Sezon Finali-"Buna izin vermeyeceğim"

🎶🎵🎶
Evet sevgili Bu Sefer Olmaz ailesi sonunda Sezon finalimize geldik. Bu bölümden sonra yaklaşık 1 veya 1.5 ay ara vereceğiz. Merak duygusunu canlı tutmak için. O sırada ben diğer kurgumu yayınlamayı düşünüyorum. Umarım ona da destek olursunuz. Bu bölümde bir farklılık yapacağız ve her kısmın ayrı bir şarkısı olacak. Lütfen o şarkılarla beraber okuyun. Hepsinin özel bir anlamı ve tınısı var paragrafla. Umarım beğendiğiniz bir bölüm olur. Desteğinizi esirgemeyin lütfen.
🎵🎶
Sezenin ağzından

(Yann Tiersan-Comptine d'un autre été)

Çimenlerin üzerinde boylu boyunca yatıyordum. Üzerimde kırmızı bir elbise vardı. Buraya nasıl gelmiştim ben. En son hatırladığım Mert'le buluştuğum ve bedenimin tüm hakimiyetini kaybettiğimdi. Yoksa ölmüş müydüm ben? Burası da cennet miydi? Allah o kadar günahkâr olmama rağmen beni yine de kabul mu etmişti cennetine? Ya da günahlarım o kadar ağırdı ki cehennemde bile cenneti gösterip onun yokluğuyla mı sınayacaktı beni? Daha büyük bir ızdırabın iliklerimde dolaşmasına izin verecekti.

Kafamı hafifçe bulunduğum yerden kaldırdığımda etrafımda hem orman hem göl hem de dağların olduğunu gördüm. Havada uçan kuşların cıvıltıları kulaklarıma doluyordu. Burası cehennem olamayacak kadar huzurluydu. Demek ki ben ölmüştüm. Demek buraya kadardı ha Sezen Aykut?Uzun zamandır sesi soluğu çıkmayan iç sesimin sesi miydi o? Ama bu nasıl olabilirdi ki? İç ses ben öldüysem sen de mi öldün? Senin ne işin var burda?

Sezen bazen gerçekten saçmalıyorsun. Ben senim sen bensin. Bunu ne zaman idrak edeceksin. Sen öldüysen eğer otomatikman ben de ölmüş olmuyor muyum sence? Resmen mantıksız doğdun ve mantıksız öldün. Yazık ya üzülüyorum gerçekten sana.

İç ses, sen de kendimi bildim bileli hep beni yeriyorsun. Bak ikimiz de öldük burda. Sen de öldüğünde bile beni yermeye devam ediyorsun. Sana da yazık ya gerçekten. Sanki bu saatten sonra beni yersen ne yermesen ne.

Öyle mi Sezen hanım? Madem öyle gidiyorum ben. Sen de burda, ölüp ölmediğinin bile meçhul olduğu bir yerde, tek başına kal ve kafayı ye emi!

İç ses, iç ses... Ses yoktu. Gerçekten gitmişti. Ben de burada dediği gibi yapayalnız kalmıştım. Gerçi artık bir önemi yoktu. Gerçekten ölüp ölmediğimi anlamamın bir yolu vardı aslında. Bu yüzden elimi kalbime götürdüm. Halen atıp atmadığını kontrol ettim. Gözlerimi kapatıp "güm güm" sesini duyma umuduyla beklemeye başladım. Bir an için ortam sessizleşti. İçimden ölmemiş olmak için dua ediyordum.

Gerçekten daha az mutsuz olmaya bu kadar yaklaşmışken ölemezdim. Hayatta yaşamak için bir sebebim varken artık olmazdı. İkinci bir şansı hak ediyordum ben. Hayatın bana borcu vardı. Sessizliğin beni boğmasını dahi göze alıp sadece kalp atışlarıma odaklandım. Ve sonunda o sesi duymuştum. Güm güm... Zayıftı ama yine de ordalardı işte. O zaman ne olmuştu bana? Bitkisel hayata mı girmiştim ya da olayı basitleştirirsek sadece uyuyor muydum? Belki de burda olmamın bir sebebi vardı. Bu sebebi öğrenmek için etrafı kolaçan etmeye karar verdim.

Oturduğum çimenlerin üzerinden kalkıp ormana doğru yürümeye başladım. Galiba nerde olursam olayım ormanla özel bir bağım vardı. Bir şekilde orman beni kendine çekiyordu. Ağaçların arasına girmemle ansızın hava karardı. Kulağıma uğultular dolmaya başladı. Sonra ağaçların arasında bir tabela fark ettim. Tabelanın üstünde "Fısıltılar Ormanı" yazıyordu. Anlaşılan ben başka bir bölgenin inanışlarının ev sahipliği yapan Fısıltılar Ormanına düşmüştüm. Yani burası dünyayla işi bitmeyen ruhların, dünyada bir alacağı, bir öfkesi , bir kini kalanların kıyamete kadar onları fısıldamaya devam edeceği yerdi.

Hatta kimi ruhların hesabı olan kişilerin kulaklarına da fısıldadıkları söylenirdi. Güney ve Orta Asyalıların böyle inanışları vardı işte. Ben de bu bölgelerle çok haşır neşir olduğumdan buraya düşmüştüm galiba.

Ormanın içine doğru indikçe fısıltılar çoğalmaya ve uğultu halini almaya başlamıştı. Biraz daha ilerde ay ışığına benzer bi ışığın olduğunu fark ettim. Ağaçların arasından ışık hüzmesi misali yayılıyor ve göz bebeklerimi esir alıyordu. Sanki ruhum hipnotize olmuş gibiydi. Bir güç beni o ışığa doğru çekiyordu. Halbuki hep beyaz ışığa gitme demişlerdi bana. Nedir yani benim bu beyaz ışıktan çektiğim?

(Kıraç-Talihim yok bahtım kara/ Evgeny Grinko-Valse)

Söylenmelerime rağmen bedenimi zaptedemiyordum yine. Bu aralar bedenim bana pek bir itaatsizdi. Işığa doğru yavaş ama tempolu adımlar atıyordum. Işığa yaklaştıkça ağaçların yere eğilen dalları yukarı çekilmeye başlamıştı. Sanki o ışıkta beni bekleyen biri vardı. Benim uzun zamandır beklediğim, özlediğim biri vardı.

