Mektup
🚀🚀🚀
Selam millet, ben geldim. Bu bölümü daha kısa tutmaya çalışacağım ama söz vermiyorum.Bu bölümde sonunda beklenen zaman atlaması yaşanacaktır. Bu bölümde yaklaşık 2 ay kadar bir zaman ileri gideceğiz. Şarkıları sırasıyla dinleyin.
🚀🚀🚀🚀
Naz Ölçal-Yoksun
Leyla the band-Yokluğunda
Nilipek-Son Mektup
2 ay sonra
Sezen'in ağzından
Hayatınızda dönüm noktaları vardır ya hani, bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağınızı anladığınız zamanlar... İşte onlardan birine istemeden sahip olmuştum. Açmamam gereken bir kara kutuyu açmış ama hesaplayamamıştın işte olabilecekleri. Cesurdum belki, gerçekler daha az acıtır sanmıştım ama yanılmışım. Bu düşünce yalanmış aslında. Gerçek her zaman daha çok yakıyormuş canını. Halbuki elimde bir şansım vardı. Eğer ki bir kere olsun kafamın dikine gitmesem kafam kırılmayacaktı belki. Gerçekler gerçekler diye diretmesem halen normal bir insan olabilecektim.
Her gün isyan bayrağını çekmeyecekti aklımın her zerresi ya da vücudumun hiçbir hücresi savaş açmayacaktı kalbime. Ya da beyin hücrelerim onları azat etmem konusunda ısrarcı olmayacaklardı bu kadar. Belki bir yalana inanmaya devam edecektim ama daha az mutsuz olacaktım ben bu hikayenin sonunda. Biliyorum, öyle olacaktım. Başarabilirdim de bunu, yapabilirdik biz. Buna gücümüz yeterdi. Düşe kalka ilerlerdik en azından. Sonuçta çok şey atlatmadık mı biz?
Varsın, ben karanlığın içindeki aydınlığa inanan saftiriklerden olaydım. Bana laf atanların karşısına geçip ying yangtan bahsedeydim ama yine de inanmaya devam etseydim. Çünkü çok fazla inanabileceğim kimsem olmadı benim bu hayatta. İnanmak isteyip de inanamadım çünkü çoğu zaman. İnandıklarım, hep inandığım yerlerden vurdular beni. Sırtımdaki deliklerin de o delikleri açan hançerlerin de sayısını bilmiyorum artık. Gerçi Allah'ı var hakkını yemeyeyim bu sefer, iyi nişan aldı birisi. O kadar iyi nişan aldı ki kendinin sokmasına gerek kalmadan girdi kalbimin ortasına attığı kurşun.
Kurşun daha pratik gelmişti galiba hançere göre. Daha net, daha kararlı bi tavrın göstergesi gibi. Ama hiçbir aldığım yara bu kadar yakmamıştı canımı. Hani derler ya "dostun attığı gül gülle gibi gelir" diye bu seferki ondan da beterdi işte. Dost kazığı yemiştim daha önceden, bu yüzden antrenmanlıydım yani. Ama bu dost kazığı değildi ki. Bir ad koyamamıştım halen buna.
Bildiğim tek şey canımın çok kanadığıydı. Evet doğru duydunuz, yaramın ya da kalbimin demedim. Canımın dedim. Çünkü bu sefer canım o kadar çok kan kaybetmişti ki acil kan aranıyor mesajını iletemeden ex olmuştu.
O kadar şeye rağmen, o kadar acıya rağmen hiçbir şey yıkamamıştı beni. Hiçbir şey öldürememişti bu bedeni. Bu kalp her seferinde tutunmuştu hayata. Tırnaklarını bileyleyip pençe yapıp takmıştı pençelerini bırakmamak üzere. Şimdi ise kırılmıştı hepsi. Tutunamamıştım işte.
Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar listesine adımı altın harflerle yazdırmayı başarmıştım sonunda. Hemen üzülmeyin en azından değerim daha erken anlaşılacak. Ruhum en azından bir yere tutunabilecek ve bir yere ait olacak. Tıpkı tüm tutunamayan ruhlar gibi buraya sarılacak. Yalnız da olmayacak hem. Ben onun adına seviniyorum o yüzden. Hem yaşayınca anladım ki ölmek o kadar da kötü değilmiş. Her an yaşayıp ölememek daha kötü.
Peki hem ölü hem canlı olmak mümkün mü? Halen nefes alıyor ve acı çekiyorum. Kafamı taşlara vurmak istesem de bazen özlüyorum onu hâla. Ruhu ölü, bedeni diri olan ilk yitik olarak tarihe geçiyorum böylece.
Bedenimde uslanmayan kısımlar mevcut halen. Gözlerim hâla ona inanmak istiyor. İnkar ediyor yaşananları. Kulaklarımla sürekli kavga içindeler. O gözlerime göre daha sert bu hususta. Onun ağzından çıkan her kelimeyi içine hapsettiğini söylüyor. Bu işin şakası olmaz diyor sürekli bana.
Bir de aklımla kalbim var tabi. Aklım sürekli o kelimeleri her zerresine kazıdığını benim de artık aptal olmamam gerektiğini hatırlatıyor bana. Kalbim ise sürekli tek bir şeyi haykırıyor bana "Kerem yapmaz" diyor. "Bu işte bir iş var" diyor. O halen inanmakta diretiyor az da olsa ona.
Ben de sorguluyorum arada zayıf düşüp kendimi. "Daha az mutsuz olmaktan bahsettiğine göre her şey yalan olamaz" diyorum. Bu kadar özel bir şeyi ben gidince söylemezdi arkamdan diyorum. Diyorum ve sadece diyorum. Sonra ise kendime geliyorum. Söylediklerimin arkasında durmam gerektiğini hatırlatıyorum kendime. Ardından yasımı tutmak için inzivaya çekiliyorum.
Ölmeyen birini öldürebilir misiniz gerçekten? Yaşayan birinin üstüne toprak atmak mümkün mü? Olabilir mi bu? Fikir ayrılıkları yaşadığınızı duyar gibiyim. İçimde tam 2 ay önce bugün Kerem Atalay, nam-ı diğer Donuk, ölü bulundu. Cesedi tanınmaz halde olsa da ben teşhis edebildim. Çünkü ben tanırdım onu, bilirdim. İçimde binlerce kez selası okundu ama ben bir kere olsun aldırış etmedim. Duymazdan ya da görmezden gelmeye çalıştım. Ama sonra fark ettim ki içimde toprağa giren oydu ama ölen bendim. Kendi yasımı tutuyordum belki de farkında değildim.
