Tut Elimi

Sevgili Bu Sefer Olmaz ailesi çok uzun zamandır bu bölümü beklediğinizi biliyorum ama çok zor oldu bu bölümü yazmak benim için. Sevmekten ve sevilmekten vazgeçen bir yazarın her şeye rağmen o sözleri yazabilmesi o kadar zor ki anlatamam size. Umarım Kerem'in itirafı yüreklerinize dokunabilir. Şarkıları sırayla dinlemenizi tavsiye ederim iyi okumalar.
🌊🌊

Nilipek-Havada bir hinlik var
Gnossienne No.1
Yüzyüzeyken Konuşuruz-Dinle beni bi

Enis'in ağzından

"Yaralarımı göstermekten korkmadığım biri var." demiştim. Böyle bir şey olduğunu bile bilmiyordum halbuki. Anlık söylenen şeyler bazen bilinçaltının yansımasıdır derler. Belki de gerçekten öyledir. Artık korkmamamın zamanı gelmiştir. Gerçi korktuğumdan dolayı değildi hiçbir zaman ketumluğum. Hayatı şakaya vurmak daha kolay geldiğindendi belki de. Böylece kimseye içimi açmak zorunda kalmıyordum kolay kolay. Zaten yaralarımı gösterdiğim bir tek Kerem olmuştu bu hayatta. Ona da tam gösterdiğim söylenemezdi gerçi de.

Birine içini açmak, kalbini açmak; savunmasız bir şekilde kendini onun kucağını bırakmaktı çünkü benim gözümde. Koşulsuz teslimiyetti bir noktada. Avucunu açıp kalbini eline bırakmaktı. Halbuki sıkıp parçalayabilirdi o kalbi, kırıp atabilirdi de. Hem yaralarını göstermek o yarayı kanatmaktan başka bir işe yaramıyordu bence. Belki de ben anlattıkça rahatlayan tiplerden değildim işte. Hayatı basite alırsan hayat da seni basite alır kafasında olmuştum ben hep. Bu benim hayat felsefemdi ve bana iyi geliyordu.

Hayat felsefem ilk defa elimde patlamıştı ama. Bu olay basite alabileceğim bir şey değildi. İnsan hayatı basite alınabilecek bir şey değildi. Belki de artık toplanmamın zamanı gelmişti. 2 senedir acımı saklamak uğruna yaptıklarım yeterdi artık. Büyümemin zamanı gelmişti, yüzleşmemin kendi üzerime düşen kısmını yapmıştım ben zaten fakat benim görevim başkaydı. Benim anlatmayı öğrenme zamanımdı artık.

Karşısında dosdoğru, yalansız olmak istediğim biri vardı çünkü artık. Işıl hayatıma girdiğinden beri ben de aynı kişi değildim. Uzun süredir düğümlü vaziyette olan dilim çözülmeye başlamıştı çünkü. Yaralarımı kanatmıyordu çünkü konuşmalarım onunlayken aksine gül bahçeleri açılıyordu yaralarımın üzerinde. Kanamıyordu yaralarım onun karşısında iyileşiyordu aksine.

Yaralarını gösterdiğinde vurmak istediklerinde ilk oraya vuracak insanlardan değildi çünkü o. Kimsenin acısından kederinden beslenmezdi o. Yani en azından tanıdığım kadarıyla öyleydi. Bu kadar az tanıdığım biri bana bu kadar iyi gelmiş olabilir miydi? Yaralarıma merhem olacak kadar yüreğime yakın bir yer etmesi doğal mıydı?
Onu tanıdıkça onu sevmek istemem normal miydi gerçekten? Üzerimde tılsımı bozulamayacak bir büyü vardı sanki. Kaderimde beni ona iten bir güç vardı sanki. Yüreğimi avucuna koyup sana emanet demek geliyordu bazen içimden. Hayatımda hiçbir kadına veremediğim -daha doğrusu vermek istemediğim- sevgilerin tümünü al senin olsun diyesim geliyordu.

Bu hayatın bana vereceği bir ikinci şans varsa eğer belki de o şansı bana Işıl verecekti. Belki de onunla iyileşecektim ben de. O yüzden ona anlatacaktım her şeyi yarın. Vakit geç olmuştu bir hayli. Saat 00.00'a yaklaşıyordu. Konuşmamızın ardından düm gece hiç uyumayan Kerem sızıp kalmıştı. En azından bugün gözüne bir iki damla uyku girebilecekti. Ben de uyumak için yatağıma girmiştim ama gözüme uyku girmiyordu. Acaba Işıl uyumuş mudur diye kendi kendime sorduğumda varlığından haberdar dahi olmadığım iç sesim, şu yaşıma kadar benle bir kelam dahi etmeye tenezzül etmeyen iç sesim ortaya çıkmıştı. Uyumuştur canım, bizim gibi hayta değil sonuçta. Acaba bu iç seslerin ortaya çıkışını etkileyen bir faktör mü vardı? Varsa bile ne olabilirdi ki bu?

Bro ya var olmaz olur muyum ben, hep burdayım. Sadece kendini ne zaman bir şeyler hakkında sorgulamaya başlarsan ya da ikilemde kalıp çıkmazda gibi hissedersen o zamanlarda daha kolay çıkıyorum ortaya. Farklı insanlarda farklı da olabiliyor faktörler ama bu konuda haklısın.

