Sen kimsin?
Bu aralar bir takım aksililikler oldu o yüzden bir türlü bölümü yetiştiremedim. Hayat koşuşturmacası işte bazen bizi hiç tahmin etmeyeceğimiz noktalara sürükleyebiliyor. Bu sefer daha standart bir uzunlukta yazmaya çalıştım-gerçi ne kadar becerebildim o tartışışılır ama-.Bu bölümde bir alıntıya da yer verdim. Arada hoşuma giden bölümle alakalı olabileceğini düşündüğüm şeyleri de paylaşmayı düşünüyorum bölüm içerisinde. Umarım bölümü beğenirsiniz. Vote ve yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen.🙏🏻
Sen Kimsin-Ayben
Sezenin ağzından
"Sadece geri dönsen olmaz mı?" demiştim. Bu cümleye gelene kadar tüm edebiyat bir yol olmuş, kütüphaneler döşemişti patikamdaki taşları sanki. Yüreğimi lime lime kıymıştım sanki bu yolda. Ağzımdan çıkanlar sanki dilime varana kadar tüm hücrelerimin elinden geçmişti. Sadece edebiyat parçalamakla kalmamış. Belki de şu zamana kadar uğruna yaşadığım tek şeyi de parçalamıştım. Gururumu patikadaki taşları tutsun diye harç yapmış, deliliğimin önüne sermiştim. Geri dön derken eve mi demek istemiştim aslında yoksa bana mı bilmiyorum? O kadar şeyi bilmiyorum ki belki de bu bilinmezlikler girdabı öldürecek beni bir gün.
Hayatta bu kadar bilinmezliğin içine çekilmek, hep bir yerden bir yere bir acıdan diğerine savrulmak normal mi gerçekten? Hayat dedikleri gerçekten bir bilinmezlik çalkanışından mı ibaret? Akılla kalbi bir paydada buluşturabilecek bir güç yok muydu gerçekten bu körpecik bedenlerimizde? Hayatta buna itecek bir ivme yok muydu? Sorulardan çıkıp da cevaplara baykuş gibi tüner miydik bir gün? Karanlıkta bile yolumuzu görebilir miydik yarasa misali? İçimizi yiyip bitiren kurtçuklar ilaçlanıp bertaraf olurlar mıydı bir gün?
Ve ben Sezen Aykut bir gün korkularımı, şüphelerimi düşünmeksizin sonucunun ne olacağını kestiremiyor olsam da kulaç atar mıydım hayata? Sorularımın cevaplarını henüz kendime veremiyor olsam da sen bu sorunun cevabını bana veremez misin be Kerem Atalay?
Kendi içimde Kerem'in vereceği cevaba o kadar odaklanmıştım ki kulaklarımdaki uğultunun sebebini kestiremedim. Sanki birisi ben kendi içimde kaybolmuşken bir şeyler söylemişti de bana o labirentte uğultu misali ulaşmıştı o sözler. Sözler bana ulaşamamış olsa da kalbime bir şeyler ulaşmış olacak ki kalbimde Quasimodonun çanları çalıyordu. Notredamın kamburu misali bir şeyler asılıyordu bu çanlara.
O sırada göğsümde bir balyoz darbesi hissettim. Bir el boynumun arkasındaki saçları omzuma sarkıttı. Ensemde hissettiğim nefesle irkildim. Ardından usulca kulaklarıma doğru ses titreşimleri ulaşmaya başladı. Kulağıma üflenen nefesle tüylerim diken diken olurken gıdıklanma hissiyle bir huylanma meydana geldi. Silkelendiğimde kulağıma ulaşmış ses titreşimleri yankı yapmaya başladı: "Ben senden hiç gitmedim ki, gidemedim ne kadar istesem de. O yüzden sen git diyene kadar seninleyim."
Ne demekti yani bu, geri döncem mi demekti? Yoksa bir cümlenin altında başka binlerce anlam mı yatmaktaydı? Yoksa ben yine şüpheciliğimi öne çıkarıp paranoyaklığın zirvesine mi tırmanıyordum? Hayatta yaşadıklarımdan sonra şüphecilik ayrılmaz bir parçam haline gelmişti. Belki de o yüzden basit cümlelerin, cevapların ardında dahi başka şeyler arıyordum. Ama ne yapabilirim ki ben sadece hayatın kendisine ayak uyduruyorum. Şüphelerimi bir kenara atıp düşünmeyi bıraktığım sırada ancak idrak edebilmiştim. Uzun zamandır hiç bu kadar sıcak ve huzurlu hissetmediğimi...