Günler geçiyordu, aylar geçiyordu, mevsimler geçiyordu ama içimdeki bu acı geçmiyordu. Geçmediği gibi katlanarak artıyordu. 2 ay olmuştu tam tamına.
Gözlerimi bir pencerenin önünde açmıştım o zamandan beri. Sonra yine o pencerenin önünde kapamıştım. Zamanın her anını izlemiştim. Kar tanelerinin yer yüzünü terk edişine tanık olmuştum bir bir. Sokakları temizleyen amcalar tepeye çıkan güneşle beraber eriyen karları küremişlerdi önce. Sonra kurumuş dallara yavaş yavaş can gelmeye başlamıştı. İnsanların da üzerindeki kaşeler, ardından kazaklar çıkmaya başlamıştı birer birer. Güneş daha çok kendini göstermeye başlamıştı bizlere.
Bahar göz kırpmaya başladığında ise dallardaki yapraklar yeşermeye, yerdeki çiçekler açmaya başladı. Hava biraz daha ısındı sonra. Kuşlar gelmeye başladılar. Hatta biliyor musun karşıdaki ağaca bir bıldırcın yuva yaptı. Her gün kuş cıvıltısı doluyor penceremden içeri. Yine de bazı kısımlara gelmek istemedi bahar.
Mesela benim içimde halen kara kışlar kol geziyor. İçimi donduran soğuk her gün biraz daha ele geçiriyor beni. Uyku uyutmuyor, yemek yedirmiyor. Yaşama karşı direniş gösteriyor sanki. Odamdan da pek çıkmak gelmiyor içimden, okula da gittiğim söylenemez.
Özel bir okul olmasa kesin sınıfta kalırdım bu sene. Arada bizim çocuklar geliyor yanıma. Mert sağolsun zaten hiç yalnız bırakmıyor beni. Bugün bunları yazabiliyorsam bu kağıda onun payı büyük.
Yokluğunda olan şeylere ek şunları söyleyebilirim galiba. Yokluğunda beraber gittiğimiz yerlere gittim. Senin sen olduğun zamandaki benim ben olduğum zamanda gittiğimiz yerlere...
Üstü çizilmemiz bir hikayemiz varken adım attığımız her yere ben tekrar attım adımımı. Sana inandığım zamanlardaki anılarımıza sarıldım o yerlerde. Bir yalana kurban gitmediğimiz zaman dilimlerinden medet umdum. Her taşı, her yaprağı, her kediyi veya köpeği takip ettim birer birer. Her baktığımız yerde gülüşlerimizi, bağırış çağırmışlarımızı hatta sana attığım dayakları bile gördüğümde kendime hakim olamadım. Hıçkıra hıçkıra ağladım o zaman.
Yoldan geçenler sordular bana "Neyin var" diye, onlara dönüp de "Bu hayatta inandığım tek insan içimde öldü. Halen selası okunuyor kulaklarımda." diyemedim. Sadece ağlamakla yetindim. Hatta bir ara o kadar derinden ağlayıp bir bankın dibine çökmüştüm ki etrafımdaki insanlar da başlamışlardı benle ağlamaya. Birçok insana göz yaşı borcun var anlayacağın.
Biliyorum kızıyorsunuz bana sanki bir sürü insana anlatırmış gibi yazdım bazen. Bazen de ona döndü kelimelerimin yönü. Siz nasıl yazdığımdan çok benim halen ona ithafen yazabilmeme kızıyorsunuz. Saflığıma doyamamama ve halen bir tarafımın ona inanmak istemesine kızıyorsunuz. Ya da onun için yas tutmaya dahi değmeyecekken onun için çektiğim bu acıya kızıyorsunuz.
Belki de kızdığınız ben değilim esasında. Ben de gördüklerinize kızıyorsunuz. Kim bilir belki de kendinizi görüyorsunuz bana baktıkça, belki de benim yaptığım hataları yaptınız zamanında. Onları hatırlıyorsunuz beni gördükçe sonrasında pişmanlıklarınıza kızıyorsunuz. Belki de neden daha güçlü olamadım diye sorguluyorsunuz kendinizi? Ya da keşke gözüme perde inmeseydi de saf olmasaydım diyorsunuz.
Peki size şunu sormak istiyorum. Burda kim suçlu kandıran mı kandırılan mı? Bu sorunun cevabı düşündükçe karmaşıklaşabiliyor aslına bakarsınız. Çünkü ilk defa kandırıldıysanız bu hayatta, kandıran suçludur. Sonuçta siz başınıza gelebilecek şeyleri öngöremezsiniz. Ne de olsa henüz böyle bir hayat tecrübesi yaşamamışsınızdır. Ama ilk değilse kandırılmanız, işte o zaman kandıranı suçlamaya hakkınız yok. Kendinize dönüp bakmalısınız o anda. Tıpkı şu an benim yaptığım gibi. Çünkü sorumlusu sizsinizdir artık. Ders almamışsınızdır, hatanızda ısrar edip aynı döngüye hapsolmuşsunuzdur.
Gerçi ben ders almıştım hatalarımdan. Söz de vermiştim kendime; bir daha bu kadar saf olmayacağım diye. Bir daha kimseye inanmayacağım diye...
Güya ona da inanmıyordum başlarda. Sonrasında ne olmuştu da kazanmıştı o güveni? Kimsenin yıkamadığı o dağları nasıl tek bir omuz darbesiyle yarıp geçmişti? Tek sebebi devasa kasları olamazdı herhalde. Bir güç vardı beni ona çeken... Bir şey vardı onda yaralarımı iyileştiren... Şeytan tüyü vardı onda belki de etrafına bir etki kalkanı kuran...
Ama önemi yoktu artık bunların. Ne de olsa bitmişti artık benim için.
Tamam, kabul ediyorum 2 ayda bitirememiştim onu ama bu hiç bitiremeyeceğim anlamına gelmezdi ki. Sonuçta ne insanlar silmiştim ben gönül defterim. Şunun şurasında yaklaşık 10 aydır tanıdığım birini mi silemeyecektim? Elbette ki silerdim. Kaybolup gidecekti sonunda bu yazdığım. Bir daha da geri gelmeyecekti. O yüzden son dizelerimi yazayım buraya.
"Hasret mi, Ölüm mü deseler
Ölümü seçerdi
Tereddütsüz
Hiç gözünü kırpmadan
Ama ona soran olmadı ki..."