Abi madem bu yaşıma kadar vardın bu zamana kadar neredeydin? Ne yani ben hiçbir şeyi sorgulamıyorum mu demek istiyorsun? Ayrıca sen nerden bileceksin uyuyup uyuyamadığını. Şu zamana kadar ortalıkta yoktun bile. Hem mesaj atsam ne kaybederim ki? En kötü ihtimalle uyumuştur da sabah cevap verir. Tamam yazayım iyi hoş da ne yazıcam ben bu saatte kıza? Dirke konuya mı girsem acaba?

Enis saçma sapan konuşma oğlum. Senin kafan nereye gitti. Sen 3 günde bir başka kızla takılan birisin. Sen bir kıza ne yazacağını bilmeyeceksin de emekli Muhsin amca mı bilecek? Ayrıca aptallık yapıp direk konuya girme ve sakın zevzek insanlar gibi "Uyudun mu" diye de sorma. Gerçekten uyuz oluyorum o tiplere. Beyinsiz misin oğlum sen, uyusa nasıl cevap yazacak sonuçta sana!

Tamam iç Enis efendi yeter artık sus sen! Bir geldin pir geldin yani. Yazıyorum artık vakit daha da geç oluyor çünkü: "Selam Işıl nasılsın? Uyandırmadım umarım."
Bence oldu bu yolladım. Bekleyelim bakalım 5 dakika içinde cevap vermezse uyurum bende zaten. Kimsenin nazını çekemem ben yani. Klasıma yakışmaz hem.

Mesajı yollamamın ardından iç Enisin "yav he he" dediğini duyar gibi olmuştum. Uzun zamandır kimsenin mesajıma cevap vermesini beklememiştim. Sürekli girip bakmamak için kendimi zor tutuyordum. Şu zamana kadar hiç ilk mesajı atan tarafta da olmamıştım çünkü direk bana düşüyorlardı zaten kızlar. Ben de hep mesajlarına cevap veren taraf oluyordum.

Şu an ne hissettiklerini daha iyi anlıyorum. Şerefsizlikmiş yani yaptığım. Ya Işıl da bana aynı şeyi yaparsa, allah muhafaza tabi. Beklemek işkence gibi ruhuma çöküyor çünkü. Yelkovan da zaten kendini ağır çekime almış gibi. Sanki saniye ve dakikalar arasında sürünüyor. Vakit geçmemek için direniyor gibi.

Beş dakikanın dolmasının ardından tam yatacağım artık deyip telefonu komodinimin üstüne koyduğumda telefonuma gelen bildirimle yattığım yerden fırlayıp oturur pozisyona geçmiştim.

Mesajda: "İyiyim Enis sen nasılsın? Yok yok uyandırmadın da tam yatacaktım. Bugün yorucu bir gündü benim için. Sana da uyarsa yarın konuşsak olur mu? Belki bir kahve içeriz?" yazıyordu. Resmen kız onla buluşmak isteyeceğimi anlamış ve benden önce davranmış gibiydi. Hiç çekinmiyor, sakınmıyordu da. Diğer kızlar gibi değildi. Normalde çoğu kız böyle bir durumda çekinir ama o çekinmiyor.

Enis beynine oksijen gitmiyor senin adamım. Yat sen en iyisi, kız seni arkadaşı olarak görüyor. Aranızda bir şey olmadığı için neden çekinsin ki? İnsan arkadaşıyla buluşmaktan çekinir mi hiç? Kıza flörtünmüş gibi muamele yapma yani.

Ya iç Enis sen bir gitsene ya! Sen yokken daha iyiydim ben. Ayrıca ben flörtüm gibi davranmıyorum ona. Davranıyor olsam ohoo çoktan sevgili olmuştuk bile. Gerçi Işıl'a haksızlık etmeyeyim çünkü o tanıdığım hiçbir kıza benzemiyor. Madem yorgun ben de yormayım onu, mesajımı atıp cevabın gelmesini beklemeden yatayım. "Kahveyi başka zaman içeriz. Benim sana anlatmak istediklerim var. Yarın 14.00'de sana atacağım konuma gelebilir misin?" yazarak mesajı yolladım. Bu sefer beklemeyecek ve yatacaktım ama Işıl bu sefer hemen "Olur" diye cevap verdi. Hal böyle olunca ona iyi geceler deyip gözlerimi kapattım. Yarın benim için önemli bir gün olacaktı.
🌊🌊🌊

Gözlerimi yeni bir güne araladım. Korkunç bir günün ardından yine güneş doğmuştu. Her gecenin bir gündüzü vardı işte. Her karanlık bir gün kendini aydınlığa teslim ediyordu. Bugün de benim karanlığım aydınlığa ilk adımını atacaktı, tıpkı gecenin kendini gündüzün kucağına bırakması gibi. Savunmasızca kendisini annesinin kucağına teslim eden bebekler gibi.

Sabah olmuştu, gün doğmuştu işte. Ötesi yoktu ki bunun. Kim engelleyebilirdi ki bunu? Tıpkı değişmeyi kafaya koymuş birinin engellenemeyeceği gibi. Gökyüzünün maviliği, güneşin pırıl pırıl olan aydınlığı göz kamaştırıyordu.
Bulutlar beyaz bir inci gibi süzülüyordu gökyüzünde. Gün güneşi selamlıyor. İnsanlar bir kere daha aydınlığa uyanıyorlardı. Gökyüzü, yine tüm berraklığıyla umutla dolduruyordu insanların yüreğini. Ne büyüleyici şeydi bu gökyüzü.