Bu Donukta bir şey vardı karakterinin aksine benim içimi sımsıcak bir hal aldıram, manasını bile unuttuğum belki de hiç bilmediğim huzuru iliklerime kadar yaşatan... Benden ayrıldığında-yani sarılmayı bıraktığımızda- tam "Hadi yurda gidip eşyalarını toplayalım ve evimize dönelim." diyeceğim sırada tiz ama etkileyici bir ses işitmiştim. Bu bir kadın sesiydi. "Keremmm..." diye bağırıyordu arkama döndüğümde Işıl'ın tasvirine ve en olası ihtimale göre onun Tuğra olduğuna karar verdim.
Biraz sonra yanımıza geldiğinde direk Kereme sarılıp ardından da bi kolunu beline doladı: "Neredeydin sen ben geleli yarım saat oldu burda. Ayrıca bu kız da kim, ne işi var burda?" dedi.
Evet, sonunda bu kız olmuştum. "Bu kız" derken öyle bir göz devirişi vardı ki o an onunla çok iyi anlaşacağımızı anlamıştım(!). O sırada Kerem eliyle beni göstererek tanıştırma girişiminde bulundu: "Tuğra 'bu kız' dediğin Sezen oluyor, Sezen bu da benim kızılım yani Tuğra. Hadi memnun olun sonra tanışırsınız." dedi ve beni de diğer tarafına alarak Tuğra ve ikimizi kulübeye kadar götürdü.
Hava biraz soğumuştu, az da olsa üşümüştük. Kulübeden içeri girdiğimde Kerem kapıyı kapatırken Düş kapanının zilleri ıslık çalmıştı. Bu anı kaçırdığıma halen inanamıyorum, o an bir dileğimi aklımdan geçirmiş ya da dilemiş olsaydım gerçek olcaktı ama kaçırdım bu fırsatı.
Düş kapanı için bir çok rivayet bulunuyor. Kimisine göre düş kapanını yatağının başına asarsan kabus görmeni engellermiş, kimisine göre de kötü düşünceleri sizden uzaklaştırarak iyi düşüncelerle dolmanıza yaradığına inanılır. Benimse inandığım nokta dileğini gerçekleştirmesi. Daha önce bir kere dilemiştim ve gerçek olmuştu o yüzden özeldir benim için.
Kimisi yıldız kaymasına, toteme ya da düş kapanına batıl der veya hurafe der geçer. Bence bunun batıl olması senin o sıradaki dileğini ne şekilde gerçekleştirdiğinle alakalı. Ben mesela Allaha dua ediyorum o sırada ve bu maddeler benim için sadece araç oluyor böylece. "Tüh kaçırdım" dediğim sırada benimle beraber üzülen ve aynı tepkiyi veren bir kişi daha vardı. Tuğra...
Tabi ya burası onun eviydi. Haliyle düş kapanı da onundu. İnanmasa sırf aksesuar niyetine asmazdı buraya herhalde. Tepkimi görünce bana döndü ve: "Yoksa sen de mi bendensin? Düş kapanının dileğini gerçekleştirdiğine inanıyorsun yani? Daha doğrusu o sırada ettiğin duaya vesile olduğuna." diye sordu.
Biz kapıda dikilmiş bunun üzerine konuşurken Enis lüksünden kısamamış ve havanın azıcık soğumasıyla şömineyi yakmıştı. Kerem de soluğu onun yanında almıştı. Ben de koltuğa oturdum ve ayakta dikilir vaziyette kalmak zorunda kalmamak için ve : "Evet benim için de çok özeldir düş kapanı sen hikayesini.." dediğim sırada en sinir olduğum şeyi yapmış ve sözümü kesmişti.