Yırtılmış bir kağıt parçasının üzerine yazılmıştı bu dizeler. Kim yazmıştı, kime yazmıştı bilmem. Ama benim durumumu anlatmak için yazılmış sanki. Bana da sormamıştı Kerem. Gitmek isteyip istemeyeceğimi sormamıştı. Yalan mı gerçek mi diye seçenek sunmamıştı. Boşluk mu sonsuzluk mu diye sormamıştı. "Yokluğuma alışmak mı, ölümümle yaşamak mı yoksa ölümü göze almak mı? Nedir seçimin?" dememişti bana. Bana hiçbir seçenek bırakmamıştı. Gitmekti tek yapabileceğim.
Ama o benden önce gitmeyi seçmişti. Bense onun karşısına geçip her şeyin anlamsız hale geleceğini söyleyememiştim. "Sen gittin, artık yoksun ve boşuna yağıyor artık yağmur. Birlikte ıslanamayacağız ki." diyememiştim. Bana sormadan benden gitmesinin daha doğrusu aslında bana hiç gelmemesinin hesabını soramamıştım. Ne kadar istesem de bir tokat eşliğinde "Birinin hayatına önce girip onlar için değerli bir hale gelip sonra da öylece çekip gidemezsin." diye bağıramamıştım. Bu yüzden hepsini size yazıyorum. Ve artık Donuk ve Şaşkının hikayesine bir nokta koyuyorum. Virgülü de diğer hikayelere bırakıyorum.
Tüm Tutunamayanlara
Kalemi bırakmamla Işılla Enis'in odaya dalması bir olmuştu. Işıl ve Enis'in ilişkisi 2 aydır o kadar iyi durumdaydı ki bazen saf sevgiye inanasım geliyordu onlara baktıkça. Bu 2 ay içinde olanları anlattığım tek kişi Işıl olmuştu. Mert bilse kesinlikle bunu Kerem'in yanına bırakmazdı çünkü. Biraz deve kini vardı onda. Kendisine yapılanı bir daha unutmazdı tıpkı benim gibi.
Bu yüzden birkaç kere sorsa da geçiştirmiştim. O da sonradan üzerine fazla düşmemişti. Sadece yanımda olup destek olmakla yetinmişti. Işıl'ı ilk öğrenmesinden sonra zapt etmem çok zor olmuştu. Kollarından tutup odamın kapısını tekmelemesine izin vermek durumunda kalmıştım. Sonrasında da Işıl'ın da Kerem'in sırrını bildiğini öğrenmiştim. Gerçi o konuda kafama yatmayan şeyler olmuştu.
Enis'in Işıl'a anlattıklarıyla karşılaştırılınca Enisin pişmanlığı ortadaydı ve Işıl'a anlattığına göre Kerem ondan daha kötü durumdaymış. Keremle ilgili olayda; ya Işıl bana söyler diye Kerem'i masum göstermişti Enis ya da Kerem'in söylediklerinde bir sıkıntı vardı.
Enis'e de kızmıştım aslında ilk başlarda. Hem Kerem'in dostu olduğu için hem benimle ilgili Keremle çirkin konuşmalara girdiği için hem de Kerem'in bu kadar canavarlaşmasına izin verdiği için... Ama sonra düşünmüştüm. Değişmek istemeyen birini kimse değiştiremezdi. Enis'in ne suçu vardı ki? O doğru olanı yapmış ve dostunu korumuştu. Yaptıklarından da dersini almış gibi duruyordu. Işıl'a da dürüst olmuştu her şeyin başında. Delikanlıydı Enis, iyi birisiydi. Güvenilirdi, bunu hissettiriyordu dibine kadar. Işıl kalbi gibi güzel birine sahip olmuştu en nihayetinde. Ben de onun sayesinde böyle güzel bir insanla yakınlaşmıştım.
İçeri girdikten sonra ikisi de her zamanki gibi yatağıma çöreklenmişlerlerdi ve günlük raporumu vermem için gözümün içine bakıyorlardı. Ben de onları pek fazla bekletmemek ve başımdan savuşturmak için harekete geçtim: "Hoş geldiniz gençler. Siz sormadan günlük raporumu vereyim. Mektubumu yazdım. Siz gelmeden önce bitirdim. Sabah bir şey yemedim. Gece 3 saat uyudum. Düne kıyasla bir saat daha fazla. Yüzüme bugün sahte bir gülümseme de kondurdum. Ee bugün daha iyiymişim değil mi? Hadi gidin artık. Bana bekçilik yapmanıza ihtiyacım yok."
Işıl sözlerimden sonra komidinin üzerinden aldığı 5 kiloluk Suç ve Ceza kitabımı kafama geçirmişti. "Ahh..." sesimi duyduktan sonra: "Oh olsun sana Sezen Hanım. Ne biçim konuşuyorsun sen ablanla böyle. Biz bekçilik yapmaya değil yanında olmaya geliyoruz. Sen de bir şey söylesene canım!" diyerek topu Enise atmıştı. Benden sadece 4 ay büyük olmasına rağmen ablalık taslamaya bayılıyordu bu ara bana Işıl. Ben de ses edecek takatim olmadığından ses çıkarmıyordum. Işıl topu Enis'e atınca Enis de ellerini birleştirip dizlerine koydu ve iç rahatlatıcı konuşmalarından birini yapmak için pozisyon aldı:
"Aynen öyle sevgilim. Sezen bak benim ağzımdan çıkacak her laf aslında kor gibi yakacak seni biliyorum. Bu yüzden de olabildiğince bu husus hakkında konuşmamaya gayret ediyorum. Çünkü doğruya doğru seni neredeyse 2-3 aydır iyi anlamda tanıyorum ama Kerem'i çocukluğumuzdan beri. O benim her şeyim. Bu hayatta ondan başka kimsem yoktu benim ailem adına. Hatta benim hayatımda çok uzun zamandır yakın diyebileceğim Kerem ve Tuğradan başka kimse yok. Babam var ama yok gibi.
Tatillerde yüzünü görebilmek uğruna otelde çalışıyorum, orada yatıp kalkıyorum ama bir çalışanın görebileceğinden fazlasını göremiyorum çoğu zaman. Yani aile kavramı çok sığ kalıyor... kalıyordu daha doğrusu benim için. Artık Işıl da var çünkü. Işıl'ın hayatında önemli olan herkes de benim için önemlidir bu yüzden. Hatta elimden geleni yaparım onlar için. Dolayısıyla senin için de elimden gelen her şeyi yaparım. Tek bir şey dışında... O da ailemi kapsayacak şeyler. Bu da Kerem ve Tuğra oluyor. Yani demem o ki ben sana yaşadığınız olaya dair bir şey söyleyemem ama her zaman yanındayız. İster bekçi de ister psikolog ister takipçi hatta sapık de ama gitmiyoruz."