Gece olunca yaldızlı simsiyah yorganını üstüne çekip sabah ise güneşin aydınlığını pamuk gibi bulutların süsünü taşıyordu üstüne. En güzel şeyleri misafir eden ev sahibi gibiydi. Rüzgar, yağmur, bulut güzel olan ne varsa onda yer etmiyor muydu zaten? İçimi açacak olmam edebiyatçı etmişti galiba bugün beni.

Yatağımdan kalkıp üstümü değiştirdim. Üzerime beyaz yuvarlak yaka beyaz bir triko altıma da siyah kot pantolonumu geçirdim. Üzerime ise siyah keçe montumu giymiştim. Zaten bugün dersim olmadığı için kalkmam 11'i hazırlanmam ve yurttan çıkmam 11.40'ı bulmuştu. Işılla buluşmamıza yaklaşık daha 2.5 saat vardı. Bu seferde ne yapsam diye düşündüm o sırada. Ne yapsam ona olayları anlatmam, içimi açmam daha kolay olurdu acaba. Gerçi bu olayın kolay anlatılacak hiçbir tarafı yoktu. Artık spontane hareket edecektim.

En iyisinin buluşacağımız yere gidip oradaki köprü yakınlarında bir yerde oturup denizi izlemek olduğuna karar verdim. Bostanlı yaya köprüsünde buluşacaktık. Köprüyü gören yakın bir yere gidip Işılı beklemeye başladım. Yol yaklaşık 40 dakika sürmüştü yani halen yaklaşık 2 saatim vardı. Daha çok vakit var diye içimden geçirsem de boyozumu alıp denizi izlemek de huzur veriyordu.

Bazen beklemek de güzeldi eğer doğru durakta isen. Ben de hayatımda geçip gittiğim durakların en doğrusunda hissediyordum kendimi. Umarım hislerim beni yanıltmaz diye düşündüm ve kendimi tekrar sessizliğin sesine teslim ettim.

2 saatin sonunda o kadar dalmıştım ki denizin derinliğine. Beni hipnotize etmiş gibiydi. Gözlerimi ondan çekemiyordum. Gittikçe beni içine çekiyordu sanki. Deniz benim gözümde ihtişamlı bir bataklığa dönüşmüştü beni her an kendisine daha çok hapseden.

Bataklıktan beni kurtarmak için bir ağaç dalı uzatan ise Işıl olmuştu. Arkamdan gelip birden beni denize itiyor gibi yapmıştı. Ne yalan söyleyim korkmuştum birkaç saniyeliğine de olsa.
Bir türlü anlam verememiştim gerçi, beni burda nasıl bulduğuna. Sonuçta ben ona burayı değil de Bostanlı yaya köprüsünü söylemiştim. Acaba içimi mi görüyordu bu kız? Düşüncelerimi açıklığa kavuşturmak için Işıl'a döndüm ve: "Beni nasıl buldun, ben sana burayı söylememiştim ki!" dedim.

Gülümsemişti. Onun tebessümü hızla ilaç gibi kanıma karışmış ve içimde mutluluk hormonu üretilmesine neden olmuştu. O sırada "O kadar güzel gülme!" demiştim fakat bunu yanlışlıkla içimden değil de dışımdan söylemiştim. Tam toplamaya çalışacakken "Neden" diye soruvermişti birden. Ben de boşboğazlığımı sürdürmeye devam etmiş ve kendimin dahi haberi olmadan birden kendimi ağzımdan şu söz dökülüvermişti: "Çünkü o kadar güzel gülersen bana aşık olmaktan başka bir seçenek bırakmazsın!"

Yutkunmuştu. Yanaklarında kirazlar yeşermiş yüzünün rengi kırmızıya çalmaya başlamıştı. Nasıl böyle bir şey söylemiştim anlam verememiştim. Kafayı yemiş olmalıydım. Ortamda oluşan sessizliği ve gergin havayı dağıtmak- daha doğrusu başka bir şeyle germek- için sordum: "Burda mı konuşalım istersin yoksa sana söylediğim yere gidelim mi?"

"Fark etmez" diye cevap vererek topu bana atmıştı. Ben de umutsuz bir vaziyette bu teklifi sunmuştum: "O zaman burda konuşalım. Olur da konuşmamızdan sonra hâla benle görüşmek istersen burdan gitmeden oraya da uğrarız. Uyar mı sana?"

Söylediklerimi kabul ederken tedirgindi belki de korkmuştu biraz. Bense nerden başlasam kendimi nasıl ifade etsem bilemiyordum. Nereden başlarsan başlayım beni anlamayacak benden nefret edecek gibi hissediyordum. Galiba şu an onu kaybetmekten ya da arkadaşlığımızın bu denli kötü bitmesi ihtimalinden korkuyordum. İçimde hiç umut parçası kalmamıştı sanki. İçimde çaresizliğin bitmek bilmeyen vaveylası yankılanıyordu. Ve ben tüm çaresizliğime kulak tıkayıp gerçekleri ortalığa sermek için harekete geçtim:

"Şimdi sana anlatacaklarım seni üzebilir belki de korkutabilir hatta dehşete dahi düşürebilir. Belki benden nefret bile edebilirsin. Hayatından beni çıkarmak, yüzümü bir daha görmek istemeyebilirsin de. Ben.. ben bunun için suçlayamam da seni, hakkım yok çünkü buna.

Biliyorum hayatına gireli çok uzun bir zaman olmadı. Belki hayatında çok da önemli bir yer etmiş de değilim. Ama sen benim için çok önemlisin. Hatta o kadar önemlisin ki hayatımdaki önemsiz şeyleri önemli kılabilecek güçtesin. Sen yanında özgür olabildiğim, masum kalabildiğim tek kişisin. Kendim olmayı seçebildiğim, tüm benliğime değişebilmeyi isteten sensin.