Nedense son iki ağaç kaldığında korkmuştum. Göreceğim kişinin canımı yakmasından korkmuştum. Eğer tahmin ettiğim kişiyse onun burada olma sebebinden korkmuştum. Onu yanımda götüremeyecek olmaktan korkmuştum.

Sonra bacaklarım adım atmak için zorlamaya başlamışlardı beni. Elimle tutup gözlerimi daha sıkı sıkarak bacağımı geri çekmeye çalışmıştım ama nafileydi. Engel olamıyordum. Bacaklarım son iki adımı attığında yumduğum gözlerim ışıktan dolayı acımaya başlamıştı. Yine de açmak istemiyordum gözlerimi. Gerekirse kör olurdum ama o kişiyi görmezdim burada.

"Cimcime, bakmayacak mısın bana?"

Kulaklarıma gelen bu ses dudaklarımın büzülmesine, burun direğimin sızlamasına ve bacaklarımın karıncalanmasına neden olmuştu. Gözümden akan yaşları saklamak istercesine kafamı yana doğru çevirdim. Ama bu cümledeki her harf dizlerimin bağının çözülmesine neden olmuştu. Bu yüzden daha fazla dayanamamış ve kendimi dizlerimin üzerine bırakmıştım.

Cimcime... Tek kelime, 3 hece olan bu söz neden bu kadar canımı yakıyordu benim. Kalbimi her hecesi neden pençe misali yırtıyordu. Kalp kaslarımın üstündeki derinin yırtılma sesini duyuyor gibiydim. İçime oluk oluk kan akıyordu sanki. O kan beni zehirliyordu, zayıf olan kalp atışlarımı yok etmek adına oyununu kuruyordu sanki.

Omzumda hissettiğim elle irkildim o anda. Elleri buz gibiydi. Üşümüştü işte, toprak ona yakışmamıştı. Bu soğuk onda hiç cool durmamıştı. O buraya ait değildi, o bana aitti. O benim kalbime aitti. Soğuk hiç bu kadar yakıcı olmamıştı. Cehennemi sanki bu soğuk yaşatmıştı bana.

Bir cümle daha çalındı sonra kulağıma : "Abiciğim, yapma ama böyle!"

Daha fazla dayanamamıştım. Omzuma koyduğu elini öpmüştüm onun. Kokusunu içime çekmeye çalışmıştım ama kokusunu alamıyordum işte. Çünkü rüyada koku alınmazdı. Hıçkırıklarımın beni boğmasına izin verirken daha fazla kendimi tutamamış ve gözlerimi açıp sarılmıştım ona. Kollarımı boynuna kenetleyip göz yaşlarımı ilk defa saklamamıştım ondan. Devamında ise ağzımdan çıkan feryatlara ben bile inanamamıştım:

"Senin için öldü diyorlar. Senin için toprak oldu diyorlar. Yüreğimi çıkartıp elime verip sonra da nefes almamı bekliyorlar benden. Senin elin yerine başka elleri tutmamı da beklediler senelerce. Sen elimi bıraktın diye başkası tuttu elimi abi. Sen beni bıraktın diye düştüm o uçurumdan.

Ben inanmadım ki senin öldüğüne. Bekledim hep seni. Dedim ki benim abim beni bırakmaz, söz verdi bana. Benim elimi asla bırakmayacak dedim. O sözünü tutar, gelecek dedim. Aylar geçti, mevsimler geçti ama sen gelmedin abi. 2 senenin sonunda kabullendim gelmeyeceğini. Yine de inanmak istemedim öldüğüne. Sonra mezarına götürdüler beni. Mezar taşında adını görünce yıkıldım. Öyle bir düştüm ki düştüğüm o yere çakıldım.

Sezer Aykut... Aynı anadan, aynı babadan olmayan ama benim öz be öz abim olan Sezer Aykut. Babam, anneme çocuk istemediğini söylediğinde ben daha 5 yaşındaydım. Sonra annem bir hastalığa yakalandı ve rahmini aldılar. Annem yıkıldı o günden sonra. Ama bir gün babam elinden tutup seni getirdi. 'Şermin bak, bu senin oğlun. Adı Sezer. Sezen bak bu senin abin.' dedi bize. Sonra bir gün olsun kimse aksini düşünmedi. Bize geldiğinde 9 yaşındaydın ama gelir gelmez seni nasıl sevmiştim hatırlıyor musun? Bizi abi kardeş yapan gönül bağıydı çünkü.

İşte ben o yere çakıldığımda o bağı bizden söküp almaya çalışıyorlar gibi hissettim. Çünkü eğer o mezarda yatan sensen bana verdiğin sözü tutmamışsın demekti. Ama sen benim abimdin, böyle bir şey yapamazdın ki bana. Sonra ellerimle kazıdım toprağını. Bak bu ellerimle! Halen tırnaklarımda kum taneleri var gibi hissediyorum. Çakıl taşları battı parmak uçlarıma. Seni benden alan toprağı kurutmak istedim. Bağırdım var gücümle.

'Çıkarın onu burdan. Benim abim yapamaz ki burada. O sevmez ki soğuğu. Üşür orada, en çok elleri üşür. Ben hohlayamam ki onu artık. Ne olur çıkarın onu... Geri ver onu bana, yalvarırım geri ver. Bak ne istersen veririm yeter ki onu bana ver!'

Ama seni geri vermedi bana. 'Yapma kızım, eziyet edilmez ölüye' dediler. Sana ölü diyenlerin boğazına çökmek istedim. Senin yerine onlar ölsün istedim. Gerçekten canın yandı mı abi? Eziyet mi ettim ben sana?"

"Hayır cimcimem, olur mu öyle şey? Ben o gün izledim seni ama gelemedim yanına. Sen çakıldın ya o gün o yere. Ben bir kere daha öldüm o zaman. Senin gözünden akan tek bir yaş için canımı verirdim ben. Ama artık sana verebilecek bir canım olmamasına üzüldüm ben."

"Abi, sen ne diyorsun ya? Ben senden hiçbir zaman ölmeni istedim mi? Canını isteyen oldu mu senden? Ben bu hayatta senden tek bir şey istedim. Yanımda ol istedim ya. Düştüğümde elimden tutup sen kaldır istedim. Karanlıktan artık korkmayım istedim. Sen karanlığı bile yenebilecek kadar güçlüydün çünkü. Gece senden korkardı. Üstüme örtemezdi zifirisini.

