekten? Yalan da söylemem mümkün değildi. Söz vermiştik bir kere. Soğukkanlı olmak en iyisi şu an. Hadi Sezen doğruları gizleme işini hayata bırakmamış mıydın? İzin ver hayat halletsin.

" Beraber olmamızı engelleyen şeyler var Işıl gerek ailesel gerek başka sebepler ama anlatamam sorma işte. Hem hasta mısın da soru mu? Ben ne zaman iyi oldum ki? Kafadan gidiğim ben unuttun mu? Kafam gel gitli benim. O yüzden öyle dedim. Hem şu var herkes sevdiğiyle beraber olacak diye bir şey yok. Eğer Leyla ile Mecnun kavuşsaydı biz bilir miydik hikayelerini? Hem ne demiş Neşet Baba 'Kavuşamazsan aşk olur' diye. Kavuşursaydık ilişki olurdu bizimki. Normalleşirdik o zaman zaten sonumuz gelirdi bizim. Yani doğru diyorsun ben onu ilk günkü gibi seviyorum, hatta o günkünden de çok. Zamanla sevgim azalmadı aksine çoğaldı ama biz birlikte olamayız. Ben ondan vazgeçeli çok oldu  ama onu unutmak anlayacağın  farklı bir mesele. Hadi Işıl yeter bu kadar durum güncellemesi. Yarın benim okula gitmem gerek, eve gidelim o yüzden!"

➰➰➰

Dün birden içimdeki her şeyi dökünce bayağı kötü duruma gelmiştim. Bu yüzden zengin kalkışı yapıp Mert'i arayıp bizi almasına istemiş ve eve gelmiştik. Eve geldiğimizde ise hiç konuşmadan yatmıştık ikimiz de. Hastalığımın böyle bir günde belirti göstermemesi benim için mucize gibi bir şeydi. Işıl'dan gizlemek zaten çok zordu bir de belirtileri ortaya çıksa asla Işıl'ı başka bir şeye inandırmam mümkün olmazdı.

Bugün okulda birkaç evrak işim olduğundan dolayı Mert öğlene doğru beni okula bıraktı. Öğrenci işlerinden gönüllü staj için gereken evraklarımı aldım. Hocalarımdan birkaçına da referans mektubu yazdırmam gerektiğinden onları halletmeye koyulmuştum. Işıl'ı da Mert'e bırakmıştım. Bugün o Mertle takılacak ben de işlerimi halledecektim.

Sırayla hocalarımı beklemeye koyulmuştum hepsinin randevu verdiği saatler farklı olduğundan işlerimin bitmesi akşamı bulacaktı. Bu yüzden kafeteryada ilk randevu saatim gelene kadar bir çay içmeye karar verdim. Malum çay içmeden kendime gelemiyorum. Kafeteryaya inip çayımı aldım. Bir yandan da evraklarımı düzenlemeye başladım. Onlarla uğraşırken zamanın nasıl geçtiğini fark etmemiştim.

Alarmımın çalmasıyla kafeteryadaki herkes gözlerini bana dikmişti. İşte ancak o zaman randevu saatimin geldiğinin farkına varmıştım. İktisadi ve İdari Bilimler katına çıkıp sırasıyla bana randevu veren hocalarımın yanına gidip gerekli referans mektuplarını yazdırmaya başladım. Hepsine mektupları yazdırdıktan sonra anca saatime bakabilmiştim. Saat 19.00'a gelmişti. Kış olduğundan hava erken kararıyordu. Okuldan çıkıp yürümeye koyuldum. Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım vardı bu yüzden hemen Mert'i aramadım.

Hava buz gibiydi. Işıl uyanmadan çıktığımdan çok şükür kaşemi giyebilmiştim. Altına da beyaz bir triko kazak giyip boyfriend pantolonumu geçirmiştim. Bilekte olan botlarımla Allahtan üşümüyordum. Caddeye kadar yürüdükten sonra bir parka doğru saptım. İçine girdiğim bu parkta kiraz ağaçları vardı. Yapraklarını dökmüş olsalarda lapa lapa yağan karla beraber çok güzel duruyorlardı.