Kendime mutlu olabilme ihtimalimi vermemi sağladın sen. Ben de dedim ki kendi kendime seni mutlu eden biri varsa boşver gerisini. Önemseme gerisini. Her şey olacağına varmıyor mu sonuçta.
Birine değer verdiğin zaman yaralanmayı da göze alman gerekiyor. Ben bu sefer bu riski almaya hazırım. Yaralarımı sana açıp, yaralarımı kanatmana dahi razıyım. Çünkü ben senin karşında yalansız, dolansız olmak istiyorum. Dürüstlük pınarlarım bi tek senin için çağlasın istiyorum. Hatamla, günahımla, sevabımla karşında çırılçıplak kalmaya da tamamım.

Karanlık karanlığı gideremez, bunu sadece ışık yapabilir. Bunu sadece gözlerine yıldızları hapsetmiş bir ruh yapabilir. Kainatın tüm ışığını gözlerinde misafir etmişsin sen.
Ama bu kadar da bencil olmamalı insan, paylaşmalı sahip olduğunu. Kıskandırmamalı evrenin karanlıkta kalmış her noktasını. Aydınlatmalı etrafını bir ışık hüzmesi gibi."

"Enis neden böyle konuşuyorsun, ben hiçbir şey anlayamıyorum gerçekten. Yoksa o gün Rüzgarın kafeden çıktığında konuştuklarıyla mı ilgili? Sezen'in peşine düştüğü olayla mı ilgili? Siz gerçekten kötü bir şey mi yaptınız Enis, ne yaptınız siz? Bana anlatabilirsin her şeyi.

Ben asla kanatmam senin yaralarını. Aksine yaralarına kanatlar takıp uçmalarını sağlarım. Geçmişinde hapsolduğun bir karanlık varsa gün ışığından mahrum bırakmışsa seni o hapsolduğun vicdan denen hücrede. Senin için geç değildir kurtulmak için. İnsanlığın saklıdır sen göremesen o en karanlık zindanlarda. Sadece birinin sana ışık tutmasına ihtiyacın var.

Eğer bana izin verirsen ne pahasına olursa seni çıkarırım o zindandan. Ve bir daha hiçbir şeyin seni oraya hapsetmesine de izin vermem. Sadece izin ver yüreğine dokunmama. İzin ver yaralarına sarılmama.
İzin ver ki yaralarına bir yara bandı da ben olayım. İyileştireyim seni gerçekten sahip olduğum bir ışık varsa. İzin vermeyelim kötülüğün iyiliğin üstünde hakimiyet kurmasına. Tutup elinden uzaklaşalım buralardan. Haydi dök içini bana"

Sonra anlattım en ince ayrıntısına kadar olayı yüreği güzel kadına. Gözleri dolmaya başlamıştı. Bazı zamanlarda elini ağzına kapadı. Hıçkırıklarını duymamı istemedi belki de. Bir ara başı dönmüş gibi oldu sendeledi. Sonra topladı kendini. Dimdik durmaya devam etti, göz pınarlarının kurumasına da izin vermedi. Gözyaşlarıyla sürekli canlı tuttu onları. Ağladı nefesi kesilene kadar. Ağlamak dudakların diyemediğini gözyaşlarına söyletmekti belki de. Anlatırken benim çektiğim acıyı hissetmiş ve gözyaşlarıyla acının ıslak imzasını atmıştı. Sonra devam etmiştim ben de duygularımı anlatmaya.

"Hiçbir şey yapamamıştım ben orada. Korkudan mıydı körü körüne bağlılıktan mıydı bilmiyorum. Görememiştim gözyaşlarını, onunla beraber duvarlar bile ağlamıştı ama vicdanımla beraber sağır olmuştu kulaklarım. Duymamıştım feryatlarını, yardım çağrılığını. Şimdi hapsolduğum zindana zamanında kendim kilitlemiştim insanlığımı. Susmuştum sonra iliklerime kadar susmuştum. Susmak hiç bu kadar ağır gelmemişti yüreğime. Susmak çok daha zordu konuşmaktan. Kafamın içindeki sesler susmamıştı ama, vicdanım susmamıştı. Sevdiğin, değer verdiğin insan için susmak zordu, çok zordu.

İnsanın vicdanı ile kalbi arasında bir seçim yapması gerekiyor bazen. Bazen seçimleri sen yaparsın bazense hayat seçer sen sadece oynarsın. O seçimi ben mi yaptım hayat mı beni oraya sürükledi bilemiyorum. Eğer ben yaptıysam o seçimi doğru mu yaptım yoksa yaptığım seçimle kendime tüm doğrularımı mı unutturdum bilmiyorum. Ama ben kalbimimi seçtim, vicdanımın ağzına bir bant vurup gözlerini bağlayıp üstüne de bir kilit vurdum.

İşte o susmak zorunda kaldığım gün büyüdüm ben aslında. İçimdeki çocuk o gün öldü benim. Sessiz kaldığım her gün daha çok kırıldım, parçalandım. Can kırıklarım sadece yüreğime değil her bir hücreme battı. Kan pıhtısı misali yayıldı tüm bedenime. Bir pusuya düşürdü sonra beni. Beni benden alıp bir çukura attı. Kendi izimi kaybettirdi bana.
İçim kor gibi yanarken susmak acıların en beteriydi. Çektiğim acının boyutu gün geçtikçe artıyordu. İsyan ediyordum kimi zaman. Sorguluyordum hayatı, başka bir yaşam olmalı diyordum kendime. Böylesine acı çekmek için yaratılmış olamazdık. Bizim için başka bir dünya kurmalıydık. Acının olmadığı, düşünce dizimizin kanamadığı. Dünyanın başka yerlerinde bombaların patlamadığı, çocukların ölmediği bir dünya olmalıydı. Zulmün kol gezmediği, adaletin baş üsünde tutulduğu bir dünya da var olmalıydı. Her şey bu kadar karanlığa sürükleniyor olamazdı.