Ama sen gittin, gece musallat oldu bana. Güneş bana sırtını döndü. Ben sen gittikten sonra neler yaşadım biliyor musun sen? Herkese tek çocuğum dedim ben senelerce. Sırf abin nerde diye sormasınlar diye. Ölümünü bana kimse hatırlatmasın diye yalan söyledim en yakınlarıma bile. Ama her kız çocuğunun abi diyişinde etlilerimi lime lime parçaladılar sanki. Kulaklarımda başlayan tarifi olmayan bir çınlama desibelini arttırıp aklımı yitirmeme sebep oluyordu neredeyse. Kafamda kalan son tahtalarımda kırıldı gidişinle.

Bir dostum var mesela. Can dostum diyorum ona ben. Onun bir abisi var mesela, her abi diyişinde milim milim şah damarıma akıyor vücudumda dolaşan kanlar. Kendi kanım beni zehirliyor sanki. Ama ben hiçbir şey yapamıyorum. Hiçbir şey söyleyemiyorum. Hayatı suçlamaktan da vazgeçmiştim ben. Taa ki seni burda görene kadar.

Söylesene abi ne işin var senin burda? Nasıl olur da burada olursun? Nasıl beni bitmek bilmeyen bir azapa daha hapsedersin. Sana daha ne kadar gönül koymam lazım söylesene!"

"Üzgünüm cimcimem, gidemedim seni bırakıp. Sen kendini suçladın diye ayrılamadım burdan. Sen elimi bıraktın diye gönül koydun bana. Ben de kendimi hapsettim bu sonsuzluk hapishanesine. Sen acı çekiyorsun diye ben de mahrum ettim kendimi huzurdan. Ne zaman senin gözünün yaşı dinerse ancak o zaman gidebilirim ben ait olduğum yere.

Beni bırakmanın zamanı geldi artık Sezen. Benim daha fazla bilinmezliğe savrulmama izin verme ne olursun! Bu bir veda değil. Şunu unutma asla bırakmadım ben elini, sana bir nefes kadar yakınım. Elini ne zaman sol yanına koysan ben hep ordayım. Bunu sakın unutma!"

Kollarımı boynundan ayırıp geriye doğru adımlarını atmaya başladı abim. Bir seslendim, iki seslendim ama duymadı. Feryatlarımı ne o dinledi ne de bu kara orman. Fısıltılar bile yerini feryatlarıma bıraktı. Bir bilinmezliğin bilinene yolculuğuydu belki de bu. Ama bilinen bazı zamanlar bilinmezlikten daha çok yakıyordu işte insanın canını.

"Abii..." diye gözlerimi açmıştım o anda. Rüyamdan uyanmış ve kendi gerçekliğime dönmüştüm. Ağzımda oksijen maskesi, elimde damar yolu açılmış bir vaziyetteydim. Ellerim ıslaktı. Göz ucuyla baktığımda Mert'in kafasının elimin üzerinde olduğunu gördüm. Sanırım göz yaşları elimi ıslatmıştı. Ansızın çektim elimi. Elimi çekmemle kafasını kaldırdı ve bana baktı. Elini saçlarıma götürmek istediğinde kafamı yana çevirdim. O anda sordu bana: "Kırmızı, iyi misin? Geldin mi kendine? Ağrın, sızın var mı?

Hakikaten nasıl gelmiştim ben buraya. Ağrım, sızım yoktu şu an ama buraya gelmeden önce yaşadıklarım da neyin nesiydi? Neden o kadar seneden sonra şimdi hesaplaşmıştım abimle? Bunların hepsinin mantıklı bir açıklaması olmalıydı. Ben kendi kendime mantıklı bir açıklama ararken doktorum ayağıma gelmişti. Tüm sorularımın cevabı onda gizliydi belli ki.

"Sezen Hanım uyanmışsınız bakıyorum da. Nasıl hissediyorsunuz kendinizi. Kafanızda zonklama ya da kulaklarınızda çınlama var mı? Ya da bacaklarınızda karıncalanma?"

"Hayır, iyiyim ben. Ne oldu bana doktor bey? Neden burdayım ben. Mert buraya gelmeden önce bazı testlerden bahsediyordu. Kötü bir şey mi var yoksa?"

(Eventhia Reboutsika-Another Day)

Bu sorumdan sonra doktor bir anlık tereddüt etti elini alnına götürüp kaşını kaşıdı. Mertse birden ayaklanıp duvara doğru ilerlemişti. Kolunu ağzına götürdüğünde bana bir şey bekli etmemek adına dişlerini etine geçirdiğini anlamıştım. Belki 30 saniyeliğine oluşmuş olan bu sessizlik hayra alamet değildi. İçime çöken huzursuzluk korku duygusunun peydah olmasına sebep oluyordu. Doktorun sarsılıp bana cevap vermesiyle birazdan her şeyin ortaya çıkacağını anladım:

"Sezen Hanım şu an için siz dinlenin. Serumunuz bitsin ve odama gelin. Hastahanede kalmanızı gerektiren bir durum yok. Odamda detaylar konusunda bilgilendireceğim sizi."

Doktorun odamdan çıkmasıyla şüpheler beynime hücüm etmişti atlılar gibi. Serumun bitmesine yaklaşık 5-6 dakika kalmıştı zaten. Mert bir şey biliyordu, bu her halinden belliydi. Yine de ona sormak gelmiyordu içimden. Merak ettiğimden değildi, sadece kötü bir şeyim varsa ve Mert bunu biliyorsa ona borçlu kalmak istemiyordum. Ya da bunu benim onu affetmem için kullanmasını. Bunun olmaması için içimden dua etmeye başladım.

Birkaç dakika sonra serum bittiğinde Mert hemşireyi çağıracağını söylese de onu dinlemedim. Tek hamlede damar yolunu çıkardım elimden. Biraz canım yanmıştı ama olsun. Mert'e mihnet etmek istemiyordum. Sezen "ne yapıyorsun" dese de umursamadım. Kalkmaya çalıştığımda biraz başım dönmüştü. Mert koluma girmeye çalıştı o anda. Hiç düşünmeden kolumu çektim ve: "Yardımına ihtiyacım yok. Hem sen neden burdasın ki? Gidebilirsin uyandım nasıl olsa. Artık benim hayatımla ilgili hiçbir şeyde söz sahibi değilsin çünkü." diye tersledim.