Tel elimde dosyalarım, tek elim cebimde sağa sola bakarak yürüyordum. Sonra hiç olmaz dediğim bir şey oldu. Masallara inanmayı bırakmış bir kadının başına en son gelebilecek şey benim başıma geldi. Film sahnelerinden biri ansızın hayatıma girdi ve hayattan beklentilerini bırakmış olan bir kadın kendini istemeden yine başrolde buldu.

Karşıdan gelen yüzünü tam seçemediğim siyah kaşeli takım elbiseli bir adam birden hayatıma yıldırım gibi çarptı. Çarpışmanın etkisiyle elimdeki dosyalar havaya uçup yeni tabakalaşmaya başlayan karın üstüne dağıldı. Islanmasın diye panikle toplanmaya ve söylenmeye koyulduğum sırada bana yardım eden bir çift el daha olduğunu fark etmemiştim. Son kalan kağıda elimi uzattığımda diğer el de o kağıda uzanmıştı. İşte o an bir şey oldu. Elleri, elime değdi.

Buz gibi olan havada sıcacık olan elleri ellerimi ısıtmıştı birkaç saniyeliğine. O anda sanki bir şey bana elektrik çarpma etkisi vermişti. Garip olan bir şey vardı bu ellerde. Sanki ellerim bu elleri bir yerden tanımıştı. Tenim, tenini seçmişti. Kağıdı bana bırakıp genç adam ayağa kalkmıştı. Ayağa kalkıp dizlerini çırparken bir yandan da benden özür diliyordu: "Kusura bakmayın hanımefendi. Bugün zor bir gündü benim için fark edemedim sizi hava da karanlık olunca."

Doğrulup yüzüme bakması için onu beklerken birden içime gelen bir hisle içtenlikle özrünü dilediğini anladığımdam ben de ona uygun  cevap verip çok da geç olmadan eve gitmeye karar verdim: "Önemli değil beyefendi, insanlık hali yani olur böyle şeyler. Yardım ettiğiniz için sağolun. İyi akşamlar dilerim."

Adam dizlerindeki karı temizlemeyi henüz bitirmemişken ben yürümeye koyulmuştum. Tam o sırada adam tekrar seslendi ve peşimden gelmeye başladı: "Hanımefendi lütfen bekler misiniz? Evraklarınız ıslandı, bunu telafi etmek isterim. Dilerseniz ofisim yakında gidip kurutup fotokopilerini çekebiliriz. Bu saatte açık kırtasiye bulamazsınız. Bir yabancı ile gelmek istemezseniz anlarım. İsterseniz tanışalım. Ben Altemur Atalay!"

Adamın nazik teklifi bana da mantıklı gelmişti. Şu an bu saatte gerçekten başka bir alternatifim de yoktu. Bu yüzden durup ağacın gölgesinin düştüğü yerden adama doğru yürümeye başladım. Yüzünü ışık vurmadığından henüz görememiştim. Yaklaştığımda yüzüme vuran ışıkla yüzünü seçemesem de ben de elimi ona uzattım: "Teşekkür ederim teklifiniz için. Ben de Sezen Aykut. Tanış...tığıma memnun ol...dum."

Son sözlerimi söylerken gözümün ışığa kamaşması geçmiş ve adamın yüzünü görebilmiştim. Hayat her zaman mucizelere gebeydi. Her zaman yeni oyunları vardı. Biz ne kadar sayfaları yırtsak da o her zaman bize yeni sayfalar ayırırdı. Peki bu sefer bu bir şeylerin başlangıcı mı sonu mu olacaktı?

"Bir gün bir yerde tekrar karşılaşırsak eğer benimle yeniden tanış
-Pablo Nerudo"

Evet bölüm biraz uzun oldu farkındayım ama öyle olması gerekiyordu. Kesebileceğim bir yer değildi. Bölüm sonu sorumuz belli. Hepinizin aklından geçen soru aslında: "Altemur Atalay sizce kim?"

-Unutmak sizce nedir...
-Unutmak mı unutamamak mı? Sizce hangisi daha acı?

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top