Enis uzun konuşmasını bitirdiğinde rahatlatıcı değil de ciddi konuşmalarından birini yaptığını anlamıştım. Gerçi biraz da olsa rahatlatmıştı beni o ayrı mesele. Enis de de farklı etkiye sahip bir şeytan tüyü vardı. Sözleri sihirliydi mesela. Yüreğine bir köprü kuruyordu insanın. Bu sefer de öyle olmuştu. Ben de onlara dönüp sadece "Sağolun çocuklar" diyebilmiştim.
Işıl kafamı yere eğmemden sonra odağı tekrar kendine toplamak için ellerini çırpmıştı. Sonra da "Evett..." diyerek elinde getirdiği torbaları önüme yığmıştı. Ben ne yapmaya çalıştığına anlam vermeye çalışırken o torbalardan birinden bir ajanda, çantasından da bir kalem çıkardı. Eline aldığı kalemle bir şeylere tik atıyordu. "Işıl ne yapıyorsun" desem de oralı olmamıştı. Ben de bunun üzerine mal mal onu seyretmeye başlamıştım.
Yaklaşık yarım saat geçtikten sonra artık sıkılmaya başlamıştım ki Işıl "Bitti" diyerek ajandayı sertçe kapattı. Sonrasında da açmam için bana uzattı. Ajandayı açtığımda fotoğraflar, bilgiler, tarihler, saatler, listelerin içinde bulunduğu bir plan görmüştüm. En yukarıda kocaman bir kalp içinde alınmış tarih ise... Benim doğum günümdü. Yani 5 gün sonra 26 Nisan.
Benim bir şey dememe kalmadan Işıl başıma tüneyip tüm planladığı şeyleri anlatmıştı. Sonra da: "5 gün sonra doğum günün Sezenkuş. Ve senin için öyle bir parti yapacağım ki o gün yeniden doğacaksın. Üzerine 2 aydır yapışmış olan bu ölü toprağını da atacaksın böylece. Hadi bakalım, silkelen ve kendine gel! Çünkü çok işimiz var." demiş ve sırtıma yapıştırmıştı bir tane.
O kadar sert vurmuştu ki sıkıntıdan uyuyakalmış olan Enis eniştem yataktan sıçrayıvermişti. "Ne oluyor lan" diye. Bunun üzerine Işılla beni bir gülme almıştı. Kahkahalara boğulmuştuk. Bizim gülmemizden sonra Enis de gülmeye başlamıştı. 2 ay sonra ilk defa gülmüştüm. Enis de şapşallığının bir işe yaramasına sevinmişti.
Gün boyu beraber takılmıştık. Beni eğlendirmek için her şeyi denemişlerdi. Biraz film izlemiş, konsol oynamış, okey çevirmiştik. Ama hiçbiri eğlendirmemişti beni. Akşam olduğunda ise Şermin Sultan ne kadar yemeğe kalmaları için ısrar etse de Enis Işıl'ı eve bırakıp yurda geçeceğini geç olduğunu söylemişti. Hal böyle olunca pek de ısrar etmemiştik biz de. Enis ve Işıl'ı kapıya kadar geçirmeye götürmüştüm. Işılla vedalaşmamızın ardından Enisle sarıldıktan sonra Enis kulağıma "Doğum günü hediyem en beklenmedik hediye olacak." demişti. Ardından da patlattığı bombayla beni baş başa bırakıp gitmişti.
Kapıyı kapatıp merak içinde odama çıkmıştım . Yani yapılacak iş miydi bu? Dur, dur sonra tam giderken lafı ortaya atıp git oh ne âla yani. Şimdi 5 gün nasıl sabredeceğim ben? Yani hediyeye meraklı olduğumdan değil de beklenmedik dediğinden.
Tabi canım biz de yedik zaten. Sen bizi enayi mi sanıyorsun Sezen. Yaklaşık 2 aydır yoktuk diye boşladın yine sen. Ne bu haller ya kendine gel. Doğum günün olacak o senin ölüm günün değil öncelikle. Ayrıca hediye için olsa bile kime ne? Neden açıklama yapma gereksinimi duyuyorsun?
Allahım inanamıyorum! İç ses sen misin gerçekten? Nerelerdeydin ya? Vallahi çok özledim seni. Keremle beraber ölen ruhumla sen de öldün sandım. Seni de kaybettim diye o kadar korktum ki. Valla keşke iç sesim olmasa gibi laflar ettiğim zamanları geri alıyorum. Yeter ki gitme bir daha olur mu?
Ah Sezen ah ancak anladın de mi kıymetimi? Neyse geç olsun da güç olmasın. Sen akıllanmadan ben seni bırakıp gider miyim hiç! Hem şunu unutma; ben seni adam etmeden ölmeyeceğim. Yani benden kolay kolay kurtuluşun yok. Ayrıca ruhun falan ölmedi abartma! Sadece Işıl'ın dediği gibi biraz ölü toprağı var üzerinde. Ama onu da atacağız evelallah. Sen yeter ki vazgeçme ve bana güven! Tamam mıdır?
Tamam iç ses öyle diyorsan öyledir. Bir süre senin sözünden çıkmayacağım. Yokluğunda değerini anladım. O yüzden kaptan sensin bir süre. Sen vazgeçme diyorsan vardır bir hikmeti. Neyse ben çok yoruldum bugün, erken yatacağım bu yüzden. Hadi iyi geceler iç ses.
İyi geceler benim deli Sezenim.
🎂🎂🎂
3 gündür Işıl ya da Enis'i görmemiştim. Eve uğrayıp bekçiliğimi de yapmamışlardı. Ne zaman telefonla arasam da Işıl ya da Enis meşgule atıyor sonrasında da iyi olduklarına ama bugün çeşitli nedenlerden dolayı gelemeyeceklerine dair mesajlar atıyorlardı. Bu durum beni işkillendirmişti ama bozuntuya vermemiştim.
Bu son 3 gündür son 2 ayım nasım geçtiyse öyle geçmişti vaktim. Monotondu yani. Penceremin önünden ayrılmamıştım. Ya kitap okumuştum ya da dizi izlemiştim. Bu şekilde zaman geçip gitmişti işte bir şekilde. Bugün de Mert gelecekti. Son 1 haftadır yanıma uğrayamıyordu. Şehir dışında bir yerde çekim yapması gerektiği için şehir dışına çıkmıştı.
Gerçekten işini tutkuyla yapan biriydi Mert. Bu olaylardan dolayı henüz stüdyosuna gidememiştim ama bana çektiği bazı fotoğrafları göstermişti, gerçekten kalitelilerdi. Bugün de beni bir yere götüreceğini söylemişti. Açıkçası merak ediyordum. Çünkü son 2 aydır beni götürdüğü her yerde ayrı bir duygu gizli gibiydi.