Ardından da üzerindeki paltosunu asıp Keremin yanındaki tekli koltuğun başına oturdu ve bacak bacak üstüne atıp: "O hikayeyi pek kimse bilmez aslında. Çoğu kişi rüya boyutuyla ilgileniyor. Düş kapanının dileklerini gerçekleştirmesi mevzusu da şurdan geliyor:
Bir rivayete göre bir peri bir insana aşık olmuş. Adam bir balıkçıymış. Balık tutar, ağ yapar ağ satarmış. Sonra bir gün bu periyle karşılaşmış ama onun peri olduğunu bilmiyormuş. Çünkü hiçbir zaman bu tarz şeylere inanan biri olmamış bu yüzden onun kanatlarını da sihrini de göremeyecek kadar körmüş. Zaman geçmiş adam da yavaş yavaş periye aşık olmaya başlamış. Sonra bir gün perinin düşmanlarından biri olan su cadısı kılık değiştirip adamın yanına gelmiş. Amacı periyi yok etmekmiş ve bu periyi de ancak gerçek aşkın ihaneti yok edebilirmiş.
Balıkçıya eğer ki bir perinin dilini keser de kendisine getirirse çok zengin olacağını bu hayatta istediği her şeye sahip olabileceğini söylemiş. Lakin adam "Peri diye bir şey olmadığını söyleyip böyle bir şeyin nasıl mümkün olabileceğini sormuş".
Cadı ise ona bir şişe verip bu şişedeki sıvıyı içince artık onları görebileceğini ve inanacağını söylemiş. Adam da cadıya inanmış ve şişedeki sıvıyı içmiş. Sonradan aşık olduğu kadının peri olduğunu görmeye ve inanmaya başlamış. Halbuki şişedeki sıvı sadece deniz suyuymuş. Adam güç uğruna o şişe sayesinde inanacağını kabul edip inanmış ama bundan haberi olmamış.
Sevgilisi periye hiçbir şey çaktırmayıp o uyurken dilini kesmiş. Peri o sırada uyanıkmış ama çıt çıkarmamış bir türlü sevdiği adamın böyle bir şey yapabileceğine ihtimal vermemiş ama sevgilisinin bir insanoğlu olduğunu göz ardı ediyormuş. Sevgilisi odanın kapısından çıkıp giderken sadece gözünden birkaç damla yaş akmış ardından da oracıkta tuz buz olmuş. Adamsa perinin dilini cadıya götürmüş ama cadının gerçekleri anlatmasıyla çok pişman olmuş.
Aç gözlülüğü ve güç hırsı yüzünden bunları yaptığı için sevgilisinin kendisini hiç affetmeyeceğini düşünüyormuş ama yine de ondan af dilemek için koşa koşa onun yanına gitmiş. Yatağın üzerindeki tozları alıp o sıvıyı içtiği şişeye koymuş. Sonra da kendisine bizim düş kapanı dediğimiz ağı yapıp üzerine o tozları serpiştirmiş. Onun sesi olur belki diye de kamışlar koymuş. İşte rivayete göre dilsiz perinin gerçekten gönülden dilerse biri ıslık çalarak dileklerini gerçekleştirdiği söylenmeye başlamış. Ki bir daha kimse hiçbir şey uğruna sevdiklerinden vazgeçme gafletine düşmesin."
Tuğra hikayeyi anlatmayı bitirdiğinde kanım çekilmiş gibi hissetmiştim. Ben bu dilek hikayesinin bu kadar dehşet verici olabileceğini hiçbir zaman düşünmemiştim. Nasıl bir insan güç veya para uğruna sevdiği insana zarar verebilir gerçekten benim aklım almıyor. Sevgi gerçekten bu kadar değersiz mi insanların gözünde ya da onu bulmak bu kadar basit mi varsayılıyor bir türlü anlam veremiyorum.
İster tarihte ister masalda isterse efsane de olsun aşk sonucu acı çeken hep kadınlar oluyor. Hem daha çok seven hem de daha çok hayal kırıklığına uğrayan... İnsanoğlunun nankörlüğü çağlardan beri değişmeyen ve bilinen bir gerçek ama bu nankörlüğün çoğunun insan tarafından değil de insanoğlu tarafından gerçekleştirilmesi de erkeklerin ne mal olduğunu çok güzel ortaya koyuyor.