Bu acı o kadar fazlaydı ki körpecik ruhum ölüyordu. Furuğ Ferruhzad'ın deyimiyle: İnsanı sessiz kalmaya zorlayan acı, onu bağırmaya zorlayan acıdan çok daha ağır, çok daha beterdi. Keşke kafamı koparsalardı da beni bu acıya hapsetmeselerdi, bu imtihana zorlamasaydı beni hayat diyordum. Acı kapımızı çaldığında ona yer olmadığını söyleriz, o da bunun hiç sorun olmadığını, kendi koltuğunu yanında getirdiğini söyler. Mecburuzdur o acıyı çekmeye, mahkumuzdur artık getireceklerine. Kendimizi suçlamaya başlarız sonra, belki de acıdan kurtulmanın en kolay yolunun tüm suçu üzerine almak olduğunu sanarız. Halbuki acıların en büyüğü kendini suçlu hissetmektir. Bunun farkına vardığımızda ise unutmaya çalışırız, yok saymaya çalışırız, hayatımıza devam etmeye çalışırız. Ve sonunda bu çabalarımız bizi yeni bir dönemeçe sürükler. O dönemeçte insαn, yα αcılαrını unutmαsını yα ԁα mezαrını kαzmαsını bilmeliԁir. Ben unutamadım hiçbir zaman her gün aynı güne uyandım. Her şey geçmişte kalıyordu aslında ama hiçbir şey geçmiyordu benim için. Böyleydi işte 2 sene boyunca hayatım. Tüm hoppalıklarım, şımarıklıklarım hatta çapkınlıklarım bile bundandı. Çünkü sevmeye de sevilmeye de layık görmüyordum kendimi. Şimdi ise layık olmak için çabalamak istiyorum. Ne olur beni o karanlığa bırakma! Beni öyle aydınlat ki gözüm sadece ışıktan güzellikten kör olsun!"

Her şeyi biliyordu artık. Ben ona tüm her şeyi anlatmadan önce söylediklerinde istikrarlı kalabilse ne güzel olurdu. Beni her şeyimle kabul etseydi keşke. Ben sadece onun diyeceklerini bekliyordum. Gözlerim dudağından çıkacak tek bir güzel sözü bekler olmuştu. O, ise cümlem bittiğinde gözyaşlarını sildi ve sonrasında sımsıkı sarıldı bana.
Küçük bir çocuğa şefkat gösteren anne gibiydi sarılması. Konuşmaya başlayacak gibi olduğunda gözlerinin içine bakmak için kendimi çekmek istesem de izin vermemişti. Daha sıkı sarmıştı kollarını bana. Benim kollarımsa havada kalmıştı. Ne yapacağımı bilemez vaziyetteydim. Sonra fısıldadı kulağıma: "Senin karanlığın benim karanlığım artık. Benim ışığım senin ışığın. Tut elimi çıkarayım seni, sana seni kaybettiren o çukurdan."

Enisin o olayı anlattığı sahne

Sezen'in ağzından

Donukla son konuşmamın ardından yaklaşık bir hafta geçmişti. O süre boyunca herkes bir hayli sessizdi. Işıl bir kaç gün önce Enisin kendisiyle önemli bir şey konuşmak istediğini söylemişti, konuştuktan sonra bana anlatacağını söylese de bir iki gündür ondan da ses seda çıkmamıştı. Herkes bu aralar kabuğuna çekilmiş gibiydi. Sanki yakında bir kıyamet kopacaktı da herkes kendini o kıyametin etkilerinden korumak istiyor gibiydi.

Etrafta öyle bir sessizlik hakimdi ki sanki dışardaki ağaçların yaprakları bile titremiyordu artık. İç seslerim bile durgundu bu aralar. Artık bu sessizliğin sesi beni ürkütmeye başlamıştı. Eski defterlerimden de çok bir şey çıkmamıştı o yüzden bir süreliğine ara vermiştim araştırmalarıma. Diğer yandan Donukla ilgili mevzu için Esat'ı Enis'in yanına gönderme işim de biraz sekteye uğramış gibiydi. Nedense Işıl Esat'ı bu işe karıştırmamı istemiyordu. Bir şeyler saklar gibi bir hal vardı en son konuştuğumuzdaki sesinde. Bu da oldukça canımı sıkıyordu.
Zaten bir haftadır Donuğun eve uğradığı da yoktu. Evde hareketlilik olmayınca benim de canım sıkılmaya başlamıştı artık. Okula gittiğim günlerde de Işıl okula gelmemiş oluyordu. Rüzgar ve Esat'ın muhabbeti de bir yerden sonra sıkıyordu zaten. Esat muhabbeti futbola çeviriyordu, Rüzgarda bir türlü anlayamadığım elit sanat galerilerine, antikalara ya da klasik arabalara kaydırıyordu konuyu. Gerçekten bu kadar konu hakkında nasıl bilgi sahibi olabildiklerine anlam veremiyordum. İşte okul günlerim "Allahım şu zil çalsa da eve gitsem" kafasında geçiyordu.