Gittiğimiz her yer bana iyi gelmişti. Mert bana iyi gelmişti. Her seferinde farklı süprizlerle gelebilecek bir potansiyele sahipti. Fotoğrafçılık zaten güzel olan ruhuna incelik ve özen de katmıştı. Belki de bu yüzden seçtiği hiçbir yer özensiz seçilmiş yerler değildi. Her birine düşünüp karar verdiği o kadar belliydi ki. Bu sefer de öyle olacaktı kesin.
Ben düşüncelerim içinde dolaşırken kapı tıklanmıştı. Mert gelmişti büyük ihtimalle. Çünkü Enis ve Işıl da olduğu gibi hurra girmezdi o içeri. Tam bir centilmen gibi kapıyı çalardı her zaman. Gel sesini duymadan da girmezdi. Bu yüzden çok bekletmeden onu içeri almıştım. "Naber Kırmızı? Hazır mıyız?" diye sorarak girmişti içeri.
Ben de: "Merak etmeyin Mert Bey, hazırız. Sizi bekletmeyelim diye erken hazırlandık ama bu sefer siz geç kaldınız." diyerekten sitem ettim. Kollarımı çiçek pozisyonuna getirip hıh yapmayı da ihmal etmemiştim. Tribimi atmazsam olmazdı.
"Hep biz mi bekleyeceğiz sizi Sezen Hanım. Bu sefer de siz bekleyiverin. Hadi yürü, çok lafa tuttun bizi!" diye beni itekleyerek hızlıca merdivenlerden indirdi. Evden çıktığımızda bu sefer motorsikletiyle gelmediğini görmüştüm. Nasıl gidecektik o zaman? Şoföre mi söyleseydim acaba ya da anahtarları mı alsaydım direk? Karar vermek adına Mert'e sordum: "Mert sen nasıl geldin buraya. Safinaz da yok( Safinaz Mert'in motorunun adı bu arada).Biz nasıl gideceğiz şimdi? İstersen arabanın anahtarlarını alayım şoförden."
Mertse bir şey söylemeden sadece eliyle yolu gösterdi. Ama hiçbir şey anlayabilmiş değildim. O da bunu anlamış olacak ki: "Evet, Safinaz yok. Çünkü ben direk havaalanından geldim taksiyle. Gideceğimiz yer de çok uzak değil zaten. O yüzden otostopla gideceğiz. Daha önceden hiç otostop yapmış mıydın Kırmızı?" diye cevapladı. Bense hayır anlamında kafamı salladım. Şimdi otostopa ne gerek vardı ki? Arabamız vardı sonuçta. Onla da gidebilirdik ne gerek vardı yersiz endişeye. Sonuçta hırlı mı hırsız mı nereden bileceğiz ki bizi alan kişilerin?
Sezen bir saçmalama istersen. Hırsız olsa neden yakalanmak uğruna sizi arabasına alsın. Salak mı bu hırsız? Böyle mantık olur mu ya? Ayrıca Mert daha önceden yapmamış olsa ve tehlikeli olacak olsa bize böyle bir şey yaptırır mı? Biraz mantık ya, çok değil bak biraz. Sadece 3 saniye düşün. Dakikalara sonra çıkarız.
Off iç ses, tamam yani bir şey demiyorum öyle olsun. Zaten Mert de el yapıyor bana. Mecbur gideceğiz yani. Hadi bakalım başlasın maceramız. Yolun kenarına geldiğimizde Mert bazı arabalara otostop çekerken bazılarına çekmiyordu. Gerçi çektikleri de durmuyordu ya o ayrı mesele. Sonunda otostop çektiğinde bir kamyonet durdu önümüzde. Arkasında keçiler vardı. Kamyonetin içindeki gri kasketli orta yaşlardaki amca camı açtı ve Mert'e sordu: "Hayırdır gençler, yolculuk nereye?"
Mert de bir kolunu camın üstüne koyup diğeriyle alnındaki teri sildi önce. Nefes nefese kalmıştı. Bir iki nefes aldıktan sonra konuşabilmişti: "Dayı biz Alaturka festivaline gideceğiz de buraya 30 km ötede. Bizi atar mısın sana zahmet?"
Dayı: "Tabi yiğen atlayın ama arkaya. Öndeki koltuğa süt döküldü o yüzden bayağı ıslak ama keçilerle rahat edemeyiz derseniz yapacak bir şey yok." diye ekledi.
Mertse sanki her gün keçilerle yatıp kalkıyormuş gibi bir rahatlıkla sorun olmayacağını söyledi ve beraber kamyonetin arkasına bindik. Biraz rahatsızdım aslında burda. Söylemesem de içimde kalacaktı o yüzden başladım konuşmaya: "Ehh yani Mert aşk olsun sana. Çektiğin otostop bu mudur yani? Yanlış anlama bu arada dayı. Sorun sen de ya da kamyonetinde değil. Madem çekemeyecektin ne diye arabayı alalım dediğimde surat salladın bana? Pek rahat gibisin bu arada sen. Keçi keçiyle iyi anlaşır derler. Ondan mı acaba?"
Mert Oğlak burcuydu. Bir de inatçıydı ki tam keçiydi. Bu yüzden ben arada keçi derdim ona. Genelde sinirlendiğimde ya da onu gıcık etmek istediğimde yapardım bunu. Harici olarak yeşilimdi o benim. Ben onun Kırmızısı, o benim Yeşilim. Şimdi de onu gıcık etmek için söylemiştim keçi diye ama tam uymuştu yerine. Gerçi cevap dahi vermemiş hatta inadına bir keçiyi kucağına alıp sarılıp yatmıştı.
Yaklaşık 20 dakika sonra festival yerine varmıştık. Öküz gibi uyumuş olan Merti dürtüp kaldırmıştım. Dayı bizim için kamyonetin kapağını açmış inmem için de yardımcı olmuştu bana. İndikten sonra "Allaha ısmarladık" deyip el sallamıştık ardından. Her şeye rağmen güzel ve farklı bir yolculuk olmuştu benim için. Araba hareket ettikten sonra Mert elimden tutmuş ve : "Hadi koş, gidecek çok yerimiz var!" diyerek bizi koşturmaya başlamıştı.
Festivalin içerisine girdiğimizde bu festivalin diğerlerinden farklı olduğunu anlamıştım. Tek bir şey üzerine kurulu değil gibiydi. Birkaç festivalin birleşiminden oluşturulmuştu. Festival 4 kısma bölünmüştü. Her bir kısım kendi renkleriyle ifade edilmişti.