Çok sevdiğim bir insan söylemişti bunu da bana kadınlar insan, erkekler insanoğlu diye. Çünkü kadın erkeği dünyaya getiren varlık. Ne de güzel söylemiş diyorum şimdi bir kez daha. Şimdi burdan bana "Neden erkeklere güvenmiyorsun -gerçi erkekleri geç kimseye güvenemiyorum da onlara daha çok-?" diye soranlara sesleniyorum. Durum böyleyken neden güveneyim ya. Benim bu konudaki haklı isyanıma katılan biri daha vardı. Bir çok erkekten farklı olan biri; Enis.
Donuğun aksine hikayeyi can kulağıyla dinlemiş ardından da çeşitli küfürler edip " Böyle şerefsizlerin kökünü kurutmak gerek. Senin yaptığın ne adamlığa sığar ne de insanlığa. Bir kere adam olan sevdiği kadın yanında olduğu sürece küçük bir kulübeyi bırak çukurda dahi yaşar. Soğuğa terk edilse tüm hücreleri donsa yaşam fonksiyonları sadece kendini üşüme hissine bırakırsa sevgilisinin teni ısıtır onu, açlıkla imtihan olsa huzurla aşkla doyurur karnını ve gerçekten seven insan hangi koşulda olursa olsun şikayet etmez. Bilakis her dakika her saniye onu kendine bağışladığı için Allaha şükreder." diye başka ve şaşırtıcı bir isyanda bulunmuştu.
Gerçekten Enisi alan yaşamıştı Donuğa alacak kişiye de sabır diliyorum gerçekten adam şaka gibi uyumuş hatta horlamaya başlamış utanmadan. Şimdi Enis de erkek bu Donuk da ama fark işte. Zaten bir elin 5 parmağı da bir olamaz ki bu da o hesap bence. Ama aklın yolunun bir olduğu da yadsınamaz. Çünkü Tuğra da benim gibi düşünüyor olacak ki eline aldığı yastığı Donuğa fırlattı. Yastığın havada taklalar atıp Donuğun kafasına çarpmasıyla Donuk gazaya gidercesine "Ya Allah" diyip olduğu yerde sıçradı. İstemeden de olsa ağzımdan küçük halli bir kahkaha çıkmıştı ama ağzıma elimi kapatıp kendime engel olmuştum.
Donuğun sıçramasının ardından da Tuğra sitemkar bir tavırla: "Yuh ama Kerem horlamak ne ya toplu alandasın bir de. Hadi ben tasvip etmesem de alıştım senin ayılıklarına ama aramızda yabancılar var. Ayrıca sen ne zaman yontulup kalastan kütüğe terfi edeceksin ve benim bunu görmeye ömrüm vefa edecek mi bilmiyorum."
Şimdi burda yabancı diye bana mı demişti o. Hahhay sensin o yabancı. Kerem benle yaşıyordu bir kere sen son birkaç ayda benden daha yabancı hale gelmişsindir onun için emin ol! Hadi Kerem bildir şu kıza haddini.
Donuk tam anlamıyla uyanmış ve kendini gelmişti. Ben ondan bir taaruz beklerken hayal kırıklığına uğratmıştı beni yani en azından bir bakıma: "Ya Tuğra yine ne yaptım ben. Yorgunluktan ya da stresten horlarım ben bilmiyor musun sanki? Haklısın Sezen'e ayıp oldu belki biraz ama başka ne odunluğumu gördün allah aşkına. Benden kalas olur mu ayrıca? Den hiç bu kadar kaslı bir kalas gördün mü?" deyip egoist bir bakış atıp kollarını çapraz pozisyona getirmişti.
Ne yani gerçekten cool olduğunu falan mı sanıyordu şimdi(!) Ayrıca kaslı kalas olur mu ne demek ya, espiri miydi bu şimdi eğer öyleyse hiç komik değil yani. Ayrıca o da mı beni yabancı sınıfına koymuştu öyle. "Sezen'e de ayıp oldular" falan onlar da ne oluyor şimdi.