Duvarlara tutunarak gitmeye çalıştığımda koridordan geçen bir hemşire beni durdurdu ve tekerlekli sandalyeye oturttu. Oldum olası sevmemiştim bu sandalyeleri. İnsana sağlıklıyken bile kendini aciz hissettiriyordu bunlar. Yine de mecburiyetten kabul ettim bu seferliğine. Hemşire beni doktorun odasına kadar getirdi. Kapıyı tıklayıp "gel" sesini duymasıyla tekerlekli sandalyeyi içeri kadar sokup doktorun lacivert renkli deri koltuklarının önünde durdurdu. Koltuğun koluna dayanarak koltuğa oturdum. Hemşireye teşekkür etmemle hemşire odadan ayrıldı. Mert de istemesem de karşıma oturmuştu.

(Evgeny Grinko- Short Memory)

Sanki bildiği bir masalı tekrar dinleyecekmiş gibiydi. Gözlerindeki hüzün istemesem de kalbimi acıtıyordu. Ya bir şeylerin sonuna gelmiştim ya da benim için yeni bir hikaye başlıyordu. Bu fıkradaki tek fransız şu an bendim ve biraz sonra dinleyeceğim fıkra hayatımın en komik olmayan fıkrası olacağa benziyordu.

Doktor derin bir nefes alıp söze girdi: "Sezen hanım, test sonuçlarınız çıktı. Mert beye bir şeylerden şüphelendiğimi ama kesin bir şey söyleyemeyeceğimi söylemiştim. O da kesin bir şey çıkmadan sizi telaşlandırmamızı istemedi. Normalde 1.dereceden olmayanlara bu bilgileri veremiyoruz ama sizin ve onun için bir istisna yaptım. Çünkü sizi çok seviyor ve endişeleniyor sizin için. Mert Bey'e siz uyanmadan önce anahatlarıyla açıklamaları yaptım. Size de bunlardan bahsetmeden önce birkaç soru sormak istiyorum izninizle. Son 1 sene içinde vücudunuzda yerli yersiz kasılmalar, boşalmalar hissettiniz mi? Ya da kendi iradeniz dışında bilincinizi anasızın kaybedip bir takım halüsinasyonlar gördünüz mü? Ya da asla unutmam dediğiniz şeyleri dahi unuttuğunuz oldu mu?"

Doktorun soruları İzmir'e geldiğim günden beri yaşadıklarımı gözden geçirmeme sebep olmuştu. Aslında söylediği her şeyi yaşamıştım. Sesli düşünerek doktorun da gözden geçirmeni duymasını sağladım: "Keremle metro istasyonunda buluştuğumda vücudumu kontrol edememiştim. Sonra bayılmıştım. Bundan önce de birkaç defa bu tarz vücudumu kontrol edememe ve bayılma durumlarım olmuştu. Spor müsabakasına katıldığımda Senayı gördüğümü sanıp onunla yarışmaya çalıştım. Halbuki o ölmüştü. Müsabakada ansızın ayağıma kramp girdi ve hatta boğuluyordum. Geçmişe dair bir takım travmalarımı halen hatırlayamıyorum. Mesela ben ışık açık asla uyuyamam ama nedense son birkaç aydır ışığı sürekli açık unutuyorum. Sonra..."

Daha saymaya devam edecekken doktor yeterli olduğunu söyleyip sözümü kesti. Galiba bu saydıklarımın hiçbiri hayra alamet değildi. Doktorun açıklamalarıyla da tahminlerim tescillenmiş oldu:

"Bu açıklamalarınızla teşhisimi güçlendirdiniz ne yazık ki. Bu belirtilerin hepsi ne yazık ki sizin hastalığınızla ilgili. Mert Bey'e anlattıklarımı şimdi size aynen aktaracağım..."

Mert'e açıkladıklarını tek tek bana da anlattığında her sözünde yumruğumu sıkmama engel olamadım. Son kurduğu cümle ise hayatımı mahvedecek olan cümle olmuştu: "Sezen Hanım üzgünüm ama MALS hastasısınız. 2.Evre..."

Dünya üzerinde sadece 1 kişide görülmüş mucizevi bir hastalık dahi beni bulmuştu. Hayat bana kurduğu oyununda zalimliğini etmeye devam ediyordu.

"Ne yazık ki hastalık hayalet semptomlar şeklinde ortaya çıkmış siz de. Öncelikle size hastalığın gidişatını ve işlevini anlattım. Şimdi ise size olacaklardan bahsedeceğim biraz. Anlattığım gibi beyniniz hızlı bir şekilde iflas ediyor. Öncelikle kol ve bacaklarda güçsüzlükle başlar ama siz de bunların yanında hastalık ilerledikçe ortaya çıkması beklenen belirtiler de görülüyor. Yani şu andan itibaren ansızın dengenizi kaybedebilir, düşebilirsiniz. Vücudunuzu kontrol edemeyebilirsiniz.

Kas sisteminiz çalışmayı durdurmaya başlayacak yavaş yavaş beyniniz çökmeye devam ettikçe. Çok şiddetli kramp ve ağrılarla karşılaşacaksınız. Ansızın gücünüzü kaybedeceksiniz. Diğer yandan görme kaybı veya çift görme ya da duyamama gibi semptomlarda ansızın kendini gösterebilir. Ansızın konuşamayacaksınız, bazen yediklerinizi dahi yutamayacaksınız ve en önemlisi hangi belirtinin ne zaman ortaya çıkacağını bilemeyeceksiniz.

Ruhsal anlamda ise ani duygu değişimleri yaşayacaksınız. Sinirliyken ansızın gülmeye başlamak gibi. Korku filmi izlerken göz yaşlarına dahi boğulabilirsiniz ya da komedi filminde çığlık atabilirsiniz. Çok sık depresyona yakalanabilirsiniz. Bazı günler çok basit şeyleri dahi unutabilir hatta kısa süreli hafıza kaybı da yaşayabilirsiniz. En son evrede ise yürüyemeyeceksiniz. Bu saydıklarımın hepsine sahip olacaksınız. Ne yazık ki yatağa bağlanıp, kendi başınıza nefes dahi alamayacak hale geleceksiniz. Çok hassas bir hastalık olduğu için her şeyi dosdoğru açıklamak zorundaydım. Çok üzgünüm."