Canıma tak etmişti artık bu monotonluk, hareket istiyordum ben artık ya! En iyisi Donuğu arayım ben dediğim sırada telefonum titredi, mesaj gelmişti. Mesaj Donuktandı. Hissetti galiba dedim kendi kendime. Mesajda:

"Sezen seninle önemli bir şey konuşmam gerek, özel bir şey bu. O yüzden biraz sonra kapı çalacak ve Rıza abi sana bir kutu getirecek. Senden ricam o elbiseyi giyip beni beklemen. Ben de bir yarım saat içinde kapının önünde olacağım. Not:Yarım saat süren başladı. Bekletme beni, beklemeyi sevmem bilirsin!" yazıyordu.

Gerçekten mesajı okumayı bitirmemle kapının çalması bir oldu. Gelen Rıza abiydi. Elime kutuyu tutuşturduktan sonra gitmişti hemen. Yarım saat mi demişti o, pardon yazmıştı. Yarım saatte benim hazırlanmam mümkün değildi ki. Hem ne bu gizem yani, ne gerek var bu kadar şeye? Kış bahçesinde de konuşurduk yani. Umarım bir pislik çıkmaz bu olayın altından.

Kutuyu açtığımdan içinden beyaz kolları volan dantelli bir elbise çıkmıştı. Dizimin bir karış üstünde biten elbisenin etek kısmında da dantelden küpürler vardı. Yuvarlak yaka gelen elbisenin omuz hizasından itibaren sadece küpürler vardı. Vücudumu tamamen sarmalayan beyaz kumaşın gövde kısmında beyaz tabanının üstüne de dantelli küpürler eklenmişti. Kesimi elbise gibi olmasa gelinliği andırıyordu aslında.

Neden bana böyle bir elbise almıştı ki? Hem Donuğa göre eteğinin uzunluğu da kısaydı. Kesin beni öldürecekti de kefenim olacaktı bu elbise benim. O yüzden son kere istediğim tarzda, uzunlukta bir elbise giymeme izin vermişti. Pek topuklu giyecek havamda değildim o yüzden altına beyaz spor ayakkabılarımı geçirip nasıl becerdiysem 30 dakikada hazırlanıp kapının önünde hazır olda beklemeye başladım. Birazdan siyah spor arabasıyla Donuk gelip kapıda durdu. Gerçi bugün bayağı ince davranmıştı amacı ne olursa olsun, elbise alması bir incelikti sonuçta. O yüzden bugün "Donuk" ismine kısa süreli izin verebilirdim. Kerem demem daha doğru olurdu bugün. Kapıyı açtım ve içeri girdim. Arabayı çalıştırdı ve yola devam ettik.

Nereye gittiğimizi ve neler döndüğünü çok merak ediyordum ama sormaktan da korkuyordum. Sonra kendi kendime "Aman ne olacak sorsam" diyip Donuğa pardon bugünlük Kerem'e nereye gittiğimizi sordum. Gözlerini yoldan çekmeden sadece "Gidince görürsün" diyebilmişti. En nefret ettiğim laftı halbuki bu. Yani söylese ne olacaktı sanki, incileri mi dökülecekti? Ben meraktan ölmezsem gittiğimde görürdüm zaten.

Peki ne kadar sürecekti bu yolculuk? Zaman geçmiyordu sanki. Bari vakit geçsin düşüncesiyle radyoyu açtım. Radyoda Kalben'den "Sadece" çalıyordu. Pek severdim bu şarkıyı. Bir yandan mırıldanmaya bir yandan da etrafı izlemeye başladım.
Kolumu pencerenin kenarına koyup kafamı da koltuğa yasladım. Şehrin dışına çıkmıştık. Etraf yine sessizdi. Ne korna sesleri ne sokak çalışması ne de bir tek insan sesi vardı. Sadece biz vardık. Bu an vardı.

Kaç gündür sıkıldığım sessizlikten başka bir sessizliğe geçiş yapmıştım ama bu sessizlik huzur veriyordu bana. Hafifçe camı açtım sonra, rüzgar yavaş yavaş saçlarımı okşamaya başladı o anda. O saçlarımla oynuyordu ben de yüzümdeki serinlikle ruhumu rahatlatıyordum. İçimdeki huzursuzlukları, endişeleri, huzur ve dinginlikle takas ediyordum. Yüklerimden kurtulup doğaya kulak veriyordum. Ağaçlarda ruhumu doyuran müziğe eşlik ediyor ve dans ediyordu benimle beraber. Zaten ruhumda başlamıştı artık şarkı söylemeye. Bir yerde okumuştum diyordu ki orda "Ruhun şarkı söylerse hayat seni mutlaka dansa kaldırır."

O zaman tam zamanıydı hayatla dans etmemin bir şeyleri değiştirmenin belki de benim huzurlu olma zamanım gelmişti. Bu arada biz de anladığım kadarıyla Kerem'in beni getirmek istediği yere gelmiştik.
Arabadan çıktı ve kapımı açtı ardından da "Geldik hadi in aşağıya" dedi. Burası bir uçurum kenarıydı denize nazır. Şu an hiçliğin ortasında duruyorduk sanki. Etrafta gerçekten hiçbir şey yoktu, koca bir hiçlikten başka. Rüzgar esiyordu ve ben istemsizce kollarımı açıp rüzgarı kucaklamak istiyordum. Hayatı uçuruma dönmüş biri için uçurumun çok özel olması, ne kadar mantıksız değil mi ama?