Tuğra da sinir olmuş olacak ki dişlerini sıkıp elini kafasına vurup: "Aaaah Kerem öldürcem seni bir gün. Katil olcam, elimde kalacaksın yani. Yapma şu embesil esprilerini. Bir de körle yatan şaşı kalkar derler. Ne olurdu sanki incelik hususunda biraz Enise çekseydin yani. Demek ki bu körle yatan şaşı kalkar sözü sadece kötü özelliklerin alınması için kullanılıyor. Bari üzüm üzüme baka bakar kararır diyeyim de birazda iyi noktalarınızı paylaşın birbirinizle.Enis ya senin ne kadar güzel bir kalbin var her gün bir kere daha hatırlatıyorsun bunu bana. Şu zamana kadar nasıl oldu da bu güzel kalbin sevecek birini bulamadı anlamıyorum yani. Umarım bir gün senin de o güzel kalbinden nasiplenen birileri olur." dedi.
Senin haberin yok belki Tuğra Hanım ama Enis zaten gönlünü bi Işık Perisine kaptırdı bile. Sen halen alttan alttan yok yabancıymış bilmem neymiş diye laf sok! Zaten bir türlü anlayabilmiş de değilim, bunlar nasıl yakın arkadaşlar? Hiç kimsenin kimseden haberi yok. Ah Sezen senin de başka derdin yokmuş gibi bunları mı düşünüyorsun, boşver yani sal gitsin!
Enis biraz Tuğranın söylediklerinden kaçmak biraz da ortamdaki gerginliği dağıtmak için ayağa kalktı ve ellerini birbirine vurup sürtüştürerek: "Aaa yeter ama millet bu mevzu çok uzadı. Aranızda acıkan yok mu ya biz gidelim Keremle mükellef bir sofra hazırlayalım.
Sonra da madem buraya kafa dinlemeye geldik biraz eğlenelim değil mi?" dedi. Bu konuşmaya en çok katılan kişi düş kapanı muhabbetinden en çok sıkılan kişi olarak Donuk olmuştu ve hiç sesini çıkarmadan Enisi takip edip mutfağa girerek kollarını sıvamıştı. Ben de arkalarından giderek etrafa hafiften göz gezdirmeye başlamıştım.
Mutfak küçük ama hoş döşenmiş nezih bir yerdi. İçimde gereken tüm malzemeler bulunuyordu. Her mutfakta olması gereken buzdolabından tutun kimisine göre zaruri sayılmayacak olan mikrodalgasına kadar. Hatta mutfağın köşesinden kulübenin balkonuna açılan kapının balkon girişinde mangal için bir yer dahi yapılmıştı.
Mutfak kapısından dışarı çıktığımda hafif bir rüzgarın esmesiyle ansızın içimi bir ürperme kaplamıştı. Dışardaki kesici soğukla birleşen salt oksijenin birleşmesiyle ciğerlerim yandı. Sadece birkaç dakikalığına gözlerimi kapatıp balkonun korkuluğuna yaslandım ve kollarımı açıp göğsümü gökyüzüyle kavuşturdum. Sanki dünya durmuştu da sadece hareket eden nefes alan bir ben kalmıştım. Guguklu saate takılmış gibi bir kuş cıvıltısı aynı ritimle sürekli kulaklarımı esir almıştı.
İşte bu anda sıkışıp kendimi huzura hapsetmek istedim ama Donuğun lüzumsuz egosu kendimi soyutladığım dünyadan kopmama neden oldu. Zaten bu altın kalpli adamın en büyük sorunu da buydu. Gereksiz ego...
"Size öyle bir tavuk yapacağım ki parmaklarınızı yiyecek hatta bir daha da benim tavuğumdan başka tavuk yemek istemeyeceksiniz. Allah be şu beceriye bak bir elimde yüz bin marifet. Beni alan yaşadı valla." dedikten sonra duvarda asılı olan önlüğünü alıp çırptı ve bir seferde üstüne giydi. Sert bir şekilde kuşağını da bağladıktan sonra gayet karizmatik bir duruşla tavuğu doğramaya başladı.