"Üzgünüm"... Üzgün olmak bir şeyleri değiştirmiyordu çoğu zaman. Ne karşıdakinin acısına merhem olabiliyordun ya da bir şey değişiyordu o kişinin hayatında. Bir kişinin hayatının tepetaklak olmasını sağlayacak şeyleri anlatıp sonrasında üzgün olmak dünyanın en saçma şeyiydi. Mucizeleri inanmayı bırakmış biri olan benim hayatımda bir mucize meydana gelmişti. Kötü bir mucize...

Bu kadar mucizevi bir hastalığın tüm dünya nüfusu içinde beni seçmesi kötü talihimin bir yansımasından başka bir şey olamazdı herhalde. İnsan böyle bir durumda ilk ne söylerdi ya da tepkisi ne olurdu? Hangi söyleyeceği ya da yapacağı hareket mantıklı karşılanırdı bilemiyorum. Ama benim gibi mucizelere inanmayı bırakmış bir kız çocuğunun yapacağı tek bir şey vardı bu durumda. Belirsizlikleri gidermek...

"Peki ya sonra, ölecek miyim?"

Sorduğum soru hayatımın dönüm noktasıydı. Bir tarafım ölmeyeceksin lafını duymayı bekliyorken diğer tarafım öleceksin demesini umuyordu. Sonuçta o duruma geldikten sonra ölmek daha iyi bir kurtuluştu.

Gerçi benim hikayemin ben her seferinde bir akıl hastahanesinde deli gömleği giymiş halde karanlık bir odada ölümü beklerken sonlanacağını düşünmüştüm. Bu son en azından daha az acılı bir son olurdu.

"Maalesef bunu söylemek çok güç. Ama sizden önce tek bir kişide görüldüğünü söylemiştim. O kişi en fazla 6 yıl yaşayabildi, teşhisten sonra. Sizin durumunuz daha farklı belki bu sizin için 6 ay da olabilir 10 sene de. Ama önünde sonunda ölüm sizi yakalayacak mı derseniz, benim uzman görüşüme göre ne yazık ki evet. Hastalığınızın son evresinde ölüm sizi karşılayacak."

"Bir yanlışlık olmalı. Bir daha bakın. Ne bu Mertin bir oyunu mu yoksa? Ne oldu Mert seni hayatımdan çıkardım diye acı mı çektirmeye çalışıyorsun bana? Böyle şeyin şakası olur mu ya, böyle oyun olur mu? Kendinize gelin! Yapmayın ne olursunuz. Bu kadar ağır bir oyun olamaz!"

"Sezen Hanım sakin olun. Maalesef bir oyun yok! Keşke bir şaka olsaydı ama değil. Ben hipokrat yemini ettim bu mesleğe başlarken dolayısıyla kimsenin lafıyla hareket etmem.
Benim için her şeyden önce hasta gelir. Ben bu mesleğe hayat kurtarmak için girdim ve ne pahasına olursa olsun sizi kurtarmayı deneyeceğim. Umudunuzu kaybetmeyin!"

(Timuçin Esen-İtirazım var)

Umut... İçimde uzun zaman önce yeşermeyi bırakmış bir kır çiçeğiydi sanki. Yıllar yılı yağmur yağmayınca kurumuş yok olmaya yüz tutmuştu. Sonra bir gün bir kırlangıç ağzında bir damla su ile yanaşmıştı kır çiçeğinin yanına. O su damlası hayata tutundurmuştu kır çiçeğini. Umut kırlangıçın ağzında taşıdığı bir su damlasında gizliydi.

Kerem hayatıma giren kırlangıçtı benim. İçimdeki umut tanelerini yeşertmeye başlamıştı. Şimdi ise umut asla var olmayacak bir peri masalının sayfalarına saklanmıştı. Var olmayan şeyi kaybetmek mümkün müydü?

Umutsuzluk kapıya dayandığında kapıyı hayal kırıklıkları açardı. Hayal kırıklığı umutsuzluğu kucakladığında artık geri dönüşü olmuyordu. Geri dönüşü olmayan yolun sonu ise önünde sonunda isyana çıkıyordu.

Ayağa kalkıp: "Neden ben? Dünyada milyonlarca insan var. Bense onlar arasında en önemsizlerdenim belki de. Neden öleyim ki ben, yeterince diyet ödedim. Ha..hayır...hayır inanmıyorum size. O..olamaz böyle bir şey." diyerek isyanımın temellerini atmıştım.

Ağzımdan çıkan sözler o an hissettiklerimin binde biri bile değildi belki de. Dudaklarım titriyordu her çıkan hecede. Gözlerim dolmuştu, hıçkırıklarım hızlanıyordu. İvmesi artan nefes alışları yavaş yavaş kendini boğulma hissine terk etmeye başlamıştı. O arada kafam titreyerek sağa sola döndüm "hayır ben olamam" diyip bir öne bi geri yürümeye başladım. Bu sırada bacaklarımın titrediğinin farkında bile değildim.

Bir anlık tökezlediğimde, beni bu halde gören Mert birden ayağa kalkmıştı. Koluma girmek için beni tuttuğunda elimi dur manasında Merte doğru kaldırdım. Dönen başımı umursamayarak sağ elimi titreyen dudaklarıma kapattım. "Bir şey yok, ben iyiyim" diyerek güçlü durmaya çalıştım. Geri çekildiğimde gözlerimden akan yaşlar beni ele vermişti. Öleceğini öğrenen kimsenin güçlü olamayacağının bence onlar da farkındaydı.

Ayaklarımın bağının çözülmesiyle kendimi dizlerimin üzerinde buldum. Kalkamıyordum işte... Başımda muazzam bir ağırlık vardı. Dünyanın tüm yüklerini bana yüklemişlerdi sanki. Ellerim buz kesmiş, ensemde ise tarif edilemez bir sıcaklık peyda olmuştu.

Kendimi okyanusun ortasında çırpınan bir beden gibi hissediyordum, yüzmeyi biliyordum ama beni bulamayacaklarını da... Ölmemek için çırpınıyordum sanki ama Azrailin nefesini tam ensemde hissediyordum. Ne kadar çırpınırsam çırpınayım yorulacağımı biliyordum ve ben çırpınmayı bıraktığımda okyanusun dibinde boğulacağımı anlıyordum.