Birinci kısmında Geleneksel Şevketi Bostan Şenliği'nden bir parça yer alıyordu. Rengi ise maviydi. Tüm tezgahlara mavi renkte örtüler serilmiş ve üzerlerinde çeşitli boyutlarda şevketi bostanlar, farklı farklı tariflere sahip şevketi bostan yemekleri bulunuyordu. Bunlara ek olarak özel yöresel ürünler de sergilenmekteydi.
İkinci kısmına ise Urla Enginar festivali taşınmıştı. Rengi ise enginardan ötürü olsa gerek yeşildi. Tıpkı şevketi bostanda olduğu gibi burada da benzer standlar kurulmuştu.
Üçüncü kısımda artık tatlıya yer vermişlerdi. Bu kısım çikolata ve tatlı festivalinin minyatür haliydi. Kahverengi renge sahip olan bu bölümde çeşitli sunumlarla insanın ağzının sularının akmasına sebep olacak çikolatalar ve enteresan tatlılar hazırlanmıştı. Hepsini tatmak için sabırsızlanıyordum.
Son kısımda ise artık yemeklerden uzaklaşılmış ve tek kelimeyle bir retro rüzgarı estirilmişti. Kırmızı rengini alan bu kısımda retro tarzının her türlü ürününü görmek mümkündü. Tişört tasarımından bez çanta boyamaya kadar çok sayıda atölye inşa edilmişti. Ayrıca oyunlar, yarışmalar ve konserler de bu festivalin diğer parçalarıydı.
Anlaşılan buraya Alaturka Festivali denmesinin sebebi de buydu. Bir çeşni oluşturmayı hedeflemişlerdi bu festivalde. Biz de bu çeşninin her noktasına tanık olmak için tek tek tüm kısımları dolaşmaya başladık. Şevketi bostan ve Urla Enginar festivallerinin olduğu kısımdan en leziz yemeklerin tadına baktık. Devasa boyutta olan enginarlarla fotoğraflar çekilip garip pozlara büründük. Hatta Mert'in enginarları göğüslerine koyup seksi bir poz verdiği fotoğraf vardı ki onu hayatım boyunca unutmayacaktım. O kısımdan ayrılmadan önce de standlardan bir şeyler almayı ihmal etmemiştik ne de olsa emek vardı.
Karnımız iyice doyduktan sonra bunun üzerine tatlı iyi gider diyerek yönümüzü çikolata ve tatlı festivali kısmına çevirdik. Hepsi olağanüstü gözüküyor olmasına rağmen mide fesatı geçirmemek adına 7-8 türün tadına bakmakla yetindik. Hatta son 2 türün beni zorladığı dahi söylenebilir. Yine de diğer lezzetlerin tadına bakamadığım için üzülmüştüm. Bu yüzden yaptırabildiklerimi paket yaptırıp eve götürmeye karar verdim.
Mert ve Sezen festivalde tadım yaparken
Retro festivali kısmına geçtiğimiz sırada. Elimdeki poşetleri Mert elimden aldı ve sırtına attı. Ardından da tezgahlara bakınarak yürüdüğümüz sırada çaktırmadan elimi tuttu. Gözlerimin içine bakmıyordu. Etrafa göz süzerek elimi tutar vaziyette yürümeye devam ediyordu. Elimi ilk tuttuğu sırada önce bir afallamıştım. Sonrasında ise bir elimi tutan eline bir de ona bakmıştım. O an fark etmiştim işte. Kalbim o zamanki gibi atmıyordu. Halbuki ilk elimi tutan da oydu, onca zaman sonra da elimi tutan yine o olmuştu. İlk olmadığından mı değişmemişti kalbimin atışı yoksa Mert benim için sadece çocukluk aşkı olarak mı kalmıştı? Düşündüğüm sırada bunun kararını vermek için erken olduğunu fark ettim. Yine de duygularımın aynı olmadığı hususunda hem fikirdim. Kim bilir belki de zaman içerisinde bu şekilde kalmazdı duygularım bilemezdim.
Mert'in çaktırmadan Sezen'in elini tuttuğu an
26 Nisan Sezen'in doğum günü
Son 2 gün gerçekten çok hızlı geçmişti. Mert'in beni festivale götürdüğü gün o kadar gezmiştik ki ayaklarımıza kara sular inmişti. Hal böyle olunca da bir günde tüm festival alanını bitirememiştik. Retro festivali kısmına geçemeden pilimiz bitmişti. Biz de eve dönmeye sonraki gün de tüm günümüzü Retro festivaline ayırmaya karar vermiştik. Aynen öyle de yaptık. Ertesi gün Retro festivalinde atölyelerde denemeler yaptık, oyunlar oynadık, yarışmalara katıldık. Hatta konserde şarkı söyleyip dans bile ettik. Dolu dolu iki gün yaşadık.
Şimdi de ne kadar istemesem de Doğum günüm için ve benim için hazırlanmış her şey için hazırdım. Zaten Işıl her şeyi düşünmüştü. Giyeceğim kıyafeti, ayakkabılarımı, saçımı ve makyajımı kimin yapacağını ve daha nicesini... Bana ise sadece hazırlanıp partiye katılmak kalmıştı. Partiye 2-3 saat kala Işıl eve geldi beni almak için. O geldiğinde zaten hazırlanmıştım. Işıldan kendi gibi masum ve peri kızı gibi bir elbise seçmesini beklerken beni biraz şaşırtmıştı. Fazla iddialı olmasında sıkıntı yoktu ama tüylü şeylerden pek haz eden biri değildim. Aslında elbise hiç benlik değildi. Straplez yaka, fırfır detaylı kat etekleri olan karolina mavisi belimi sıkı bir şekilde kavrayan korseli bir elbiseydi bu. Altına da gümüş rengi saydam topuklu ayakkabılar seçmişti. Boynuma bir şey takmamamı sağlayarak köprücük kemiklerimi öne çıkarmıştı. Bana yapılan topuzla ve siyah opal boru küpelerle gerçekten de asil duruyordum.
Gören de beni kuğu gölü balesine gidecek sanacaktı. Bu kadar abartmaya ne gerek olduğunu ifade etmek için sitemkar bir tavırla Işıl'a döndüm: "Alt tarafı bir doğum günü Işıl bu. Bu kadar abartmaya gerek var mıydı gerçekten? Ne o öyle gösteriş budalası gibi. Ayrıca 17 daha doğrusu artık 18 yıllık hayatım boyunca ev dışında kutlamadık ki biz benim doğum günümü. Hep evde kutlardık. Nadiren mutfağa giren annem, benim için mutfağa girip en sevdiğim pastayı yapardı. Sonra da ben, annem ve babaannem belki de birkaç aile dostuyla kutlardık. Bu sefer böyle olması içime sinmiyor. Bir şeyler ters gidecek gibi hissediyorum."