Seviyordum ama ben yine de. Kaybolmak hoşuma gidiyordu burda, kendimi hiçliğe bırakmak huzur veriyordu bana. Tepeden tırnağa kendimi rüzgara teslim etmek ve onda kaybolmak istiyordum işte. Sonrasında kendime geliyordum ama. Neden burda olduğumuza olan merakım daha ağır basıyordu çünkü. Döndüm bu yüzden Kerem'e, sordum "Neden buradayız, neden geldik buraya" diye. Sonra derin bir nefes aldı ardından da oturdu uçurumun kenarına. Bir an bile tereddüt etmemişti, o etmezken benim etmem mantıksız olurdu zaten. Ben de çöktüm yanıma sonrasında o başladı anlatmaya ben de başladım onu dinlemeye:

"Merak ediyorsun seni bu halde neden buraya getirdim diye. Bu kadar güzel bir elbiseyle, böyle bir gizemle biri neden uçurum kenarına getirilir ki diye. Haklısın belki de kendince. Böyle bir kıyafetle böyle önemli bir meseleyi konuşmak için şık bir restorana gitmemiz gerekirdi belki de. Ama o zaman bu kadar rahat ve bu kadar huzurlu olamazdık. Ben de daha çok zorlanırdım anlatacaklarımı anlatmakta. Bu an için bile çok uzun zamandır bekliyorum. Bugün anlatacaklarım kendime bile çok zor itiraf ettiğim şeylere dayanıyor aslında. Bütün kaçmalarım, bütün saçmalamalarım, bütün sana karşı o tavırlarımının sebebini oluşturuyor.

Savruluşumun, kayboluşumun, kimi zaman da yok olumuşun bir tek sebebi varmış aslında. Benim kulak tıkadığım, görmek ya da duymak istemediğim yegane şeymiş aslında o da. Çünkü kalbime ihanet etmek istemedim, sana ihanet etmek istemedim ben. Aylarca kafamı ne zaman yastığa koysam karşımda onun gözleri vardı, yüzü, elleri, kolları vardı. Capacanlı karşımdaydı hep. Ama ne zaman dokunmak istesem yok oluyordu aniden. Her gün bana artık gelmeyeceğini hatırlatıyordu. Sonra ne zaman kabul etsem "Tamam artık, biliyorum o gitti. Sena öldü!" desem rüyama geliyordu. Saçlarımı okşuyordu, sımsıkı sarılıyordu bana.
Sanki hiç gitmemiş gibi yapıyor, sonraysa cansız bedeniyle karşılaştırıyordu beni. Bir süre aynı kabusa uyanıyordum böyle işte. Rüyayla başlayan gecem kabusla sona eriyordu. Onu bırakıp gidemiyordum işte anla beni!"

Acaba benim ona hislerimin olduğunu mu düşünmüştü de bunları anlatıyordu bana. Neden anla beni demişti ki? Eğer böyle bir düşüncesi varsa hemen düzeltmeliydim. Söylediklerinden sonra yanında durup gözlerinin içine bakarak yapamazdım ama bunları. O yüzden ayağa kalktım ve geriye doğru yürüdüm ve sırtım dönük bir şekilde:

"Kerem Senayı unutamamanı bana açıklamak zorunda değilsin. Çok normal bu zaten. Kim aşık olduğu kadını kolayca unutabilir ki zaten. Benim anlamamı gerektirecek bir şey yok yani. Eğer ki ben seni bir tavrımla rahatsız ettiysem ve bu seni kaçmaya ittiyse..." dediğim anda susturdu beni ve kendine doğru çevirdi. Bir şey söyleyecek gibi oldu ama söylemedi. Sonra beni uçurumun kenarına yaklaştırdı. Sonra arkamda durup konuşmaya devam etti:

"Hayır Sezen öyle değil. Bırakıp gidemiyordum ama bırakıp gidemediğim biri daha vardı o zamanlarda. Senanın rüyalarıma girmediği zamanlarda başka bir rüyaya dalıyordum. Sen vardın rüyalarımda Sezen. Ben hiç gidemedim ki derken ciddiydim aslında. Her zamanki durduğun yerden bakıyordun mahçup gözlerle bana. Ellerin bağlanmış önünde başın hafif eğik mahçupça. Biliyorum pek senlik değil ama bilinçaltı işte. Böyle hayal ediyordum belki de seni. Bana kızmamanı vakur bir şekilde bakmanı istiyordum galiba bana.

Bazen yanına gelecek oluyordum ama ayaklarım çiviyle çakılıyordu sanki olduğum yere. Bir güç sana gelmeme engel oluyordu sanki. Sonra selam verecek gibi oluyordum sana, sense önce kaşlarını çatıyordun bana. Kalem gibi olan simsiyah kaşların yüreğime batıyordu ok gibi. Başımı geri çevirecek oluyordum öyle zamanlarda tam başımı geri çevirecekken bana koşuyordun ama. Sonra ellerini açıp atlıyordun kollarıma.. Kollarım açık mıydı hatırlamıyorum bile..Ama seni sımsıkı sarıyordum. Kalbinin atışını hissedebiliyordum. Kuş gibi atıyordu, küçücük bedeninde pır pır kanat çarpıyordu sanki. Sonra dilimden anlamsızca bazı kelimeler dökülüyordu.
Seni seviyorum fısıltılarıyla gözlerine bakıp doyumsuz bir seyere dalıyordum. Sonu gelmeyecek... Geçmese zaman,bitmese bu rüya diyordum. Sonra birden ayrılıyordun ben de yüzümde bir tokat hissediyordum. Nefret dolu gözlerle bakıyordun bana. Anlamıyordun beni, istemiyordun da yanında. Çekip gidiyordun, sesleniyordum arkandan ama nafile dönmüyordun."