İşte bu anda pes etmişliğimi tüm hücrelerimde hissediyordum. Dayanacak gücüm olmadığı gibi tutunacak dalım da kalmamıştı. Bana seslenenlerin seslenmelerini duymuyordum artık. Suyun altında boğuklaşmış ses dalgalarından farkı yoktu artık onların.

Sezenin "Neden ben"deyip ayağa kalktığındaki hali temsili

Hissizlik tüm vücudumu ele geçirdiğinde elimi koltuğa atıp tutunarak ayağa kalktım. Hiçbir şey söylemeden, kimseyi dinlemeden çıktım doktorun odasından. Galiba bir şeyleri kabullenmeye başlamıştım. İnsan aynı anda hem birçok şey düşünürken hem de hiçbir şey düşünemiyor olabilir miydi? Yine duvarlar ve ben vardık. Tek dayanağım onlar olmuştu yine. Beni taşımak istemeyen bacaklarımın aksine ellerimden tutmuştu onlar.

Duvara sürtünerek adımlarımı sıklaştırmıştım. Sanki 7 sene öncesine geri dönmüştüm. Sanki zaman hiç akmamış ben hiç bugüne gelmemiştim.

Sahi yaptığım seçimler mi getirmişti beni bu noktaya? Şu an sahip olamadığım zaman, başka seçimler yapmış olsam sahip olduğum bir şey olur muydu?

Mesela halen hatırlayamadığım o anı hiç yaşanmasaydı, yani ben o bodruma hiç inmeseydim hayatım nasıl olurdu? Yine duvarlarla arkadaş olan masum ama yalnız o küçük çocuk olarak kalabilir miydim? Ölüm yine de tutar mıydı eteğimden? Yine de pençesini atar mıydı masum bedenime?

Sonuçta günahlarımın bedeli değil miydi bu hastalık? Günah olmadan ödenecek bedel de olmazdı sonuçta.

(Fazıl Say-İnsan İnsan)

Hastahaneden zorlukla çıktığımda temiz havadaki oksijen, hiç olmadığı kadar yakmıştı ciğerlerimi. Belki de o an ciğerlerimi yakan oksijen değil, hissizliğin kendini acıya bırakmasıydı. Kafam yerinde değil gibiydi. Nereye gitsem daha rahat ederdi içim. Nereye kaçsam yaşadıklarım sadece bir kabustan ibaret olurdu?

Beynim gerçekten de şu an fonksiyonlarını yerine getiremiyordu. Boş bir teneke misali sokaklarda bir o yana bir bu yana savrulmaya başlamıştım. Ruhum ölmüş ve bir ceset torbası haline gelmiştim. Savruluşumun son noktası ise yine çok sevdiğim parklardan biri olmuştu.

Kışın bitmesiyle karlar erimiş ama kar yerini hafif bir serinliğe bırakmıştı. Kuruyan toprak yağmurlarla ıslanmış, canlanmaya başlamıştı. Güneş vardı ama içimi ısıtmıyordu. Üşütmeyen serinlik ise iliklerime kadar donduruyordu beni. Hissizlikten sonra hissettiğim ilk şey buydu galiba: Soğuk...

Esen rüzgarla her dakika daha çok üşüyordum. Kaç saattir yürüdüğümü ve buraya nasıl geldiğimi de bilmiyordum. Hislerimin üzerime üşüşmesi ise dizlerimin bağının çözülmesiyle olmuştu. Bacaklarım toprakla buluştuğunda, diz kapaklarımı ıslatmıştı toprak. Ve toprağın soğuğu canımı yakmıştı.

Sonra omzumda bir el hissetmiştim. Bu el Mertin eliydi. Galiba hastahaneden beri takip ediyordu beni ama ben fark edememiştim. Omzuma dokundurduğu elini bu defa itmemiştim. Ona doğru dönüp boynuna atlamıştım.

"Ölümden başka her şey yalan" diye boşuna demiyorlardı. Şu an ne kızgınlığımın ne de kırgınlığımın bir önemi vardı. Ölüyordum sonuçta. Şu anda tek istediğim birine sarılmak ve nefesim kesilene kadar ağlamaktı. Öyle de yapmıştım zaten. Mertse sadece sımsıkı sarılmıştı bana ne tek bir söz söylemişti ne de beni teselli etmeye çalışmıştı. Sadece yanımda olduğunu hissettirmişti bana.

Ne kadar süre böyle kalmıştık bilmiyordum. Mertten ayrılıp kendimi bir tarafı kırık banka oturttuğumda, artık sadece diz kapağım değil bacağımın alt tarafı da sırılsıklam olmuştu. Peki umrumda mıydı? Değildi. Hayat bir şeyleri umursamamayı zaten öğretmişti bana, son yaptığı hamlesiyle de içimdeki son duyarlılık kırıntısını tarumar etmişti.

Gerçekten şu an düşünüyordum da hayat hiçbir zaman gülen yüzünü göstermemişti bana. Hayatım hep sonbahardı benim. Kışa mahkum, bahara karşı umutsuz. Hayat her seferinde yapraklarını üzerime daha şiddetli döküyordu. Tüm ağaçlarım sararana tüm çiçeklerim solana kadar ruhuma sonbaharı dolduruyordu. Uğultucu bir rüzgar etrafımı sarmalıyor ve hiç kimsenin olmadığı o ıssız parkta tek başıma kalıyordum. Sesleniyordum sesim yankılanıp bana dönüyordu. Soğuktan ruhum üşüyordu.

Yaşım belki 18'di ama ruhum 58. Hayat mevsimleri bana haram kılıp beni sonbahardan sonraki kışa mahkum ederek hayatımdan bir 40 yıl daha çalmıştı. Halbuki daha büyüyememiştim. Beni çocuk öldürüp içime yaşlı bir kadını koymuştu. İçimde bana ait olan yıllarım ise sonbaharın sararmış yapraklarının altına gömülmüştü.

Hiç 20 olamamıştım ben. Üniversiteye gidip hiçbir şeyi umursamazca davranıp eğlenememiştim. Hiç 25 olamamıştım ben.  Mezun olup o mezuniyet töreninde kepimi fırlatamamıştım. Hiç 28 olamamıştım ben. Aşık olduğum adamla bir yuva kuramamıştım.