"Sezen saçmalama Allah aşkına. Kızım farkında mısın 18'ine giriyorsun bugün. Bugün çocukluktan yetişkinliğe adım atıyorsun. Yani anlayacağın bugün yeni hayatının ilk günü. Bu yüzden de her şey mükemmel olmalı. Ayrıca hiçbir şey ters gitmeyecek. Bundan sonra her şey çok güzel olacak. Yeter ki sen kötü enerjiyi çağırma. Tamam mı?"
Tamam anlamıyla kafamı salladıktan sonra Işılla beraber kapının önüne çıktık. Enis bizi almaya gelmişti, o da Işıl da çok şık gözüküyorlardı. Beni ve Işıl'ı görür görmez laf atmıştı: "Vuhhuu... Hanımlar bu ne güzellik. İkiniz de şahanesiniz ama sevgilim kusura bakmazsan şunu söylemeliyim ki bugünün yıldızı Sezen. Bugünlük idare edeceksin artık. Gerçekten çok güzel bir iş çıkarmışsın sevgilim. Aklına sağlık."
Enis yine sözlerini iyi seçmiş ve bana iltifat ederken Işıl'ın gönlünü de hoş tutmayı ihmal etmemişti. Arabayla biraz uzun bir yol çekmemizden sonra Işıl'ın ayarladığı mekana gelmiştik. Yani ne derdi vardı da bu kadar uzak bir yerde tutmuştu mekanı, anlamıyordum. İçeri girdiğimizde ise lafımı geri almak zorunda kalmıştım. Çünkü burası gerçekten rüya gibi bir yer olmuştu. Anlatmaya kalksam saatler sürerdi ama ben doğum günümü sadece mekanı anlatarak geçirmek istemiyordum. Her şey ortadaydı zaten anlatmak gerek yoktu.
Ben hayran hayran etrafa seyredalmışken yanıma Mert geldi. Sonra elimden tutup "Bu ne güzellik " diyerek etrafımda döndürdü. Ardından da: "Her şey çok güzel olmuş. Sen de çok güzelsin bu gece de çok güzel. Benim en çok beklediğim kısım dans ve hediye faslı. Kavalyen olmama izin verirsin değil mi? Bu arada hediyemi sana vermek için ve aldığın zaman yüzündeki o ifadeyi görmek için sabırsızlanıyorum." dedi.
Bugün de nedense herkes hediyesini vermek için sabırsızlanıyordu. Herkesin hediyesi çok özeldi. Tamam elbette hepsinin hediyeleri birbirinden özel olacak benim için. Çünkü düşünmeleri bile yeterdi sadece ama hepsinde bir gizem ve ekstra özellik vardı sanki. Bu gece bana kaç tane şok yaşatacaktı merak ediyordum gerçekten.
Biz bir kenarda durmuş Mert ve Enisle çene çalarken Rüzgar ve Esat da gelmişti. Enisle Rüzgar son 2 aydır daha iyi gibilerdi. Esat da Enis ve Işıl'ın ilişkisini onaylamış hatta Enis'i de oldukça sevmişti. Gerçi arada yine abilik iç güdüsüyle kıskançlıklara giriyordu ama olsun. Işıl da ev sahibesi edasıyla neredeyse çağırmış olduğu tüm okulun, Tuna da dahil, masalarını geziyordu. Tüm masalarını gezmeyi bitirdikten sonra "Yeter artık gel yanımıza" diye işaret etsem de bizim yerimize gelmektense sahneye çıkıp mikrofonu eline almayı tercih etmişti. Bu sefer ne yapacaktı kim bilir?
"Öhömm...öhömm... Ses deneme 1-2-3... Evet, öncelikle bu özel günümüzde bizi yalnız bırakmayarak buraya gelen herkese çok teşekkür ederim. Bugün benim dostumun, kardeşimin, biricik Sezenkuşumuzun doğum günü. Onu tanıyalı yaklaşık 8-9 ay olmasına rağmen 8-9 yıldır tanıyor gibiyim. Beraber çok özel ve güzel şeyler paylaştık. En mutlu ve mutsuz anlarımıza tanık olduk. Son 2 aydır onu derinden yaralayan bir hüzün var içinde. Ne kadar çabalasa da engel olamıyor yarasının kanamasına. Bizim de gücümüz yetmiyor artık. Ama sizle el ele verirsek bugün onun yeni hayatının ilk günü olabilir. Benimle beraber Sezen'in tekrar atan damarlarına can vermeye var mısınız?" diye sormuştu.
O anda "Evett..." diye bir ses yükselmişti tüm mekandan. Bu sırada bense göz yaşlarıma hakim olamamıştım. Yine yapmıştı deli kız, yapacağını. Sonra da konuşmasını bitirmek için devam etmişti.
"Teşekkür ederim hepinize. İyi ki varsınız. Biliyorum doğum günlerinde önce pasta kesilir sonra hediye faslına en son da eğlenmeye geçilir. Ama biz bugün gidişatı biraz değiştirdik ve hediye faslını başa aldık. O yüzden önce Sezen Aykut'u sahneye ardından da hediyesini vermek isteyen herkesi buraya bekliyoruz. Biraz takı töreni gibi oldu ama olsun. Neyse hadi Sezen kalk gel çabuk!" diye bağırdı.
Neden böyle bir şey yapmıştı hiçbir fikrim yoktu. Ama itaat edeceğime söz verdiğim için paşa paşa sahneye çıkmıştım. Sırasıyla 100'lerce hediyeyi ve tebriği kabul ettikten sonra sıra en yakınlarıma gelmişti. Önce Esat gelip sarıldı ve abi edasıyla sözlerini söyleyerek hediyesini uzattı: "Bizim cimcime yine yaptı yapacağını Sezen. Sen de ailedensin artık idare edeceksin yapacak bir şey yok. Işıl nasıl benim kıymetlimse kardeşimse sen de öylesin artık. Gökbakan ailesinin bir üyesi daha oldu 17 yıl sonra. Hep bizimle kal ve bir parçamız olmaya devam et. İyi ki doğdun deli kız. Hadi aç bakalım hediyeni."
Hediyesini açtığımda tam Esatlık bir hareket olduğu ortadaydı ama yine de çok sevimliydi. Fenerbahçeli olduğumu ama Alex gittiğinden beri fanatik olmadığımı söylemiştim bir ara ona. O da Alexin imzalı formalarından birini almış bana. Gerçekten çok sevindirmişti bu beni. "Yaa Esat..." diyip sarılmıştım.