"Kerem ben, ben anlayamıyorum seni. Ne oluyor? Sen yoksa..."

"Sus Sezen, bitirmedim daha. Bir şey söyleme henüz. Ben o andan o kadar korkmuştum ki seni kaybetmekten o kadar korkmuştum ki kendimi kaybetmiştim fark etmeden. Görememiştim seni ne kadar kırdığımı da. Çünkü biliyordum senin prensiplerin kendi doğruların vardı. Ben senin kankandım, senin yaşadıklarının binde birini bile sana yaşatamazdım. Yanlıştım, sana göre yanlıştık biz. Olmazdı, olamazdık. Sana göre hiç olamayan bize bir nokta koymamız gerekirdi. Ama bir de şöyle düşünsene Sezen. Belki iki yanlış bir doğru etmez. Ya ikimiz doğruysak ve diğer herkes yanlışsa. Olamaz mı?
Evet ben senin çizdiğin o sınırı geçtim, aştım haddimi belki de ama söz geçiremedim kendime. Hem Senaya hem de sana ihanet ediyormuşum gibi hissettim. Ama duygularım ihanetimden daha yüce olmalı dedim kendime. Sonra kulak vermeye karar verdim Abdürrahim Karakoça.

'Gün değil, hafta değil, ay değil... Beş sene, on sene sonra gelsen de... Bu canım durdukça tende, iyi bil! Beklediğim sensin. Cebimde mektubun olmayabilir, ne çıkar fotoğrafın yoksa masamda? Öğrenmek istersen eğer gel sevda iklimime gir. Açılmamış gönül kasamda sakladığım sensin çünkü.'

Ben beceremem öyle romantik laflar etmeyi de yüreğe dokunabilmeyi de. Kendime unutturalı çok zaman oldu çünkü o duyguları. Belki sen hatırlatırsın bir gün bana ama o zamana kadar ben şair olamasam da bir şaire kulak veren olsam olmaz mı? Hani demiştin ya bana bir gün 'Sanki bir uçurumdan aşağı düşüyorum. Ama yere de çakılamıyorum. Sürekli düşüyorum, sürekli bir boşluktayım. İşte düştüğüm o uçurumda bana uzanacak bir el bekliyorum ben uzun zamandır. Beni çekip çıkaracak bir yardım eli.
Yaslandığımda yıkılmayacak bir dağ. Düştüm diye bir tekme daha vurmayacak bir insan evladı bekliyorum. Korkuyorum büsbütün kaybolmaktan, o uçurumdan gerçekten bir gün yere çakılıp cesedimin bile bulunamamasından.' Ben de o yüzden seni bu uçuruma getirdim. İnsan gerçekten ne kadar cesaretli olabilir ki şu uçurumun kenarında. Şimdi itsem seni şu uçurumdan ya da atla desem sana ne kadar cesur olabilirsin ki Sezen Aykut?"

Bir anda belimden itti beni boşluğa. Ayağımın altından bir toprak parçası kaydı. Ağzımdansa cızırtılı da olsa bir çığlık kaçıverdi. Korkmuştum gerçekten, hayal etmekle yapmak aynı değilmiş meğersem. Sonra sardı kolunu belime çekti bedenimi kendine ve fısıldadı kulağıma: "Eğer bir gün uçurumdan atlayacak olursan korkma! Elini tutup seninle atlayacak biri var artık. Sonunda o uçurumdan düşecek olursan elini tutacak birini buldun. Haydı tut elimi, burdan gidelim!"

Çektim elini usulca sonra bir adım onun üzerine doğru attım. Ne yapsam ne desem bilmiyordum şu an. Öfkeli miydim, nefretle mi dolmuştu içim ya da şu an ne hissediyordum tam olarak bilmiyordum. Gözlerinin içine baktım sadece. Sordu adam: "Neden öyle bakıyorsun?" diye. Bugün o kadar zaman boyunca görmediğim bir şey vardı adamın gözlerinde. Durdum sonra, benle beraber dünya da durdu sanki. Sonra açtım bıçak gibi kitlenmiş olan ağzımı: "Daha önceden hiç fark etmemiştim gözlerindeki yansımamı. Boşvermişliğimin boyutu tahmin ettiğimden büyükmüş belli ki!" diyebildim. Sonra arkama bakmadan uzaklaşmaya başladım ordan. Sonra seslendi adam, hayret dönmedim!

-Evet itirafımız geldi. Keremin itirafını beğendiniz mi? Sezen'den böyle bir tepki bekliyor muydunuz?

-Enis'in Işıla karşı verdiği karar doğru muydu sizce? Siz böyle bir durumda olsaydınız anlatır mıydınız her şeyi? Yoksa susar gizler miydiniz gerçekleri?

-Işıl'ın Enise karşı böyle bir yaklaşımda bulunmasını bekliyor muydunuz? Bundan sonra aralarında ne olur dersiniz?

-Bu bölümdeki mottomuz "Tut Elimi" idi. Arada böyle mottolar paylaşmayı düşünüyorum. Bir sonraki bölümün mottosunu siz seçmeye ve bölüme sizin ağzınızdan bir replik bırakmaya ne dersiniz?

Böyle olabilecekken

Böyle olmasının asıl nedeni ne olabilir sizce? Bomba tahminler bekliyorum.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top