Hiç 32 olamamıştım. Çocuğumun ilk adımlarını, ilk anne deyişini, ilk yapbozunu yapışını kaçırmıştım. Hiç 37 olamamıştım, kariyerimin zirvesini yaşayamamıştım. Çocuğumun ilk karne hediyesini alamamıştım. Hiç 47 olamamıştım. "Kırışıklıklarım yüzünden artık beni sevmeyeceksin" diye yakınamamıştım. Kızım "Ben aşık oldum anne, ne yapacağım?" dediğinde ona "korkma" diyememiştim. Direk 58 olmuştum ben. Hayatın benden çaldığı o 40 seneyi yaşayamamıştım. Buğulu bir havada görünmez bir hayat yaşamıştım sanki.

Şimdi hava buz gibiydi. Sararmış yaprakları uçuran rüzgarın yerini, ayaz almıştı. O kırık bankta oturan bense kar tanelerine teslim olup bedenimi de ruhumu esir alan kışa teslim etmiştim. Teslim olmuştum büsbütün. Çünkü artık benim için mevsim sonbahar değildi. Nice baharlar gelmeyecekti kıştan sonra. Kışta açan kardelen olan ben, asla baharı göremeyecektim.

Hayat ruhumdan aldığı o 40 yılın yerine belirsiz bir hayat biçmişti bana. Sonbahar ve Kış arasındaki arafta savrulan bir yaprak olmuştum ben de artık. Artık her şey için çok geçti... Bu günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Hıçkırıklarım çöktüğüm kırık banktan tüm havaya yayılıyordu. Gülüşlerimi alan hayat, hıçkırıklarımı bana iade ediyordu.

🍂🍁🍂

Mert, parktan beni eve kadar getirmişti. Kapıya geldiğimde sanki konuşmak istiyormuşçasına yüzüme baktı. Ardından vazgeçip sadece "İyi misin?" diye sordu. Böyle bir durumda galiba sorulacak en saçma soruydu bu. Yine de her şeye rağmen benim için yaptıkları için bir cevabı hak ediyordu:

"İyi değilim Mert, bugün için sana teşekkür ederim ama benim biraz kendi başıma kalmaya ihtiyacım var. Biraz kendimi topladığımda seninle konuşacağım ama sadece bugünkü konu ile ilgili. O yüzden lütfen şu an bana bir şey sorma olur mu?"

"Peki Sezen, öyle olsun. Ama şunu unutma sen beni affetmesen de kovsan da ben yanında olacağım. Doktorun dedikleri zerre umrumda değil. Bu hayatta imkansız denilen şeyin var olduğuna inanmıyorum ben. Yurt dışına gideriz gerekirse. Tanıdıklarım var benim Amerikada. Kimseye bir şey söylemeyelim dersen söylemeyiz de. Sadece umudunu kaybetme ne olursun. Bir de beni kendinden uzaklaştırma. Hem senin için hem de benim için zaman gerek.
Zaman her şeyin ilacı değil mi zaten?"

(Balmorhea-Remembrance)

Yine dönüp dolaşıp bu söze gelmiştik. İnsanların diline pelesenk ettiği bu söz ne kadar da saçmaydı aslında. Zaman, hasta olduğunuzda ateşinizi düşüremezdi. Zaman, aşkınız karşılıksız olduğunda aşk acınızı dindiremezdi çünkü sevdiğiniz kişiyi size aşık edemezdi. Zaman, hiçbir şeyi unutmaya da yaramıyordu. Unutmayı sağlayan yine insanın kendisiydi. Zaman insanlara umut tacirliği yapan bir ögeydi sadece.

Kısacası zaman çare falan değildi. Hem zaman bile lükstü kimi insanlar için. Zamana sahip olamayanların işini zamanın şansına bıracak durumları yoktu benim gibi. Merti de bu yüzden bu yanılgıdan kurtarıp odama gitmek için çok sevdiğim birinin sözlerini söyledim:

"Mert, zaman ilaç falan değil. Bu sadece çaresizlerin avuntusu. Zaman çare de değil halbuki onlar için. Zaman gerçekten çare olsaydı! Onu saatçiler değil, eczaneler satardı!!!"

Cümlemi bitirdiğimde içeri girip kapıyı çektim. Yavaş yavaş yukarı çıktım merdivenlerden. Şişmiş gözlerimi herkesten saklamaktı niyetim. Hiçkimseye bir şey söylemeyecektim. Daha kendimin kabullenemediği bir şeyi bir başkasına izah etmenin pek de mantığı yoktu zaten.

Bu yüzden Kerem'in de hiçbir şey anlamaması için ne kadar merak etsem de odasına uğramadım. Odama gelip kapıyı kapatmamla kapının açılması bir olmuştu ama. Ben daha arkamı dönmeye kalmadan boynumda bir buse belimde bir çift kol hissetmiştim. Ben Keremden kaçsam da o yine bulmuştu beni. "Nereye kaçıyorsun Delim? Yoksa beni özlemedin mi sen?" diye de sitemini etmişti.

Belime doladığı kollar huzuru hissetmeme sebep oluyordu. Sanki dünyadaki her şey önemsizmiş gibi geliyordu. Sanki sadece onla benim var olduğum bir dünya kuruyordu sıcaklığıyla. Bu huzuru düşlemeye devam etmek istemem bencillik miydi? Öleceğimi bile bile onu yanımda tutmak istemem beni kötü biri mi yapardı? Hayat bana karşı bu kadar bencilken biraz benim bencil olmak istemem yanlış mıydı?

Aşka şu zamana kadar inanmamıştım. Cenki bırakmamla aşkı da bırakmıştım. Aşk yakıyordu, yıkıyordu çünkü. Can acıtıyordu. İyi olan ne varsa yok edip kendine haksızlık etmene sebep oluyordu. Benim Kerem'e duyduğum şey aşk değildi, seviyordum ben onu. Sevgi ise yapardı. Kötü şeyleri bile güzelleştirebilecek bir sihirli değnekti. O yüzden yıkamazdım ben Kerem'i. Beni kaybetmek onu yıkardı.

"Yok be Darcy ne kaçması! Ben sadece sen dinlen diye odama çıkayım dedim. Biraz yorgundum hem. Yoksa seni özlemeden geçirdiğim tek bir saniyem bile yok."

"Hmm...demek öyle. Ama sen böyle yaparsan ben odama dönemem ki geri. Seni bir saniye bile bırakmak istemem."