Sonrasında da Rüzgar sarılıp hediyesini vermişti. Onun hediyesi de tam Rüzgarlıktı. Sanat ve edebiyat aşığı olan Rüzgar Güven ilk baskılara olan zaafımı biliyordu. Bu yüzden bana Atilla İlhan'ın Sisler Bulvarı kitabının ilk baskısını almıştı. Çok pahalı olduğu için alamadığım kitaplardandı bu. O yüzden şu an dünyalar benim olmuştu.
Sıra Işıl'a geldiğinde ise "Yaa Işıl senin hediye almana gerek yoktu ki. Zaten çok şey yaptın benim için. Ayrıca benim en büyük hediyem sensin!" demiştim ona. O da hemen sulu gözlülük yapıp göz pınarlarını açacağı sırada kendine hakim olmuştu. Gözlerini elini tersiyle sildikten sonra elindeki küçük paketi bana uzattı.
Sonrasında da ben açarken şunları fısıldadı kulağıma: "Pembeyi sevmediğin için acılarını ve seni etkileyen şeyleri o deftere yazdığını söylemiştin. Ben de sana ahşap kutulu ve kilitli bir kırmızı defter almak istedim. Kırmızı hem senin en sevdiğin renk hem de sevginin rengi. Artık sevgini ve güzel olan her şeyi bu deftere yazmanın vakti gelmedi mi Sezenkuşum? İki aydır ne kadar üzüldüğünü en iyi ben gördüm ve sana bugün söyleyeceğim şey senin 2.hediyen olacak. Hiç kimse dostum dediği insan için bu hale gelmez. Senin sevgin farklı bir sevgi. Sen Kerem'i seviyorsun Sezen. Canının yanması da bu yüzden. Artık kendine bunu itiraf etmenin zamanı gelmedi mi?"
Işıl'ın söyledikleri üzerine uğradığım şoku atlatamadan bir diğer şok da Enis'ten gelmişti. Enis elinde küçük bir kağıt parçasıyla yanıma geldi. Elinde ne bir kutu ne de başka bir şey vardı. Sadece o kağıt parçası. Yanıma gelip biraz özel olarak konuşmak ve hediyesini öyle vermek istediğini söylemişti. Gittikçe geriliyordum. Bugün için bu kadar gizem bu kadar şok ağır gelmişti bana. Sahneden uzaklaşıp köşede bir yere geçtiğimizde önce elindeki kağıdı uzattı bana sonrasında da hayatımı derinden sarsacak belki de verdiğim tüm kararları ters düz edecek o sözleri söylemeye başladı:
"Sezen sana vereceğim hediyenin en beklenmedik olan hediye olacağını söylemiştim hatırlarsan. Gördüğün üzere sana sadece bir kağıt parçası verdim. Ama bu kağıt parçası öylesine bir kağıt parçası değil. Hatırlarsan ailem haricinde her konuda senin için her şeyi yapacağımı söylemiştim. Şu an da aynı şeyi söylüyorum ama şu an bunu sana vermemin tek nedeni de yine Kerem.
Kerem seni kaybetmekten o kadar korktu ki senin için senden vazgeçti. Sen üzülmeyesin diye seni sonsuza kadar kaybetmeyeyim diye aptalca şeyler yaptı. Fark etmeden de fazla ileri gitti. Ama sana şunu söyleyebilirim ki söylediklerinin çoğu yalandı. Hepsini seni soğutmak için yaptı. Şimdi de geri dönemiyor ve uzun bir süre de dönemeyecek.
Biliyorum söyledikleri çok ağırdı. Tam bir hayvan gibi davrandı ama sana şu konuda itimat verebilirim ki Kerem bir canavar değil. Ben sana onu affet diyemem. Gerçekleri sana anlatacağını da söyleyemem ama onu bir kere daha zorla diyebilirim sana. Bu elindeki kağıtta Kerem'in sana ilan-ı aşk etmeden önce günlerce uykusuz kalıp prova yaptığı zamandan sözcükler yazılı. Sana olan sevgisini anlattığı bir aşk mektubu yani.
Belki sana söyledikleri çoğu şey yalandı, belki senin bildiğin Kerem de yalandı ama sana olan sevgisi gerçekti Sezen. Belki de bu hayatta yalan olmayan tek şey oydu. Ve şunu da biliyorum senin sınırların var seni zorlayan. Çizgilerin var kalbinin üzerine ağlar ören. Ama sen de kabul et artık sen de onu seviyorsun. Şimdi bu mektubu al ve çık bu kapıdan. Yeniden doğmak için yeniden başlamak için kalbinin götürdüğü yere git!"
Enis'in hediyesi gerçekten en beklenmedik olandı. Söyledikleri doğruysa 2 aydır çektiğim acı da boşunaydı. Yine de bir daha kandırılmak istemiyordum. Enis bana söylediklerinden sonra yanımdan uzaklaşıp Işılların yanına dönmüştü. Ben de elimdeki mektubu açıp okumaya başlamıştım.
Tüm mektubu okumayı bitiremeden okuduğum tek bir cümle ayaklarımın benden bağımsız hareket etmesine sebep olmuştu. Arkamdan seslenenleri de kafamdaki sesleri de duymamıştım. Sadece eteğimi toplayıp koşmaya başlamıştım. Hiçbir şeyden emin değildim. Kızgınlığımı da gidermezdi hiçbir şey ama yanıldığımı anladığım bir şey vardı. Kendi benliğime bile aykırı olan bir şey... Kabullenmemin kendimi reddetmem olduğunu anlayacağım bir şey... Yanıldığım ilk şey Kerem'in duygularıydı, yanıldığım ikinci şey benim duygularımdı. Bunları fark etmemi sağlayan şey de Oscar Wilde'ın duygularıydı. Kerem'in mektubuna yazdığı benim de ayaklarımın yönetimini eline aldığı o satırlarda saklıydı:
"Bu gece günceme yazacağım.
-Neyi?
-Ateşten eli yanan çocuğun ateşi sevdiğini"
Ateşten eli de yansa seviyordu çocuk ateşi. Ben beni yaksam da bu işin sonunda ben de seviyordum onu. Artık emindim kanka falan hikayeydi. Bizim hikayemiz ateşle çocuğun hikayesiydi. Ve henüz bitmiş olamazdı.
Yine kısa tutacağım, istediğim noktada bitireceğim derken bölümü şu zamana kadar yazdığım en uzun bölüm oldu. Ama burada bölemezdim, bölümün bir anlamı kalmazdı o zaman. Oldukça hızlı ilerletmeye çalıştım bu bölümde olayları. Bu bölümde bölüm sonu soruları sormayacağım. Merak duygusunun canlı kalması için.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top