İşini titizlikle yaptığı ve ciddiye aldığı yüzünden ayan beyan okunuyordu. Sanki iki dakika önce egosundan kelime israfı yapan o değildi. Şu an bambaşka biri duruyordu karşımda. Tahtaya her bıçak darbesini indirişindeki tak sesi sarsılmama neden oluyordu. Keskin bakışlarıyla bıçaktan çok etki oluşturuyordu sanki et parçalarının üstünde. Bir insan dakikalar hatta saniyeler içinde başka bir kişiliğe başka bir kılıfa bürünebilir miydi gerçekten? Bir renk hem beyaz hem siyah olabilir miydi? Olsa bile aslında hangisi olurdu?
Bir insan hem iyi hem kötü olabilirdi belki. Madalyonun da iki yüzü vardı sonuçta ama bu kadar da uç noktaları yaşayamazdı hiçbir şey. O yüzden kimsin sen Kerem Atalay? Hangi yüzün gerçek? Benim tanıdığım Donuk musun sen yoksa Tuğranın tanıdığı Kerem mi hangisi gerçek sensin?
Tuğranın ağzından
Buraya geldiğimden beri hiçbir şey istediğim gibi değildi. Bu kaçamak bizim kaçamağımız olmalıydı. Biz üç silahşörlerin. Biz Artos, Portos, Aramis olarak zaten dünyayı dize getirebilecek güçteydik. Bir Dartanyana ihtiyacımız olmamıştı ki hiçbir zaman. Bizim samimi ortamımızın üzerine meteor gibi düşen bu kız hangi gezegenin taşıydı. Bizim dünyamızda ne gibi reaksiyonlar oluşturacaktı öngöremiyordum. Herkese karşı her zaman çalışan algılarım bu kızla ilgili birçok şeyi tanımlayamıyor hatta anlam da veremiyordum. Ama emin olduğum bir şey varsa o da bu kız da bir iş olduğu ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağıydı.
Evi bu kadar rahat dolaşması, bu rahatlığı beni rahatsız etmiyor değildi. Tamam onu buraya Kerem çağırmış olabilirdi bu ev Keremin de evi sayılırdı ama en nihayetinde asıl ev sahibi bendim. Bir şey yapacağı zaman bana sorması daha münasip olurdu. Ama bu onun kişilik meselesi yapacak bir şey yok. Herkes asil ve hürmetkar doğmayabiliyor. Herkesin kalibresi de aynı değil yani ama olduğu gibi kabul etmek bize yakışanı. Yine de davul bile dengi dengineyken bu zihniyetsizi Kerem nerden bulmuş aklım almıyor. Neyse yakında çıkar kokusu.
Mutfaktan nihayet enfes kokular gelmeye başlamıştı. Enis her zamanki gibi kendi spesiyali olan salatasını Kerem de her seferinde abartıyor olsa dahi lezzetine söz söyletmeyeceğim tavuğunu hazırlamıştı. Biz de Sezen denilen bu şahısla yavaştan sofraya hazırlamaya koyulmuştuk. Sofrayı hazırlayıp yemekleri de yerine koyduğumuzda Kerem'in bu kıza dönüp de "Bakalım beğenecek misin?" demesi de gözümden kaçmamıştı.
Halbuki onun beğenip beğenmemesinin bir önemi yoktu. Daha kaç aydır tanıdığı bir kızdı sanki o. Normalde kıskanç bir yapım yoktu ama bu kızdan bir türlü iyi elektrik alamamıştım. Çocukluğumdan beri en değer verdiğim insan Keremdi. Onun iyiliğini istemek hatta onu kimseyle paylaşmak istememek de en doğal hakkımdı bence. Bu kız ona zarar verecekti biliyorum ve ben buna engel olmalıydım. Hem de ne pahasına olursa olsun. Şahsiyet-yani Sezen- tavuktan bir çatal aldı ve yüzünü buruşturdu. Zaten damak tadı olmadığı her halinden belliydi ama nezaketen de olsa insan tepkisine dikkat eder yani ama bu kız da o düşünce nerde. Lokmasını yuttuktan sonra çatalını masanın üstüne koydu ve Kerem'e dönerek: "İlk başta insanın ağzında garip bir tad oluştursa da hiç fena sayılmaz Kerem Atalay." dedi. Kendisini gurme sanıyordu herhalde sonradan görme. Ama ben ona eleştiri ne denli yapılır nasıl yapılır öğretmesini de bilirdim.