Bu sözü üzerine kollarını kendimden uzaklaştırıp kasığına bir tekme geçirdim. Bu hareketimden sonra etrafında zıplayarak dönmeye başladı. Ben de o acılar içinde kıvranırken oh canıma değsin yapıp yatağıma oturdum. Ellerimi yatağımın üstüne koyup Kereme döndüm ve "Bazen siz erkekler romantizm yapacağım derken beyninizle düşünmeyi bırakıyorsunuz. Doğru tarafla düşünmenizi sağlamak için sinyali yanlış yerden uzaklaştırmak gerek işte böyle!" diyip kahkahayı bastım.

Kerem bu sırada kaşlarını çatmıştı. Acısı hafiflediğinde sandalyeyi karşıma çekti ve oturdu. Elini elimin üstüne koydu ve: "Affedersin öyle demek istemedim. Sadece şaka yapmak istemiştim sana. Neden bu kadar fazla tepki verdiğini de anlamadım. Biz seninle hep böyle takılırız birbirimize. Bir sorun mu var Sezen?" dedi. Sesi endişeli çıkmıştı. Bir şeyleri sezmiş olabilir miydi?

Elini elimin üstünden çektim ve bacaklarımla bağdaş kurdum. Ardından da: "Hayır canım bir sorun yok! Sadece... bu aralar kafam dağınık biraz. Malum gitme meselemiz var. Onu enine boyuna tartmaya çalışıyorum. Ondan öyle davrandım herhalde. Sen de kusuruma bakma lütfen." diyerek onu savuşturmaya çalıştım.

İkna olmuş muydu, emin değildim. Fakat cebinden çıkardığı biletleri bana uzatınca iki şeye emin oldum: Birincisi gerçekten gitme konusunda ciddiydi ve tren biletlerimizi bile almıştı bunun için. İkincisi ise ikna olmadıysa bile bu hususu fazla kurcalamak istemiyor gibiydi.

Bileti alıp incelemeye başladığımda o da söze girdi: "İşte biletlerimiz. O gün gelene kadar sen düşün. Ben o gün o garda seni bekliyor olacağım. O güne kadar da sana hiçbir şey sormayacağım. Kararını etkilemek istemiyorum. Fakat senin de en azından babanı kampa 1 hafta sonra gitmek adına ikna etmen gerek. Bu şekilde zaman kazanmış oluruz. Yoksa 2 gün sonra kampa gidecek değilsin ya?"

(Ludovico Einaudi, Daniel Hope- Experience)

Ah ya tamamen unutmuştum ben o meseleyi. Gitme mevzusu üzerine hastahane derken kafa kalmamıştı bende. Kararım ne olursa olsun Kerem haklıydı. Şu an kampa falan gidemezdim. Zaten önünde sonunda aileme hastalığımı anlatmak zorunda kalacaktım. Peki ya Kerem? Onu bu bilinmezliğe sürüklemeye hakkım var mıydı?

Annesi gözünün önünde ölmüş küçük yaralı bir çocuktu o halen. Geceleri hâla kabuslarla uyanan bir öksüzdü. Yitirdikleriyle yitmeye yüz tutmuş yine de kopmamak için var gücüyle dalına tutunan bir yapraktı. Kader de o kadar garipti ki annesinin ölümüne sebep olan o melun hastalığın bir başka türevi yine kapısına dikilmişti.

Tarih gerçekten tekerrürden mi ibaretti? İnsan kaderine ne yazıldıysa onu mu yaşardı? Mümkün değil miydi bu gidişe bir dur demek? Bir şeylerin gidişini değiştirmek?

Hayat tüm imkansızlıklarıyla karşına dikilse de atladığı bir şey vardı. Tanrı yalnızca gökyüzünü verir! Uçurtmayı sen yaparsın.

Ben öyle bir uçurtma yapacaktım tüm tekerrürlere inat, tarihin tüm bildiklerine yıkacaktım. Her şeye rağmen, herkese rağmen Bu Sefer Olmaz diye haykıracaktım. Bazı şeyler ne yaparsan yap olmazdı çünkü.

Bu hikayede de hayat bize mutluluk denilen şeyin var olabileceğine inandıramamıştı. Biz de mutluluğa inanmayıp daha az mutsuz olmaya çalışan insanlar olup çıkmıştık. Belki de hayırlısı böyleydi; Keremin daha az mutsuz olmasını sağlayacak hikaye, benim daha az mutsuz olabileceğim sondu.

"Delim, nereye daldın öyle? İyisin değil mi?"

"Haa yok iyiyim. Düşün dedin ya biraz erken başladım galiba düşünmeye. Darcy, ben biraz yorgunum da ben uyusam sen de odana gitsen ayıp olur mu? Bir de ben kararımı verene kadar yalnız kalabilir miyim? Yanlış anlamazsın değil mi beni?"

"Tabi canım yat, uyu sen. Yalnız kalman gerçekten gerekli ise ben beklerim ama kararın olumsuz da olsa aramızda bir şey değişmeyecek değil mi? Biz her türlü zorluğu aşabiliriz beraber. Bunu biliyorsun değil mi?"

Şimdi ona ne demeliydim. Aramızda hiçbir şey değişmeyecek desem yalan söylemiş olmaz mıydım? Belki sevgimiz değişmezdi ama ilişkimiz aynı kalamayacaktı. Her zorluğu belki aşabilirdik eğer ölüm aramıza girmemiş olsaydı. Şu an ne desem yalan olacaktı. Belki de hayatta yalanlara mecbur kaldığımız zamanlar var olmak zorundaydı.

"Evet, yalnız kalmam gerekli. Bunları da biliyorum merak etme. Her şey yakında çözüme kavuşacak. Bekle sadece olur mu?"

Kafası salladı ve alnıma bir öpücük kondurup kapıya yöneldi. Kapıyı açtığında gitmeden önce "İyi geceler Delim" deyip odadan çıktı.

İşte yalnızlığımla ve kendi karanlığımla baş başa kalmıştım. Cam bir fanusun içinde cenin pozisyonunda uzanmıştım sanki. Ne kadar çabalasam da cama vuruyordum. Hiç ışık yoktu farkındaydım. Karanlık içime işliyor beni daha çok kendine çekiyordu.

Galiba insanın kendi karanlığında boğulması, işte bu evrendeki en trajik ölümdü.

Bu Sezon Finalinin 1.partıdır. Lütfen 2.parta geçiniz. Sezen ve Kerem⬇️

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top