Kerem'in incinecek olan egosunu toplama her zamanki gibi bana düşmüştü yine: "Şefim siz damak zevki şüpheli olan insanlara bakmayın lütfen. Beni bilirsiniz ben lafımı budaktan sakınmam kime karşı olursa olsun ama tavuğunuzun lezzetine de söz söyletmem. Tamam yaparken biraz abartıyorsunuz ama lezzeti de dünyanın hiçbir yerinde yok. 22 tane ülke gezdim ama sizin spesiyalinizin lezzeti hiçbir yerde yok." diyerek mütevazi ama kayda değer eleştirinin nasıl yapılacağının ipucunu ona vermiştim.
Lafımı bitirmemin ardından o kız oldukça bozulmuşa benziyordu. Keremse elini elimin üstüne koyup: "İşte benim Tuğram ya. Her zaman kadir kıymet bilir ve hak edene hak ettiği değeri verir. Tuğra diyorsa doğrudur kimsenin extra bir şöz söylemesine gerek yok artık." diyerek benim yanımda yer almıştı. Şahisyetse Keremin o kadar dediği şeyden sonra sadece tek bir noktaya takılmış ve bana şunu sormuştu: "Her şey bir yana da gerçekten 22 ülke gezdin mi yoksa sallıyor musun?"
Gerçekten sorduğu soru o kadar gereksizdi ki şu an. Bir kere gezmemiş olsam neden her şeyimi bilen arkadaşlarımın yanında sana yalan atayım ki. Bu kendi ayağıma sıkmak olmaz mı? Yarabbim beni kimlerle sınıyorsun ya. Ama sakin ol Tuğra şu yemek bitsin o zaman ifadesini alırsın bu kızın. Soğukkanlılıkla cevabımı vereceğim sırada bu sefer de Enis devreye girerek hakkımı müdafaa etmişti:
"Sezen biz birbirimizin her şeyini biliriz. Ayrıca Tuğra asla yalan söylemez. Herkesin kırmızı çizgileri vardır bilirsin. Elbette senin de vardır. İşte Tuğranın kırmızı çizgisi de yalandır!" dedi. O kadar doğruydu ki bu söyledikleri. Yalan benim için bardağı taşıran son damla değil direk ilk damla halini alırdı. O kadar önemliydi yani. Benim cevap vermeme gerek kalmamış ve sofrayı kuran Sezen ve ben sofrayı toplamaya başlamıştık. Sofradaki tabakları alıp tezgaha koyduktan sonra Sezen sofradaki tavuk tepsisini almıştı tam tezgahın yanından geçerken birden bana çarptı. En sevdiğim kazağım tavuk sosuna bulanmıştı.
Sinir kat sayılarım gittikçe yükseliyor ve bu gerzeği burda bir kaşık suda boğmamak için kendimi zor tutuyordum. O özür dilemeye başlamadan önce onu kolundan tutup mutfağın salon tarafından görünmeyen kısmına çektim. Ardından da merak ettiklerimi sıralamaya başladım. İlk sorum belliydi ve bu tartışma ateşli bir münakaşaya dönecek hatta alttan laf sokmalar da meydana gelecekti. Ama onun henüz bilmediği bir şey vardı. Tuğra Bulut asla kavgadan kaçmazdı. Ve ilk fitili ateşlemiştim: Söylesene Sezen Aykut sen kimsin?
Kendinizi bir cümleyle tanıtacak olsaydınız bu cümle ne olurdu? Soru belli Siz kimsiniz? Cevapsa siz de:...
Fix sorumuz; Siz olsaydınız bu bölüm için hangi şarkıyı seçerdiniz?
İlk defa Tuğranın ağzından bir kısım yazıldı. Siz Tuğranın üslubunu nasıl buldunuz?
Tuğra Sezenle alakalı şüphelerinde sizce haklı olabilir mi?
Keremle Sezen bu bölümde biraz daha yakınlaştılar. Sizce yakın zamanda Kerem'den bir itiraf gelir mi?
Ve son sorum: Geçmişte yarım kalan açıklığa kavuşturlamayan konulardan ilk önce hangisine netlik getirilmesini istersiniz?
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top